Fıkıh-Mezhep

FIKIH
Fıkhın Tarifi, Kaynakları ve Bazı Istılahları

          1. Fıkıh Kelimesinin Mânâsı
          Fıkıh kelimesinin biri lugatî, diğeri ıstılahı olmak üzere iki anlamı vardır. Fıkıh lugatta 'anlayış' demektir.
         “Bu topluma ne oluyor ki hemen hiç söz anlamıyorlar.” (lâ yefkahû-ne). (Nisa/78)
       Bu ayette geçen yefkahûne tabiri 'anlamıyorlar' mânâsında kullanılmıştır.
   “Ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız (la tefkahûne).” (İsra/44)
        Bu ayette de La tefkahûne tabiri 'anlamazsınız' mânâsında kullanılmıştır.
        Nitekim Hz. Muhammed (a.s.v.) efendimiz Cuma namazı hakkında şöyle buyurmuştur: “Kişinin, namazı uzatması, hutbeyi kısaltması onun fıkhının (anlayışının) alâmetidir.” (Müslim/869)
        Istılahta fıkıh, iki şeye denir:
        1. Mükelleflerin amellerinin ve sözlerinin tafsilatından elde edilen şeylerin, şer'î hükümlerinin bilinmesidir. Bu hükümlerin bilinmesi de nasslarla; yani Kur'an, Sünnet ve onlardan çıkarılan İcma ve İctihad (Kıyas) ile mümkün olur.
        Mesela abdestte niyetin vacip olduğunu Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu hadîsinden anlıyoruz: “Ameller ancak niyetlere göredir.” (Buharî/1; Müslim/1907)
        Yine orucun sahih olması için niyetin gece yapılmasının şart olduğu Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözünden anlaşılmaktadır: “Kim fecirden önce niyet etmezse, onun orucu yoktur.” (Beyhakî, IV/202; Dârekutnî, 11/172. (Dârekutnî bu hadîsin ravilerinin sika olduklarını söylemiştir)
        “Vitir namazının mendub olduğunu da Hz. Muhammed (a.s.v.)'e farz namazlar hakkında soru soran bedevi hadîsinden anlıyoruz. Bedevinin biri farz namazları sorduktan sonra 'Benim üzerimde bunların dışında farz namaz var mı?' diye sorunca, Peygamber efendimiz kendisine şöyle cevap vermiştir: 'Hayır yok! Sadece nafile namaz kılabilirsin'.” (Buharî/1792; Müslim/11)
        İkindi vaktinden sonra namaz kılmanın mekruh olduğunu, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in ikindiden sonra güneş batıncaya kadar namaz kılmayı yasaklamasından anlıyoruz. (Buharî/56l; Müslim/827)
        Abdest alırken başın bir kısmını mesh etmenin farz olduğunu 'Başlarınızı mesnedin!' (Mâide/6) ayetinden anlıyoruz. İşte bu şer'î hükümleri bilmeye ıstılahta fıkıh denmektedir.
        2. Şer'î hükümlerin kendisine de fıkıh denir. Buna binaen 'Fıkıh okudum ve öğrendim' denir ki bunun anlamı "Kur'an, Sünnet, İslâm âlimlerinin icma ve ictihadlarından alınan ve Fıkıh kitaplarında yazılı olan şer'î ve fıkhî hükümleri okudum ve öğrendim" demektir. Bunlar abdest, namaz, alışveriş, evlenme, emzirme ve savaş hükümleri gibi hükümlerdir. Bu şer'î hükümlerin de ıstılahtaki adı 'fıkıh'tır. Fıkhın bu iki mânâsı arasındaki fark, birincide fıkıh kelimesinin sadece hükümlerin bilinmesine, ikincide ise şer'î hükümlerin bizzat kendilerine ıtlak edilmesidir.

                2. Fıkhın İslâm Akidesiyle İrtibatı
        Daha önce söylediğimiz gibi şer'î olup da mükelleflerin fiil ve sözlerini tanzim eden hükümlerden ibaret olan İslâm fıkhının özelliklerinden biri, kesin bir şekilde Allah'a iman akidesine ve tam anlamıyla İslâm akîdesinin temellerine bağlı olmasıdır. Özellikle ahiret gününe iman akidesine daha fazla bağlıdır. Fıkhın İslâm akidesine bağlı olmasının nedeni sudur- Allah'a iman, Müslümanı dinin hükümlerine kendi irade ve isteğiyle bağlar ve onu o hükümleri tatbik etmeye sevk eder. Çünkü Allah'a iman etmeyen kimse, ne namaz, ne de oruca bağlanmaz, fiillerinde helâl ve haramı gözetmez. Bu nedenle şer'î hükümler, şeriatı vaz'eden ve kanunlar koyan Allah'a iman etmeye bağlıdır.
        Kur'an'da, İslâm fıkhının imana bağlı olduğunu gösteren birçok delil («ayet) vardır. Fakat biz burada ahkâm ile iman, şeriat ile akide arasındaki irtibatın ne denli sıkı olduğunu göstermek için birkaç ayet zikredeceğiz.
