Akaid (İman Esasları)

AKAİD

Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey" demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke" (iman esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde inanılması farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına gelmektedir. Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan iman esaslarından bahseden ilme de akaid ilmi denir. 
İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur'ân-ı Kerîm, daha sonra da sahih hadislerdir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade olarak yer almıştır. Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, âhirete, kazâ ve kadere iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren birçok âyet vardır. Hadis kitaplarının “iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet” gibi bölümlerinde, iman esaslarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Bu sebeple de Kur'an âyetleri ile başta mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler akaidin temel kaynaklarını teşkil eder. Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar. Akıl ve duyu organlarının verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği esasların açıklanması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar, nakli desteklerler.
Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir.
İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez.
Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz.

        I. İMAN

        A) İMAN NEDİR?
İmân, Allahu Teâlâ'nın gönderdiği semavi hükümleri kâlp ile kat'î sûrette tasdik etmektir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّذ۪ي نَزَّلَ عَلٰى رَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالاً بَع۪يداً
“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.” Nisa/136)
: عَنْ عُمَرَ بْنِ الخطابِ ، رَضِيَ اللَّهُ عنه ، قال: «بَيْنَمَا نَحْنُ جُلُوسٌ عِنْدَ رَسُولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، ذَات يَوْمٍ إِذْ طَلَعَ عَلَيْنَا رَجُلٌ شَدِيدُ بَيَاضِ الثِّيَابِ ، شَدِيدُ  سَوَادِ الشَّعْرِ ، لا يُرَى عليْهِ أَثَر السَّفَرِ ، ولا يَعْرِفُهُ مِنَّا أَحَدٌ ، حَتَّى جَلَسَ إِلَى النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَأَسْنَدَ رُكْبَتَيْهِ إِلَى رُكْبَتيْهِ ، وَوَضَعَ كَفَّيْهِ عَلَى فخِذَيْهِ وَقَالَ : يا محمَّدُ أَخْبِرْنِي عَنِ الْإسلام فقالَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : اَلْإِسْلاَمُ أَنْ تَشْهَدَ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ ، وأَنَّ مُحَمَّداً رسولُ اللَّهِ وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ ، وَتُؤتِيَ الزَّكاةَ ، وتَصُومَ رَمضَانَ ، وتَحُجَّ الْبيْتَ إِنِ استَطَعتَ إِلَيْهِ سَبيلاً.قال : صدَقتَ . فَعجِبْنا لَهُ يسْأَلُهُ ويصدِّقُهُ ، قَالَ : فَأَخْبِرْنِي عن الإِيمانِ . قَالَ: أَنْ تُؤْمِن بِاللَّهِ وملائِكَتِهِ ، وكُتُبِهِ ورُسُلِهِ ، والْيَوْمِ الآخِرِ ، وتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وشَرِّهِ .قال: صَدَقْتَ قال : فأَخْبِرْنِي عن الإِحْسَانِ . قال : أَنْ تَعْبُدَ اللَّه كَأَنَّكَ تَراهُ . فإِنْ لَمْ تَكُنْ تَراهُ فإِنَّهُ يَراكَ قَالَ : فَأَخْبِرْنِي عَنِ السَّاعةِ . قَالَ :مَا الْمَسْؤُولُ عَنْهَا بِأَعْلَمَ مِنَ السَّائِلِ . قَالَ : فَأَخْبرْنِي عَنْ أَمَاراتِهَا . قَالَ: أَنْ تَلِدَ الْأَمَةُ رَبَّتَهَا ، وَأَنْ تَرى الحُفَاةَ الْعُراةَ الْعالَةَ رِعاءَ الشَّاءِ يتَطاولُون في الْبُنيانِ ثُمَّ انْطلَقَ ، فلبثْتُ ملِيًّا ، ثُمَّ قَالَ : يا عُمرُ ، أَتَدرِي منِ السَّائِلُ قلتُ : اللَّهُ ورسُولُهُ أَعْلمُ قَالَ فَإِنَّهُ جِبْرِيلُ أَتَاكُمْ يُعلِّمُكم دِينَكُمْ 
Ömer İbnü'l - Hattâb (r.a.) şöyle dedi: “Bir gün Rasûlullah (a.s.v.)'ın huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hali olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamberin yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini peygam­berin dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve;
- Ey Muhammed, bana İslâm'ı anlat! dedi. Rasûlullah (a.s.v.):
- "İslâm, Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, Ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kabe'yi ziyaret (hac) etmendir" buyurdu. Adam:
- Doğru söyledin dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam:
- Şimdi de imanı anlat bana, dedi. Rasûlullah (a.s.v.):
- "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir" buyurdu.
Adam tekrar:
- Doğru söyledin, diye tasdik etti ve:
- Peki ihsan nedir, onu da anlat, dedi. Rasûlullah (a.s.v.):
- "İhsan, Allah'a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor" buyurdu. Adam yine:
- Doğru söyledin dedi, sonra da:
- Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu. Peygamber (a.s.v.):
- "Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir" cevabını verdi. Adam:
- O halde alâmetlerini söyle, dedi. Rasûlullah (a.s.v.):
- "Annelerin, kendilerine cariye muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalarda birbirleriyle yarışmalarıdır " buyurdu.
Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber (a.s.v.):
- "Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. 
Ben:Allah ve Rasûlü bilir, dedim.
Rasûlullah (a.s.v.):
- " O Cebrail'di, size dininizi öğretmeye geldi" buyurdu. (Müslim, Îmân l, 5.)

İmânın altı rüknü (şartı) vardır
1-Allah'ı,
2-Meleklerini,
3-Kitaplarını,
4-Peygamberlerini,
5-Ahiret gününü,
6-Kader'i,
                       bilip onlara kalben inanmaktır.

B) İMAN ile AMEL İLİŞKİSİ
* Daha önce de ifade edildiği gibi iman "Amentü" den ibarettir." Yalnız burada özellikle üzerinde durmamız gereken nokta şudur: Peygamber (s.a.v.)´in gerçek bir imanı tarifinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve onu (inanılan esasları) günlük fi¬ili hayata dökmektir." 
İmanın amel ile takviye edilmesi gerekir. Gerçekte iman ve amel şu iki noktada iç içedir:
1- İman ile amel arasında sıkı bir bağlantı vardır.
İman etmek amel etmeyi gerektirir. Namaz kılmak, oruç tutmak, maddi gücü elveriyorsa hacca gitmek ve zekat vermek bunların başında gelir. Daha sonra diğer salih ameller diyebileceğimiz temel kuramlar da bunu sıkıca pekiştirir.
2- İman edenin amel etme mecburiyeti vardır.
İman amel ile beraber olmayınca meyve vermeyen bir ağaca benzer.
Ayrıca nasıl ki iman etmek Allah´ın emridir. Salih amellerde de bulunmak yine Allah´ın emridir. 
Zira Allah´ın bütün emirleri bir yekûndur. Biri uygulanıp diğeri terk edilirse kabule şayan değildir. * (Kadı Ebu Şuca, Ğayet’ül-İhtisar ve Şerhi, Ravza Yayınları, s:38)

C) BÜYÜK GÜNAH KAVRAMI
Arapça'da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyada veya âhirette cezalandırılmasına sebep olan büyük suçlar ve davranışlara denir.
Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak ve O'nu inkâr etmektir (küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde çeşitli bilgiler vardır. 
     Peygamberimiz bir hadisinde, "Size büyük günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? Onlar: Allah'a ortak tanımak, ana babaya  itaatsizlik ve yalancı şahitliktir" (Buhârî, Edeb/6; Müslim, Îmân/38; Tirmizî, Tefsîr/5) buyurmuş, bir başka hadislerinde;
     "Mahveden yedi günahtan sakınınız. Onlar: Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, ribâ (faiz), savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır" (Buhârî, Vesâyâ/23; Müslim, Îmân/38; Ebû Dâvûd, Vesâyâ/10) diyerek, büyük günahların yedi tanesini zikretmiştir. Bir başka hadiste büyük günahların sayısı dokuz olarak belirtilmiş, ana babaya itaatsizlik ve Mescid-i Harâm'da yapılması yasak bir fiili işlemek de bunlara eklenmiştir. (Ebû Dâvûd, Vesâyâ/10).
Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeplerle ameli terk eden, dolayısıyla şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan birini işleyen (fâsık ve fâcir) kimse, işlediği günahı helâl saymıyorsa mümindir, kâfir değildir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. 
Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce Allah böyle bir kimseyi âhirette dilerse affeder, şefaat olunmasına izin verir, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Neticede ise, kalbinde inancı bulunduğu için cennete girdirir.
Sahâbîlerden Ebû Zer el-Gıfârî'nin anlattığına göre, Hz. Muhammed (a.s.v.): "Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur deyip de bu inancı üzere ölen kimse cennete girer" buyurmuş, Ebû Zer, "O kişi zina yapsa, çalsa da mı?" diye sormuş, "Evet, zina yapmış, hırsızlık etmiş de olsa cennete girer" cevabını vermiştir. Ebû Zer soruyu üç kez tekrar edip aynı karşılığı alınca, dördüncü sorusunda Allah elçisi, "Ebû Zer bu durumdan hoşlanmasa bile o kimse cennete girer" buyurmuştur (Buhârî, Tevhîd/33; Rikak/16; Müslim, Îmân/40; Tirmizî, Îmân/18).

D) TASDİK ve İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR
İnsanlar tasdik ve inkâr açısından üç grupta incelenebilirler.
a) Mümin
Allah'a, Hz. Muhammed (a.s.v.)'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir. Müminler âhirette cennete girecekler, orada pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Günahkâr müminler, suçları ölçüsünde âhirette cezalandırılsalar da sonunda cennete konulacaklardır. Müminlerin ebedî cennetlik olacağına dair Kur'an'da pek çok âyet vardır.
b) Kâfir
İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in yüce Allah'tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, şarabın haram oluşunu inkâr eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kâfirdir.
Kâfir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir. Gerçek ve doğru inancı örttüğü, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan kâfir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır. 
Bu konudaki âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: 
    "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" (el-Bakara 2/161-162). 
Küfür ve Şirk 
Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Muhammed (a.s.v.)'i Allah'tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir.
Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak Allah Teâlâ'nın ilahlığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir. Müşrikler Allah'ın varlığını inkâr etmezler. 
O'ndan başka ilâh olduğunu kabul edip, onlara da taparlar veya isimleri, sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah'a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlar.
Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir.
Çünkü şirk sadece Allah'a, zât, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır. 
Meselâ Mecûsîlik'te olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, ama şirk değildir.
Allah'a şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Şirk dışındaki günahları, Allah'ın dilediği kimse için bağışlayacağı bir âyette şöyle ifade edilir: "Allah kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır" (en-Nisâ 4/116).
Kur'an'a göre, göklerde ve yerde hâkimiyetin yegâne sahibi Allah'tır. Yaratma O'na mahsustur. Her şey O'na –istese de istemese de– boyun eğmiştir. Her şeyde O'nun hükmü geçerlidir. Yaratma ve hükümranlıkta hiç kimse O'na ortak olamaz
c) Münafık
Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, Müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. 
Bir âyette şöyle buyurulur: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah'a ve âhiret gününe inandık’ derler" (el-Bakara 2/8). Münafıkların gerçekte kâfir oldukları bir başka âyette şöyle ifade edilir: "Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar" (el-Münâfikun 63/3).
Münafıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan Müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe Müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz Müslümanları yanlış yönlere sürüklerler.
Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Muhammed (a.s.v.)'den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve Müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık, dünyada Müslüman gibi işlem görür. Onun cezası âhirete kalmıştır. Bir âyette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabakasında münafıklar bulunur:
"Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (en-Nisâ 4/145).

II. İMAN ESASLARI
İslâm dininin iman esasları ilmihal kitaplarında âmentü terimiyle ifade edilir. Arapça âmene fiilinin birinci tekil şahsı olan âmentü, "inandım" demektir. 
Terim olarak, iman esaslarını kısa ve öz olarak ihtiva eden metni ifade etmek için kullanılır. Âmentünün metni şudur: "Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ ve'l-ba‘sü ba‘de'l-mevti hakkun. Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhû ve rasûlüh" (Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inandım. Öldükten sonra diriliş haktır. Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim). 
Âmentüde belirtilen esasların hepsi Kur'an'da çeşitli ifadelerle yer almıştır:
"...Asıl iyi olan kimse, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan...dır" (el-Bakara 2/177), 
    "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır" (en-Nisâ 4/136) meâlindeki âyetlerde iman esasları Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhirete iman olmak üzere beş ilkede toplanmış, kader bunlar arasında zikredilmemiştir.
      Ancak bazı âyetlerde (er-Ra‘d 13/8; el-Hicr 15/21; el-Furkan 25/2; el-Kamer 54/49) her şeyin Allah'ın takdirine bağlı bulunduğuna dair ifadelerden hareketle âlimler hayrı ve şerri ile birlikte kadere inanmayı bir iman esası olarak zikretmişlerdir. Cibrîl hadisinin Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivayetleri de kader konusunu bir iman esası olarak zikreder. Kader konusunun iman esaslarını belirten âyetlerde yer almayışı, Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarının kapsamı içinde yer almasına bağlanmalıdır. Çünkü Allah'ın anılan sıfatlarına gereğince inanan, kadere de inanmış olmaktadır.
Âmentüde yer alan esaslardan Allah'a iman ile kader ve kazâya iman konularında, vahiyle birlikte aklî-mantıkî açıklama ve ispatlar yapılabileceği, his ve tecrübeye dayalı bilgilerden yararlanılabileceği kabul edilmiş ise de, âhirete iman ve meleklere iman konularında bu mümkün görülmemiş, bu hususlarda sadece vahyin verdiği bilgilere güvenilebileceği belirtilmiştir.

A) ALLAH'A İMAN
Allah'a imân, Allah'ı bilip ona inanmak, varlığını, birliğini, bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve eksik sıfatlardan münezzeh olduğunu kabul etmektir.
Allah'ı Bilmek En Büyük Saâdettir
Allah'ın varlığına ve birliğine inanan, iyilik edeni mükâfatsız, kötülük yapanı da cezasız bırakmayacağını ve adâletini icra etmek için ahiret alemini yarattığını kabul eden kişi saadet ve huzur içindedir. Bunun için, ebedi âleme açılan Kabir kapısından da korkmaz. Belki o, kendisi için bir sevinç kaynağıdır. Fakat, Allah'ı tanımayan insan, servet, konfor, makam ve evlât gibi refah ve saadet vesileleri telakki edilen bütün esbaba sahib de olsa mes'ud değildir. Kabir ve ölüm düşüncesi her an kalbini kurcalayıp kendisine ızdırap ve azap vermektedir.
Allah'ı Bilmek İçin En Güzel Vasıta Akıldır
Her uzvun vazifesi vardır. Gözün vazifesi görmek ise aklın da vazifesi düşünmek ve anlamaya çalışmaktır. Beşerin aklı düşünmezse hayat felce uğrar. 
Bunun için Cenab-ı Hak, insanı düşünmeye davet edip buyuruyor ki:
قُلِ انْظُرُوا مَاذَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
"De ki: Bakın göklerde ve yerde neler var." (Yunus: 101)
Düşünen insan, kendisini ihata eden varlığa bakar. Nereden geldiğini, kimin tarafından yaratıldığını, hakiki sahibinin kim olduğunu araştırır ve onu bulmaya çalışır. Bir binanın kendi kendine var olması mümkün olmadığı gibi, varlık binasının da kendi kendine var olması mümkün değildir. Mutlaka bir hâlık'ı vardır. Bir bedeviye Allah'ın vardığını ne ile isbat edebilirsin diye sorduklarında şöyle demiştir:
اَلْبَعْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَعِيرِ وَاَثَرُ الْاَقْدَامِ يَدُلُّ عَلَى الْمَسِيرِ اَفَسَمَاءٌ ذَاتُ اَبْرَاجٍ وَاَرْضٌ ذَاتُ فِجَاجٍ هَلْ لَاتَدُلَّانِ عَلَى اللَّطِيفِ الْخَبِيرِ
"Dışkı deve'ye, ayak izleri yürüyüşe delâlet eder de burçlarla süslenmiş gökyüzü ve etraflı yeryüzü, Lâtif ve Habir olan Allah'a delâlet etmez mi?" Evet yeryüzü ve onun insanı, hayvanı, bitkisi, câmidi, semâ ve onun güneşi, ayı, yıldızları ve bütün bunların ince ve ölçülü nizâmları Allah'ın varlığına, birliğine ve bütün kemâl sıfatlarına açıkça delâlet ederler.
* Allah'ı tanıma hususunda bu gibi insanların akılları yeterli midir? 
İlk devirlerden günümüze dek hiçbir zaman bu minvalde bir kavim görülmüş değildir. "Peygamber bulunmaksızın sadece akıl, Allah'ı bilip tanımaya yeterlidir" görüşü istisnasız olarak yaradıkların tabiatıyla çelişmektedir. Meğer ki, "Allah insanları, tümünü azaplandırmak ve nimetinin sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan bir gruba ihsan etmek için yaratmıştır" demiş olalım. 
Hayır, bu asla olamaz! 
Yüce Allah kullarını kendilerine doğru yolu, hidâyet yolunu göstermeden azaplandırmayacak derecede yüksek merhamet sahibidir. 
Doğrusu fetret devri insanları her ne kadar değişikliğe uğrayıp puta da tapmış olsalar, Eş'arîler ve Mâlikîler ile Kemal İbn Hümâm gibi bazı Hanefî muhakkiklerinin de dedikleri şekilde kurtuluşa ermişlerdir. 
Bu arada Mâturîdîlerin de bu konuda görüş ayrılığına düşmüş olduklarını belirtelim. Bazıları, fetret devri insanlarının kurtuluşa ermiş olduklarını söylemişlerdir. 
Diğer bazılarıysa kurtuluşa ermeleri için kendilerine düşünme imkânı verecek bir zamanın geçmesini ve düşündükten sonra müşrik olarak ölmemiş olmamalarını şart koşarlar. 
Hanefîlerle Mâturîdîler aynı grup olduklarına göre, bazıları Mâturîdîlerîn, "fetret devri insanları kurtuluşa ermişlerdir" görüşünü tevîl ederek demişlerdir ki; fetret devri insanı, müşrik olarak ölmediği takdirde kurtuluşa ermiştir. Böyle bir tevilin sebebi nedir, bilemiyorum. Çünkü fetret devri insanlarının müşrik olarak ölmeleri halinde dahi kurtuluşa erecekleri farz edilmektedir. Allah'ın birliğine inanmış olarak öldüklerinde kurtuluşa erecekleri hususundaysa ihtilâf yoktur. Mâturîdîler’den "fetret devri insanı kurtuluşa ermiştir" diyen kimse, bu sözüyle onların müşrik olarak öldükten sonra kurtuluşlarını kast etmiştir. Bu mutlaka böyledir. Aksi takdirde boşa konuşmuş olur. 
Zîra ömrü boyunca müşrik olarak yaşamış olsa bile ihlâsla "lâ ilahe illallah" diyen bir kimse cennete girecektir. 
* (Abdurrahman Cezîrî-Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı s/1293 )

      ALLAH'IN SIFATLARI
Allah'ın üç çeşit sıfatı vardır: 
a)Sıfat-ı Selbiyye, 
b)Sıfat-ı Sübûtiyye,
c)Sıfat-ı Esmâ.

        a- SIFAT-I SELBİYYE
Sıfat-ı Selbiyye, Cenab-ı Allah'a yakışmayan, bütün olumsuz özelliklerden ve eksikliği ifade eden hallerden Allah'ı tenzih eden sıfatlardır. 
Sıfat-ı Selbiyye altıdır: Vahdaniyet, Kıdem, Bekâ, Mühalefetül Havadis, Kıyam Binefsihi, Vücud sıfatı
1- Vahdaniyyet: Cenab-ı Allah'ın zât, sıfat ve fiillerinde bir olmasıdır. Bir olmak demek, Allah-ü Teala her bakımdan bir ol­masıdır. Her yönüyle eşsiz olması demektir. Zâtında bir olması demek, mülkünde ortağı bulunmamasıdır.
           Cenab-ı Hak buyuruyor:
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ
"De ki: Allah birdir." (İhlâs: 1)
Sıfatında bir olmak demek; hiçbir kimsenin sıfatının, Allah'ın sıfatına benzememesidir.
Efalinde bir olmak demek; Cenab-ı Allah her şeyin yaratıcısı olduğundan dünyada olagelen olan bütün fiiller onundur. Hiçbir kimsenin fiili yoktur, insanların ancak kesbi vardır.
Hristiyanlık akidesi her ne kadar aslında semavî ise de, tahrife uğradığından, insanlar tarafından saptırılan (uydurulan) inançlar halini almış ve İslâm'ın kabul ettiği vahdaniyyeti ortadan kaldırmıştır.
Onların akidesine göre Allah, Baba-Oğul ve Ruhul-Kudüsten ibarettir. Her biri ayrı ayrı ve diğerinden müstakil olmakla beraber, Allah her üçünden mürekkeptir.
Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın üç veya üçün biri kabul edilmesi (en-Nisâ 4/171; el-Mâide 5/73), Allah’ın bir beşer ve peygamber olan Îsâ ile özdeşleştirilmesi (el-Mâide 5/17, 72), Allah’ın yanı sıra Îsâ’ya ve annesi Meryem’e ilâhlık nisbet edilmesi (el-Mâide 5/116), Îsâ’nın Allah’ın oğlu olarak görülmesi ve bu şekilde Allah’a çocuk izâfe edilmesine (et-Tevbe 9/30) işaret edilmekte, bütün bu anlayışların tevhid inancına ve bir peygamber sıfatıyla ancak tevhidi tebliğ eden Hz. Îsâ’nın tebliğine aykırı düştüğü, şirk ve küfür içerdiği belirtilmektedir (el-Mâide 5/72, 75, 117; Meryem 19/30-38; ayrıca bk. el-Mü’minûn 23/91; el-Furkān 25/2; el-İhlâs 112/3-4).
Üçlü akidesi (teslis) Hristiyanlıkta bulunduğu gibi, Brahma dininde de bulunur. Onlara göre, kâinatı yaratan zat, önce Brahman, sonra Vişno, sonra da Sîvo ile birleşmiş ve üçünün birleşmesiyle asıl ilâh meydana gelmiştir.
Budistler, Vişno'nun alemi günahlardan kurtarmak için bazı cisimlerle birleştiğini ve Dokuzuncu defada Buda'ya hülul ettiğini (birleştiğini, içine yerleştiğini) iddia ederler.
2 - Kıdem: Cenab-ı Allah'ın varlığının başlangıcının olma-ması, yani ezelî olması demektir. Bunun zıddı, sonradan olmaktır. Allah´ü Teala çok önceden yoktu, sonradan oluşmuş gibi bir şüpheye kapılmamak lazım. Bu sebeple de onun varlığının başlangıcı diye bir şey düşünülemez.
              Geçmiş zamanın en münteha noktasına kadar uzansak yine de mevcut olmadığı bir zamanı tasavvur edemeyiz.
3- Bekâ: Allah'ın varlığının sonu olmaması demektir. Allah´tan başka her varlı­ğın bir sonu olacaktır. Fakat Allah-u Teala daima var olacaktır.  Cenab-ı Allah ezeli olduğu gibi, ebedidir de. Varlığı için nihayet yoktur. Gelecekte mevcut olmayacağı bir zaman tasavvur edilemez.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruluyor:
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ
"Evvel de O, ahir de O'dur." (El-Hadid: 3)
4 - Mühalefetül Havadis: Sonradan yaratılanların hiç birine benzememesi demektir. Allah-ü Teala hem zatı, hem de sıfatları itibariyle hiç bir varlığa benzemez. Yaratıklar birbirine benzeyebilirler ve başka başka şekillerde de olabilirler. Fakat Cenab-ı Allah, yarattıklarından hiç birisine benzemez. O, insanın hatırına gelen her şekil ve suretin dışındadır. Şekil ve suretten münezzehtir. 
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruluyor:
لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَىْءٌ
"Onun misli gibi hiçbir şey yoktur." (Şura: 11)
Alim, Kerîm ve Rahîm gibi Cenab-ı Allah'ın bazı vasıfları insanlar için kullanılırsa da, kullanışı sûridir ( gerçek anlamda Hakiki, ciddi ve samimi olmayan). Yani Cenab-ı Allah ile insanlar hakkında kullanıldığı zaman manâsı ayrı ayrıdır. Meselâ Alim, Allah'ın vasfı olarak kullanıldığında her şeyi, cüz'i, külli, ezelde bilen zat kastedilir. Bir insan için kullanıldığında da, bazı mahdut şeylerin bilgisini sonradan elde eden manâsına gelir.
5- Kıyâm Binefsihi : Allah-ü Teala´nın varlığı kendindendir. Bir başka varlığa muhtaç değildir. Halbuki ondan başka hiç bir şe­yin varlığı kendinden değildir. O hiç bir şeye muhtaç değildir. Her şey O´na muhtaçtır. Cenab-ı Allah'ın kendi kendine kâim olması, tam istiklâl sahibi olup zaman ve mekân gibi hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır. Çünkü ezelî ve ebedî olan Allah'ın sonradan yarattığı şekillere muhtaç olması tasavvur edilemez. 
6- Vücut : Allah'ın var olması demektir.