        Allah Teâlâ tahareti emrederek temizliğin Allah'a iman etmenin gereklerinden olduğunu bildirmiştir:
        “Ey inananlar! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın...” (Mâide/6)
        Allah Teâlâ namazı ve zekâtı zikrederek, bu ibadetlerle ahirete iman arasında bağ kurmuştur:
        “Onlar ki namazı kılarlar, zekâtı verirler ve ahirete de kesin olarak inanırlar.” (Neml/3)
        Allah Teâlâ takva'ya götüren orucu farz kılmış ve onu imana bağlayarak şöyle buyurmuştur:
        “Ey inananlar! Sizden öncekilere yazıldığı gibi korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı.”(Bakara/183)
        Allah Teâlâ, Müslümanın sahip olduğu güzel sıfatları zikretmiş ve bunu Allah'a iman etmenin neticesine bağlamıştır. İnsan ancak o sıfatlarla cennete girmeye hak kazanır.
        “Felaha ulaştı o mü'minler ki onlar namazlarında huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtı verirler ve ırzlarını korurlar; ancak eşleri yahut ellerinin sahip olduğu (cariyeler) hariç (bunlarla ilişkilerinden dolayı da) kınanmazlar. Ama bunun ötesine gitmek isteyen olursa, işte onlar haddi aşanlardır. Onlar (mü'minler) emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler. Onlar namazlarını korurlar. İşte varis olacaklar onlardır. Onlar Firdevs'e nail olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (Mü'minûn/1-11)
        “Allah Teâlâ, kadınlara güzel davranmayı emrederek şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! Kadınları miras yoluyla zorla almanız size helâl değildir. Onlara verdiklerinizin bir kısmını (onlardan) alıp götürmek için onları sıkıştırmayın. Şayet açık bir edepsizlik yaparlarsa başka. Onlarla iyi geçinin! Eğer onlardan hoşlanmazsanız, bilin ki sizin hoşlanmadığınız bir şeyde Allah birçok hayırlar takdir etmiş olabilir.” (Nisa/19)
        Allah Teâlâ, boşanmış kadına üç kur' (üç hayız müddeti) bekleyip iddetini tamamlamasını, eğer hamile ise rahminde olanı gizlememesini emretmiş, bunu Allah'a ve Son Gün'e İman etmeye bağlayarak şöyle buyurmuştur:
        “Boşanmış kadınlar üç kur' (bekleyip) kendilerini gözetirler (hamile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer Allah'a ve Son Gün'e inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz.” (Bakara/228)
        “Allah Teâlâ, mü'minleri iman vasfıyla zikrettikten sonra onları içkiden, kumardan putlardan, fal oklarından sakınmaya çağırmış, mü'minlerin bunlardan kaçınmalarının halis bir imana bağlı olduğunu ifade etmiştir: Ey inananlar! İçki, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide/90)
        Allah Teâlâ, riba'yı haram kılarak, onu terk etmeyi takva'ya ve imanın varlığına bağlamıştır:
        “Ey inananlar! Kat kat faiz yemeyin, Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âli İmran/130)
        “Ey inananlar! Allah'tan korkun, eğer inanıyorsanız faizden (henüz alınmayıp) geri kalan kısmı bırakın (almayın).” (Bakara/278)
        Allah Teâlâ, kullarını amele teşvik etmiş, onları ilahî murakabenin ve mesuliyetin şuurundan meydana gelen bir perde altına alarak şöyle buyurmuştur:
        De ki: 'Yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek, elçisi de mü'minler de... Sonra gaybı ve şehadet'i bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı bir bir haber verecek!' (Tevbe/105)”
        Bunlar gibi, Kur'an'daki dinî hükümlerin tümünün Allah'a iman etmekle birlikte zikredildiği ve İslâm akidesinin rükûnlarına bağlı olduğu görülür. Bu sayede İslâm fıkhı, dinî bir kudsiyet elde eder ve onun insanlar üzerinde ruhî bir saltanatı vardır. Çünkü o şer'î hükümler Allah katından gelmiştir; itaati ve Allah'ın rızasını gerektirir. Onlara muhalefet etmekte de Allah'ın gazabına uğrama korkusu vardır. Bu kanunlar, insanları yaratıcısına bağlamayan, insan kalbinde bir bağı bulunmayan birtakım beşerî kanunların hükümleri gibi değildir.
        “Hayır, rabbin hakkı için onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisa/65)
        İslâm Fıkhı İnsanların Kendisine Muhtaç Olduğu Her şeyi Kapsamaktadır
        Şüphesiz insan hayatı değişik yönlere sahiptir. İnsanın mesut olması da bu yönleri nizam dahilinde yürütmekle mümkün olabilir. İslâm fıkhı, Allah'ın kulları için koyduğu ilahî hükümlerden ibaret olduğundan, onların maslahatlarını gözettiğinden, mefsedetleri onlardan uzaklaştırdığından Ötürü hayatın bütün yönlerini kapsayıcı olarak gelmiştir. Bu bakımdan insanın muhtaç olduğu her şeyin hükmünü tanzim eder.
        Allah'ın Kitabı'ndan, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in Sünneti'nden, İslâm âlimlerinin icma ve ictihadlarından oluşan şer'î hükümleri içeren fıkıh kitaplarına baktığımızda onların yedi bölüme ayrıldığını görürüz. Bu hükümlerin toplamı da insan hayatı için genel bir yasa teşkil etmektedir. Fertler de toplum da bu kanunlardan istifade ederler.
        Abdest,  namaz,  oruç,  hac,  zekât  ve  benzerlerinden meydana gelen ve Allah'a ibadet esasına bağlı hükümlerdir. Bu hükümlere “ibadetler” (ibadât) denir.
        Evlenme, boşanma, neseb, süt emzirme, nafaka, miras ve benzerlerinden meydana gelen aile ile ilgili hükümlerdir. Bunlara da “ahvâl-i şahsiyye” (kişilere özgü durumlar) ismi verilir.
        Alışveriş, rehine, icare (kira, gelir), dâva, delil, hüküm ve benzerlerinden meydana gelen insanların birbirleriyle yaptığı fiil ve muamelelerden ibarettir. Bu hükümlere “muamelât hükümleri” denir.
        Adaleti yerine getirmek, zulmü kaldırmak ve hükümleri icra etmekte olan hâkimin vazifelerine dahil olan hükümlerle, mâsiyetin haricinde taat ve benzerlerinden meydana gelen, mahkumun vecibeleriyle ilgili olan hükümlerdir. Bu hükümlere “sultanî hükümler” veya “şer'î siyaset hükümleri” denilmektedir.
  Suçluların cezalandırılması, emniyet ve nizamın korun-masıyla ilgili olan; katili, hırsızı, içki içeni ve benzerlerini cezalandırmak gibi hükümlerdir. Bunlara “ukûbât” hükümleri adı verilir.
   İslâm devletinin diğer devletlerle olan savaş, barış gibi ilişkilerini düzenleyen hükümlerdir. Buna da “siyer” adı verilir.
      Ahlâk, haşmet, güzellik ve çirkinlik gibi şeylerle ilgili olan hükümlerdir. Bu hükümlere de “âdab ve ahlâk hükümleri” denir.
        İşte böylece biz İslâm fıkhının hükümlerinin, insanın muhtaç olduğu her alanı kapsadığını, fert ve toplum hayatının bütün yönleriyle ilgilendiğini görüyoruz.

        3. İslâm Fıkhı Kolaylığı ve Sıkıntıyı Kaldırmayı Hedefler
Yusr'un (Kolaylığın) Mânâsı
İslâm, insanın ihtiyaçlarını ve saadetini temin edecek yasaları ahkâmı bildirmek suretiyle gözetmiştir. Bunun için de hükümlerin tümü insanın güç ve takatinin sınırları içindedir. Bu hükümlerde insanın yerine getirmekten aciz olduğu hiçbir hüküm yoktur. Eğer mükellefin gücünü aşan bir durum meydana gelirse, İslâm dini, onun için ruhsat, ve tahfif (kolaylık) kapısını açar.
İslâm'ın Kolay Bir Din Olduğuna Dair Deliller
İslâm'ın kolay bir din olduğuna delâlet eden bir kısım ayetler şunlardır: “O size dinde bir güçlük yüklemedi.” (Hac/78)
“Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.” (Bakara/185)
“Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.” (Bakara/286)
İslâm dininin kolay bir din olduğuna bu ayetlerden daha fazla delâlet eden başka bir ayet yoktur.
Hz. Muhammed (a.s.v.) de 'Din kolaylıktır, genişliktir' (Buhari/39) buyurmuştur.

         İslâm'ın Kolay Bir Din Olduğuna Dair Misaller
Ayakta namaz kılmaktan aciz olan bir kimse oturarak namaz kılabilir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Ayakta namaz kıl, eğer gücün yetmiyorsa oturarak kıl, buna da gücün yetmiyorsa yatarak kıl.” (Buharî/1066)
Yolcu için dört rekâtlı bir namazın, iki rekâta indirilmesine ve öğle ile ikindinin, akşam ile yatsının birleştirilerek kılınmasına müsaade edilmesidir.
“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.” (Nisa/101)
Hz. Muhammed (a.s.v.) seferdeyken öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı birleştirerek kılmıştır. (Buharî/1056, (İbn Abbas'tan)

        4. İslâm Fıkhı'nın Kaynakları
Biz, İslâm fıkhının, Allah'ın kullarına emrettiği birtakım şer'î hükümlerden meydana geldiğini söylemiştik. Bu hükümler dört kaynakta toplanır: Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas.
1. Kur'an-ı Kerim
Kur'an, Allah'ın kelâmıdır. Allah Teâlâ onu efendimiz Hz. Muhammed'e, insanları karanlıklardan nura çıkarması için indirmiştir. O, mushafta yazılmıştır. Kur'an, İslâm hükümlerinin ilk kaynağıdır. Bir mesele çıktığında, onu önce Allah'ın Kitabı'na arz eder ve onun hükmünü Kur'an'da bulursak onu alır ve başka kaynaklara başvurmayız. Meselâ bize şarap içmenin, kumar oynamanın, putlara tapmanın, fal okları çekmenin hükümleri sorulursa, Allah'ın Kitabı'na müracaat eder ve şu ayeti buluruz:
“Ey inananlar! Şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları (çekmek), şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide/90) Alışveriş ve ribanın (faiz'in) hükmü sorulursa, Allah'ın Kitabı'na müracaat eder ve hükmünü şu ayetten alırız:
“Allah alışverişi helâl, ribayı (faizi) haram kılmıştır.” (Bakara/275)
Hicab, yani kadınların örtünmesi hakkında soru sorulursa, Kur'an'a müracaat eder ve hükmünü şu ayetlerden alırız:
İnanan kadınlara da söyle: Gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini yakalarının üzerine koy(up boyunlarını ört)sünler.” (Nûr/31)
Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını kapatsınlar); onların tanınması ve incitil memesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan, çok merhametli olandır. (Ahzab/59)
Kur'an-ı Kerim, İslâm fıkhının ilk kaynağıdır. Fakat Kur'an, bütün meseleleri teker teker zikredip hükümlerini açıklamamıştır. Eğer böyle olsaydı elimizdeki mushaf, birkaç misli daha büyük olurdu. Kur'an, İslâm inanç esaslarının üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştur. İbadet ve muamelâtı ise özetle beyan etmiştir. Müslümanlar için genel hatları çizmiş, onun detaylarını Sünnet'e bırakmıştır. Meselâ Kur'an, namazı emretmiş, fakat nasıl ve kaç rekât kılınacağını açıklamamıştır. Zekâtı emretmiş, fakat zekâtın nisabını, ne kadar verileceğini ve hangi mallardan verileceğini açıklamamıştır. Akîdlerin yerine getirilmesini emretmiş, fakat sahih ve yerine getirilmesi gereken akîdlerin hangileri olduğunu açıklamamıştır. -Bunlar gibi daha birçok örnek verilebilir. Bütün bunların açıklamasını Hz. Muhammed (a.s.v.)'in Sünnetine bırakmıştır. Bu nedenle Kur'an, Sünnet'le sıkı sıkıya bağlıdır. Sünnet, Kur'an'ın genel hatlarını açıklar, mücmel kısımlarını tafsil eder.