        b- SIFAT-I SÜBÜTİYYE ( Sıfat-ı Maâni )
Sıfat-ı Sübütiyye, Allah-ü Teâlâ’nın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatlarıdır. 
Sıfat-ı Sübütiyye yedidir: Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basâr ve Kelâm.
1 - Hayat: Diri olmak demektir. Allah-ü Teala kendine mahsus bir hayat sahibidir. Diğer varlıklara da hayat veren O´dur  Kâinatta insan, hayvan ve bitki gibi canlı mahlukları dirilten Allah-u Azîmüşşan olduğuna göre, onun diri olmasında şüphe yoktur. Çünkü diri olmayan, başkasına dirilik veremez.
2 - İlim: Bilmek demektir. Allah-u Teala´nın her şeyi bilmesi demektir. O´nun bilmediği, bilmeyeceği hiç bir şey düşünülemez. Olmuşu, olacağı ve şu anda nelerin olduğunu bilir. Karada, denizde, görünende, görünme­yende olan her şeyi Allah bilir. Onun bilgisi dışında hiçbir şey olamaz. Kâinatın nizamı ve hikmetli düzeni bunun en büyük şâhididir. 
Cenab-ı Hak buyuruyor:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَآ اِلَّا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ى ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ
"Gayb'ın anahtarları, Allah'ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru her şey Allah'ın ilmindedir." (El-En'am: 59)
3 - İrade: Dilemek demektir. Allah-ü Teala´nın iradesinin önüne geçecek bir kuvvet olamaz. Mutlak irade sahibidir. Cenab-ı Allah'ın yaratacağı şeyleri kendi hikmetine uygun bir tarzda birer veche tahsis etmesidir. Dilediği her şey olur. Cenab-ı Hak İrade sıfatıyla herhangi bir şeyi, uzun veya kısa, güzel veya çirkin, âlim veya câhil şurada veya burada halk eder. 
Cenab-ı Hak buyurur:
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَايَشَآءُ وَيَخْتَارُ مَاكَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللّٰهِ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ
"Rabbın dilediğini yaratır ve seçer. İrade serbestlik onların değil, Allah, münezzehtir ve onların ortak koştukları şeylerden yücedir." (El-Kasas: 68)
4 - Kudret: Güç ve Kudret sahibi olmaktır. Kudretinin önünde duracak bir kuv­vet olamaz. O hiç bir şeyden aciz değildir. Dilediğini var, dilediğini yok edecek güce sahiptir. Bu sıfat ile mümkinatta tasarruf eder, mevcudu yok edebildiği gibi mümkin (varolan) ve mâdum (var olmayan) olan her şeyi de var edebilir.
5 - Semî: İşitmek demektir. Allah-u Teala her sesi aynı anda duyar. Cenab-ı Hakk, bu sıfat ile en gizli sesleri bile işitir, duyar.
6 - Bâsar: Görmek demektir. Dilediği her şey olur. O, her şeyi görür, görmesi için uzak-yakın, aydınlık-karanlık gibi durumlar neticeyi değiş­tirmez. Cenab-ı Hakk, bu sıfat ile her yerdeki her şeyi aynı anda görür. 
7 - Kelâm: Allah´ın konuşma sıfatı vardır. Ancak O´nun konuşması kendi zatına mahsus bir konuşmadır. O´nun Peygamberlere gönderdiği kitap­lar kelam sıfatının eserleridir. Cenab-ı Allah emir verip nehyettiği (yasakladığı) için konuşur. Fakat onun konuşması bizimki gibi değil, ezelidir. Nasıl ki "ateş yakıcı bir maddedir" denildiği zaman, yakıcı madde, kâğıt üzerine yazılan veya ağızla söylenen, ateş olmayıp hariçteki delili olduğu gibi, kâğıt üzerine yazılan veya ağızla okunan Kur'an-ı Kerim de ezelî olmayıp ezelî olan ancak onun delilidir.
Mâturidi'ye, göre sekizdir. Maturidî'ye göre, sıfat'ı sübutiyye'nin sekizincisi, sıfatı ef'alın menşe'i olan TEKVİN sıfatıdır. Cenabı Hak, bu sıfat ile istediği herhangi bir şeyi var eder, veya var iken yok eder. Yarattığının rızkını vermek, dilediğine nimet vermek, azap etmek, öldürmek, diriltmek, yaşatmak gibi sıfatlara sahiptir.
Şunu bilmemiz gerekir ki, Cenab-ı Allah'ın zâtı hiçbir keyfiyet ile mütekeyyif olmadığı ve idrâk (kavramak) edilmediği gibi, Allah'ın sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz. Bizim aklımız bunu idrâk etmekten âcizdir. Semî ve Basar gibi sıfatları, bizim bildiğimiz aletlere, ışık, hava, uzaklık, yakınlık gibi şartlara bağlı değildirler.
    c- SIFATÜL-ESMÂ (esma’ül Hüsna’da bulunan Sıfatlar): Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatına delâlet eden sıfatlardır. Bunlar da Sıfat'ı Sübutiyye'den türeyen sıfatlardır ki şunlardır:
Hay : Daima diri olan,
Âlim : Her şeyi bilen,
Mürid : Dileyen,
Kadir : Her şeye gücü yeten,
Semi: Her sesi işiten,
Basir : Her şeyi gören,
Mütekellim : Konuşan.* (B. Şafii İlmihali - Halil GÜNENÇ)

***ESMÂ-ÜL HÜSNÂ***
İsmin çoğulu olan esmâ kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'lhüsnâ), yüce Allah'ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir.
"Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur." (Tâhâ 20/8)
"...En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir" (el-Haşr 52/24) meâlindeki âyetlerde de ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah'a mahsustur.
Çünkü bütün kemal ve yetkinliklerin sahibi O'dur. O'nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal kavramlardır. Allah'ın isimlerine esmâ-i ilâhiyye de denilir.
Allah Teâlâ'nın Kur'an'da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah'ı tanır, O'nu sever ve gerçek kul olur.
Kur'an'da "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin..." (el-A‘râf 7/180) buyurularak, esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması emredilmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delâlet ederler: 
"De ki: İster Allah deyin, ister Rahmân deyin, hangisini derseniz olur..." (el-İsrâ 17/110).
Hz. Muhammed (a.s.v.) bir hadislerinde, yüce Allah'ın 99 isminin bulunduğunu, bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, “Da‘avât”, 68; “Tevhîd”, 12; Müslim, “Zikr”, 2; Tirmizî, “Da‘avât”, 82). Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itat etmektir.
Allah’ın isim ve sıfatları 99 isimden ibaret değildir. Allah'ın âyet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamına değil, bu isimlerin Allah'ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir. Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivayet ettikleri bir hadiste bu doksan dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, “Da‘avât”, 82; İbn Mâce, “Duâ”, 10).
Bu isimler şunlardır:
Allah, Rahmân (esirgeyen), Rahîm (bağışlayan), Melik (buyrukları tutulan), Kuddûs (noksanlıklardan arınmış), Selâm (yaratıklarını selâmette kılan), Mü'min (inananları güvenlikte kılan), Müheymin (hükmü altına alan), Azîz (ulu, galip), Cebbâr (dilediğini zorla yaptırma gücüne sahip olan), Mütekebbir (yegâne büyük), Hâlik (yaratıcı), Bârî (eksiksiz yaratan), Musavvir (her şeye şekil veren), Gaffâr (günahları örtücü, mağfireti bol), Kahhâr (isyankârları kahreden), Vehhâb (karşılıksız veren), Rezzâk (rızıklandıran), Fettâh (hayır kapılarını açan), Alîm (her şeyi bilen), Kabız (ruhları kabzeden, can alan), Bâsıt (rızkı genişleten, ömürleri uzatan), Hâfıd (kâfirleri alçaltan), Râfi‘ (müminleri yükselten), Muiz (yücelten, aziz kılan), Müzil (değersiz kılan), Semî‘ (işiten), Basîr (gören), Hakem (hükmedici, iyiyi kötüden ayırt edici), Adl (adaletli), Latîf (kullarına lutfeden), Habîr (her şeyden haberdar), Halîm (yumuşaklık sahibi), Azîm (azametli olan), Gafûr (çok affedici), Şekûr (az amele bile çok sevap veren), Alî (yüce, yüceltici), Kebîr (büyük), Hafîz (koruyucu), Muhît (kuşatan), Rezzâk (rızıklarını yaratıcı), Hasîb (hesaba çeken), Celîl (yücelik sıfatları bulunan), Kerîm (çok cömert), Rakiyb (gözeten), Mücîb (duaları kabul eden), Vâsi‘ (ilmi ve rahmeti geniş), Hakîm (hikmet sahibi), Vedûd (müminleri seven), Mecîd (şerefi yüksek), Bâis (öldükten sonra dirilten ve peygamber gönderen), Şehîd (her şeye şahit olan), Hak (hakkın kendisi), Vekîl (kulların işlerini yerine getiren), Kavî (güçlü, kuvvetli), Metîn (güçlü, kudretli), Velî (müminlere dost ve yardımcı), Hamîd (övgüye lâyık), Muhsî (her şeyi sayan, bilen), Mübdî (her şeyi yokluktan çıkaran), Muîd (öldürüp yeniden dirilten), Muhyî (hayat veren, dirilten), Mümît (öldüren), Hay (diri), Kayyûm (her şeyi ayakta tutan), Vâcid (istediğini istediği anda bulan), Mâcid (şanı yüce ve keremi çok), Vâhid (bir), Samed (muhtaç olmayan), Kadir (kudret sahibi), Muktedir (her şeye gücü yeten), Mukaddim (istediğini öne alan), Muahhir (geri bırakan), Evvel (başlangıcı olmayan), Âhir (sonu olmayan), Zâhir (varlığı açık olan), Bâtın (zât ve mahiyeti gizli olan), Vâlî (sahip), Müteâlî (noksanlıklardan yüce), Ber (iyiliği çok), Tevvâb (tövbeleri kabul edici), Müntakim (âsilerden intikam alan), Afüv (affedici), Raûf (şefkati çok), Mâlikü'l-mülk (mülkün gerçek sahibi), Zü'l-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi), Muksit (adaletli), Câmi‘ (birbirine zıt şeyleri bir araya getirebilen), Ganî (zengin, kimseye muhtaç olmayan), Muğnî (dilediğini muhtaç olmaktan kurtaran), Mâni‘ (istediği şeylere engel olan), Zâr (dilediğini zarara sokan), Nâfi‘ (dilediğine fayda veren), Nûr (aydınlatan), Hâdî (hidayete erdiren), Bedî‘ (çok güzel yaratan), Bâkiy (varlığı sürekli olan), Vâris (mülkün gerçek sahibi), Reşîd (yol gösterici), Sabûr (çok sabırlı).
Allah'ın isimleri konusundaki temel dayanak vahiy olduğu için, bu isimler insanlar tarafından değiştirilemez. Âyet ve hadisler Allah'ı nasıl isimlendirmiş ise öyle isimlendirmek gerekir.

        B) MELEKLERE İMAN
Melekler, duyularımızla idrâk edilemeyen nurânî mahlûklardır. Hayvanî şehvet ve nefsanî arzulardan münezzehtirler. Yemezler, içmezler, yatmazlar ve evlenmezler. Erkeklik, dişilik gibi vasıfları yoktur. Allah'ın izniyle çeşitli şekillere girebilirler. 
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
وَاذْكُرْ فِى الْكِتَابِ مَرْيَمَ اِذِ انْتَبَذَتْ مِنْ اَهْلِهَا مَكَانًا شَرْقِيًّا فَاتَّخَذَتْ مِنْ دُونِهِمْ حِجَابًا فَاَرْسَلْنَآ اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا
"Kur'andaki Meryem kıssasını oku. Hani O, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. Sonra ailesinin önlerinde bir perde kurmuştu. Nihayet ona Ruhumuzu "Cebrail'i" gönderdik de kendisine bir düzgün insan şeklinde göründü." (Meryem: 16-17)
      Emri İlâhi ne ise mutlaka yerine getirirler ve Allah'a karşı gelmezler. 
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَآ اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
    Allah, kendilerine ne emretti ise, ona isyan etmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar. (Tahrim: 6)
Melekler, âlemi gaybden olup, gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen, el ile tutulmayan mahluklardır. Kur'an-ı Kerim ve ondan önceki semavî kitaplar onlardan kesin olarak haber verdikleri için inkâr etmek küfürdür.
Beşer, cinsi itibariyle melekten efdâldir. Onun için nebi ve resuller insanlardan gönderilmiş ve insan, yer yüzünde Allah'ın halifesi olmuştur. 
Ancak Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrâil gibi meleklerin özellikleri, (peygamberler hariç) insanların avamından efdaldirler.
a) Meleklerin Özellikleri
Melekleri diğer varlıklardan ayıran birtakım özellikler vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Melekler nûrdan yaratılmış; yemek, içmek, erkeklik, dişilik, uyumak, yorulmak, usanmak, gençlik, ihtiyarlık gibi fiillerden ve özelliklerden arınmış nûrânî ve ruhanî varlıklardır: "...O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz (Allah'ı) tesbih ederler" (el-Enbiyâ 21/19-20), "Onlar rahmânın kulları olan melekleri dişi kabul ettiler. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir" (ez-Zuhruf 43/19); ayrıca bk. es-Sâffât 37/149; en-Necm 53/27-28).
2. Melekler Allah'a isyan etmezler, Allah'ın emrinden çıkmazlar, asla günah işlemezler, hangi iş için yaratılmış iseler o işi yaparlar. "Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar" (en-Nahl 16/50; ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/26-28; et-Tahrîm 66/6).
3. Melekler, son derece süratli, güçlü ve kuvvetli varlıklardır: "Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediği artırmayı yapar. Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir" (el-Fâtır 35/1). İslâmî kaynaklarda meleklerin kanatları olduğu bildirilmekle birlikte bu kanatların mahiyeti konusunda bir şey söylemek  mümkün değildir. Meleklerin nûrânî varlıklar olduğu göz önünde tutulursa, bunları kuş veya uçak kanatları gibi maddî nitelemelere konu etmenin doğru olmayacağı ortadadır. Kanatların mahiyetini ancak Allah ve melekleri gören peygamberler bilebilirler. Meleklerin kanatları onların sûretini, kanatlarının fazlalığı onların güç ve sürat yönünden derecelerini, Allah katındaki değerlerini gösterdiği şeklinde anlaşılabilir.
4. Melekler Allah'ın emir ve izniyle çeşitli şekil ve kılıklara bürünebilirler. Cebrâil (a.s) Hz. Muhammed (a.s.v.)'e ashaptan Dihye şeklinde görünmüş, bazen kimsenin tanımadığı bir insan şeklinde gelmiştir. Yine Cebrâil (a.s), Hz. Meryem'e bir insan şeklinde görünmüş (Meryem 19/16-17), meleklerden bir grup, Hz. İbrâhim'e bir oğlu olacağı müjdesini getiren insanlar şeklinde gelmiş, o da onları misafir zannederek kendilerine yemek hazırlamış, fakat yemediklerini görünce korkmuş, sonra da melek olduklarını anlamıştır (Hûd 11/69-70). Bu âyetten meleklerin yiyip içmedikleri sonucu da çıkmaktadır.
5. Melekler gözle görünmezler. Onların görünmeyişleri, yok olduklarından değil, insan gözünün onları görebilecek kabiliyet ve kapasitede yaratılmamış olmasındandır. Melekler peygamberler tarafından aslî şekilleriyle görülmüşlerdir. Asıl şekillerinden çıkıp bir başka maddî şekle, meselâ insan şekline girmeleri durumunda diğer insanlarca da görülmeleri mümkün olur. Cibrîl hadisi diye bilinen, iman, islâm ve ihsan kavramlarının tanımlarının yapıldığı hadiste belirtildiği gibi, Cebrâil ashap tarafından insan şeklinde görülmüştür (bk. Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).
6. Melekler gaybı bilemezler. Çünkü gaybı, ancak Allah bilir. Eğer Allah tarafından kendilerine gayba dair bir bilgi verilmiş ise, ancak o kadarını bilebilirler. Kur'an'da ifade edildiğine göre Allah, Hz. Âdem'e varlıkların isimlerini öğretmiş, sonra da isimlerin verildiği varlıkları meleklere göstererek, bunların isimlerini haber vermelerini onlardan istemiş, bunun üzerine melekler "Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan sensin" demişlerdir. 
Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak Hz. Âdem'in, varlıkların isimlerini haber vermesini emretmiş, o da söyleyiverince şöyle seslenmiştir:
"Size demedim mi ki, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ben bilirim. Neyi açıklarsanız neyi de gizlemişseniz ben bilirim" (el-Bakara 2/31-33).
b) Meleklerin Görevleri ve Çeşitleri
Âyet ve hadislerde sayıları hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan fakat pek çok oldukları anlaşılan meleklerin temel görevleri Allah'a kulluk ve O, neyi emrederse onu yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından şu gruplarda incelenebilirler:
Cebrâil, dört büyük melekten biridir. Allah tarafından vahiy getirmekle görevlidir. Cebrâil'e (a.s.) güvenilir ruh anlamına gelen "er-Rûhu'l-emîn" de denilmiştir: "O (Kur'an'ı) korkutuculardan olasın diye Rûhulemîn senin kalbine indirmiştir" (eş-Şuarâ 26/193-194). Bir başka âyette de ona Rûhulkudüs adı verilmiştir: "...Kur'an'ı Rabbinden hak olarak Rûhulkudüs indirmiştir" (en-Nahl 16/102). Cebrâil, meleklerin en üstünü ve en büyüğü, Allah'a en yakını olduğu için kendisine “meleklerin efendisi” anlamında seyyidü'l-melâike denilmiştir.  Cenab-ı Hak buyuruyor:
قُلْ مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْر۪يلَ فَاِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلٰى قَلْبِكَ بِاِذْنِ اللّٰهِ
" De ki: Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten onu (Kitabı), Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirendir.” (Bakara: 97)
Mîkâîl, dört büyük melekten biri olup, kâinattaki tabii olayları ve yaratıkların rızıklarını idare etmekle görevlidir. İsrâfîl, sûra üflemekle görevli melektir. 
İsrâfil, dört büyük melekten biridir. Sûra iki kez üfleyecek, ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir. 
Azrâil, dört büyük melekten biridir. Görevi ölüm sırasında canlıların ruhunu almak olduğu için "melekü'l-mevt" (ölüm meleği) adıyla anılmıştır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz" (es-Secde 32/11). 
Kirâmen Kâtibîn, insanın sağında ve solunda bulunan iki meleğin adıdır. Sağdaki melek iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş ve davranışları tespit etmekle görevlidir. Hafaza melekleri adı da verilen bu melekler kıyamet günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik de edeceklerdir. Kur'an'da bu melekler hakkında şöyle buyurulmuştur: "İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarınızı yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın" (Kaf 50/17-18), "Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler" (el-İnfitâr 82/10-12; ayrıca bk. ez-Zuhruf 43/80).
Münker ve Nekir, ölümden sonra kabirde sorgu ile görevli iki melektir.
“Bilinmeyen, tanınmayan, yadırganan” anlamındaki münker ve nekir, mezardaki ölüye, hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için bu ismi almışlardır.
Bu iki melek kabirde ölülere, "Rabbin kim? Peygamberin kim? Kitabın ne?" diye sorular yöneltecekler, alacakları cevaplara göre ölüye iyi veya kötü davranacaklardır.
Hamele-i Arş, arşı taşıyan meleklerin adıdır. Cenab-ı Hak buyuruyor:
اَلَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِه۪
"Arş'ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler." (Mü'min/7)
Mukarrebûn ve İlliyyûn adıyla anılan melekler, Allah'ı tesbih ve anmakla görevli olup, Allah'a çok yakın ve O'nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir (en-Nisâ 4/172). Cenab-ı Hak buyuruyor:
اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ
"Gerçekten Rabbinin katında olanlar rahmetine yakın melekler, Allah'a kulluk etmekten asla kibirlenmezler. Onu tenzih eder, yüceltirler ve yalnız ona ibadet için secde ederler." (El-Araf: 206)
“Cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevli melekler de vardır” (bk. er-Ra‘d 13/23-24; et-Tahrîm 66/6; el-Müddessir 74/29-31).
Bunlardan başka;
  İnsanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham etmekle (Tirmizî, “Tefsîr”, 3), 
Namaz kılanlarla birlikte Fâtiha sûresinin bitiminde "âmin" demekle (Buhârî, “Ezân”, 111, 112; “Da‘avât”, 63; Müslim, “Salât”,18), 
Hergün sabah ve ikindi namazlarında müminlerle birlikte olmakla (Buhârî, “Mevâkit”, 16; Müslim, “Mesâcid”, 37), 
Kur'an okurken yeryüzüne inmekle (Buhârî, Fezâilü'l-Kur'ân, 15; Müslim, “Müsâfirîn”, 36),
  Sokakları ve yolları dolaşıp zikir, Kur'an ve ilim meclislerini arayıp bulmakla (Buhârî, “Da‘avât”, 66; Müslim, “Zikr”, 8), 
Müminlere (Ahzâb 33/43) özellikle bilgin olan müminlere rahmet okumakla (Tirmizî, “İlim”, 19), 
Sadece Allah'a hamd ve secde etmekle (A‘râf 7/206) 
görevli melekler de vardır.
c) İnsanlarla Melekler Arasındaki Üstünlük Derecesi 
Ehl-i Sünnet'e göre insanlar içinden seçilen peygamberler, meleklerin peygamberleri durumunda olan büyük meleklerden daha üstündür. Çünkü yüce Allah insan için "halife" tabirini kullanarak (el-Bakara 2/30) onu melekler karşısında yüceltmiş, Hz. Âdem'e secde etmeleri için meleklere emretmiş, eşya ve âlemi meleklere gösterip bunların adlarını sorduğu zaman melekler cevap verememiş, Hz. Âdem ise birer birer saymıştır (el-Bakara 2/31-34). Ayrıca meleklerin Allah'a kullukları ve hayırlı şeyleri yapmaları, iradeye bağlı olmayan hareketlerdir. Halbuki insan Allah'a kulluğunu ve iyi işleri, kendisini doğru yoldan ayıracak pek çok engeli aşarak yapar. Bütün bunlar insan cinsinin melek cinsinden üstün olduğunu gösterir. Meleklerin önde gelenleri, peygamber olmayan bütün insanlardan; takvâ sahibi müminler, şehidler, salih amel işleyenler, dinde dosdoğru hareket edenler, diğer meleklerden; diğer melekler de insanların kâfir, münafık, müşrik, inancı bozuk, amelsiz, ahlâksız olanlarından daha üstündür.
d) Cin ve Şeytan
a) Cin; Sözlükte, "gizli ve örtülü varlık, görülmeyen şey" anlamına gelen cin, terim olarak duyu organlarıyla algılanamayan, çeşitli şekillere girebilen; ateşten yaratılmış, mânevî, ruhanî ve gizli varlıklara verilen bir addır.
Cin kelimesi geniş anlamıyla ele alındığında, insan kelimesinin karşıtı olarak kullanılır ve herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamışsa, duyu organlarından gizlenmiş bütün mânevî varlıkları ifade eder. Dar anlamıyla ise cin kelimesi, ruhanî varlıkların bir kısmını belirtmek için kullanılır. Çünkü gözle görülmeyen ruhanî varlıklar: Hayırlı olan ve Allah'ın emrinden çıkmayan ve insana iyi şeyler ilham eden melekler, insanı aldatan ve şerre yönelten şeytanlar, hem hayırlıları hem de şerlileri bulunan cinler, olmak üzere üçe ayrılmaktadır.
Cinler, duyu organlarıyla algılanamayan varlıklar olduğu için, onlar hakkındaki tek bilgi kaynağı vahiydir. Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadisler, cinlerden bahsetmekte, doğru düşünebilen akıl da bunu imkânsız görmemektedir.
İnsanların cinleri göremeyişi, gözlerinin cinleri görecek yetenekte yaratılmamış olmasındandır.
Kur'an'a göre insan topraktan, cinler ise ateşten yaratılmıştır:  "Cinleri öz ateşten yarattı" (er-Rahmân 55/15), "Andolsun biz insanı, kuru kara çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yarattık" (el-Hicr 15/26-27). Sonuncu âyet cin türünün insan türünden önce yaratıldığını da göstermektedir.
Kur'an'da cinlerden bahseden, yirmi sekiz âyetten oluşan ve Cin sûresi diye bilinen bir sûre bulunmaktadır. Bu sûrede de dile getirildiği gibi, cinler çeşitli gruplara bölünmüşlerdir. Cinlerin bir kısmı Müslümandır. Bir kısmı da kâfirdir. Kâfir olanları cinlerin çoğunluğunu oluştururlar. Cinlerin mümin olanları, müminlerle beraber cennette, kâfir olanları da kâfirlerle beraber cehennemde kalacaklardır.
Cinler çeşitli şekillere girebilecek ve insanların yapamayacağı bazı işlerin üstesinden gelebilecek yetenekte yaratılmıştır. Hz. Süleyman Sebe melikesinin tahtını getirtmek istediğinde cinlerden birinin, o henüz yerinden kalkmadan tahtı getirebileceğini söylemesi (en-Neml 27/39) bunu göstermektedir. Cinin Hz. Süleyman'la karşılıklı konuşması, onların gözle görülebilecek bir şekle girebileceklerine işarettir. Allah cinleri Hz. Süleyman'ın emrine vermiş, o da cinleri ağır ve meşakkatli işlerde kullanmıştır.
Cinlerin mutlak gayba dair bilgileri yoktur. Ancak hayat sürelerinin uzunluğu, ruhanî ve mânevî varlıklar olmaları, meleklerden haber çalmaları gibi sebeplerle, insanların bilmediği, geçmişe ve şu ana ait bazı olayları bilebilirler.
Ancak bu durum, cinlerin insandan daha üstün varlıklar olduğunu göstermez. Bir âyette, "Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda) yere yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı" (Sebe’ 34/14) buyurularak, onların gaybı bilmedikleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur.
Cinler de insanlar gibi iman ve ilâhî emirlere itaat etmekle yükümlüdürler:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (ez-Zâriyât 51/56).
  Cinler tıpkı insanlar gibi yerler, içerler, evlenir ve çoğalırlar, erkeklik ve dişilikleri vardır, doğar, büyür ve ölürler. Ancak cinlerin ömrü, insanlarınkine göre epeyce uzundur.
Bazı durumlarda cinlerin insanlara zarar vermesi söz konusu olabilirse de, Müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve Allah'ın izni olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar veremeyeceğine gönülden inanması gerekir.
Diğer varlıklardan gelebilecek zararlara karşı Allah'a sığınmak gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da aynı tutum gösterilmelidir.
Nitekim Hz. Muhammed (a.s.v.)'in de cinlerin insanları etkilemesine karşı Âyetü'lkürsî'yi, Felâk ve Nâs sûrelerini okuduğu bilinmektedir (bk. Buhârî, “Vekâle”,10; “Fezâilü'l-Kur'ân”, 10; Tirmizî, “Tıb”, 16). Müslümanlar, cinlerden zarar gördüklerini sandıkları durumlarda Hz. Muhammed (a.s.v.)'den öğrendiği tedbirlerle yetinmeli, cahil cinci ve üfürükçülerin tuzağına düşmekten sakınmalıdırlar. 
b) Şeytan; Gözle görülmeyen fakat varlığı kesin olan, azgınlık ve kötülükte çok ileri giden, kibirli, âsi, insanları saptırmaya çalışan cinlere şeytan adı verilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ilk şeytandan İblîs diye söz edilir, İblîs, azmış ve Rabbinin buyruğuna isyan ederek sapıklığa düşmüş cinlerdendir. "Hani biz meleklere Âdem'e secde edin demiştik. İblîs hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu" (el-Bakara 2/34) anlamındaki âyet, onun melek olduğunu göstermez. Çünkü bu âyette, ifadenin çoğunluğa göre düzenlenmesi kuralına uygun bir üslûp kullanılmıştır. 
"...İblîs cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı..." (el-Kehf 18/50) âyetinden de açıkça anlaşılacağı gibi, aslında o bir cindir. Allah'a ibadet ederek derecesini yükseltmiş, melekler arasına karışmış, daha sonra da isyanı yüzünden bu konumunu yitirmiştir.
Melekler ve cinler gibi duyu organlarıyla algılanamayan fakat varlığı Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadislerde kesin biçimde haber verilen şeytan, ateşten yaratılmıştır. Hz. Âdem'in çamurdan, kendisinin ise ateşten yaratıldığı gerekçesiyle ondan üstün olduğunu iddia etmiş, Âdem'e secde etmekten kaçınmış, Allah'ın lânetine uğramış ve O'nun huzurundan kovulmuştur.
Daha sonra Hz. Âdem ve eşi Havvâ'yı yanıltarak, onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştur.
Şeytan ilk insandan beri bütün insanlara kötülükleri, küfür ve günahları süsleyip güzel göstermiş, insanları hak yoldan uzaklaştırmak için elinden geleni yapmıştır.
Allah'ın gösterdiği dosdoğru yoldan uzaklaşmak, yasakları çiğnemek, şeytana imkân ve fırsat vermek demektir. Sapıklık ve azgınlıkta devam edenler, şeytanın kendilerini çepeçevre kuşatmasına, kendilerinin de şeytanın esiri olmalarına sebep olurlar. 
Yüce Allah insanları şeytanın düşmanlığına, hile ve aldatmacalarına karşı uyarmıştır: "Çünkü şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu bir düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır" (el-Fâtır 35/6).
Dünyada insanları hak ve hakikatten uzaklaştıran şeytan, âhirette de onları işledikleri ile başbaşa bırakacak, bu konuda kendisini suçlamamalarını söyleyecektir. Şeytanlar, her peygambere düşman kılındığı gibi, her insanı yoldan çıkarmaya çalışacak ve kötü şeyleri süslü gösterip, yasakları çiğnemeye teşvik edecek bir şeytanın bulunacağı da Hz. Muhammed (a.s.v.) tarafından bildirilmiştir (bk. Müslim, “Münâfikun", 11).
Yüce Allah, Kur'an okunduğunda kovulmuş şeytandan kendisine sığınılmasını emrettikten sonra, Allah'a içtenlikle inanıp ibadet eden, yasaklarını çiğnemeyen kimseler üzerinde şeytanın hiçbir etki ve hâkimiyetinin olmayacağını ifade etmiştir (bk. en-Nahl 16/98; el-İsrâ 17/65; el-A‘râf 7/21).
Allah Teâlâ varlıkları, biri diğerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlarca kolaylıkla anlaşılabilsin diye zıtlarıyla birlikte yarattığından, şeytanı da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına zıt ve alternatif olarak yaratmıştır. Çünkü belli fiillerin ibadet, hayır, güzel ve iyi oluşu, ancak zıtlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara şer ve çirkin fiillerde yol gösteren de şeytandır.