2. Sünnet
Sünnet, Hz. Muhammed (a.s.v.)'den nakledilen söz, fiil ve takrir demektir.
Peygamber'den nakledilen söze (kavl'e) misal olarak şu hadisi zikredebiliriz: “Müslümanın Müslümana sövmesi fısktır, Müslümanın Müslümanla kavga etmesi küfürdür.” (Buharî/48; Müslim/64)
Hz. Muhammed (a.s.v.)'den nakledilen fiile örnek olarak da şu hadîsi zikredebiliriz: “Hz. Aişe'ye 'Hz. Muhammed (a.s.v.) evde ne yapardı' diye sorulduğunda, Hz. Aişe 'Bazen eşlerine yardım ederdi. Namaz vakti gelince de kalkıp namaz kılardı’ demiştir.” (Buhari, (Hz. Aişe'den)
Hz. Muhammed (a.s.v.)'den nakledilen takrir için de şu hadîsi örnek olarak zikredebiliriz: “Hz. Muhammed (a.s.v.), sabah namazından sonra iki rekât namaz kılan bir kişi gördü ve 'Sabah namazı iki rekâttır' dedi. Adam 'Sabah namazından önceki iki rekât sünneti kılmamıştım, onu şimdi kıldım' diye cevap verince Hz. Muhammed (a.s.v.) sükût etti.” (Ebu Dâvud/1267)
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in susması, sabah namazından önceki iki rekât sünneti kılmayan bir kimsenin, sabah namazından sonra o sünneti kılmasının meşru olduğunu göstermektedir.
Sünnet'in Mertebesi
Sünnet, Kur'an'dan sonra gelir. Bir mesele olduğunda önce Kur'an'a bakarız, Kur'an'da bulamazsak Sünnet'e müracaat ederiz. Onun hükmünü Sünnet'te bulursak -tıpkı Kur'an'da olduğu gibi- onunla amel ederiz. Ancak şu şartla ki Sünnet, Hz. Muhammed (a.s.v.)'den sahih bir senedle sabit olmalıdır.
Sünnet'in Vazifesi
Sünnetin vazifesi, Kur'an'daki hükümleri ortaya koyup Kur’an’ı açıklamaktır. Daha önce söylediğimiz gibi Kur'an, namazı mutlak olarak emretmiş, Sünnet ise namazın kavlî ve amelî keyfiyetini açıklamıştır. Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurur: “Benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılın!” (Buharî/605) Sünnet, haccın amel ve ibadetlerini da açıklamıştır.
Bu konuda Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Haccın menasıkını (ibadetlerini), hacdaki ibadetlerinizi benden alınız.” (Buhari)
Sünnet, muamelelerdeki helâl ve haram akidleri ve başka yönleri açıklamıştır.
Kur'an tarafından hükmü açıklanmayan hususların hükümlerini Sünnet kanunlaştırmıştır. Örnek olarak, erkekler için altın yüzük kullanmayı ve ipek elbise giymeyi Sünnet haram kılmıştır. Burada söylemek istediğimiz esas şey şudur: Sünnet, Kur'an'dan sonra İslâm şeriatının ikinci kaynağıdır. Sünnet'le amel etmek farzdır. Kur'an'ı anlamak ve amel etmek için Sünnet'e başvurmak zorunludur.
3. İcma
İcma, İslâm müçtehitlerinin herhangi bir asırda şer'î bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir. Müçtehitler bir konuda ittifak ettikleri zaman, onunla amel etmek vacip olur. Bunun delili Hz. Muhammed (a.s.v.)'in, Müslüman âlimlerin dalâlet üzerinde ittifak etmeyeceklerini söylemesidir. Bu bakımdan müçtehitler bir meselede ittifak ederlerse, o hak olur.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah'tan ümmetimi dalâlet üzerinde birleştirmemesini istedim, onu bana verdi.” (İmam Ahmed, Müsned, VI/396)
Buna misal; sahabîler icma etmişlerdir ki dede ölünün erkek evladıyla beraber kaldığında hak olarak terekenin altıda birini alır.
İcma'nın Mertebesi
İcma, müracaat bakımından Kur'an ve Sünnet'ten sonra gelir. Kur'an ve Sünnet'te bulamadığımız bir mesele olursa, o zaman İcma'ya bakarız. Eğer müçtehitler o mesele üzerinde ittifak etmişlerse onu alır ve amel ederiz.
4. Kıyas
Hakkında nass (ayet ve hadis) olmayan bir şeyi, hakkında nass (ayet ve hadis) olan bir şeye kıyas etmektir. Çünkü ikisinin illeti de aynıdır. Kur'an, Sünnet ve İcma'da bulamadığımız bir mesele olursa Kıyas'a başvururuz.
Kıyas'ın Mertebesi
Kıyas, Kur'an, Sünnet ve İcma'dan sonra dördüncü mertebededir.
Kıyasın rükûnları dörttür:
1. Kendisine kıyas yapılan bir asi olması,
2. Kıyas yapılan fer'î bir mesele olması,
3- Kıyas yapılan asl'ın hükmünün olması,
4. Asi ile fer'î bir araya getiren ortak bir illet bulunması.
Kıyasın Misalleri
Allah Teâlâ, Kur'an nassı ile şarabı haram kılmıştır. Şarabın haram kılınmasındaki illet, sarhoşluk vermesi, aklı gidermesidir. Bu nedenle sarhoşluk veren bir içki gördüğümüzde -ne isim verilirse verilsin- hamr'a (şaraba) kıyas ederek onun da haram olduğuna hükmederiz. Çünkü burada haramlığın illeti sarhoşluk vermesidir. Bu ise bütün içkilerde mevcuttur. Bu bakımdan sarhoşluk veren bütün içkiler, tıpkı hamr (şarap) gibi haramdır.
İşte bunlar, İslâm fıkhının kaynaklandır. Onların tafsilatı Usûl-ü Fıkıh kitaplarındadır.
İslâm Fıkhına ve Ahkâmına Bağlılık Zorunludur
Allah Teâlâ Müslümanlara, hayatın her alanında İslâm fıkhının hükümlerine uymayı vacip kılmıştır. İslâm fıkhının hükümlerinin tümü Kur'an ve Sünnet'e dayanmaktadır. İcma ve kıyas da hakikatte Kur'an ve Sünnet'e bağlıdır. Bu nedenle Müslümanlar, İslâm fıkhının hükümlerini terk etmeyi. mubah gördüklerinde, Kur'an ve Sünnet'i terk etmeyi mubah görmüş olurlar, İslâm'ı muattal kılarlar. Artık onların Müslüman olarak adlandırılmaları kendilerine hiçbir yarar sağlamaz. Onların inandık demelerinin de hiçbir yaran yoktur. Çünkü gerçek iman, Allah'ın Kitabı'ndaki emir ve hükümleri, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in sünnetini tasdik etmek ve Allah'a itaat edip Hz, Peygamber'in Allah katından getirdiklerini gönüllü olarak yerine getirmektir.
İslâm fıkhının hükümleri, zamanın değişmesiyle değişmez. O hükümleri terk etmek hiçbir durumda mubah olmaz.
5. Kur'an ve Sünnetten Deliller
Kur'an ve Sünnet'te, İslâm fıkhının hükümlerine sımsıkı sarılmanın vacip olduğuna dair birçok delil vardır.
5.1.Kur'an-i Kerim'den Deliller
“Rabbinizden size indirilene uyun ve O'ndan başka velîlere uymayın!” (A'raf/3)
“Hayır, rabbin hakkı için onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisa/65)
“Rasûl size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr/7)
“Biz sana Kitab'ı hak ile indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savunucusu olma!” (Nisa/105)
Allah'ın indirdiğine, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in sünnetine, aralarında çıkan ihtilaflarda Hz. Muhammed (a.s.v.)'in hükmüne tâbi olmayı emreden bu nasslara binaen Allah'ın ve peygamberinin yolundan başka bir yola giden kimsenin derin bir sapıklığa yuvarlandığı muhakkaktır.
“Allah ve rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (Ahzab/36)
5.2.Sünnet'ten Deliller
Kur'an'da olduğu gibi bu hususta Sünnet'te de birçok delil vardır. Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmaktadır;
“Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah'a. isyan etmiş olur.” (Buharî/2797; Müslim/1835, (Ebu Hüreyre'den)
“Nefsimi kudreti elinde tutan Allah'a yemin ederim ki sizlerden birinin hevası benim getirdiğime tâbi olmadıkça, o kimse iman etmiş sayılmaz.” (Nevevî, Erbain/il. (Nevevî sahih olduğunu söylemiştir).
“Sünnetime sarılın.” ( Ebu Dâvud/4607; Tirmizî/2678)
“Sizin içinizde öyle bir şey bıraktım ki eğer ona yapışırsanız, benden sonra dalâlete düşmezsiniz: Allah'ın Kitabı ve Sünnetim.” (Müslim/1218; Ebu Dâvud/1905; İmam Malik, Muvatta, II/899)
Kur'an ve Sünnet'teki bu deliller, Allah Teâlâ'nın Kitabı'ndaki hükümlere ve O'nun Hz. Muhammed (a.s.v.)'in diliyle kullarına gönderdiklerine tâbi olmanın farz olduğunu gösterir.
“Peygamber'in çağırmasını, aranızda herhangi birinizin çağırmasıyla bir tutmayın. Allah sizden, birbirinizin arkasına gizlenerek sıvışıp' gidenleri bilir. Peygamber'in emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın çarpmasından yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar.” (Nûr/63)
6. Bazı Fıkhı Istılahların Tarifi
Fıkhın konularına ve meselelerine girmeden önce birtakım fıkhı ıstılahların tarif edilmesi gerekir. Çünkü fıkıh hükümleri onların üzerine bina edilir.