C) KİTAPLARA İMAN

a) İlâhî Kitap Kavramı ve Kitaplara İman
Kitap, sözlükte "yazmak ve yazılı belge" anlamına gelir. Terim olarak ise, Allah Teâlâ'nın kullarına yol göstermek ve aydınlatmak üzere peygamberine vahyettiği sözlere ve bunun yazıya geçirilmiş şekline denilir. Çoğulu "kütüb"dür. Hristiyan ve Yahudilere ilâhî kitap olarak İncil ve Tevrat verildiğinden onlara "Ehl-i kitap" denilmiştir. İlâhî kitaplara Allah katından indirilmiş olması sebebiyle "kütüb-i münzele" veya "semavî kitaplar" da denilir.
Kitaplara iman, Allah tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir.
Yüce Allah Hz. Muhammed (a.s.v.)'e, "İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum..." (eş-Şûrâ 42/15) diye hitap etmiş, müminlere de "Ey iman edenler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânasıyla sapıtmıştır" (en-Nisâ 4/136) buyurarak, kitaplara inanmanın bir iman esası olduğunu belirtmiştir.
İslâm'da iman esasları birbiriyle bağlantılı ve birbirinden ayrılmaz olduğu için kitaplara iman diğer esaslardan ayrılmaz. Allah'a inanmak, bizi O'nun birer yol gösterici olan peygamberler gönderdiğini kabul etme sonucuna götürür. Peygamberlere iman da onların Allah'tan getirip tebliğ ettiklerini tasdik etmeyi gerektirir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeyler de Allah'ın kitaplarıdır.
Her ilâhî kitap bir peygamber aracılığıyla gönderilmiştir. Kendisine kitap indirilen peygamber de, ondaki emir ve yasakların uygulanmasını göstermiş ve bunların yaşanabilir olduğunu ortaya koymuştur.
İlâhî kitaplar konusu Allah'ın kelâm sıfatı ile ilgilidir, bu sıfatın eseridir. Peygamberlerine vahiy yoluyla bildirildiği mesajının ortaya çıkmış şeklidir. Peygambere indirilen kitaplara ilâhî kitap denilmesinin sebebi, bu kitapların Allah tarafından gönderilmesi, söz ve içerik olarak onlarda hiçbir beşer katkısının bulunmamasıdır.
Bizler bugün kitapların şu andaki şekillerine değil, Allah'tan gelen bozulmamış şekillerine inanmakla yükümlüyüz. Çünkü ilâhî kitaplara inanmadıkça kişinin imanı gerçekleşemez. İlâhî kitaplardan bir kısmı tamamen kaybolmuş, bugün için elimizde ondan hiçbir şey kalmamıştır. Hz. İbrâhim'in sahifeleri böyledir. Tevrat, Zebur ve İncil ise zamanla insanların iyi veya kötü niyetli müdahaleleri sonucu değişikliğe ve bozulmaya uğramıştır. Allah'ın vahyettiği şekilde varlığını korumuş, hiçbir bozulma ve değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecek olan yegâne kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir: 
اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُون
"Hiç şüphe yok ki, Kur'an-ı biz indirdik ve muhakkak ki onu, tahrif ile tebdilden- biz koruyacağız." (Hicr: 9)
Bu âyet ile Allah, insanlara Kur'an'ın ilâhî koruma altında bulunduğunu ve kıyamete kadar değişikliğe uğramadan kalacağını bildirmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, kendinden önceki kitapları tasdik etmiş, fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri ortadan kaldırarak yeni hükümler getirmiştir.
Mümin olabilmek için, Hz. Muhammed (a.s.v.)'e ve ona indirilen Kur'an'a uymayı ısrarla vurgulamıştır (bk. Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/47; el-Mâide 5/15; el-En‘âm 6/153; el-A‘râf 7/3). Buna göre Ehl-i kitabın mümin diye nitelenebilmesi ve kurtuluşa erişebilmesi için Hz. Muhammed (a.s.v.)'i ve Kur'an'ın hükümlerini gönülden benimsemesi gerekmektedir.
Peygamber göndermek ve kitap indirmek Allah için bir görev ve zorunluluk değildir. Fakat insanların peygamberlere ve kitaplara ihtiyacı vardır.
Gerçi insan yaratılırken birtakım yeteneklerle donatılmıştır. Bu yetenekler sayesinde insan kendi gayretiyle kendisi, çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinebilir, birtakım gerçekleri kavrayabilir. Fakat bütün bunlar sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan hususlarda, yeterli olmadığı konularda ilâhî yardıma, vahye ve kutsal kitaba olan ihtiyacı ortadadır. İnsanın bu ihtiyacını en iyi bilen Allah, kuluna bir lutuf ve ikram olarak peygamberleri aracılığıyla kitaplar indirmiş ve yol göstermiştir. İlâhî kitaplar indirildiği ümmet için Allah'ın hükümlerinin açıklandığı ilk kaynaktır. Dinin inanç esasları, amelî ve ahlâkî hükümleri, farz ve haramlar kitap ile belirlenir.
İlâhî kitaplar doğrudan Allah katından gelir. Bu bakımdan hem söz hem de mâna açısından Allah kelâmıdır. İlâhî kitapların hedefi ise insanlığı sapıklıktan kurtarmak, hidayete, iyiliğe, aydınlığa çıkarmak ve sonunda iki dünyada mutlu kılmaktır.
b) İlâhî Kitaplar
İlâhî kitaplar Allah kelâmı olmak bakımından aralarında farklılık bulunmamasına rağmen, hacimleri ve hitap ettikleri kitlenin büyüklüğüne göre, suhuf ve kitap olmak üzere ikiye ayrılırlar.
ı) Suhuf
Sahife kelimesinin çoğulu olan suhuf, dar bir çevrede, küçük topluluklara, ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük kitap ve risâlelere denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İbrâhim ve Mûsâ'ya indirilen sayfalardan bahseden iki âyet vardır (en-Necm 53/36-37; el-A‘lâ 87/14-19). Bunun dışında Kur'an'da ve mütevâtir hadislerde suhuf ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. 
Ebû Zer'den rivayet edilen bir zayıf hadise göre sayfaların sayısı 100 olup şu peygamberlere indirilmiştir: Hz. Âdem'e 10 sayfa, Hz. Şît'e 50 sayfa, Hz. İdrîs'e 30 sayfa, Hz. İbrâhim'e 10 sayfa (bk. Süyûtî, ed-Dürrü'lmensûr, VIII, 489; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XV, 141-142). Bugün bu sayfalardan elimizde hiçbir şey yoktur.
Suhufa göre daha hacimli ve kitap şeklinde olan ve evrensel mesajlar içeren ilâhî kitaplar ise Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an olmak üzere dört tanedir. 
ıı) Tevrat
Tevrat İbrânîce bir kelime olup "kanun, şeriat ve öğreti" anlamlarına gelir. Hz. Mûsâ'ya indirilmiştir. Tevrat'a Ahd-i Atîk ve Ahd-i Kadîm de (Eski Ahit) denilir. Tevrat'ın aslının Allah kelâmı ve peygamberine indirdiği kutsal bir kitabı olduğuna inanmak her Müslümana farz olup, bunu inkâr etmek kişiyi küfre düşürür. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat'ın Allah'ın kutsal kitaplarından biri olduğu açıklanmıştır: "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik..." (el-Mâide 5/44).
Tevrat Hz. Mûsâ aracılığıyla İsrâiloğulları'na gönderilmiştir. Ancak onlar tarihte yaşadıkları sürgün ve esirlik dönemlerinde Tevrat'ın Allah'tan gelen şeklini koruyamamışlardır. Tevrat'ın asıl nüshası kaybolunca, Yahudi din bilginleri tarafından kaleme alınan Tevrat nüshaları ortaya çıkmıştır. Bugün elde mevcut olan Tevrat tahrif edilmiş, bütünüyle ilâhî kitap olma özelliğini yitirmiştir.
ııı) Zebur
Kelime olarak “yazılı şey ve kitap” anlamına gelen Zebur, Hz. Dâvûd'a indirilmiş olan ilâhî kitabın adıdır. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulur: "...Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Dâvûd'a da Zebur'u verdik" (el-İsrâ 17/55).
Zebur, ilâhî kitapların en küçüğü olup, yeni dinî hükümler getirmemiştir. Bugün elde mevcut olan Zebur nüshaları, lirik söyleyiş ve ilâhîlerden, Allah'a övgü ve hikmetli sözlerden ve birtakım nasihâtlerdan meydana gelmiştir. 
Mezmûrlar adıyla Eski Ahid'de yer almaktadır.
ıv) İncil
İncil kelime olarak “müjde, tâlim ve öğretici” anlamına gelir. Hz. Îsâ aracılığıyla İsrâiloğulları'na indirilmiştir: "Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerinde, Meryem oğlu Îsâ'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik" (el-Mâide 5/46).
İncil'e, Allah'tan Hz. Îsâ'ya indirildiği şekliyle inanmak imanın gereklerindendir. Fakat bugün İncil'in orijinal metni de diğer bozulmuş kitaplar gibi elde yoktur. Bozulmuş ve insanlar tarafından müdahaleye mâruz kalmış şekli vardır. İncil'e Ahd-i Cedîd de (Yeni Ahit) denilir.
Bir Müslümana önceki kutsal kitaplarda bulunan bir hususun haber verilmesi durumunda; eğer bu husus, Kur'an ve sahih hadislerdeki bilgilere uygunsa kabul edilir. Âyet ve hadislere aykırı ise reddedilir. Âyet ve hadislerde hiç bahsedilmiyor ve İslâm'ın temel prensiplerine de zıt düşmüyorsa Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu tavsiyesi doğrultusunda hareket edilir: "Ehl-i kitabı tasdik de etmeyin, tekzip de (yalanlamayın). Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhim'e... indirilene inandık deyin" (Buhârî, “Tefsîr”, sûre: 2/11; “İ‘tisâm”, 25).
Soru: Hz. İsa (as)'ın Yahudiler tarafından çarmıha gerilip öldürüldüğünü söyleyen olduğu gibi hala yaşayıp göklerde olduğunu söyleyenler de vardır, bu sözlerin gerçekle ilgisi nedir?
Cevap (özettir): Bazı alimlere göre de Hz. İsa (as ) öldürülmemiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim açıkça öldürülmediğini beyan etmektedir, ancak vefat etmiştir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Allah demişti ki: "Ey İsa, ben senin ruhunu kabzedip yanıma alacağım, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları ta kıyamet gününe kadar inkar edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim." Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler ünlü bilgin ve büyük müfessir Fahreddin er-Razi'nin "Tefsir el-Kebir" ine bakabilirler. (Halil Günenç-Fetvalar-49)
v) Kur'an
Allah tarafından gönderilen ilâhî kitapların sonuncusu olan Kur'ân-ı Kerîm, son peygamber Hz. Muhammed'e indirilmiştir. Sözlükte "toplamak, okumak, bir araya getirmek" anlamına gelen Kur'an terim olarak şöyle tarif edilir:
"Hz. Muhammed (a.s.v.)'e indirilen, mushaflarda yazılı, Peygamberimiz'den bize kadar tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibadet edilen, insanlığın benzerini getirmekten âciz kaldığı ilâhî kelâmdır". Bu tarifte bazı hususlar göze çarpmaktadır: "Peygambere indirilen" derken Hz. Muhammed kastedilmektedir.
"Tevâtür yoluyla nakledilmiş olan" derken, her devirde yalan üzerine birleşmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluk tarafından nakledildiği ve nesilden nesile böyle geçtiği için onun, Allah'a ait oluşunun kesinliği ifade edilmektedir. "Okunmasıyla ibadet edilen" derken de, okumanın ibadet olduğuna, namaz ibadetinde vahyedilen metnin okunması gerektiğine ve Kur'an tercümelerinin namazda okunmasının câiz ve geçerli olmadığına işaret edilmektedir.
1. Kur'an'ın Nüzûlü
Kur'ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ'dan Hz. Muhammed (a.s.v.)'e Cebrâil aracılığıyla ve vahiy yoluyla indirilmiştir. Kolayca ezberlenebilmesi, kısa zamanda etrafa yayılması, mânasının kolaylıkla anlaşılması, zihinlerde ve akıllarda derece derece bir gelişme ve alıştırma sağlaması, inançların ve değer yargılarının yavaş yavaş güçlenip kökleşmesi vb. sebeplerle, o bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık 23 senede, bölümler halinde indirilmiştir. 
Yüce Allah Kur'an'ın bir defada toptan indirilmeyişinin sebebini şöyle açıklamaktadır: "İnkâr edenler: Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk" (el-Furkan 25/32).
Âyetler doğrudan doğruya indiği gibi, çoğunlukla meydana gelen bir olayın hemen sonrasında olayı çözümlemek ve sorulan soruları cevaplamak için inerdi ki, âyetin inmesine sebep olan olay veya soruya “sebeb-i nüzûl” (iniş sebebi) denilir.
Kur'ân-ı Kerîm kendisinin, bir âyette ramazan ayında, bir başka âyette mübarek bir gecede, bir diğerinde de Kadir gecesinde inmeye başladığını haber vermektedir (bk. el-Bakara 2/185; ed-Duhân 44/1-3; el-Kadr 97/1).
Kadir gecesinin ramazan ayında mübarek bir gece olduğu göz önünde tutulursa, âyetler arasında bir çelişkinin de bulunmadığı anlaşılacaktır.
2. Kur'an'ın Muhtevası
İnsanları hem bu dünyada hem de âhirette mutluluğa kavuşturmak için gönderilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm başlıca şu konuları kapsamaktadır:
1.İtikad. Başta Allah'a iman olmak üzere peygamberlere, meleklere, kitaplara, kazâ ve kadere, âhirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli meseleler, Kur'an'ın kapsadığı konuların başında gelir.
2.İbadetler. Kur'an'da Müslümanların yapmakla yükümlü bulundukları namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetlere dair âyetler vardır.
3. Muâmelât (Uygulama). Kur'an bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin aralarındaki ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar. Kur'an'da alışveriş, emanet, bağış, vasiyet, miras, aile hayatı, nikâh ve boşanma gibi kişiyi ve toplumu ilgilendiren konulara dair açıklamalar ve hükümler vardır.
4.Ukubat (Akıbetler). İslâm toplumunun mutluluğa erişebilmesi, bu toplum fertlerinin, İslâm'ın koyduğu kurallara aynen uymasıyla mümkün olur. Toplumun düzenini bozan, insan haklarını ve yasakları çiğneyen kimseler cezayı hak edecekleri için Kur'an bunlarla ilgili hükümleri de kapsamaktadır.
5.Ahlâk. Kur'an, kişilerin dünya ve âhiret mutluluğunun sağlamasına yardımcı olmak üzere, ana babaya hürmet, insanlarla iyi geçinme, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, adalet, doğruluk, alçak gönüllülük, merhamet, sevgi... gibi ahlâkî hükümleri de kapsamına almaktadır.
6.Nasihât ve Tavsiyeler. İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını, nefislerine esir düşmemelerini, dünyayı âhirete tercih etmemelerini, dünyada imtihana çekildiklerini hatırlatan, çeşitli tehlikelerden koruyan nasihât ve tavsiyeler de Kur'an'ın içerdiği konular arasındadır.
7.Va‘d ve Vaîd. Allah'ın emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların cennetle mükâfatlandırılacaklarına, buyruklarını terk edip yasaklarını çiğneyenlerin cehennemle cezalandırılacaklarına dair Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır.
8.İlmî Gerçekler. Kur'an, insanlığa gerekli olan ilmî gerçeklerin ve tabiat kanunlarının ilham kaynağını teşkil eden âyetleri de kapsamaktadır. Kur'an, bu ilmî gerçeklerden bir pozitif bilim kitabı gibi bahsetmek yerine insanları, âlemin yaratıcısının kudret ve büyüklüğünü düşünmeye, Allah'ın nimetlerini anarak O'nu yüceltmeye teşvik eder.
9.Kıssalar. Kur'ân-ı Kerîm önceki ümmetlerle, peygam-berlerin hayatından da söz eder. Ancak bunları bir tarih kitabı gibi değil, insanların ibret alacakları bir üslûp ile anlatır.
10.Dualar. İnsan yapacağı işlerde sürekli Allah'ın yardımına muhtaç olduğu için Kur'an'da çeşitli dualar da yer almıştır.
3. Kur'an'ın Mûcize Oluşu
Kur'an, üslûbu ve içeriği bakımından akıllara durgunluk veren, hayrette bırakan büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri, dönemleri geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gördüğü halde, Kur'an mûcizesi kıyamete kadar sürecektir.
Kur'ân-ı Kerîm hem söz hem de mâna yönünden mûcizedir ve eşsizdir. Onun söz yönünden mûcize oluşu, Arap edebiyatının en üst noktada olduğu bir dönemde inmesine rağmen, Araplar'a kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş olması, onları bu konuda âciz bırakmasıdır:
"De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler" (el-İsrâ 17/88).
"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının..." (el-Bakara 2/23-24; ayrıca bk. Hûd 11/13; et-Tûr 52/33-34).
Kur'ân-ı Kerîm mâna yönüyle de mûcizedir. Hz. Muhammed'in okuma yazma bilmeyen bir kimse iken, Allah'tan aldığı vahiy ile insanlara bildirdiği Kur'an, en yüksek gerçekleri de kapsamaktadır. İster pozitif ister sosyal bilimler alanında, insanlığın asırlar sonra ulaştığı gerçekler, asırlar önce Kur'an tarafından haber verilmiş, hiçbir buluş, onun getirdiklerinin aksini ortaya koyamamıştır. Aksine bilimsel gelişmeler, Kur'an'ın anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
4. Kur'an'ı Diğer Kutsal Kitaplardan Ayıran Özellikler
Hz. Muhammed (a.s.v.)'e Cebrâil aracılığıyla Arapça olarak indirilen ve bize kadar tevâtür yoluyla gelen Kur'an'ı diğer kutsal kitaplardan ayıran ve eşsiz kılan özelliklerin başlıcaları şunlardır: 
1. O, Peygamberimiz’e diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi toptan değil, zamanın ve olayların akışına göre âyetler ve sûreler halinde indirilmiştir.
2. Kur'an, en son kutsal kitaptır ve ondan sonra başka bir ilâhî kitap gelmeyecektir. Getirdiği hükümler ve bunların geçerliliği kıyamete kadar sürecektir.
3. Kur'an, bize kadar hiç bozulmaya ve değiştirilmeye uğramadan gelmiş, kıyamete kadar da öyle kalacaktır.
4. O, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu gösteren mûcizelerin en büyüğü ve sürekli olanıdır.
5. Kur'an'ın kapsadığı yüce gerçekler kıyamete kadar bütün insanların ve çağların ihtiyacını karşılayacak değerdedir. Bilimin ve aklın, ondaki gerçeklerde çelişki bulacağı bir zamanın gelmesi düşünülemez.
6. Kur'an'ın bir başka üstünlüğü kolayca ezberle-nebilmesidir. Bu özellik tarihte hiçbir kitaba nasip olmamıştır.
7. Kur'an, aynı zamanda başka din mensupları arasındaki ihtilâfları çözüme kavuşturacak bir özelliğe sahiptir.