Bu fıkhı ıstılahlar şunlardır:
1. Farz
Şeriatın yapılmasını kesin olarak emrettiği şeylere “farz” denir. Onu yapan sevap, terk eden günah kazanır. Misal olarak orucu gösterebiliriz. İslâm, kesin bir şekilde bizden oruç tutmamızı istemektedir.
“... sizin üzerinize de oruç farz kılındı.” (Bakara/183)
Oruç tutarsak hiç kuşkusuz cennette mükâfatı, tutmazsak cehennemde cezası verilecektir.
2. Vacip
Vacip, Şafii mezhebinde farz” anlamındadır. Vacip ile farz arasında -hac konusu hariç- hiçbir fark yoktur. Hac konusundaki vacip, haccın sıhhati için şart olmayan bir şeydir. Diğer bir ifadeyle kişinin terk etmesiyle haccın sıhhatine zarar gelmeyen bir şeydir. Bunlar cemrelere taş atmak, mikatta (ihrama girilecek nokta)  ihrama girmek ve haccın diğer vacipleridir. Hacca giden bir kimsenin -bu vacipleri yerine getirmediği takdirde- haccı yine de sahihtir, fakat kendisi günahkârdır. Terk ettiği bu vacipleri, kurban keserek telafi etmelidir.
Haccın sıhhati, haccın farzlarını yerine getirmeye bağlıdır. Başka bir ifadeyle, terk edilmesiyle haccın batıl olduğu şeylerdir. Bunun misali Arefe'de vakfe'ye durmak ve haccın diğer farzlarıdır. Bu farzları yerine getirmeyen kimsenin haccı batıl olur.
3. Farz-ı Ayn
Her mükelleften kesin olarak yapılması istenen namaz, oruç, hac gibi ibadetlere “farz-ı ayn” denir. Bu ibadetler her mükellefe ayrı ayrı farzdır. Bu farzı bazı mükelleflerin yerine getirmesi, diğer mükelleflerin üzerinden düşürmez.
4. Farz-ı Kifaye
Fert fert her Müslümandan değil de Müslümanların tümünden yapılması istenilen şeylere “farz-ı kifaye” denir. Bunları Müslümanlardan bazıları yaparsa, diğer Müslümanların üzerlerinden bu mükellefiyet düşer. Eğer hiç kimse yerine getirmezse bütün Müslümanlar günahkâr olur.
Bunun misali de ölen bir Müslümanı teçhiz ve tekfin edip cenaze namazını kılmaktır. Çünkü Müslümanlardan biri ölürse onu yıkamak, kefenlemek ve cenaze namazını kılmak sonra götürüp defnetmek bütün Müslümanlara farzdır. Fakat Müslümanlardan bir kısmı bu farzı yerine getirirse, bu mükellefiyet diğer Müslümanların üzerinden düşer ve onlar günahkâr olmazlar. Ancak bütün Müslümanlar bu farz-ı kifaye'yi terke-derlerse günahkâr olurlar.
5. Rükün
Yapılması vacip olan fiilin parçasına “rükün” denir. Bunun misali namazda Fatiha sûresini okumak, rükû ve secde etmektir. İşte bunların her biri bir rükündür.
6. Şart
Yapılması vacip olan, fakat bir fiilin parçası olmayan şeylere “şart” denir. Bunun misali abdestin, namazın, namaz vaktinin, kıblenin bilinmesi gibi şeylerdir. Bunlar namazdan hariç olan namazın mukaddimeleridir. Namazın sahih olması için bunların bulunması gerekir. Bundan ötürü bunlara şart denilmiştir.
7. Mendub
Şeriatın yapılmasını tavsiye ettiği, yapanların sevap kazandığı yapmayanların ise günahkâr olmadığı şeylere “mendub” denir Bunlar kuşluk namazı, Şevval ayında altı gün oruç tutmak, gece ibadeti yapmak ve benzerleri gibi hususlardır. Mendub'a aynı zamanda sünnet, müstehab, tatavvu ve nafile de denir.
8. Mübah
Yapılması ve yapılmaması şeriat açısından müsavi olan hususlara “mübah” denir. Şeriat bu gibi şeylerin ne yapılmasını, ne de terk edilmesini emretmemiştir. Bunlar insanlara bırakılmıştır. Bu nedenle yapılmasında sevap, terk edilmesinde günah yoktur.
Bunun misali şu ayette bulunmaktadır:
Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın!” (Cuma/10)
Bu ayet Cuma namazından sonra çalışmanın mubah olduğunu gösterir. Bu nedenle namazdan çıkınca isteyen çalışır, istemeyen çalışmaz.
9. Haram
Şeriatın yasak ettiği şeylere “haram” denir. Bunların terkedilmesinde sevap, yapılmasında ise ceza vardır. Bunun misali adam öldürmek ve insanların mallarını batıl yolla yemektir.
“Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.” (İsra/33)
“Mallarınızı aranızda, batıl (sebepler) ile yemeyin.” (Bakara/188)
İnsan bu haramlardan birini işlerse günahkâr olur, bunları Allah için terkettiği zaman da sevap kazanır. Haram'a aynı zamanda mahzur, masiyet ve zenb de denir.
10. Mekruh
Mekruh 'tahrimen mekruh' ve 'tenzihen mekruh' olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Tahrimen Mekruh
Şeriatın mükelleften kat'î olmayan zannî bir delille mutlaka ve icbarı olarak yapmamasını talep ettiği şeye “tahrimen mekruh” denir. Onun terke-dilmesi sevap, yapılması ise günahtır. Fakat onun günahı, haramın günahından hafiftir. Buna misal, güneş doğarken veya batarken namaz kılmaktır. İşte buna tahrimen mekruh olan namaz denir.
b. Tenzihen Mekruh
Şeriatın mükelleften bir şeyi yapmamasını, yüz çevirmesini icbarı olmayarak talep ettiği şeye “tenzihen mekruh” denir. Bu gibi şeyler terk edildiği zaman sevap verilir, fakat işlenirse cezayı gerektirmez. Buna misal, Hacc'ta Arefe günü oruç tutmaktır. Eğer kişi Arefe günü oruç tutmayı terk ederse sevap kazanır, fakat oruç tutarsa günahkâr olmaz.
11. Eda
İbadetleri şeriatın tayin ettiği vakitte yapmaya “eda” denir. Bunun misali, Ramazan orucunu Ramazan ayında tutmak, öğle namazını şeriatın tayin ettiği vakitte kılmaktır.
12. İade
Bir ibadeti vaktinde iki defa yapmaya “iade” denir. Bu, faziletinin fazlalığından ötürü yapılır. Namazını tek başına kılan bir kimsenin, cemaatle namaz kılanları gördüğünde, cemaat sevabını elde etmek için tekrar namaz kılması, namazı İade etmektir. Böyle yapmak sünnettir.
13. Kaza
Şeriatın tayin ettiği vaktin dışında o ibadetin yerine yapılan ibadete kaza denir. Bunun misali, orucunu Ramazan ayında tutmayan bir kimsenin, başka bir zaman tutmasıdır. Özürlü veya özürsüz terkedilen bir ibadeti kaza etmek vaciptir. Bir ibadeti özürlü terk etmekle özürsüz terk etmek arasındaki fark şudur: Özürsüz terkedilen ibadet cezayı gerektirir, bir özürden ötürü terkedilen ibadet ise günahı gerektirmez.
“İçinizden kim o ay'a yetişirse oruç tutsun. Kim hasta olur, yahut seferde bulunursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun.” (Bakara/185)
Yani hastalık ve sefer mazeretinden ötürü oruç tutamayan kimsenin, Ramazan'dan sonra orucunu kaza etmesi vaciptir.
*Sünnet, mendub, müstehab ve tatavvu' eş anlamlı kelimeler olup mükelleften, yapması kesin olarak istenmeyen davranışlardır. Bu davranışlarda bulunanlar sevâb kazanır; terk edenlerse cezalandırılmazlar.
Sünnetler sünnet-i ayn ve sünnet-i kifâye olmak üzere iki kısma ayrılırlar;
Bunlardan birincisi zorunlu olmamakla birlikte yükümlünün şahsından yapılması istenen bir davranıştır. Her yükümlü, ayrı ayrı bu emre muhataptır. Buna örnek olarak farz namazların beraberinde kılınan sünnetleri gösterebiliriz. İkincisine gelince bu, toplumun yapması istenen davranışlardır.
Toplum bireylerinin bazısı bu emri yerine getirecek olurlarsa diğerlerinin bu husustaki yükümlülükleri ortadan kalkar. Meselâ bir cemâat, yemeğe oturduğunda bunlardan yalnız biri besmele getirirse diğerlerinin besmele getirme yükümlülükleri düşer. Fakat sevabı, sadece besmeleyi getiren şahıs kazanır.
Hanefîler, sünnetleri iki kısma ayırmışlardır:
a. Müekked sünnet: Bunların nazarında bu sünnet, vâcib mânâsına gelmektedir. Bunlar derler ki: Vacibin hükmü, mertebece farzdan daha aşağıdadır. Vâcib, hükmü şüpheli bir delille sabit olan bir yükümlülüktür. Buna amelî farz da denebilir. Şu anlamda ki, vâcib; amellerde farz muamelesi görmektedir. Terk etmekten ötürü günahkâr olunur. Vâcibte tertip ve kaza zorunludur. Ancak vacibin farzlığına inanmak gerekli değildir. Meselâ vitir namazı gibi. Bunu terk eden günahkâr olur. Ama farz oluşunu inkâr eden tekfir edilemez. Beş vakit namazın farzları ise böyle olmayıp hem inanılması, hem de uygulanması bakımından farzdırlar. Bunları terk eden günahkâr, inkâr edense kâfir olur. Yalnız Hanefîlere göre vacibi terk eden, farzı terk eden kadar günahkâr olmaz. Muhakkak olan şudur ki: Bu gibi kimseler bu günâhlarından ötürü cehennem ateşiyle azâblanmazlar. Ancak Peygamber (s.a.s.)’in şefaatinden mahrum kalırlar.
Böylece de anlaşılmış oluyor ki: Hanefîler bir şey için “Bu sünnet-i müekkededir” dediklerinde, bununla vacibi kast etmiş olurlar. Bu vasıftaki bir davranış namaza dâhil ise sehven terkinden ötürü sehiv secdesi yapılması mecburî olur.
b. Gayr-ı müekked sünnet: Hanefîler buna mendub ve müstehab da derler. Yapan sevap kazanır. Terk eden ise cezalandırılmaz.