* Kur'an-ı Kerim'in bir çok meziyetleri olup bazıları şunlardır:
        1- Kur'an-ı Kerim bütün semavî kitapların tâlim ve irşadlarının hulasasını içine alır. 
Cenab-ı Hak buyuruyor:
وَاَنْزَلْنَآ اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ
      "Ey Resûlüm, sana da bu hak kitabı (Kur'an'ı), kendinden önceki kitapları hem tasdikçi, hem onlar üzerine bir şahid olarak indirdik." (El-Maide: 48).
2- Kur'an-ı Kerim beşerin hidayeti için Allah'ın son sözüdür. Tahrif ve el sürmekten masun kalacağından ve her asrın ihtiyacını karşılayabilecek bir durumda olduğundan, başka semavî kitaba ihtiyaç bırakmamıştır. 
Cenab-ı Hak buyuruyor:
وَاِنَّهُ لَكِتَابٌ عَز۪يزٌ لَايَاْت۪يهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِه۪ تَنْز۪يلٌ مِنْ حَك۪يمٍ حَم۪يدٍ
"Muhakkak ki o, çok şerefli bir kitapdır. Ona ne önünden ne ardından bâtıl yaklaşamaz. O, Hakîm ve Hamid olan Allah'dan indirilmedir." (Fussilet: 41-42).
3- İlim ve teknik ne kadar ilerlerse ilerlesin, asla Kur'an-ı Kerim'in hiçbir hükmüne ters düşmez. 
Cenab-ı Hak buyuruyor:
سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِى الْاٰفَاقِ وَف۪ٓى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ شَه۪يدٌ
"İleride biz onlara hem yer yüzü etrafında, hem bizzat nefislerinde âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki, nihayet peygamberin söylediği şeyin haiz olduğu kendilerine zâhir olacaktır." Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil midir? (Fussilet: 53).
4- Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'in ezberlenmesini, Arap olsun, olmasın herkes için kolaylaştırmıştır. Sıkıntı çekmeden herkes onu ezberleyebilir. Ama başka sözler böyle değildir. Meselâ İngilizce bilmeyen bir kimse İngilizce olarak yazılmış bir kitabı veya kitabın birkaç sayfasını ezberlemeye kalkışırsa çok zahmet çeker; hem de gereği gibi ne telaffuz edebilir, ne de meharic-i hurufun hakkını verebilir. 
Cenab-ı Hak buyuruyor:
وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ
"And olsun ki, biz Kur'an'ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?" (Kamer: 17) * (Büyük Şafii İlmihali - Halil GÜNENÇ)
Soru: Nesh nedir. İslam dininde vaki midir?
Cevap: Nesh sonradan gelen bir şer'i hüküm ile önceki hükmü yürürlükten kaldırmaktır. Ebu Müslim el-is fahani "Ne önünden, ne arkasından kendisine batıl gelmez" (Fussilet/42) mealindeki ayet-i kerime'ye dayanarak İslam dininde nesh yoktur, diyor. Cumhur-u ulemaya göre neshin vukuu mümkündür ve vaki olmuş tur. 
      Nesh'in vukuuna delalet eden çok ayet bulunduğu gibi çok hadis de vardır.          
        Birkaç misal verelim:
1- Peygamber (s av) Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten sonra Allah'ın emriyle bir buçuk yıla yakın Müslümanlar Beytü'l-Makdis 'e doğru namaz kıldılar. Fakat Peygamber (s av) dünyada ilk mabed olarak inşa edilen ve İbrahim el-Halil (s av) tarafından yeniden bina edilen Kabe'yi çok sevdiğinden kıble olması için başını göğe kaldırarak Allah'a yalvarıp durdu. Cenab-ı Hakk da Peygamber (s av)'in bu içten gelen duasını kabul buyurup şu ayet-i Kerimeyi inzal buyurdu: "Göğe doğru yüzünün dönüşünü görüyoruz. Bunun için hoşuna gidecek bir kıbleye doğru yüzünü çevirteceğiz. Mescidü'l-Haram'a doğru yüzünü çevir".(Bakara 144) ve böylece Beytü'l-Makdis kıble olmaktan çıktı.
2- İslam'ın ilk günlerinde bir kadın, kocası vefat ettiğinde bir yıla kadar iddet beklerdi. "Eşlerini bırakıp ölenler bir yıla kadar evlerde kalıp iddet beklemeleri ve faydalanmaları için vasiyet etsinler".(Bakara 240) Sonra "bir sene kadar" hükmünü kaldırıp dört ay on güne indiren ve önceki ayet -i Kerimeyi nesh eden şu ayet-i celile nazil oldu: "Eşlerini bırakıp ölenlerin eşleri dört ay on gün bekleyeceklerdir" .(Bakara 234)
3- Müslümanlar çok az oldukları zamanlarda bir Müslümanın on kafire karşı savaş sahasında sebat etmesi için Allah'ın emri vardı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizden sabreden yirmi kişi olursa ikiyüz kişiyi mağlup edebilir" (Enfal 65)
Müslümanlar çoğaldıktan sonra bir Müslümanın iki kafire karşı sebat etmesini emredip önceki ayet -i Kerimeyi nesh eden şu ayet -i Kerime nazil oldu: "Allah sizdeki güçsüzlüğü bildi. Bunun için sizden sabreden yüz kişi olursa ikiyüz kişiyi mağlup edebilir". (Enfal 66)
Ayet , ayeti ve hadisi neshedebildiği gibi, hadis, ayet ve hadis i neshedebilir. Çünkü din ve ahkam ile ilgili bulunan Peygamber'in hadisleri yine vahye dayanır. Mesela Kur'an-ı Kerim namaz kılınmasını emrediyor. Ama bu namaz kaç vakittir. Ve her birisi kaçar rekattır. Her rekatta ne kadar rükü, ne kadar sücüd vardır, bütün bunları ayet-i Kerime değil, hadis beyan etmiştir. Ve bunu inkar etmek de küfürdür. Yine ayet -i kerimeler zekatın verilmesini emrediyor. Ama neyin zekatı, kaçta kaç verileceğini belirten ayet-i Kerime değil, hadis-i nebevidir.
Ayeti nesheden hadis için misal: "Zina eden erkek ile zina eden kadının her birisine yüzer değnek vurunuz" mealindeki ayet-i kerime evli olsun, bekar olsun zina cinayet ini işleyen kimsenin cezasının yüz değnek olduğunu ifade ediyor. Sonra Peygamber (s av) zina eden kimse evli olduğu takdirde recmedilmesini emrediyor. Ve böylelikle hadis ayet in umumi hükmünü kaldırıp nesh ediyor. (Halil Günenç-Fetvalar-69)

D) PEYGAMBERLERE İMAN
a) Peygamber Kavramı ve Peygamberlere İman 
Peygamber, Farsça'da “haber taşıyan ve elçi” anlamlarına gelir. Dinî terim olarak, “Allah'ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi”ye peygamber denir. Arapça'da, peygamber kelimesinin karşılığı olarak, gönderilmiş ve elçi demek olan resul ve mürsel kelimesi kullanılır. Terim olarak resul ve mürsel, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla insanlara gönderilen peygambere denilir. Çoğulları "rüsul" ve "mürselûn"dür. Nebî de Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye görevli olan peygamberdir. Çoğulu "enbiyâ"dır. Risâlet ve nübüvvet kelimeleri masdar olup, peygamberlik anlamına gelmektedir.
Peygamberlere iman, imanın altı esasından biridir. Peygamberlere iman demek, insanlara doğru yolu göstermek için, Allah tarafından seçkin kimselerin gönderildiğine, bu kimselerin Allah'tan getirdiği bütün bilgilerin gerçek ve doğru olduğuna inanmak demektir. 
Yüce Allah her Müslümana, aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır: 
"Peygamber de kendisine Rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler de. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..." (el-Bakara 2/285). 
Bu sebeple peygamberlerin bir kısmına inanıp, diğerlerini tasdik etmemek küfür sayılmıştır: "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır..." (en-Nisâ 4/150-151).
Kur'an'da da belirtildiği gibi yüce Allah, asırlar boyunca peygamberler göndermiş, insanları onlar aracılığıyla gerçeği benimseyip yaşamaya çağırmıştır.
Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığı Kur'an'da şöyle dile getirilmektedir: "(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber buluna gelmiştir" (el-Fâtır 35/24), "Allah'a andolsun ki biz senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermişizdir..." (en- Nahl 16/63; ayrıca bk. Yûnus 10/47).
Peygamberlik, Allah vergisidir. Çalışma, ibadet ve taatla elde edilemez. Allah, peygamberlik yükünü taşıyabilecekleri ve lâyık olanları bilir ve dilediğini peygamber olarak seçer: "Bu, Allah'ın lutfudur. Onu dilediğine verir..." (el-Cum‘a 62/4). Bu seçimde mal, mülk, şan, şöhret ve makam etkili değildir.
Her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda da orta yolu gözeten İslâm, onları ilâh mertebesine çıkartmamış, Allah'ın elçisi ve kulu saymıştır. 
Biz peygamberlerin vahiyle şereflendirilmiş ve diğer insanlarda bulunmayan niteliklere sahip, seçkin kişiler olduklarını kabul ederiz. Fakat onların hiçbirisinde “ilahlık” özelliği olmadığına, Allah'ın müsaadesi dışında fayda sağlama ve zararı giderme güçlerinin bulunmadığına, Allah'ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediklerine inanırız (bk. el-Mâide 5/72-73, 75; el-A‘râf 7/188; et-Tevbe 9/30).
Peygamberler sadece dini tebliğle yetinmemişler, dinî esasları açıklamışlar, sonra ümmetlerine öğretmişler, onları eğitip kötülüklerden arındırmışlardır. 
Bu işleri yaparken davalarından tâviz vermemişler, bu uğurda pek çok eza ve sıkıntıya göğüs germişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi, peygamberlik Hz. Muhammed ile son bulmuştur: "Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur..." (el-Ahzâb 33/40). Artık ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun getirdiği mesaj da kıyamete kadar sürecektir. Hz. Muhammed'den sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da yeni bir kitap getireceği konusunda ortaya atılan iddialar, Kur'an'ın bu apaçık hükmünü, Hz. Muhammed'in “hâtemü'nnebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) olduğu inancını inkârdan başka bir şey değildir.
b) Peygambere Olan İhtiyaç ve Peygamber Gönderil-mesindeki Hikmet
İnsanların gerçek birer yol gösterici olan peygamberlere ihtiyacı vardır. Her ne kadar insan yaratılırken akıl, bilinç, idrak, seçme imkânı gibi birtakım yeteneklerle donatılmış ve bu yetenekler sayesinde kendisi, çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmiş olsa da bütün bunlar sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan konularda ve yeterli olamadığı hususlarda yahut da gücü dahilinde olup da dış çevrenin olumsuz etkisiyle gerçeğe ulaşamadığı hususlarda elinden tutulması ve yolunun aydınlatılması gerekmektedir. İşte yarattığı insanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah, hikmetinin, lutuf ve yardımının bir sonucu olarak insanlara peygamberler göndermiştir. 
Bunun dışında insanların peygamberlere ihtiyaç duymalarının sebepleri arasında şunları söylemek mümkündür: 
1. İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlığını, birliğini anlayabilirlerse de, bunun ötesinde O'na ait birtakım yüce sıfatları tamamen anlayamazlar.
Allah'a nasıl ibadet edileceğini, âhiretle ilgili durumları dosdoğru bilemezler. En kısa ve pürüzsüz bir yoldan giderek dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmak, fikir ve ahlâk yönüyle yükselmek, ancak peygamberlerin öğrettiği buyrukları yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte yüce Allah, insanların bu ihtiyacını gidermek için peygamberler göndermiştir.
2. Eğer peygamber gönderilmemiş olsa insanlar, gerçek, iyi, doğru ve güzeli bulmada, faydalı ve zararlıyı ayırt etmede zorlanacaklar, bunun için çok zaman harcayacaklar, çoğu zaman da bu konuda duygularının, geleneklerinin, geçici arzu ve isteklerinin baskısı altında kalacaklar, gerçek doğru ile pratik yararı birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdir.
İşte bu ve benzeri sebeplerle Allah rahmetinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiştir: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiya 21/107).
3. İnsanın belli işlerle sorumlu ve yükümlü tutulabilmesi ve bundan dolayı onlara sevap ve ceza verilebilmesi için bilgilendirilmesine, bunun için de peygamber gönderilmesine ihtiyaç vardır. Böylelikle âhirette insanların "bilmiyorduk, peygamber gönderilmedi" diye Allah'a karşı mazeret ileri sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır: "Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki artık peygamberlerden sonra insanların, Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın..." (en-Nisâ 4/165).
4. Peygamberler sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Ümmetlerini hem bu dünyada hem de âhirette mutlu kılmaya çaba göstermişlerdir.
c) Peygamberlerin Sıfatları
Peygamberlerin sıfatları deyince onlarda bulunması câiz olan sıfatlarla gerekli (vâcip) ve zorunlu olan sıfatlar anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok yerinde vurgulandığı gibi peygamberler de insandır. Onlar da diğer insanlar gibi oturup kalkar, yiyip içerler, gezerler, evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve ölürler; bu gibi özelliklere, peygamberler hakkında düşünülmesi câiz özellikler denir. İlâhî emir ve yasaklarla yükümlülük konusunda peygamberler de diğer insanlar gibidirler. Fakat onlar her hareketleriyle Allah'ın insanlar için seçtiği kulları ve elçileri, insanların kendilerine bakarak davranışlarına çekidüzen verdikleri birer örnek olduklarının bilinci içindedirler. Bu sebeple fakirken, sıkıntıdayken bile Allah'a şükrederler. Haset etmek, içi dışına uymamak gibi kötü huylardan hiçbiri onlarda bulunmaz.
Her peygamberde insan olmanın da ötesinde birtakım sıfatların bulunması gerekli ve zorunludur. Bunlara vâcip sıfatlar denir. 
Bir Peygamberde bulunması gereken vacip sıfatlar şunlardır:
1. Sıdk. “Doğru olmak” demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir insandır. Onlar asla yalan söylemezler. Eğer söyleyecek olsalardı kendilerine inanan halkın güven duygusunu kaybederlerdi. O zaman da peygamber göndermekteki gaye ve hikmet gerçekleşmemiş olurdu. Sıdkın zıddı olan yalan söylemek (kizb), peygamberler hakkında düşünülemez. Bütün peygamberler peygamberlikten önce de sonra da yalan söylememişlerdir.
2.Emanet. “Güvenilir olmak” demektir. Peygamberlerin hepsi emin ve güvenilir kişilerdir. Emanete asla hainlik etmezler. 
Bu konuda bir âyette şöyle buyurulur: "Bir peygamber için emanete hıyanet yaraşmaz..." (Âl-i İmrân 3/161). Emanet sıfatının zıddı olan hıyanet, onlar hakkında düşünülmesi imkânsız olan bir sıfattır.
3. İsmet. ”Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak” demektir. Peygamberler hayatlarının hiçbir döneminde şirk ve küfür sayılan bir günahı işlemedikleri gibi özellikle peygamberlikten sonra kasten günah işlememişlerdir.
İnsan olmaları sebebiyle günah derecesinde olmayan birtakım ufak tefek hataları bulunabilir. Ancak onların bu hatası yüce Allah'ın kendilerini uyarmasıyla derhal düzeltilir. Peygamberlerin bu tip küçük hatalarına "zelle" denilir. İsmetin karşıtı olan mâsiyetten (günah işlemek) Allah onları korumuştur. Peygamberler örnek ve önder kişiler oldukları için, konumlarını zedeleyecek davranışlardan da uzaktırlar.
* Peygamberlere isnad edilen ve masiyet gibi görünen şeyler, günah olmadıklarından, onların ismetini ihlâl etmezler. Meselâ, Hz. Adem (A.S.) her ne kadar yasak olan ağaçtan yemiş ise de, unutkanlık neticesinde onu işlediğinden günahkâr sayılmamıştır. 
Cenab-ı Hak buyuruyor: "Doğrusu bundan önce Adem'e - bu ağaçtan yeme diye- emr ettik de unuttu. Biz onda, bir sabır ve sebat bulmadık." (Tâhâ: 115) * (Büyük Şafii İlmihali - Halil GÜNENÇ)
4. Fetânet. “Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olmaları” demektir. Bunun zıddı olan ahmaklık peygamberlikle bağdaşmaz. Peygamberler zeki ve akıllı olmasalardı hitap ettikleri kişileri ikna edemezler, toplumsal dönüşümü sağlayamazlardı.
5. Tebliğ. “Peygamberlerin Allah'tan aldıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine eksiksiz iletmeleri” demektir. Tebliğin karşıtı olan gizlemek (kitmân) peygamberler hakkında düşünülemez. "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah'ın elçiliğini tebliğ etmemiş olursun" (el-Mâide 5/67) meâlindeki âyet, bu sıfattan söz etmektedir.
d) Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler
İlk peygamber Hz. Âdem'den son peygamber Hz. Muhammed'e kadar pek çok peygamber gelip geçmiştir. Gönderilen peygamberlerin sayısı konusunda Kuran'da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu, bunlardan 315'ini resullerin teşkil ettiği haber verilmektedir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266). Fakat bir âyette "Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var. Sana kıssalarını bildirmediğimiz kimseler de var..." (el-Mü'min 40/78) buyurulması göz önünde bulundurulursa peygamberlerin sayısı ile ilgili bir rakam belirlemeksizin "Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar gönderilmiş olan peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin hak ve gerçek olduklarını kabul ettim" demek daha uygundur.
Kur'an'da adı geçen peygamberler şunlardır: Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Ya‘kub, Yûsuf, Şuayb, Hârûn, Mûsâ, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyâs, Elyesa‘, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed.
Bunlardan başka Kur'an'da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların peygamber mi, velî mi oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar Üzeyir, Lokmân ve Zülkarneyn'dir.
e) Peygamberlik Dereceleri
İslâm inancına göre bütün peygamberler, peygamber olmak açısından eşittirler. Allah, her Müslümana aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır. Hal böyle olmakla birlikte, onların peygamberliklerini tasdik ettikten sonra aralarında derece farklılığının bulunabileceği de kabul edilir. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyrulur: "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir..." (el-Bakara 2/253). Âyetteki "Allah'ın derecelerle yükselttiği kişi"den kasıt, peygamberimiz Hz. Muhammed'dir. Onun diğer peygamberler arasında üstün ve eşsiz bir yeri vardır. Çünkü;
1. Hz. Muhammed (a.s.v.) yaratılmışların en üstünü ve en hayırlısı, Allah'ın en sevgili kuludur. Bir âyette "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz..." (Âl-i İmrân 3/110) buyurulmuştur. Bir ümmetin en hayırlı ümmet olması, o ümmetin uyduğu peygamberinin de en üstün varlık olmasını gerektirir.
2. Onun peygamberliği bütün insanlığı kapsamına alır. Halbuki öteki peygamberler belli topluluklar için gönderilmişlerdir. Bir âyette şöyle buyurulur: "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik..." (Sebe’ 34/28).
3. Önceki peygamberlerin peygamberliği belli bir zaman dilimini içine alırken, onun peygamberliği kıyamete kadar sürecektir. O, son peygamberdir; ondan başka peygamber gelmeyecektir. Cenab-ı Hak buyuruyor:
مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَآ اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَ
"Muhammed, erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzap: 40).
4. O son peygamber olunca, onun getirdiği dinin de en son ve en mükemmel din olması tabiidir. İslâmiyet önceki dinlerin hükümlerini kaldırmıştır. Kıyamete kadar en son ve en mükemmel din olarak devam edecektir. Cenab-ı Hak buyuruyor:
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ى وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًا
"Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim..." (el-Mâide 5/3).
Hz. Muhammed (a.s.v.)'den sonra derece itibariyle Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ'nın içinde yer aldığı ülü'l-azm peygamberler, daha sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler gelir.
Ulü'l-azm peygamberler, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden dini insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir. Ülü'l-azm peygamberlerin isminin geçtiği bir âyette şöyle buyurulur: "O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyeylediğimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı..." (eş-Şûrâ 42/13; ayrıca bk. el-Ahzâb 33/7).
f) Peygamberlik ve Vahiy
Peygamberlik ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. Allah'tan vahiy almayan peygamber düşünülemez. Yüce Allah, emir, yasak, hüküm ve haberlerini peygamberine vahyetmek suretiyle yarattığı insanlara dilediğini bildirir.
Sözlükte "gizli konuşma, gönderme, emir, işaret, ilham" gibi anlamlara gelen vahiy, Allah Teâlâ'nın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti bizce tam bilinemeyen bir yolla bildirmesi, Allah'la elçisi arasında bir çeşit gizli ve süratli haberleşme, Allah'ın elçisinin kalbine indirdiği şey demektir. Vahiy bir haldir, bir yaşayıştır. Nasıllığını ve niteliğini ancak onu yaşayan peygamber bilir. O, Allah'la peygamberi arasında bir sırdır. Ancak vahyin geliş şekilleri ve peygamberde meydana getirdiği etkiler ashap vasıtasıyla bilinmektedir.
Vahiy ile, kalpte beliren bilgi demek olan ilham arasında fark vardır. Vahiy peygambere gelir, Allah tarafından korunur ve gözetim altında peygambere ulaşır. Peygamber vahyi alırken bilinci yerindedir. İlham ise korunmuş değildir, yanılma payı vardır ve bilinç dışı olarak Allah'ın sevgili kullarının kalbinde beliriverir.
Vahyin nasıl bir olay olduğunun ve mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi ve algılanamayışı, vahiy olgusunu inkâr etmeyi gerektirmez. Çünkü bugün pozitif bilimlerin özellikle para- psikolojinin ilgilendiği metapsişik olaylar, varlığı kabul edilen fakat net ve bilimsel olarak açıklanamayan olaylardır.
Yüce Allah bir âyette vahiy ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder..." (eş-Şûrâ 42/51).
Hz. Muhammed (a.s.v.)'e vahiy şu şekillerde gelmiştir:
1. Doğru rüyalar. Peygamberimiz’in gördüğü rüyalar, daha sonra gerçek hayatta aynen meydana gelirdi. 
2. Peygamberimiz uyanıkken, Cebrâil tarafından vahyin onun kalbine bırakılmasıdır. Şu âyet bu çeşit bir vahiyden söz etmektedir: "Onu, uyaranlardan olasın diye, Cebrâil, apaçık Arapça'yla senin kalbine indirmiştir" (eş Şuarâ 26/193-195).
3. Cebrâil'in insan şekline girerek getirdiği vahiy, vahyin en kolay şeklidir. Cibrîl hadisi diye meşhur olmuş hadis bu yolla gelmiştir.
4. Cebrâil, görünmeden çıngırak sesine benzer bir ses halinde vahyin gelmesidir. 
Bu çeşit vahiy, Hz. Muhammed (a.s.v.) tarafından vahyin en ağır şekli olarak nitelenmiştir. 
     Kendisinde tehdit ve korkutma olan âyetler bu çeşit vahiyle gelmiştir. Bu çeşit vahiy gelirken, Hz. Muhammed (a.s.v.) son derece heyecanlanır, titrer, çok soğuk günlerde dahi terlerdi (Buhârî, “Bed’ü'l-vahy”, 2).
5. Cebrâil'in Hz. Muhammed (a.s.v.)'e uyku halinde getirdiği vahiydir. Bu tür vahiyle alınan söz Kur'an değildir.
6. Cebrâil'in kendi aslî şekliyle getirdiği vahiydir. Bu şekliyle vahiy iki defa gerçekleşmiştir. 
Birincisi peygamberliğinin ilk günü Hira'da iken, ikincisi de mi‘racda meydana gelmiştir: "Andolsun ki, onu bir diğer defa da sidretü'l-müntehânın yanında gördü" (en-Necm 53/13-14).
7. Vahyi, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in doğrudan Allah'tan alması veya perde arkasından Allah'la konuşması şeklinde gerçekleşen vahiydir. Mi‘rac’ta gerçekleşmiştir. 
g) Peygamberliğin İspatı
Bir peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir delille mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mucizeyi duyu organıyla gözlemek, yahut kesin bilgi ifade eden mütevâtir bir haberle o mûcizeden haberdar olmaktır. Günümüzde bu deliller ancak Hz. Muhammed (a.s.v.) için geçerlidir. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in ise başta Kur'an mûcizesi olmak üzere pek çok mûcizesi bize tevâtür yoluyla ulaşmıştır.
a) Mûcize
Sözlükte "insanı âciz bırakan, karşı konulmaz, olağan üstü, garip ve tuhaf şey" anlamlarına gelen mûcize, terim olarak "yüce Allah'ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini getirmekten âciz kaldığı olağanüstü olay" diye tanımlanır. Tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici bir süre durduran mûcizenin mahiyeti, pozitif bilimlerle açıklanamaz. Aksi halde bu mûcize olmaktan çıkar ve olağan bir şey olurdu. O halde mûcize, peygamber olan kişinin, akılların alamayacağı bir olayı Allah'ın kudreti ile göstermeyi başarmasıdır. Kur'an'da mûcize terimi yerine âyet, beyyine ve burhan kavramları kullanılır.
Bir olayın mûcize sayılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir:
a) Mûcize gerçekte Allah'ın fiilidir. "Peygamberin mûcizesi" denilmesi, mûcizenin onun aracılığıyla olması ve onun doğruluğunu göstermesi sebebiyledir.
b) Mûcize peygamberlerde meydana gelir. Peygamber olmayan birinin gösterdiği olağan üstülüğe mûcize denilemez.
c) Mûcize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır.
d) Mûcize, peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur. Peygamberlik iddiasından önce veya sonra olmaz.
e) Mûcize, peygamberin isteğine uygun olur. "Dağı yerinden kaldıracağım" diyen birisinin denizi yarması mûcize sayılmaz.
Kur'ân-ı Kerîm'de bazı mûcizelerden söz edilir. Bunların en meşhurları şunlardır:
a) Hz. İbrâhim, Bâbil Hükümdarı Nemrud tarafından ateşe atılmış ve ateş Allah'ın "Ey Ateş, İbrâhim'e karşı serin ve zararsız ol" emrine uyarak onu yakmamıştır (el-Enbiyâ 21/58-69).
b) Hz. Sâlih'in, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi, Semûd kavminin azarak deveyi kesmesi, buna karşılık yüce Allah'ın müthiş bir deprem ile onları yok etmesi (eş-Şuarâ 26/141-158).
c) Hz. Ya‘kub'un oğlu Yûsuf'un gömleğini kör olan gözüne sürmesi sonucu gözlerinin açılması (Yûsuf 12/92-96).
d) Hz. Mûsâ'nın elindeki asânın yılan haline gelmesi (Tâhâ 20/17-21); elini koynuna sokup çıkardığında elinin eksiksiz ve bembeyaz olması (Tâhâ 20/22; en-Neml 27/12; el-Kasas 28/32); asâsının Firavun'un huzurundaki sihirbazların ip ve sopalarını yutuvermesi (Tâhâ 20/65-70); asâsını denize vurunca denizin yarılıp, İsrâiloğulları'nın açılan yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp onları boğması (eş-Şuarâ 26/61-66).
e) Hz. Süleyman'ın bir kuşla konuşması (en-Neml 27/20-28); karıncanın sözünü anlaması (en-Neml 27/18-19).
f) Hz. Îsâ'nın Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapıp, onu üflediği zaman canlı bir kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iyileştirmesi (el-Mâide 5/110), havârilerin isteği üzerine gökten bir sofra indirmesi (el-Mâide 5/114-115).
b) Diğer Olağan Üstü Haller
Diğer olağan üstü haller, olağan üstü olmak açısından mûcizeye benzerse de aralarında büyük fark vardır. Mûcize peygamberlik görevini üstlenmiş bir peygamberde meydana gelir. Mûcizede peygamberin meydan okuması da vardır. Mûcize dışındaki olağan üstünlükler, peygamber olmayan kişilerde görülür. 
Bu tip olaylarda meydan okuma da söz konusu değildir. Ayrıca mucize taklit edilemezken, diğer olağan üstülükler taklit edilebilir. 
Mûcize dışında kalan diğer olağan üstü durumlar şunlardır:
a) İrhâs. Peygamber olacak şahsın, henüz peygamber olmadan önce gösterdiği olağan üstü durumlardır. Hz. Îsâ'nın beşikte iken konuşması gibi (el-Mâide 5/110-115).
b) Keramet. Peygamberine gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan velî kulların gösterdikleri olağan üstü hallerdir.
c) Meûnet. Yüce Allah'ın velî olmayan bir Müslüman kulunu, darda kaldığı veya sıkıntıya düştüğü zaman, olağan üstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan kurtarmasıdır.
d) İstidrac. Kâfir ve günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun olarak meydana gelen olağan üstü olaydır.
e) İhanet. Kâfir ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerine aykırı olarak meydana gelen olaydır. Meselâ, peygamberlik taslayan inkârcılardan Müseylime, tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye dua etmiş, bunun üzerine adamın öbür gözü de kör olmuştur.
h) Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin İspatı
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in, peygamberliğini ispat eden mûcizeler genellikle üç başlık altında incelenir. 
1) Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur'an Mûcizesi 
Kur'an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk verecek derecede büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mucizeleri dönemleri geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde, Kur'an mûcizesi kıyamete kadar sürecek bir mûcizedir. Hz. Muhammed (a.s.v.) bir hadislerinde "Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mûcize verilmiş olmasın. Bana mûcize olarak verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiğidir" buyurmuştur (Buhârî, “İ‘tisâm”, 1).
Kur'ân-ı Kerîm, hem söz hem de anlam yönünden mûcizedir. O, Arap edebiyatının zirvede olduğu bir dönemde inmiş, Araplar'a kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş, üslûbu, şaşırtıcı nazmı (ifadesi, lafzı), fesahat ve belâğatıyla onları âciz bırakmıştır. Ümmî olan Peygamber'in, Allah'tan aldığı vahiy ile insanlara bildirdiği Kur'an, en yüksek gerçekleri kapsamaktadır. Bilim ve tekniğin sonradan ulaştığı gerçekleri Kur'an asırlarca önceden haber vermiş, hiçbir buluş ve bilimsel gelişme, onun içeriği ile ters düşmemiştir.
2) Hissî Mûcizeler
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in hissî mûcizelerinin bir kısmı kendi şahsı ile ilgilidir. Ashaptan, Hz.
Muhammed'in bedenî ve ruhî özellikleri, üstün ahlâkı ve örnek davranışları ile ilgili olarak nakledilen rivayetler, bunları değerlendiren ilim adamları ve bilge kişiler nezdinde, böyle yüce niteliklerin ondan önce ve sonra hiçbir kimsede toplanmadığı yönünde kesin bir ortak kanaat oluşturmuştur. Nitekim bir Yahudi iken Müslümanlığı kabul eden Abdullah b. Selâm, Hz. Muhammed (a.s.v.)'le ilk karşılaştığında: "Bu yüz asla bir yalancı yüzü olamaz" demekten kendini alamamıştır. Hz. Muhammed (a.s.v.) ömrü boyunca bu üstün nitelikleri kendisinde korumuş, inanmayanlar aşırı düşmanlıklarına rağmen onda eleştirebilecekleri bir yön bulamamışlardır. Bu da onun peygamberlik iddiasını destekleyen çok güçlü bir delil kabul edilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın, peygamber olmadığı halde peygamberliğini ileri süren bir kimsenin şahsında bunca üstünlükleri ve erdemi toplaması, ona 23 yıl müsaade etmesi, sonra da tebliğ ettiği dini, diğer dinlere üstün kılıp düşmanlarına galip getirmesi ve ölümünden sonra eserlerini kıyamete kadar yaşatması aklen imkânsızdır. 
Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in İslâm çağrısını ilk kez, kitap sahibi olmayan ve hikmetten anlamayan bir kavme yöneltmesi, onlara kitabı ve hikmeti açıklaması, dinî ve hukukî hükümleri öğretmesi (el-Bakara 2/151) ve onların ahlâkını mükemmel-leştirmesi de onun kişiliği ile ilgili hissî mûcizeleri arasında sayılmıştır.
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in hissî mûcizelerinin bir kısmı da şahsının (bedeni ve kişiliği) dışında meydana gelmiştir. 
Bu tip mûcizelerinin en meşhurları şunlardır:
a) Bir gecenin çok kısa bir anında Mescid-i Harâm'dan, Mescid-i Aksâ'ya gitmesi ile başlayan isrâ ve mi‘rac mûcizesi (el-İsrâ 17/1).
b) Ayın iki parçaya ayrılması (Buhârî, “Menâkıb”, 27; Müslim, “Münâfikun", 8).
c) Taşın Hz. Muhammed (a.s.v.)'le konuşması (Müslim, “Fezâil”, 2).
d) İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz. Muhammed (a.s.v.)'in ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması (Buhârî, “Menâkıb”, 25).
e) Hayber fethinde bir Yahudi kadının, Hz. Muhammed (a.s.v.)'i öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi (Buhârî, “Tıb”, 55; Müslim, “Selâm”, 18; Ebû Dâvûd, “Dıyât”, 6).
3) Haber Şeklindeki Mûcizeler
Bu tür bir mûcize, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in herhangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberleri ifade eder.
Haberî mûcizeler arasında şunlar sayılabilir:
a) Hz. Muhammed (a.s.v.) önceki ümmetlerin tarihini okumadığı halde, Yahudi ve Hristiyan   bilginlerinin, geçmiş peygamberler ve eski ümmetler hakkındaki çeşitli sorularını vahiyle cevaplandırmıştır.
b) Bedir Savaşı gününde, düşman ordusundan kimlerin nerede öldürüleceklerini önceden haber vermiş ve dediği gibi çıkmıştır (Müslim, “Cennet”, 17).
c) Kur'an'daki "Yakında o (müşrik) topluluğu bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (el-Kamer 54/45) âyeti Mekke'de inmiş, âyetin haber verdiği husus, Bedir Savaşı’nda gerçekleşmiştir.
d) Yine Kur'ân-ı Kerîm'deki "Kur'an'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere (Mekke'ye) döndürecektir..." (el-Kasas 28/85) âyetinde haber verilen husus Mekke fethiyle gerçekleşmiştir.
e) Peygamberimiz bir hadislerinde "Yeryüzü önümde dürülmüş ve onun doğusu ile batısı bana gösterilmiştir. Ümmetimin hâkimiyeti, bana dürülüp gösterildiği yerlere kadar ulaşacaktır" (Ebû Dâvud, “Fiten”, 1) buyurmuştur.
Gerçekte de öyle olmuş, İslâm'ın sesi, dünyanın her tarafına ulaşmıştır.
* Peygamber Aleyhisselam’ın gerçekleştirdiği en büyük işler şunlardır:
1- Putperestliği kökünden kazıyıp yerine, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyi yerleştirdi.
2- Cahiliyye adet ve rezaletini ortadan kaldırıp, yerine, fazilet, edep ve terbiye koydu.
3- Büyük bir inkılâp yaparak toplumun akıl, ruh ve karakterini değiştirdi.
4- Arap milleti ile Arap olmayan Müslüman milletleri birleştirerek, Kur'an-ı Kerim'in sancağı altında onları bir araya getirip, kardeşlik bağı ile birbirine bağladı. * (Büyük Şafii İlmihali - Halil GÜNENÇ)

E) ÂHİRETE İMAN
a) Âhiret Günü ve Âhirete İman
Âhiret, sözlükte "son, sonra olan ve son gün" anlamlarına gelir. Terim olarak âhiret, İsrâfil'in (a.s.) Allah'ın emriyle, kıyametin kopması için sûra ilk defa üflemesiyle başlayacak olan ebedî hayata denilir. İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfleyince insanlar diriltilip hesaba çekilecek, sonra dünyadaki iman ve amellerine göre ceza ve mükâfat görecek, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girecek ve orada kalacaklardır.
Âhirete iman, iman esaslarından olup genellikle Kur'an'da "el-yevmü'lâhir" (son gün) şeklinde, Allah'a imanla yan yana zikredilmiştir. Bu da âhiret inancının iman esasları arasında çok önemli olduğunu göstermektedir. Allah'a ve O'nun birer yol gösterici olarak peygamberler gönderdiğine inanmak, insanların sorumlu olduğuna inanmayı da gerekli kılar. İnsandaki sorumluluk duygusu da kişiyi, yaptıklarının karşılığını göreceği âhiret hayatına inanmaya götürür.
Âhirete inanmayan kimse Kur'an âyetlerini inkâr ettiği için kâfir olur: "...Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse o tam mânasıyla sapıtmıştır" (en-Nisâ 4/136) meâlindeki âyet bunu açıkça belirtmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetinde dünya hayatının geçici, âhiretin ise ebedî olduğu, insanların dünyanın geçici zevklerine ve aldatmacalarına kanmamaları, daha hayırlı ve kalıcı olan âhiret mutluluğunu yakalamaları gerektiği vurgulanmaktadır. 
Bununla birlikte Kur'an, dünya hayatının da ihmal edilmemesi gerektiğini, çünkü âhiretin dünyada kazanılacağını, âhirette mutlu olmanın, dünyadaki yaşayışa bağlı bulunduğunu ifade etmektedir: 
"Fakat siz (ey insanlar) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz" (el-A‘lâ 87/16-17)
"...Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten kalınacak bir yurttur" (el-Mü'min 40/39)
"Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu da iste; ama dünyadan da nasibini unutma..." (el-Kasas 28/77).
Kur'an'da âhiret ve âhiret hayatı ile ilgili verilmiş olan pek çok isim vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır: el-yevmü'l-âhir (son gün, âhiret günü), yevmü'l-ba‘s (diriliş günü), yevmü'l-kıyâme (kıyamet günü), yevmü'd-dîn (ceza ve mükâfat günü), yevmü'l-hisâb (hesap günü), yevmü't-telâk (kavuşma günü), yevmü'l-hasre (hasret ve pişmanlık günü).
Peygamber Efendimiz'in de âhiret ve halleri ile ilgili pek çok hadisi vardır. Özellikle kıyamet alâmetleri, kabir hayatı, mahşer, hesap, mîzan, sırat, şefaat, cennet ve cehennemle ilgili çok sayıda hadis bulunmaktadır.

b) Âhiretin Varlığının İspatı
Âhiret hayatının mahiyeti ve âhiretteki durumlar, duyular ötesi ve gayba ait konular olduğu için, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerle ve akılla açıklanamaz. Bu konuda tek bilgi kaynağı vahiydir. Kur'an'da ve sahih hadislerde ne haber verilmişse onunla yetinilir. Bunun ötesinde aklî bir yoruma gidilemez. Çünkü âhiretteki durumlar dünyadakine benzemez. Aralarında isim benzerliğinden başka bir benzerlik yoktur. Meselâ "İsrâfil sûra üfürecek, insanların amelleri tartılacak, herkesin defteri ortaya çıkacak" denildiği zaman, hatıra dünyada bilinen bir alet, bir terazi, kâğıttan yapılmış bir defter gelmemelidir.
Bunların gerçek şeklini ve iç yüzünü ancak Allah bilir. Onların varlığına inanılmalı, mahiyetleri konusunda ise yorum yapılmamalıdır.
İslâm dini ve kutsal kitabı, âhiret inancına büyük önem vermiştir. Bu sebeple Kur'an'da, hem Mekkî hem de Medenî sûrelerde, 100’den fazla terim veya deyim kullanılarak, âhiret inancı pekiştirilmiştir. Kur'an'da âhiret gününden bahsetmeyen hemen hiçbir sûre yoktur. Kur'an, âhiret fikrini, insanın düşünce ve kalbine bazen apaçık delillerle, bazen da örnekler vermek suretiyle yerleştirmeyi amaçlamıştır. Âhiret hayatından söz eden çok sayıdaki mânası apaçık âyetler ile sahih hadisler âhiretin varlığını ispat eden, bu konuda şüpheye asla yer vermeyen naklî delillerdir.
Sağlıklı düşünebilen insan; aklı, kendisinde bulunan adalet, sorumluluk, ebedîlik ve sonsuzluk duygusu ile, insanın başı boş ve amaçsız yaratılmadığı fikrinden hareketle, âhiret hayatının varlığını tabii bir şekilde kabul eder. 
Çeşitli Kur'an âyetleri bu hususlara açıklık getirmektedir:
1. İnsandaki adalet duygusu, âhirete inanmayı zorunlu kılar. 
Biz, yüce Allah'ın mutlak ve sonsuz adaletine, inanırız. Bilindiği gibi bu dünyada herkes işlediği suçun cezasını tam anlamıyla çekmemekte, birtakım haksızlıklar meydana gelmektedir. Âhirette ise durum böyle olmayacak, hiçbir şey gizli kalmayacak, hak yerini bulacak, Allah mutlak adaleti ile kötüleri cezalandıracak, iyileri de mükâfatlandıracaktır. Şu âyet iyilerle kötüleri bir tutmanın ilâhî adalete uymayacağını ortaya koymaktadır: "Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar? Allah gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez" (el-Câsiye 45/21-22). İyi ile kötünün, zalim ile mazlumun hesaplarının görüleceği o gün Kur'an'da "din günü, ceza ve mükâfat günü" diye nitelendirilmiş, bu terimin geçtiği Fâtiha sûresi beş vakit namazın her rek‘atında okunarak, âhiret inancı ve adalet duygusu sürekli canlı tutulmuştur.
2. İnsandaki sorumluluk duygusu da âhirette inanmayı zorunlu kılar. 
Yüce Allah insanı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hayır ile şerri ayırt eden ve seçen bir varlık olarak yaratmış, bu seçiminden dolayı da sorumlu tutmuştur. İnsanın belli davranışlarından sorumlu olması bu sorumluluğunun karşılığını göreceği bir hayatı ve yurdu gerekli kılmaktadır. 
Bir âyette şöyle buyurulur: "Göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız" (Sâd 38/27-28).
3. İnsandaki sonsuzluk ve ebedîlik duygusu, âhirete inanmayı gerekli kılar.
İnsanlık tarihi ile ilgili olarak, değişik alanlarda yapılan incelemeler, insanda bir ebedîlik ve sonsuzluk duygusunun varlığını göstermiştir. Vatanından ayrı kalmış fakat yurduna dönmek isteyen bir garip yolcu olduğu duygusu, insanda onu ebedî hayat inancına hazır tutan, yaratılıştan bir özelliktir. Bununla birlikte, dünya hayatına aşırı tutkunlukları yüzünden, âhiret inancına karşı çıkan ve bütün varlık gayelerini geçici dünya yaşantısına hapseden insanlar da olagelmiştir. Kur'an "Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız. Bizi tüketip bitiren ancak ve ancak zamandır" diyenlerin, gerçek bir bilgiye dayanmadıklarını ifade ederek, inkârcıları ve âhireti yalanlayanları mahkûm etmiş" (el-Mü'minûn 23/33-37), bu konudaki ölümsüz gerçeği şöyle hatırlatmıştır: 
"De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün bâtıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır" (el-Câsiye 45/26-27).
4. İnsanın başı boş ve amaçsız yaratılmayışı da âhirete inanmayı gerektirir.
Kur'an'da da ifade edildiği gibi insan boş yere ve amaçsız yaratılmamıştır. O, yaratılış gayesini gerçekleştirmek, yeryüzünde halife olmak, ancak kulluk etmek için yaratılmıştır. Öyleyse o bu görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. 
Getirirse âhirette karşılığını da görecektir. Bir âyette şöyle buyurulur: "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak hâkim ve hak olan Allah çok yücedir. O'ndan başka İlah yoktur. O, yüce Arş'ın sahibidir" (el-Mü'minûn 23/115-116).

c) Âhiret Hayatının Devreleri
İnsanın ölümüyle âhiret hayatı başlar. Bu durumda âhiret, kabir (berzah) hayatı, kıyamet, ba‘s (yeniden dirilme), haşir ve mahşer, defterlerin dağıtılması, hesap, mîzan, sırat, şefaat, cennet ve cehennem gibi devreleri kapsamaktadır. 
ı) Kabir Hayatı (Berzah)
Ölümle başlayıp yeniden dirilmeye kadar devam edecek hayata kabir hayatı denilir. Kabir hayatı "berzah" diye de anılmıştır. Bir hadiste "Kabir, âhiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır" (Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 32) buyurularak ölümle âhiret hayatının başladığı ifade edilmiştir.
Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizde kalsın veya yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatını geçirecek ve kıyamet günü diriltilecektir. Genellikle insanlar ölünce kabre konulduğundan bu gibi durumlarda da kabir hayatı ifadesi kullanılmaktadır.
İnsan öldükten sonra kabre konulunca Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek “Rabb'in kimdir?”, “Peygamberin kimdir?” “Dinin nedir?” diye soracaklar, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir.
Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir (bk. Tirmizî, “Cenâiz”, 70). Kabir azabı ve nimeti ile ilgili olarak Kur'an'da ve sahih hadislerde çeşitli bilgiler bulunmaktadır.
ıı) Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri
Sözlükte "kalkmak, dikilmek, ayaklanmak" anlamlarına gelen kıyamet bir terim olarak, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin alt üst edilerek yok olması, yok olan ve ölen şeylerin yeniden yaratılıp diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru yönelmesi demektir. Bu durumda kıyamet genel bir ölümden sonra genel bir dirilişi kapsamaktadır.
Kıyametin kopması, aklın imkânsız göreceği bir olay değildir. Çünkü evrenin yaratıcısı ve yöneticisi olan Allah'ın, evrendeki düzeni bozması, dolayısıyla bugün tabiatı düzenleyen kanunların alt üst olması akıl açısından mümkündür.
Kur'ân-ı Kerîm'de kıyametin geleceğinden kuşku duyulmaması gerektiğini belirten ve kıyamet ile ilgili durumları açıklayan pek çok âyet vardır: 
"İnsan kıyamet günü ne zamanmış? diye sorar. İşte göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman! O gün insan ‘kaçacak yer neresi?’ diyecektir. Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur" (el-Kıyâme 75/6-12).
"Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, insanoğlu (yapıp) gönderdiklerini ve (yapamayıp) geride bıraktıklarını bir bir anlar" (el-İnfitâr 82/1-5).
Kur'an'da kıyamet günü; saat, vâkıa (kesin olarak meydana gelecek olan), et-tâmmetü'l-kübrâ (en büyük felâket ve belâ), hâkka (gerçek olan), gaşiye (şiddetiyle birden bire halkı saran), karia (kapıyı çalacak gerçek) gibi isimlerle de anılmıştır.
Kıyamet günü önce müminlerin ruhları alınarak âhirete göçmeleri sağlanacak, böylece kıyamet, insanların kötüleri ve kâfirler üzerine kopacaktır (Buhârî, “Fiten”, 5; Müslim, “Fiten”, 53; İbn Mâce, “Fiten”, 24).
Kıyametin Kopacağı Zaman
Kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. Bu konuda ne Hz. Muhammed (a.s.v.), ne ona vahiy getiren Cebrâil (a.s.), ne de zamanı gelince kıyamet olayını fiilen gerçekleştirmekle görevlendirilecek olan İsrâfil (a.s.) bu bilgiye sahiptir. Yüce Allah kıyametin kopacağı zamanı ancak kendisinin bildiğini çeşitli âyetlerde ifade etmiştir. 
Bu konudaki bazı âyetlerin meâli şöyledir: "Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah katındadır..." (Lokmân 31/34).
"Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Ama insanların çoğu bilmezler" (el-A‘râf 7/187).
Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste de Cebrâil (a.s.) iman, İslâm ve ihsan kavramlarının ne ifade ettiğini Hz. Muhammed (a.s.v.)'e sorduktan sonra kıyametin ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır: "Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir" (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).
Müslüman için önemli olan, kıyametin ne zaman kopacağını bilmek değil, onun kopmasıyla başlayacak olan ebedî hayata gerektiği şekilde hazırlanabilmektir. Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek mümkün değildir. Ancak Hz. Muhammed (a.s.v.) bazı hadisleriyle onun yaklaştığını gösteren alâmetlerden insanları haberdar etmiştir.
Kıyamet Alâmetleri (Eşrâtü's-sâat)
Kıyamet alâmetleri, insan iradesine bağlı olması veya olmaması, kıyametin kopuşuna çok yakın bulunup bulunmaması durumu göz önünde tutularak iki başlık altında incelenir: Küçük alâmetler, büyük alâmetler. Alâmetlerin büyük veya küçük diye nitelenmeleri önemlerinden dolayı değil, açıklanan sebepten dolayıdır.
Küçük Alâmetler. Dinî emirlerin ihmal edilmesi ve ahlâkın bozulması gibi insan iradesine bağlı olarak büyük alâmetlerden çok önce meydana gelecek olan olaylardır. Peygamberimiz’in gönderilmesi ve onunla peygamberliğin sona ermesi, ilmin ortadan kalkıp bilgisizliğin artması, şarap içme ve zinanın açıkça yapılır olması, ehliyetsiz insanların söz sahibi olması, adam öldürme olaylarının artması, dünya malının bollaşması, zekât verecek fakirin bulunmaması gibi olaylar kıyametin küçük alâmetlerinin bazılarıdır (Buhârî, “Tefsîr”, 79, “Hudûd”, 20, “Fiten”, 25; Tirmizî, “Fiten”, 34; İbn Mâce, “Fiten”, 25; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).
Büyük Alâmetler. Kıyametin kopmasının hemen öncesinde meydana gelecek ve birbirini izleyecek olan olaylardır. Büyük alâmetler, tabiat kanunlarını aşan ve insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylardır. Hz. Muhammed (a.s.v.) bir hadislerinde, "Kıyametten önce on alâmet görmediğiniz sürece dünyanın sonu gelmez" buyurmuş ve bu alâmetleri şu şekilde sıralamıştır (Müslim, “Fiten”, 39; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 11; İbn Mâce, “Fiten”, 28):
a) Duman. Müminleri nezleye tutulmuş gibi bir duruma getiren ve kâfirleri sarhoş eden bir dumanın çıkışı ve bütün yeryüzünü kaplaması. 
b) Deccâl. Bu isimde bir şahıs çıkacak ve İlahlık iddiasında bulunacak, istidrâc denilen bazı olağan üstülükler gösterecek ve Hz. Îsâ tarafından öldürülecektir.
c) Dâbbetü'l-arz. Bu isimde bir canlı çıkacak, yanında Hz. Mûsâ'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü bulunacak, asâ ile müminin yüzünü aydınlatacak, mühür ile kâfirin burnunu kıracak, böylelikle müminlerin ve kâfirlerin tanınmaları sağlanacaktır.
d) Güneşin Batıdan Doğması. Evrenin tek hâkimi Allah'ın emriyle güneş batıdan doğacak, bu olaydan sonra iman edenlerin imanı, kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir.
e) Ye'cûc ve Me'cûc'ün Çıkması. Bu isimde iki topluluğun yeryüzüne dağılarak bir süre bozgunculuk yapmaları da kıyametin bir başka büyük alâmetidir.
f) Hz. Îsâ'nın Gökten İnmesi. Hz. Îsâ kıyametin kopmasına yakın gökten inecek, insanlar arasında adaletle hükmedecek, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in dini üzere amel edecek, deccâli öldürecek, sonra da ölecektir.
g) Yer Çöküntüsü. Biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsü meydana gelecektir. 
h) Ateş Çıkması. Hicaz taraflarında büyük bir ateş çıkacak ve her tarafı aydınlatacaktır. 
Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak hadis kitaplarımızda pek çok rivayet ve bilgi bulunmaktadır. Âhiretle ilgili diğer konularda olduğu gibi kıyamet alâmetlerinin mahiyeti konusunda da gerçek bilgi sahibi yüce Allah'tır. Onların gerçek yüzü bilinemez. Ancak bazı yorumlar yapılabilir, mahiyeti ise Allah'a havale edilir.
ııı) Sûr ve Sûra Üfürüş
Kelime olarak sûr, "seslenmek, boru, üflenince ses çıkaran boynuz" anlamlarına gelir. Terim olarak “kıyametin kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan sonra bütün insanların mahşer yerinde toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için İsrâfil (a.s.) tarafından üfürülecek olan boru”ya sûr denilir. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) bir hadislerinde sûrun, kendisine üflenen bir boru ve boynuz olduğunu haber vermişlerdir (Tirmizî, Kıyâmet/8). Fakat bu borunun mahiyeti insanlar tarafından bilinemez. Sûr da bütün âhiret hallerinde olduğu gibi dünyadaki borulara benzetilemez.
Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, İsrâfil (a.s.) sûra iki defa üfürecektir. İlkinde Allah'ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olan her şey dehşetinden sarsılacak (nefha-i feza‘korku üfürüşü) ve her şey yıkılıp ölecek ve kıyamet kopacak (nefha-i sâikölüm üfürüşü), ikincisinde de insanlar dirilecek ve mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine koşacaklardır (nefha-i kıyâmkalkış üfürüşü) (en-Neml 27/87; Yâsîn 36/51; ez-Zümer 39/68; el- Hâkka 69/13-16).
İsrâfil'in sûra iki defa üfürmesi arasında geçecek zaman ise kesin olarak bilinmemektedir.
ıv) Ba‘s (Yeniden Dirilme) ve Âhiret Halleri
1. Ba‘s
           “Öldükten sonra tekrar dirilmek” anlamına gelen ba‘s, âhiret hayatının en önemli devrelerinden biridir. Kıyametin kopmasından sonra İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfürecek ve bütün canlı yaratıklar tekrar diriltileceklerdir.
Ehl-i sünnet inancına göre tekrar diriliş, hem beden hem de ruh ile olacaktır. Buna göre insan, öldükten ve çürüdükten sonra, Allah, onun bedenine ait aslî parçaları bir araya getirecek (veya benzerini yaratacak) ve ruhu buna iade edecektir. 
       Kur'ân-ı Kerîm'deki "Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini başka derilerle değiştiririz ki, acıyı duysunlar..." (en-Nisâ 4/56) meâlindeki âyet ile hesap sırasında insanın dil, el ve ayaklarının şahitlik yapacağını bildiren âyetler (en-Nûr 24/24-25), yeniden dirilişin, ruhbeden birlikteliği ile olacağının delilleridir.
Kur'ân-ı Kerîm öldükten sonra tekrar dirilişi inkâr edenlere karşı, yeniden dirilmenin aklen mümkün olduğunu ve mutlaka meydana geleceğini ısrarla vurgulamakta ve bu konuda şu delilleri ileri sürerek, bu gerçeği ispatlamaktadır: 
1. Bir şeyi yoktan var edenin, onu ikinci defa var etmesi öncelikle mümkündür.
Bu tür ispata örnek olarak şu âyetler verilebilir: "Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir" (Yâsîn 36/78-79).
"Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden (sperm), sonra alakadan (aşılanmış yumurta), sonra organları önce belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz. Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder. Yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür, ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin..." (el-Hac 22/5).
2. Zor bir şeyi yaratan, kolay bir şeyi elbette yaratabilir. Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha zordur. Gökleri ve yeri yaratıp, onları bir şeye dayanmadan uzayda tutan Allah, insanı öldükten sonra tekrar diriltmeye şüphesiz kadirdir: "Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünü yeteceğini düşünmezler mi?..." (el-Ahkaf 46/33).
Ayrıca insanın ilk yaratılışı, ikinci yaratılışına göre daha zordur. İnsanı ilkin yaratmaya kadir olan Allah, onu ikinci defa yaratmaya daha çok kadirdir: "O ilkin mahlûku yaratıp sonra da tekrar diriltecek olandır ki, bu ona göre (birinciden) pek daha kolaydır..." (er-Rûm 30/27).
3. Ölü bir durumda olan yeri canlandıran Allah, insanı da diriltebilir:
"...Sen yeryüzünü de ölü ve kupkuru görürsün. Fakat biz onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman, o harekete gelir, kabarır, her çeşitten iç açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O ölüleri diriltir, yine O her şeye hakkıyla kådirdir. Kıyamet vakti de gelecektir. Bunda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır" (el-Hac 22/5-7).
4. Bir şeyi zıddına çeviren onu benzerine çevirebilir. Meselâ suyun bol miktarda bulunduğu yeşil ağaçtan ateşin çıkması, âdeta imkânsız iken, ateşi yeşil ağaçtan çıkaran Allah, insanı tekrar yaratabilir: "Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kådir değil midir? Evet elbette kådirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır" (Yâsîn 36/80-81).
Hz. Muhammed (a.s.v.) de çeşitli hadislerinde, öldükten sonra tekrar diriltme konusunda bilgi vermiştir. O bir hadiste şöyle buyurmuştur: "İnsanın kuyruk sokumu kemiği (acbü'z-zeneb) dışındaki her şeyi, ölümünden sonra çürüyüp yok olacaktır. Kıyamet günü tekrar diriltme bu çürümeyen parçadan olacaktır" (Buhârî, “Tefsîr”, 39/3; Müslim, “Fiten”, 141, 142). Yine bu konudaki hadislerde kıyamet gününde bütün insanların diriltileceği, kabirden de ilk defa Hz. Muhammed'in kalkacağı bildirilmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 39/3; İbn Mâce, “Cenâiz”, 58). Hz. Muhammed (a.s.v.) bir hadislerinde, insanların diriltilirken ilk yaratılışlarındaki gibi olacaklarını haber vermiş (Buhârî, “Rikak”, 45; Müslim, “Cennet”, 55-59), bir başka hadiste de "Her kul, öldüğü hal üzere diriltilir" buyurmuştur (Müslim, “Cennet”, 83).
2. Haşir ve Mahşer
Sözlükte “toplanmak, bir araya gelmek” demek olan haşir, terim olarak yüce Allah'ın insanları hesaba çekmek üzere tekrar dirilişten sonra bir araya toplamasıdır. İnsanların toplandıkları yere mahşer veya arasât denilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de mahşerden ve bu sırada yaşanacak olaylardan bahseden pek çok âyet vardır. Bu âyetlerden birinde şöyle buyurulur: "Allah, onları sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını sandıkları bir durumda yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleriyle tanışırlar. Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara uğramışlardır. Çünkü onlar doğru yola gitmemişlerdi" (Yûnus 10/45).
Haşir günü insanlar kendi dertlerini, hesaptan yüz akıyla çıkıp çıkmayacaklarını düşüneceklerinden yakınlarıyla bile ilgilenme-yeceklerdir. O gün müminlerin yüzleri parlayacak, kâfirlerin ise kararacaktır. Hz. Muhammed (a.s.v.) her kulun öldüğü durum üzere, iyilik üzere ölmüşse iyi, kötülük üzere ölmüşse kötü olarak diriltileceğini, yalın ayak ve ilk yaratılışları gibi haşredileceklerini bildirmiştir (Buhârî, “Rikak”, 45; Müslim, “Cennet”, 14, 19; Tirmizî, “Tefsîr”, 18).
3. Amel Defterlerinin Dağıtılması
İnsanlar hesaplarının görülmesi için toplandıktan sonra, kendilerine dünyada iken yaptıkları işlerin yazılı bulunduğu amel defterleri dağıtılır. Bu defterlerin mahiyeti bilinmemektedir. Onlar dünyadaki defterlere benzetilemez. 
Kirâmen Kâtibîn adı verilen melekler tarafından yazılan bu defterler hakkında Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kitap ortaya konmuştur. Suçluların onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. Vay halimize derler, bu nasıl kitapmış. Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez" (el-Kehf 18/49).
Amel defterleri cennetliklere sağdan, cehennemliklere soldan veya arkadan verilir. Defteri sağdan verilenlere "ashâb-ı yemîn", soldan veya arkadan verilenlere "ashâb-ı şimâl" adı verilir. Defterin sağdan verilmesi bir müjde, soldan verilmesi ise azabın habercisidir.
4. Hesap ve Sual
İnsanlar amel defterlerini ellerine aldıktan ve yaptıklarının en ince detayına kadar yazıldığını gördükten sonra Allah Teâlâ tarafından hesaba çekileceklerdir. 
Hesap ve sorgulama sırasında amel defterlerinden başka, insanın organları ve yeryüzündeki mevcûdat da insanın yaptıklarına şahitlik edecektir. Zerre ölçüsü hayır işleyenin mükâfatını, kötülük işleyenin cezasını göreceği ve hiçbir adaletsizliğin söz konusu olmayacağı sorgu ve hesap sırasında insanlara şu beş şey sorulacaktır: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nasıl geçirdiği, malını nerede kazandığı, nereye harcadığı, bildiklerini uygulayıp uygulamadığı (Tirmizî, “Kıyâmet”, 1).
Çeşitli hadislerde de bütün insanların, aracı olmaksızın Allah tarafından hesaba çekileceği, müminler sorulan sorulara kolaylıkla cevap verirlerken, kâfirlerin ince ve titiz bir hesap ve sorgulamadan geçirilecekleri haber verilmektedir (Buhârî, “Rikak”, 49; “Mezâlim”, 2; Müslim, “Zekât”, 20; “Cennet”, 18).
5. Mîzan
Sözlükte "terazi" anlamına gelen mîzan, âhirette hesaptan sonra herkesin amellerinin tartıldığı ilâhî adalet ölçüsüdür. İç yüzü bizce bilinemeyen mîzan, dünyadaki ölçü aletlerinin hiçbirine benzemez. Tartıda iyilikleri kötülüklerinden ağır gelenler kurtuluşa erecek, hafif gelenler ise cehenneme gideceklerdir. Cehenneme gidenlerden mümin olanlar, işlediği suçun karşılığı olan cezayı çektikten sonra oradan çıkarılıp cennete girdirileceklerdir. 
Mîzan hakkında Kur'an'da şöyle buyurulur: "Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak (herkese) yeteriz" (el-Enbiyâ 21/47).
6. Sırat
Sırat cehennemin üzerine uzatılmış bir yoldur. Herkes buradan geçecektir. Müminler yaptıkları amellerine göre kimi süratli, kimi daha yavaş olarak bu yoldan geçecek, kâfirler ve günahkârlar ise ayakları sürçerek cehenneme düşeceklerdir.
Sıratın nasıl bir şey olduğuna dair sahih hadislere rastlamak mümkün değildir. Peygamberimiz bir hadislerinde, cehennemin üzerine kurulacak sırattan ilk geçenin kendisi ve ümmeti olacağını, insanların iyi amelleri sayesinde oradan süratle geçeceklerini bildirmiştir (Buhârî, “Ezân”, 129; “Rikak”, 48-52; Müslim, “Îmân”, 81; İbn Mâce, “Zühd”, 33).
7. Havuz
Kıyamet gününde peygamberlere ihsan edilecek havuzlar bulunacaktır. Müminler bunların tatlı ve berrak suyundan içerek susuzluklarını gidereceklerdir.  
Kur'an'daki "Kuşkusuz biz sana kevseri verdik" (el-Kevser 108/1) âyetinde geçen kevser, genellikle havuz olarak anlaşılmıştır. 
Bu sebeple Hz. Muhammed (a.s.v.)'in kıyametteki havuzu için "havz-ı kevser" denilmiştir. 
Hadislerde bildirildiğine göre kıyamet günü her peygamberin bir havuzu olacaktır. Bu havuzdan o peygamberin kendisi ve ümmeti içecektir. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in havuzu çok geniş, suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzel, kadehlerinin sayısı da gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha ebediyen susamayacaktır (Buhârî, “Rikak”, 53; “Fiten”, 1; Müslim, “Fezâil”, 9; Tirmizî, “Kıyâmet”, 14, 15).
8. Şefaat
Âhirette bütün peygamberlerin Allah'ın izniyle şefaat etmeleri haktır ve gerçektir. Şefaat demek, günahı olan müminlerin günahlarının bağışlanması, olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve Allah katındaki dereceleri yüksek olanların Allah'a yalvarmaları ve dua etmeleri demektir.
Kâfir ve münafıklar için şefaatin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı o günde, başta Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberler ve Allah'ın has kulları, "...İzni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?..." (el-Bakara 2/255), "...Onlar Allah rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler..." (el-Enbiyâ 21/28) meâlindeki âyetler şefaatin varlığını ortaya koyarlar.
      Peygamberimiz de "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir" (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî, “Kıyâmet”, 11; İbn Mâce, “Zühd”, 37) buyurmuştur. 
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in bundan başka bir de genel ve kapsamlı bir şefaati vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, o Allah'a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını ister. Buna "şefâat-i uzmâ" (en büyük şefaat) denilir. Hz. Muhammed (a.s.v.)imiz’in bu şefaati, Kur'an'da “makam-ı mahmûd” (övülen makam) adıyla anılır (el-İsrâ 17/79); şefâat-i uzmâ konusunda bk. Buhârî, “Zekât”, 52).
Müslümanlara düşen görev, şefaate güvenip dinin gereklerini terk etmek değil, şefaate lâyık olmak için çalışıp çabalamaktır.
9. A‘râf
“Dağ ve tepenin yüksek kısımları” anlamına gelen a‘râf, cennetle cehennemin arasında bulunan sûrun ve yüksek kısmın adıdır. Bilginler, a‘râf ve a‘râflıkların kimler olacağı konusunda farklı iki görüşe sahip olmuşlardır: 
1. Herhangi bir peygamberin tebliğini duymamış olarak ölen insanlarla, küçükken ölen müşrik çocukları a‘râfta kalacaklardır.
2. A‘râflıklar, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete girmeden önce cennetle cehennem arasında bir süre bekletilecekler, sonra Allah'ın lütfuyla cennete gireceklerdir.
Kur'an'da a‘râfta bulunanlarla ilgili olarak şöyle buyurulur: "İki taraf (cennetliklerle cehennemlikler) arasında bir perde ve a‘râf üzerinde herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak, cennet ehline selâm size diye seslenirler. Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce: Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma, derler" (el-A‘râf 7/46-47).
10. Cehennem
Kelime olarak “derin kuyu” anlamına gelen cehennem, âhirette kâfirlerin sürekli olarak, günahkâr müminlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere kalacakları azap yeridir. Kur'an'da cehennem için yedi isim kullanılmıştır: Cehennem (derin kuyu), nâr (ateş), cahîm (son derece büyük, alevleri kat kat yükselen ateş), hâviye (düşenlerin çoğunun geri dönmediği uçurum), saîr (çılgın ateş ve alev), lezâ (dumansız ve katıksız alev), sakar (ateş), hutame (obur ve kızgın ateş). Bazı bilginler bu yedi ismin, cehennemin yedi tabakası olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Cehennem ve oradaki hayat, Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde tasvir edilir: Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük kıvılcımlar saçar (el-Mürselât 77/32-33), uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması ve uğultusu işitilir (el-Furkan 25/12). İnkârcılar için bir zindan olan cehennem (elİsrâ 17/8), ateşten örtü ve yataklarıyla (el-A‘râf 7/40-41), cehennemlikleri her taraftan kuşatan (el-Kehf 18/29), yüzleri dağlayan ve yakan (İbrâhim 14/50; el-Mü'minûn 23/104), deriyi soyup kavuran (el-Meâric 70/16), yüreklere çöken (el-Hümeze 104/7), kızgın ateş dolu bir çukurdur (el-Karia 101/9-11). Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem (et-Tahrîm 66/6), kendisine atılanlardan bıkmayacaktır (Kaf 50/33). İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serin ve hoş olmayan bir kara dumanın gölgesinde bulunacak cehennemliklerin (el-Vâkıa 56/42-44) derileri, her yanışında, azabı tatmaları için başka deriler ile değiştirilecektir (en-Nisâ 4/56). Onların yiyeceği zakkum ağacı (es-Sâffât 37/64-66), içecekleri kaynar su ve irindir (el-Vâkıa 56/53-55; en-Nebe’ 78/25). Orada serinlik bulamadıkları gibi içecek güzel bir şey de bulamayacaklardır (en-Nebe’ 78/24). Allah'ı görmekten mahrum kalacak inkârcılara (el-Mutaffifîn 83/15) Allah rahmet etmeyecek (en-Nisâ 4/137, 168), 
Cehennem azabı ise onları ebedî olarak kuşatacaktır. Günahkâr müminler ise cehennemde ebedî kalmayacaklar, Peygamberimiz’in hadislerinde de bildirildiği gibi, cezalarını çektikten sonra cennete konulacaklardır (Buhârî, “Rikak”, 51; “Tevhîd”, 19; Tirmizî, “Birr”, 61; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9).
Âhiret hayatının her devresinde olduğu gibi cehennem azabını ruh, beden ile birlikte çekecektir. Ancak cehennem hayatında sözü edilen, acı, ıstırap, azap, ateş vb. şeyler bu dünyadakilere benzetilemez. Bunların iç yüzünü insanların bilmesi mümkün değildir. Ancak Allah bilir.
11. Cennet
Sözlükte “bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” 
anlamına gelen cennet, terim olarak “çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve müminlerin içinde ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu”na denir. Cennet ve oradaki hayat sonsuzdur.
Kur'an'da cennet için çeşitli isimler kullanılmıştır. Cennetin tabakaları olması ihtimali de bulunan bu isimleri şöyle sıralayabiliriz: Cennetü'l-me'vâ (şehid ve müminlerin barınağı ve konağı olan cennet), cennet-i adn (ikamet ve ebedîlik cenneti), dârü'l-huld (ebedîlik yurdu), firdevs (her şeyi kapsayan cennet bahçesi), dârü's-selâm (esenlik yurdu), dârü'l-mukame (ebedî kalınacak yer), cennâtü'n-naîm (nimetlerle dolu cennetler), el-makamü'l-emîn (güvenli makam).
Kur'ân-ı Kerîm'i incelediğimiz zaman onun cenneti ve cennetlikleri şu şekilde tasvir ettiğini görürüz: 
Cennet, genişliği göklerle yer kadar olan (Âl-i İmrân 3/133), yakıcı sıcağın da dondurucu soğuğun da görülmeyeceği bir yerdir (el-İnsân 76/13). Temiz su, tadı bozulmayan süt ve süzme bal ırmaklarının yer aldığı cennette (Muhammed 47/15), suyu zencefille kokulandırılmış tatlı su pınarı (selsebîl) (el-İnsân 76/18) ve sonunda misk kokusu bırakan bir içecek de vardır (el-Mutaffifîn 83/25-26). Cennet içeceği baş ağrıtmayan, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden ve bembeyaz bir kaynaktan çıkan (es-Sâffât 37/45-47) bir içecektir. İçildiği zaman sarhoş etmediği gibi ne baş dönmesi yapar (el-Vâkıa 56/19), ne günah işlemeye iter, ne de saçmalatır (et-Tûr 52/23). Cennette türlü meyveler, hurmalıklar, nar ağaçları (er-Rahmân 55/68), bağlar (en-Nebe’ 78/32), dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları (el-Vâkıa 56/28-29), çeşit çeşit kuş etleri (el-Vâkıa 56/21) bulunur.
Cennetliklerin elbiseleri ince ve kalın halis ipektendir (el-Kehf 18/31; el-İnsân 76/21), süsleri altındandır (el-Kehf 18/21; el-Hac 22/23; el-Fâtır 35/33), evleri güzeldir (et-Tevbe 9/72). Cennettekilere hizmet etmek için ölümsüz gençler (vildan) dolaşır, onlar –güzelliklerinden dolayı– saçılmış birer inci sanılırlar (elİnsân 76/19). Bunlar altın kadeh ve tepsiler dolaştırırlar, cennetliklerin canlarının istediği ve gözlerinin gördüğü her şey orada hazır bulunur (ez-Zuhruf 43/71).
Cennettekilere altlarından ırmaklar akan, üst üste bina edilmiş köşkler vardır (ez- Zümer 39/20), cennetlikler için pek çok güzelliklerle nitelenmiş tertemiz eşler bulunacaktır (el-Bakara 2/25; el-Vâkıa 56/35-38; es-Sâffât 37/48-49; en-Nebe’ 78/33). Cennetliklerin hem kendileri hem de eşleri cennetin gölgelerinde tahtları üzerine kurulup yaslanırlar (Yâsîn 36/56). Allah tarafından kalplerinden kin sökülüp atılmış olan cennetlikler, kardeşler halinde, karşı karşıya tahtları üzerinde otururlar. Orada bunlara hiçbir yorgunluk ve zahmet yoktur (el-Hicr 15/47- 48). Cennette boş ve yalan söz de işitilmez (en-Nebe’ 78/35). 
Cennet nimetlerinin insan akıl ve hayalinin alamayacağı güzellikte olduğunu Hz. Muhammed (a.s.v.) bir kutsî hadiste şöyle açıklamıştır: "Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: Sâlih kullarım için ben, cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve insanın kalbinden bile geçmeyen nice nimetler hazırladım"  (Buhârî, “Tefsîr”, sûre 32; Müslim, “Cennet”, 1; Tirmizî, “Tefsîr”, sûre 32).
Şüphesiz cennetteki nimetlerin en büyüğü Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve Allah'ı görmektir. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulmuştur: "... Allah'ın rızâsı ise hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş ta budur" (et-Tevbe 9/72). 
Allah'ın Âhirette Görülmesi (Rü'yetullah). Müminler, âhirette, cennete girdikten sonra Allah'ı göreceklerdir. Bu görmenin mahiyeti hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak bilginler Allah'ı görme olayında, bu dünyada varlıkların görülmesi için zorunlu olan şartların gerekmediğini ileri sürmüşlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır" (el-Kıyâme 75/22-23) buyurularak, âhirette müminlerin Allah'ı görecekleri haber verilmektedir. 
Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki siz şu ayı görüşünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz. Ve o sırada izdihamdan ötürü birbirinize zarar vermiş de olamayacaksınız" (Buhârî, “Mevâkit”, 16; “Tevhîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 81; Tirmizî, “Cennet”, 15). 
Bir başka hadiste de, müminler cennete girdikten sonra, Allah'ın müminlere "Daha vermemi istediğiniz bir şey var mı?" diye soracağı haber verilmektedir. Onların bu soruya "Daha ne isteyelim?" diye cevap vermeleri üzerine, Allah'ın kendisini müminlere göstereceği, artık müminler için Allah'a bakmaktan daha hoş gelecek bir şeyin bulunmayacağı aynı hadiste bildirilmiştir (bk. Müslim, “Îmân”, 80; Tirmizî, “Cennet”, 16).
* İttifakla kabul edildiğine göre nasların haber verdiği berzah’a ve âhiret hallerine inanmak farzdır. Bu konuya dair nasların te’vil edilmeyip zâhirî mânada anlaşılması gerekir. Zira haber verilen hadiseler akıl açısından imkânsız değildir. Bunlar kabir imtihanı, oradaki azap veya nimet, kıyametin kopması, ölülerin cismanî olarak dirilişi, haşir, hesap, mîzan, sırat, cennet ve cehennem safhalarından ibarettir. Mütekaddimîn devri âlimleri azap veya nimetiyle birlikte kabir hayatına inanmayı gerekli görmekle birlikte ayrıntılar üzerinde durmamışlardır. Beyhakī ve özellikle Gazzâlî’den itibaren kabir hayatına ilişkin önemli sayılan ayrıntılar âhirete imanın aslî unsurları arasına girmiştir.
Âhiretle ilgili akîdeler içinde Eş‘arîler’in ihtilâf ettikleri konuların başında bedenle birlikte ruhun ölüp ölmediği meselesi gelir. Bazı kaynaklara göre Eş‘arî ve Bâkıllânî gibi erken devir âlimleri ruhun latif bir cisim olduğuna inanmışlar, kabirde azap veya nimetin ruhun varlığını devam ettirmesiyle değil Allah’ın bedene ait bazı parçalarda azap veya nimetin idrak edilmesini sağlayacak bir tür hayat yaratmasıyla gerçekleştiğini kabul etmişlerdir. Ancak Eş‘arî’nin görüşlerini derleyip yorumlayan İbn Fûrek’in konuya ilişkin ifadeleriyle Bâkıllânî’ye atfedilen el-İnṣâf adlı eserdeki bilgiler, bu âlimlerin ruhu bedenden ayrı bir varlık olarak gördüklerine ve ölümden sonra da hayatiyetini sürdürdüğüne inandıklarına işaret etmektedir. Cüveynî ile Gazzâlî’den itibaren  ruhun bedenden ayrı basit bir cevher olduğu ve ölümden sonra varlığını sürdürdüğü görüşü Eş‘arîler’ce benimsenmiştir. 
Fahreddin er-Râzî, naslarda şehidlerin Allah katında diri olduğunun bildirilmesi (el-Bakara 2/154; Âl-i İmrân 3/169), bedenin sürekli değişim içinde bulunmasına rağmen insanda benlik şuurunun hayatın başlangıcından sonuna kadar devam etmesi gibi naklî ve aklî delillere dayanarak ruhun mevcudiyeti ve bekāsı üzerinde önemle durmuştur. 
Halîmî, Gazzâlî ve Râzî gibi Eş‘arîler ruhun hiçbir zaman fena bulmadığını, bedenin ölümünden sonra varlığını devam ettirip diriliş anında yaratılan bedene iade edildiğini ileri sürmüşlerdir. Eş‘arîler’in çoğunluğuna göre ise ölümden sonra berzah âleminde varlığını sürdüren ruh kıyametin kopmasıyla yok olacak ve bedenlerin dirilişiyle tekrar yaratılacaktır.* 
https://islamansiklopedisi.org.tr/esariyye )
Soru-Hazreti Hızır kimdir, halkın dediği gibi hala yaşıyor mu?
Cevap: Hazreti Hızır (a.s) Allah'ın salih bir kulu olup, Peygamber değildir diyen olmuşsa da, Cumhur-u ulemaya göre Peygamber'dir. Hazret-i Musa (a.s.) zamanında yaşamış ve kendisiyle görüşmüştür. Kehf süresinin Musa kıssasında Allah'ın büyük kullarından bir kul olduğu ifade edilmiştir. Hazret -i Hızır (s av) ne kadar yaşamıştır, hala yaşıyor mu? Bu hususta kesin bir söz söylemek mümkün değildir. İmam Nevevi "Tehzibül-Esma ve'l-Lugat" isimli kitabında bazı hadislere dayanarak Hazret-i Hızır'ın ölmediğini ve kıyamete kadar yaşayacağını beyan ediyor. İbnü's -Salah da şöyle diyor: Ulemanın çoğuna göre Hazret -i Hızır hala yaşıyor. Buhari, Müslim ve birçok muhakkiklere göre ise Hz. Hızır, Peygamberimizin zamanında hayatta olsaydı mutlaka Peygamber (sav) ile görüşüp İslam'a hizmet edecek ve cihada katılacaktı. Halbuki bu hususta hiçbir şey varid olmamıştır. Denildiği gibi Hz. Hızır hayat ta olup dünyayı gezseydi mutlaka Peygamber (sav)'in cenazesinde bulunacaktı. Hz. Hızır'ın hayatıyla ilgili hadisler ya zayıf veya mevzu'dur. Hayattadır demek tahminin ötesinden başka bir şey değildir. Öte yandan asrımızın büyük alimlerinden Bediüzzaman Said Nurs i, (Allah rahmet etsin) "Mektubat" adlı eserinde, hayatı beşe ayırarak Hz. Hızır ve ilyas'ın hayatın ikinci tabakasında olduğunu belirtmektedir. (Halil Günenç- Fetvalar-46)

F) KADERE İMAN
a) Kaderin Anlamları
Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına gelir. Terim olarak “yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.
b) Kadere İman
Allah’ın kulları hakkında önceden tayin ettiği değişmez bir kaderi mevcuttur. Kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığı hususunda ittifak eden Eş‘arîler, insan kudretinin fiilleri üzerindeki tesiri konusunda kendi aralarında farklı düşünmüşlerdir. Eş‘arî’ye göre kulun kudret ve fiilini yaratan Allah’tır, fiilin meydana gelişinde kula verilen hâdis kudretin hiçbir etkisi yoktur. Kul, Allah tarafından yaratılan fiilin kendine ait hâdis kudretle kısmen irtibatlı bulunduğu için sorumlu olur. Allah’ın kulları hakkında önceden tayin ettiği değişmez bir kaderi mevcuttur. Kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığı hususunda ittifak eden Eş‘arîler, insan kudretinin fiilleri üzerindeki tesiri konusunda kendi aralarında farklı düşünmüşlerdir. Eş‘arî’ye göre kulun kudret ve fiilini yaratan Allah’tır, fiilin meydana gelişinde kula verilen hâdis kudretin hiçbir etkisi yoktur. Kul, Allah tarafından yaratılan fiilin kendine ait hâdis kudretle kısmen irtibatlı bulunduğu için sorumlu olur. Kader: Allah’u Teala´nın ilmi ve iradesiyle bütün varlıkların ve olayların şart­larını ve sebeplerini yer ve zamanlarıyla sınırlandırmasıdır.
Başka bir tarifle kıyamete kadar dünya üzerinde vuku´ bulacak her şe­yin daha evvel Allah tarafından bilinmesidir. 
Kaza: Allah tarafından önceden takdir edilen her şeyi takdire uygun olarak meydana getiren de yine Allah´tır. Bu sebeple kader ile kaza arasında tam bir uygunluk bulunur. Kader bir plan, kaza ise plana uygun olarak yapılan iş denilebilir.
Kader konusuna iki yönden bakmak lazım:
Kader-i Mutlak: İnsan iradesi ile ilgili olmayan kader. Dünya´ya gelişimiz, ne zaman öleceğimiz kadın veya erkek oluşumuz, vücudumuzdaki organların görevleri, Dünya´da oluşmuş veya oluşabilecek tabiat olayları bunların oluşmasında irademizin hiç bir tesiri yoktur. Bunlardan sorumlu da olamayız. Vücudumuzdaki organlardan kasıt, el, ayak, göz ve burun gibi organlarımızın işleri tamamen bizim kontrolümüzdedir.. Buradaki organ görevlerinden kasıt, irademiz dışındaki temel olgulardır. 
Kaderi Muallak (Cüz-i ihtiyari):
İnsan kendi iradesi ile baş başa kaldığında, yapıp yapmadığı tüm işler bu bölüme giriyor. Namaz kılmak, oruç tutmak iyilik yapmak kötülük yapmak, hırsızlık yapmak gibi. * (Kadı Ebu Şuca, Ğayet’ül-İhtisar ve Şerhi, Ravza Yayınları, s:63)
* Kader'e İman, iman silsilesinin son halkası olduğundan her mü'minin kader'e iman etmesi lazımdır. Kâinatı ve kâinatta cereyan eden bütün hâdiseleri yaratan Allahu Azimüşşan'dır. Onun kudret ve iradesi dışında hiçbir hadise olamaz: Yaratılmış olan her şey ölçüsüz olmayıp bir "KADER" programına dayanır. 
Mutezile, “Fiiller, Allah'ın kula verdiği bir güç ile kul tarafından yaratılır.” der.
Eş'ariler ise, «Fiilin yaratılmasında kulun «Kesb» den başka herhangi bir katkısı yoktur. «Kesb» ise, kulun, tesiriyle meydana gelmeyen, sadece kulun isteğinin, Allah'ın yaratmasıyla birleşmesi demek olan bir şeydir» der.
Maturidi ise, «Kesb, kulun gücü ve tesiriyledir» der. Kesb'e tesir eden ve fiiller meydana geldiğinde eseri görülen, kuldaki bu güce istitaat (güç yetirme) denir.
Mutezilîler «Kul, kendi işini kendi yaratır. Böylece o hükümlere muhatap ve mükellef olur. Kulda bulunan, kendi işlerini yapar ki, gücü, Allah tarafından yaratılmış ve kula verilmiştir.» derler.
Matürîdîler de «Allah Tealâ'nın hikmeti ancak kulun, cüzî iradesiyle yapacağı hayırlı şeylerin sevap olacağını, yine cüzi iradesiyle yapacağı kötü işlerin günah olacağını gerektirmektedir. Allah'ın hikmeti yanında, adaleti de bu durumu gerektirmektedir. 
Eş’ariler ise, «Kulda görülen işleri, Allah yaratır. Kul, sadece cüz'i iradesiyle o işi kesbeder (yapar). Kul, kesb’i sebebiyle mükellef olur. Sevaba erer veya cezalandırılır. Eş'ari'ye göre kesb (kazanma), Allah tarafından yaratılan iş ile kulun ihtiyarının (seçmesinin) birleşmesidir.* (İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhebler Tarihi- Prof. Muhammed Ebu Zehra)
* İmam Nevevî, Kader'i şöyle tarif ediyor: Olacak şeyleri, muayyen zaman ve mekânlarda vücud bulacağı vasıflar üzerine takdir etmesidir. Kaza ise, takdir edilen eşyayı, zaman, mekân ve vasıflar üzerine icad etmesidir. Binaenaleyh, kader, ilim sıfatının şubesi olduğu gibi kaza da, kudret sıfatının şubesidir.
Cenab-ı Hak'ın, insanların ne yapacaklarını bilip takdir etmesi, onların ihtiyarlarını selb etmez. Çünkü bir insan, bir şeyi yapmak isterse, ihtiyarını o işe sarf eder. Allah Teâlâ da onu dilerse halk eder. Yani o insan, ihtiyarını o işe verdiği için kâsib, Allah Teâlâ da onu halk ettiği için Halık olur. Bunun için, şu günahı işledim, ne yapayım, kader böyle imiş deyip, iş ve davranışında kendisini mecbur imiş gibi göstermek doğru değildir. İhtiyarını o işe sarf etmeseydi Allah da onu halk etmezdi. * (Büyük Şafii İlmihali - Halil GÜNENÇ)
c) Kader ile İlgili Âyet ve Hadisler 
Kadere iman, her şeyin Allah'ın takdirine bağlı bulunduğuna işaret eden âyetlerin yanı sıra ilâhî ilmin, olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde ısrarla vurgulanmıştır. Hz. Muhammed (a.s.v.) de bazı meşhur hadislerinde kadere imanı bir iman esası olarak açıklamıştır. 
Kader konusu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir: 
"...O'nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir" (er-Ra‘d 13/8).
"...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (el-Furkan 25/2).
"De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez..." (et- Tevbe 9/51).
Bu âyetlerden başka Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, dilediğini sapıklığa sevkedip, dilediğini hidayete erdirdiğini, insanlar arasında ölümü O'nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bk. ez-Zümer 39/62; es-Sâffât 37/96; el-A‘râf 7/178; el-Vâkıa 56/60 vb.) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
Hz. Muhammed (a.s.v.) de Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste açıklandığı gibi, kadere imanı iman esasları arasında saymıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz’e:
– “İman nedir?” diye sormuş, o da:
– “Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır” cevabını vermiştir (bk. Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9).
Kaderin bir ilâhî sır oluşunu ve insanlar tarafından gerçek anlamda çözülmesinin imkânsızlığını göz önünde bulunduran Hz. Muhammed (a.s.v.) kader konusunu tartışan ashabını uyararak şöyle buyurmuştur: "Siz bununla mı emrolundunuz? Veya ben bunun için mi peygamber olarak gönderildim? Şunu biliniz ki sizden önceki ümmetler bu tür tartışmalara başladıkları zaman helâk olmuşlardır. Böyle tartışmalara girmemelisiniz" (Tirmizî, “Kader”, 1).
d) Tevekkül
Sözlükte "güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına gelen tevekkül terim olarak, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak demektir. Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah'a güvenip dayanacak ve sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan "Kader ne ise o olur" tarzında bir anlayış tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.
Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir.
Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her Müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan tedavi olunmaz. Sâlih ameller işlenmedikçe Allah'ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah'a bırakmaktır.
Yüce Allah bir âyette "...Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever" (Âl-i İmrân/159) buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir (bk. Âl-i İmrân/122, 160; el-Mâide/11; et-Tevbe/51; İbrâhim 14/11; et-Tegabün/13; et-Talâk/3). Hz. Muhammed (a.s.v.) de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye "Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül et" (Tirmizî, Kıyamet/60) buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.
e) Hayır ve Şer
Sözlükte "iyilik, iyi, faydalı iş ve fayda" anlamlarına gelen hayır, Allah'ın emrettiği, sevdiği ve hoşnut olduğu davranışlar demektir. Sözlükte "kötülük, fenalık ve kötü iş" demek olan şer de Allah'ın hoşnut olmadığı, sevmediği, meşrû olmayan, işlenmesi durumunda kişinin ceza ve yergiye müstehak olacağı davranışlar demektir.
Âmentüde ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan Allah Teâlâ hayrı da şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü âlemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. İnsan, hayrı da şerri de kendi iradesi ile kazanır. Allah'ın hayra rızâsı vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah'tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah'ın tekvînî iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrîî (dinî) iradesi yoktur.
Ehl-i sünnet'e göre, Allah'ın “şerr”i irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Meselâ usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için "ne güzel resim yapmış" denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir.
Yüce Allah mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. 
Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın mânası anlaşılamaz, bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer, Allah'ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta ve aracı olmak ya da daha kötü ve zor bir şerri defetmek için yaratılmıştır.
Allah'ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz, ya başkaları, ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. 
Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: "Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir" (el-Bakara 2/216). 
Bir şeyin şer sayılmasının gerçeğe ve sonuca uymayışına şöyle bir örnek verilebilir: Hz. Muhammed (a.s.v.)'in yurdundan ayrılmaya zorlanıp Mekke'den Medine'ye hicret etmesi ilk bakışta birçok kimseye şer olarak gözükmüş ise de, bu olay bir süre sonra Mekke fethi gibi iyi bir sonuca ortam hazırlamış ve nice hayırlı gelişmelere vesile olmuştur.
f) Rızık
Sözlükte "azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey" anlamına gelen rızk, terim olarak, “yüce Allah'ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şey” diye tanımlanır. Bu tanıma göre rızık, helâl olan şeyleri kapsadığı gibi, haram olanları da kapsamaktadır.
Ehl-i sünnet rızık konusunda şu temel prensipleri benimsemiştir:
1. Yegâne rızk veren (rezzâk-ı âlem) Allah Teâlâ'dır. Kur'an'da, "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir..." (el-Hûd 11/6) buyurularak, tüm canlıların rızkını verenin Allah olduğu bildirilmiş, bir başka âyette de O'nun, dilediğine bol rızk verip, dilediğinin rızkını ise daralttığı ifade edilmiştir (eş-Şûrâ/12).
2. Rızkı yaratan ve veren Allah Teâlâ'dır. Kul, Allah'ın evrende geçerli tabii kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı kazanmak için tercihlerde bulunur. Allah da onun bu tercihine ve çabasına göre rızkını yaratır. Allah'ın yegâne rızık veren olması, tembellik yapmayı, çalışmamayı, yanlış bir tevekkül anlayışına sahip olmayı gerektirmez. Kazanç için, meşru yollardan gerekli girişimde bulunmak kuldan, rızkı yaratmak ise Allah'tandır.
3. Haram olan bir şey, onu kazanan kul için rızık sayılır. Fakat Allah'ın haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızâsı yoktur. Bir âyette, "Artık Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin..." (en-Nahl/114) buyurularak, helâl yenilmesi emredilmiş, haram yasaklanmıştır.
4. Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başkasının rızkını yiyemeyeceği gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez. 
g) Ecel
Sözlükte "önceden tespit edilmiş zaman ve süre" anlamına gelen ecel, terim olarak, insan hayatı ve diğer canlılar için belirlenmiş süreyi ve bu sürenin sonunu yani ölüm anını ifade eder.
Her ferdin ve toplumun bir eceli vardır. Ecel tek olup Allah'ın kazâ ve kaderiyledir. İnsanları dirilten, rızıklandıran ve öldüren Allah olduğundan, eceli belirleyen de O'dur. "Aranızda ölümü takdir eden biziz..." (el-Vâkıa/60) âyeti bu hususu ortaya koymaktadır.
Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, ecel ne vaktinden önce gelebilir ne de geciktirilebilir: "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler" (el-A‘râf 7/34; Yûnus 10/49), "Allah eceli geldiğinde hiçbir kimse için erteleme yapmaz..." (Münâfikun 63/11).
Ecel hiçbir sebeple değişmez. Bazı ibadet ve güzel davranışların ömrü artıracağına dair hadisler (bk. Süyûtî, el-Câmiu's-sağir, II, 44) insanları hayırlı ve güzel işlere teşvik etmeyi amaçlayan hadisler olup, genellikle şu anlamda yorumlanmışlardır:
1. Ömrün artmasından maksat, elem ve kederden uzak, huzur ve mutluluk içinde, sağlıklı, güçlü ve kuvvetli yaşamaktır.
2. Yüce Allah bu gibi kimselerin iyilik yapacağını bildiği için ezelî planda onların ömrünü buna göre fazla belirlemiştir.
Ehl-i sünnet bilginlerine göre, öldürülen şahıs da (maktul) bütün insanlar gibi eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu andır. Şayet maktul öldürülmemiş olsaydı, o anda tabii veya bir başka biçimde ölecekti. Bu hususu belirleyen ilâhî iradedir. Şu halde katil o kişiyi öldürmekle onun ecelini öne almış değildir. Katilin cezayı hak etmesinin sebebi de, Allah'ın "...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız" (el-En‘âm 6/151) buyruğu ile yasakladığı bir şeyi işlemesi, kul olarak kendine verilen gücü kullanma hususunda dinin haram kıldığı bir davranışı isteme ve yapma yönünde seçimini yapmış olmasıdır. Onun bu seçimi üzerine de sünnetullah diye ifade edilen tabiat kanunlarına göre Allah, ölüm denen sonucu yaratmış olmaktadır. Allah'ın bu durumu ezelî ilmiyle biliyor olması, kulun iradesinin elinden alınmış olması anlamına gelmez.


Ehl-İ Sünnet'in Temel Prensiplerinde Aynı Görüşe Sahip Olan
            Eş'ari’ye mezhebi, ehli sünneti temsil etmiş ve kurulduğu günden beri Mutezilenin sapık fikirleri ile mücadele etmiştir. Daha sonra kurulan Matüridi mezhebi de Mutezililerle mücadele etmiş ve ehli sünneti temsil etmiştir. Bundan dolayı akidevi fikirlerinde paralellik gözükmesine rağmen aralarında bazı hususlarda ihtilaf mevcuttur. Bu ihtilafların sayısı farklı kaynaklara göre 13 ila 73 arasında olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan önemli olanlarını aşağıda açıklamaya çalışacağız;
            1. Cüzi irade: Maturidiler, insanlarda cüzi bir irade vardır, cüzi iradeyi Allah yaratmaz, der. Kulda başlı başına (müstakil) bir cüz'î irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır. der. 
            Matüridiyeye göre irâde-i cüz'iyye, bir varlık değildir. Var olmayan şey, yaratılmış olmaz.        
             Cüz-i irade, kullarda bir haldir. Kuvveti, bir şeyi yapmak ve yapmamakta kullanmaktır. Kullar, cüz-i iradelerini kullanmakta serbesttir, mecbûr değildir. Dehr sûresindeki (Siz ancak Allah-u Teala’nın dilediğini arzu edersiniz) mealindeki ayet-i kerimenin manasını, Ebû Mensur Mâtūridî hazretleri şöyle açıklıyor: (ihtiyâri işleriniz, yalnız sizin iradenizle olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allah-ü Teâlâ da, o işi irâde edip yaratır.)
            Eş’ariler ise bu irade müstakil değildir, cüz’i iradeyi de fiili de Allah yaratır, derler. Kul fiillerinde fail-i muhtar değildir. Yani insanın kudretinin, fiili icad etmekte hiçbir
tesiri yoktur. Allah-ü Teala dilediğini dilemekte, kul da o işin yapılmasına alet olmaktadır.
            Dehr sûresindeki (Siz ancak Allah-u Teala’nın dilediğini arzu edersiniz) mealindeki ayet-i kerimeden, Ebul-Hasen-i Eş'ari hazretleri (Allah-ü Teâlâ, sizin istemenizi dilemedikçe, bir şey isteyemezsiniz!) mânâsını anlamıştır. Yani, Allah-ü Teâlâ dilemedikçe, kul, cüz-i iradesini kullanamaz demiştir. Eş'ari mezhebine göre, kullar, cüz-i iradelerini kullanmakta mecbur oluyor. Çünkü, Allah-ü Teâlâ, bir kimsenin bir şey yapmaya irâde-i cüz'iyyesini kullanmasını dileyince, o kimse irade etmeğe, istemeğe mecbur olur. Cüz-i irade, mevcut ve mahluk oluyor. Kulun fiili de halk etmek içinde olup, ayrıca mevcut değildir ve mecazen kesb denir. Yalnızca insanda bu fiile karşı bir meyil söz konusudur ve insan bu meylinden dolayı âhirette mesul olur.
            2. Kesb: Mutezile, “Fiiller, Allah'ın kula verdiği bir güç ile kul tarafından yaratılır.” der.
            Eş'ariler ise, «Fiilin yaratılmasında kulun «Kesb» den başka herhangi bir katkısı yoktur. «Kesb» ise, kulun, tesiriyle meydana gelmeyen, sadece kulun isteğinin, Allah'ın yaratmasıyla birleşmesi demek olan bir şeydir» der.
            Maturidi ise, «Kesb, kulun gücü ve tesiriyledir» der. Kesb'e tesir eden ve fiiller meydana geldiğinde eseri görülen, kuldaki bu güce istitaat (güç yetirme) denir.
      Mutezilîler «Kul, kendi işini kendi yaratır. Böylece o hükümlere muhatap ve mükellef olur. Kulda bulunan, kendi işlerini yapar ki, gücü, Allah tarafından yaratılmış ve kula verilmiştir.» derler.
            Matürîdîler de «Allah Teala’nın hikmeti ancak kulun, cüzî iradesiyle yapacağı hayırlı şeylerin sevap olacağını, yine cüzi iradesiyle yapacağı kötü işlerin günah olacağını gerektirmektedir. Allah'ın hikmeti yanında, adaleti de bu durumu gerektirmektedir.
            Eş’ariler ise, «Kulda görülen işleri, Allah yaratır. Kul, sadece cüz'i iradesiyle o işi kesbeder (yapar). Kul, kesb’i sebebiyle mükellef olur. Sevaba erer veya cezalandırılır. Eş'ari'ye göre kesb (kazanma), Allah tarafından yaratılan iş­ ile kulun ihtiyarının (seçmesinin) birleşmesidir.
           Eş’ariyeye göre kader konusuna iki yönden bakmak lazım:
           Kader-i Mutlak: İnsan iradesi ile ilgili olmayan kader. Dünya´ya gelişimiz, ne zaman öleceğimiz kadın veya erkek oluşumuz, vücudumuzdaki organların görevleri, Dünya´da oluşmuş veya oluşabilecek tabiat olayları bunların oluşmasında irademizin hiç bir tesiri yoktur. Bunlardan sorumlu da olamayız. Vücudumuzdaki organlardan kasıt, el, ayak, göz ve burun gibi organlarımızın işleri tamamen bizim kontrolümüzdedir.. Buradaki organ görevlerinden kasıt, irademiz dışındaki temel olgulardır.
            Kaderi Muallak (Cüz-i ihtiyari):
            İnsan kendi iradesi ile baş başa kaldığında, yapıp yapmadığı tüm işler bu bölüme giriyor. Namaz kılmak, oruç tutmak iyilik yapmak kötülük yapmak, hırsızlık yapmak gibi.
            3. Hüsün-kubuh (iyilik-kötülük, dünya ve âhiret hayatı açısından fayda-zarar): Maturidilere göre, bir şeyin iyi ve kötü olduğu akılla bilinir. Emir ve nehiy, bir şeyin iyi veya kötü olduğuna delalet eder. Herhangi bir şey iyi ise Allah onu emretmiştir. Kötü ise Allah onu yasak etmistir.
            Eş’ariler ise şer’idir, akıl ile idrak edilemez, derler. Hüsün ve kubuh, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bilinir. Allah bir şeyi emrettiyse o şey iyidir. Allah bir şeyi yasak etti ise o şey kötüdür.
      4. Marifetullah (Allah’ı bilmek): Matüridiler, Allah'ı tanımanın aklen vacip olduğu fikrindedirler. Onlara göre dini tebliğ olmasa da kişi Allah'ı bilmek zorundadır. Çünkü akıl, Allah'ı bilme gücüne sahiptir.
       Eş’arilerde ise Allah'ı tanımanın şer'an vacip olduğunu söylerler. Onlara göre, Allah'ı bilmek ancak dini tebliğ iledir, dinden haberi olmayan hiçbir şeyden mesul değildir.
     5. Gayrimüslimler Cennete gider mi? “Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz" (İsra/15. Kasas/59) mealindeki ayet-i kerimeleri nazara alan İmam Eş’ari, kendilerine peygamber gönderilmeyen gayrimüslimlerin ehl-i necat olduğunu yani cehenneme gitmeyeceklerini söylemiştir. İmam Şafii, Eş’ari usulüne tabi olduğu için ibarelere çok ehemmiyet vermektedir.
            Soru: Müslümanlardan uzak bir yerde yaşayıp, İslam’ın ne olduğunu bilmeyen kimse, kıyamet günü Allah katında sorumlu olacak mı?
      Cevap: İmam Gazali şöyle demektedir: Peygamber'in bi'setinden sonra (inanmayan) insanlar üç sınıftır:
         Birinci Sınıf: Peygamber (sav)'in davetini duymamış, kendisinden haberdar da olmamıştır. Bu sınıf kesin olarak Cennetliktir.
        İkinci Sınıf: Peygamber (sav)'in davetini, gösterdiği mucizelerin durumunu ve güzel ahlakını duymuş olmakla beraber İman etmemiştir. Aramızda bulunan ehli küfür gibi, bu sınıf kes in olarak Cehennemliktir.
     Üçüncü Sınıf: Biz Müslümanlar, Deccal'in ismini duyduğumuzda nefret ettiğimiz gibi (haşa) onlar da Peygamber'in isminden öylece nefret ediyor. (Çünkü onlar, Peygamber(sav)'in aleyhinde yapılan menfi propagandalardan başka bir şey duymamışlar). Kimse onlara doğrusunu söyleyip onları heveslendirmemiştir. Bunların da ehli Cennet olacaklarını umarım. (Halil Günenç- Fetvalar-2)
            Ama akli delillere ve şeriat sahibinin maksatlarını ön planda tutan imam Maturidi, bunu gayrimüslimlerin peygamber gönderilmedikçe ibâdetten mesul tutulamayacağı mânâsına hamletmiş, Hazreti İbrahim'in, Kur'an-ı kerimde anlatılan yıldızlara, sonra aya, sonra güneşe bakarak, hepsinin battığını, o halde bunları böyle hareket ettiren ve asla batmayan (yok olmayan) bir yaratıcının bulunduğunu anlamak gerektiğini bildiren kıssasına (En'am: 76-78) bakıp, insanların aklıyla bir yaratıcının varlığını bulmaya muktedir olduğunu, o halde aklıyla bir yaratıcının varlığını bulamayanların ehl-i necat olmadığını söylemiştir. Ehl-i necat demek, cehenneme gitmez demektir.
                6. Kafirlerin ibadetten sorumlu olması durumu: 
       Eş’arilere göre kafirler (İslam’dan haberi olup kabul etmeyenler) iman gibi ibadetle de mükelleftirler. Onlara göre kafirler bu sebeple de ceza görürler. Bu nedenle Müslüman olup, namazın farz olduğunu bilmeyenin, eş-Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre bu namazları kaza etmesi gerekir. Ebu Hanife'ye göre ise gerekmez.
      Maturidiler ise, kafir imanla mükellef ibadetle değildir, küfürden dolayı ceza görürler ve fakat ibadeti ifa etmedikleri için cezaya çarptırılmazlar, derler.
            7. Nübüvvet: 
          Eş’arilere göre ise nübüvvet için bir şart değildir. Bu nedenle kadın peygamber de olabilir derler.
            Eş'arilere göre nübūvvet için erkeklik şart değildir, kadınlar da nebi olabilirler. Nitekim Meryem, Asiye, Sare, Hacer, Havva ve Hz. Musa'nin annesi nebidirler.
          Delilleri: “Hazret-i Müsa'nın annesine vahyettik" (Kasas/7)
            Maturidilerde nübüvvetin şartlarından biri Erkek olmalıdır. Bu sebeple kadın peygamber gönderilmemiştir. Maturidiler, Muhammed (a.s.v.)’dan önceki peygamberlerin kendi şehirlerinin erkeklerinden olduğunu bildiren âyet-i kerimeyi (Yusuf/109) delil almaktadır.
            "Hazret-i Musa'nın annesine vahyettik" ifadesinin, "ilham ettik" mânâsına geldiğini
söyler. Nitekim Kur'an-ı kerîm’de, "arıya vahyettik", "kargaya vahyettik" meâlinde âyet-i kerimeler de vardır.
            8. Kula gücü yetmeyecek şeyleri teklif (Teklif-i Mâal Yutak ): 
              Maturidilere göre, Allah'ın kulun gücü yetmeyeceği şeyleri ona yüklemesi caiz değildir. Allah kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez.
         Eş’ariler ise, Allah'ın kula gücü yetmeyecek şeyleri yüklemesi (teklif etmesi) caizdir, ama vaki değildir, derler.
            9. İlliyet ve Hikmet (Sebep ve hikmet): 
           Maturidiler, Allah’ın fiillerinin bir hikmete dayandığını ileri fakat kulun her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebileceğini söylerler.
       Eş’ariler ise, Allah'ın fiillerinin hikmete bağlı olma şartı yoktur.
        10. Ye's halinde yapılan tövbe (Son nefeste, ümitsizlik halinde tevbe): 
          Maturidilere göre makbuldür. Eş’ariler ise makbul değildir, derler ve Firavun’un tövbesini örnek gösterirler.
         11. Tekvin (Var etme): Eş’ariler tekvini itibarî bir sıfat olarak kabul ederler. Hakikî sıfat olarak kabul etmezler. Matüridiler ise tekvinin, kudret ve irade gibi hakiki bir sıfat olduğunu ve Yüce Allah'ın diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelî olduğunu söylerler.
            Eş’ariler, Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarını zâti ve fi'li olarak ikiye ayırır. Zâtî sıfatları kadim ve zâtı ile mevcuttur. Tekvin (var etme), terzık (rızk verme), ihyâ (hayat verme), imate (öldürme) gibi fiilî sıfatları hadistir. Tekvin sıfatı, ilim ve kudret sıfatı gibi hakiki bir sıfat olmayıp, izafi ve itibaridir. Tekvin sıfatından beklenen, kudret sıfatında zaten hasıl olmaktadır.
            Allah-ü Teâlâ’nın Subuti Sıfatları, Mâtüridiye mezhebinde sekiz iken. Eş’ariye mezhebinde yedidir, tekvin sıfatı, kudret sıfatı ile birdir.
          12. Mürtedlerin geçmiş ibadetleri kabulü hususu: 
          Eş’ariler, Mürted yeniden, iman ederse geçmiş amelleri avdet eder (geçerli olur), derler. Yani, Mürted, imana gelince, mürted olmadan önce kıldığı ve mürted iken kılmadığı namazları ve oruçları kaza etmez. Fakat, daha önce hacc ibadetini yapmışsa, tekrar hacca gitmesi lazım olur.
            Maturidilere göre ise, Mürted yeniden, iman etse amelleri avdet etmez. Mürted olmadan önce yapmadığı farzları kaza eder. Mürted olmadan önce yaptığı amellerin sevapları gider ve geri gelmez.
              13. Fasığın imameti (devlet reisliği): 
         Fasık, yani büyük günah işleyen bir kimse, imâmete getirilirse, Mâtūridiye'ye göre bu tayin kerâhetle sahihtir. İmam Şâfiiye, dolayısıyla Eş'ariye'ye göre sahih değildir. Sonradan fâsık olan imam da imamlıktan düşer. Mâtüridiye'ye göre ise düşmez.
            Ayrıca: Eş’ariye’ye göre hilafet, yerine getirilmesi gereken dinî bir emirdir. Halifenin adil olması da gerekir. Zalim kimsenin halife olması düşünülemez (kabul edilemez).
            14. İsim ve mūsemma:
           Maturidi Allah'ın şeriatın bildirdiği 99 isim (esma-ul hüsna) dışında adlandırılamayacağını (Örneğin “Tanrı”) belirtirken, Eşari bazı durumlarda başka isimler kullanabileceğini belirtmiştir. (Örneğin, Hazret-i Ebů Bekr'in hastalığında "Sana tabib getirelim" dendiğinde, "Tabip beni gördü" buyurarak istemedi. Burada tabip sözüyle mecâzen Allah'ı kast ederek kadere rızasını göstermiştir)
            15. Kur'ân: 
           Eş’arilere göre Kur'ân'ın bazı âyetleri bazılarından büyüktür. Örneğin Ya'sin suresi Kur'an-i Kerim’in kalbidir, vb.
            Matüridilere göre ise, böyle bir göreceli büyüklük olamaz. Allah'ın tüm ayetleri aynıdır.
            16. Allah'ın Âhirette Görülmesi (Rü'yetullah): 
         Matüridi’ye göre Cennet’te Allah-ü Teala’nın görülmesi nakli delillerle caiz olmakla beraber, Akıl bunu ispatlamaktan acizdir. Bu nedenle Müminler, âhirette, cennete girdikten sonra Allah'ı görmeyeceklerini ileri sürmüşlerdir.
            Eş’ariye’ye göre ise, Müminler, âhirette, cennete girdikten sonra Allah'ı göreceklerdir. Bu görmenin mahiyeti hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak bilginler Allah'ı görme olayında, bu dünyada varlıkların görülmesi için zorunlu olan şartların gerekmediğini ileri sürmüşlerdir.
            17. Allah'ın nefsî kelâmı işitilebilir mi?: 
         Maturidilere göre Allah’ın nefsi kelamı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani Kur'an'ın harf ve sesleridir.
            Eş'arîlere göre nefsi kelam işitilebilir. Çünkü var olan bir şeyin işitilmesi de mümkündür.
         Kur'an'da Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır.
            "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i onunla konuşunca... " (A'raf, 7/143),
           "Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir." (Bakara, 2/174)
            18. Allah Teala'dan yapmış olduğu işlerin sebebi sorulur mu?:  
      Eş'arîler, Allah Teala’nın yapmış olduğu işlerin sebebi sorulmaz. Çünkü Allah Teala Kur'an-ı Kerîm'inde; «Allah, yaptıklarından dolayı sorumlu tutulamaz» (Enbiya/23) buyurmaktadır, derler.
            Mutezile,  «Allah Teala, yaptığı şeyleri bir kısım maksat ve gayelerle yapar. Çünkü O, hikmet sahibidir. O'ndan, gelişigüzel bir iş meydana gelmez. Bilakis, her şeyi bir plana bağlamıştır.» derler. Ve bundan şu neticeye varırlar: Allah Teala’nın, iki şeyden, iyisini ve iki iyi şeyden daha iyi olanını yapması kendi üzerine gereklidir. Çünkü varlıkların, kendiliklerinden iyi veya kötü olmaları ve Allah Teala’nın hikmetsiz hiçbir şey yaratmaması şunu gerektirir: Allah Teala’nın, iyi olmayan bir şeyi emretmesi, veya iyi olan bir şeyi yasaklaması, imkânsızdır. O halde, Allah Teala’nın, iki şeyden iyi olanını yapması ve iyi olan iki şeyden daha iyi olanını yapması, onun üzerine vaciptir.
            Matürîdî'nin, her iki guruba, muhalefet eden bir görüşte olduğu görülür. Matüridi, Allah Teala’nın, boş davranışlardan uzak olduğunu ve yaptığı işlerin bir hikmete dayandığını, çünkü Allah Teala’nın, kendi kendini sıfatlandırdığı gibi hikmet sahibi ve her şeyi bilen bir zat olduğunu söyler.
          Matüridi şöyle der: «Allah Teala koymuş olduğu hükümlerde ve yapmış olduğu işlerde bu hikmetini murad eder. Fakat, Allah Teala bu hikmetini dilerken, buna mecbur edilmiş değildir. Çünkü O, mutlak bir iradeye sahiptir. Dilediğini yapandır. Bunun için, Allah Teala'nın, iyi olan bir şeyi veya daha iyi olan bir şeyi yapmasının, onun için gerekli olduğu söylenilemez. Çünkü bir şeyin yapılmasının gerekli oluşu, serbest iradeyi ortadan kaldırır. Başkasının, Allah Teala'nın üzerinde bir hakkı olduğunu icab ettirir. Halbuki, Allah Teala bütün yaratıkların üstündedir. Yaptıklarından hesaba çekilemez. O'nun üzerine, bir şeyin vacip olduğunu söylemek, O'nun hesaba çekilebileceğini gerektirir. Allah Teala bundan çok uzaktır, çok yücedir.
            19. Allah rüya’da görülebilir mi?:
            İmamı Azam Ebu Hanife'nin rüyada Allah'ın görülebileceği, İmam Maturidi Hazretlerinin de görülemeyeceği şeklinde izahatı vardır. Peygamber Efendimizin (asm) de Allah Teala'yı rüyasında gördüğü hadislerde belirtilmektedir. (Akaid, Ömer Nesefi; Taftâzânî,Şerhu'l-Akaid, s, 134)
            İnsanların rüyasında Allah’ı görmesini ise Eş’ariler ve diğer Ehl-i Sünnet mensupları (Hanefi mezhebinden olanlar da) kabul etmişler, bunun olabileceğini yalnızca Allah’ı nasıllıktan, mekandan ve cihetten uzak olarak görmek gerekeceğini ileri sürmüşlerdir. Bunun dışında Allah’ın rüyada görülmesine bir engel bulunmamaktadır. (Pezdevî, Usulu’d-Din, s. 110; Harputî, Tenkihu’l-Kelâm, s. 227; Giridî, Nakdü’l-Kelâm, s.142)
            Akaid ile ilgili sorular:
            Soru: "Allah göklerdedir" demek caiz midir?
            Cevap: Cenabı Allah ezeli olduğu ve mücessem olmadığı için, hadis olan gökte olması mümkün değildir. Cenabı Allah mekan ve yönden münezzehtir. Mekan ve yön olmadan O var idi.
Bunun için mekan ve yön şaibesini veren ayet ve hadisleri te'vil etmek gerekir.
            Allah'a mekan ve yön ispat eden kimsenin kafir olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Alimlerin çoğu kafir olmadığına hükmediyorlar. Çünkü, mesela, "er-Rahmanü alelarş i's -teva" gibi ayetlerin zahiri, bu manayı ifade ediyor. Hatta Said, İbnü'l Müs yyeb ve Süfyan gibi zevat ar da "te'vil etmeden bu tip ayet ve hadislere İman etmek gerekir" diyorlar. (Halil Günenç- Fetvalar-4)
            Soru: Bir kimse "Allah her yerdedir veya her yerde hazır ve nazırdır" derse ne lazım gelir?
            Cevap: Bir kimse "Allah her yerdedir veya her yerde hazır ve nazırdır" derse; şayet Cenabı Allah'ın zatıyla her yerde mevcut olduğuna inanarak söylerse kafir olur. Çünkü Cenabı Allah mekandan münezzehtir. Ne yerdedir, ne göktedir. Yer v e gök olmadan evvel de o var idi. Ama ilim v e kudretiyle her yerde mevcut olduğunu kast ederek bu sözü söylerse kafir olmaz. Yalnız bu sözü söylememeye dikkat etmek lazımdır. Maalesef avam tabaka "Allah her yerde hazır ve nazırdır" sözünü çok söylemektedir. Bunun yerine "Allah her şeyi bilir" demek gerekir. (Halil Günenç- Fetvalar-5)


Bu çalışma hazırlanırken;

1- İnternette bulunan ve mobil uygulamalarda online yayımlanan Rahmetli Ali ARSLAN Hoca Efendi tarafından tercüme edilmiş olan “Büyük Şafii Fıkhı” (Müellifler: Dr. Mustafa el-Hin, Dr. Mustafa el-Buğa, Ali el-Şerbeci) kitabından,
2- (http://risaleoku.com:8080/oku/safii/1) web sitesinde online yayımlanmış olan ve Müellifi Halil GÜNENÇ Hoca Efendi olan Büyük Şafiî İlmihali’nden,
3- https://ehliislam.com/dort-mezhep-fikih.pdf  web sitesinde online yayımlanmış ve Abdurrahman Cezîrî başkanlığında hazırlanmış olan ‘Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı’ kitabından,
4-TDV tarafından basılan ve (https://islamansiklopedisi.org.tr), adresinde online da yayımlanan İslam Ansiklopedisi’nden,
5- İmam-ı Gazali’ye ait olan İhya-u Ulumiddin’den,
6- Kadı Ebu Şuca , Ğayet ül-İhtisar ve Şerhi'nden,

            Başta olmak üzere birçok kitaptan yararlanılmıştır. İlmihal hazırlanırken yararlanılmış ve söz konusu alıntılar (*) ile işaretlenmiş ve sonuna da kaynak ve (varsa) internet adresi linkleri ilgili bölümde belirtilmiştir.