Hanbelilere göre ise: Sünnet, mendub ve müstehab eş anlamlı kelimeler olup bunların ifade ettikleri davranışları yerine getiren sevâp kazanır. Terk edense Şâfiîlerin de dedikleri gibi azâplandırılmaz. Ancak bunlar sünneti, müekked ve gayr-ı müekked olmak üzere iki kısma ayırmaktadırlar. Müekked olana misâl, vitir ve sabah namazının sünnetiyle teravih namazı gibi. Bunları kılmak sevâp, terk etmekse mekruhtur. Müekked olmayan sünneti terk etmekse mekruh değildir. * (Abdurrahman Cezîrî - Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı -1)



Fıkıh Mezhepleri

   a) Kavram ve Tarihçe
   Fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak fıkıh hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu fukahâ) denir. Öte yandan fıkıh, ilk dönem literatüründe, şer‘î delillerden hüküm elde etme faaliyeti olan ictihad anlamında kullanılmış, fakih ve müçtehit eş anlamlı kabul edilmişken, ileri dönemlerde ictihad yetkinliğine ulaşamamış fakat fıkhî hükümleri delilleriyle birlikte bilen veya fıkıh ilmi ile meşgul olan kimselere de fakih denmeye başlanmıştır.
 Bir bakıma Müslümanın davranış bilgisi demek olan fıkhın iki ana kaynağı, Kur'an ve Sünnet’tir. Kur'an'ın nüzûlü ve Hz. Muhammed (a.s.v.)'in bu dini insanlığa tebliği milâdî 610-632 yılları arasına rastlayan yirmi üç yıla yakın bir zaman dilimine yayılmıştı. İslâmî öğretilerin doğru anlaşılabilmesi ve sağlıklı biçimde uygulanabilmesi için kuşkusuz İslâm tebliğinin bir bütün olarak düşünülmesi gerekir. Ancak, bu kapsamdaki hükümlerin tebliğinde izlenen metodun ve esas alınan öncelikler sıralamasının dikkate alınması da, bütünün iyi kavranması açısından önemlidir. Konuya bu açıdan bakıldığında İslâm tebliğinin farklı özellikler taşıyan biri Mekke dönemi diğeri Medine dönemi olmak üzere iki ana döneme yayıldığı görülür.
   Gerçekten Hz. Muhammed (a.s.v.), hicrete kadar geçen on iki yılı aşkın süre içinde (Mekke döneminde) şirk ve sapıklıkla mücadele etmiş, insanların İslâm'ın inanç ve ahlâk esaslarına gönülden bağlanmaları için çaba harcamıştır.
  Bu dönemde inen Kur'ân-ı Kerîm âyetleri, kalplere tevhid inancını, yardımlaşma ve fazilet duygusunu yerleştirmeyi hedef alıyor, evrendeki varlık ve olaylar üzerinde düşünmeye yönlendiriyor, yer yer somut anlatımlarla hemen bu hayatın peşi sıra bir âhiret hayatının bulunduğunu vurguluyor, geçmiş toplumların tarihinden ibret levhaları gösteriyor; böylece daha sonra tebliğ edilecek hükümler sisteminin ruhunu ve küllî esaslarını hazırlıyordu.
    Bu dönemde inen âyetlerde amelî hükümler pek nâdirdi. Hz. Muhammed (a.s.v.) Medine'ye geldikten sonra, örgütlediği toplumun barış içinde yaşayabilmesini sağlayacak bir ahidnâme (antlaşma metni) düzenleme işine öncelik verdi. Resûlullah'ın bu girişimi, onun bu dönemde, ashabına ve tüm insanlığa hayatın dinî, siyasî ve medenî bütün yönlerine ait uygulamalı bir model ortaya koymayı planladığını gösteriyordu. Sıra, Mekke döneminde oluşturulan sağlam inanç ve ahlâk temellerinin üzerine, dünyevî hayatı âhiret hayatı ile dengeli biçimde düzenleyecek bir sistemin sütunlarını oturtmaya gelmişti. İşte böyle bir süreç içinde ortaya konan fıkhî esaslar ve hükümler, daha sonra müstakil bir ilmin ve zengin bir hukuk hazinesinin ana malzemesini oluşturmuştur.
   Hz. Muhammed (a.s.v.) hayatta iken vahiy devam ettiğinden, karşılaşılan meseleler doğrudan doğruya Resûlullah'a arzedilir, konu hakkında ya âyet iner veya Hz. Muhammed (a.s.v.) onu doğrudan kendisi çözümlerdi. Bu ikinci yol, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in kendi ictihadına göre hükmetmesiydi. Esasen Resûlullah'ın ictihadı vahyin kontrolünde olduğundan, onun ulaştığı sonuçların isabetsiz olması halinde, o şekli ile kalması düşünülemez ve -son tahlilde- bu hükümler de sünnet kapsamında sayılır. Resûlullah'ın bu yola başvurmasının asıl önemli yönü ise, sahâbeyi ictihada alıştırması ve özendirmiş olmasıydı. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.v.)'in Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken ona, önüne getirilen uyuşmazlıkla ilgili Allah'ın kitabında ve Peygamber'in sünnetinde bir hüküm bulunmadığında ne yapacağını sorması üzerine Muâz'ın "Kendim ictihad ederim" cevabını vermesi Hz. Muhammed (a.s.v.)'i ziyadesiyle memnun etmişti (Tirmizî, “Ahkâm”, 3).
   Hz. Muhammed (a.s.v.)'in vefatından sonra sahâbenin hem Kur'an ve Sünnet'in çizdiği istikametten ayrılmama hem de karşılaştıkları yeni meseleleri bu çerçevede çözüme kavuşturma zaruretiyle karşı karşıya kaldığı, bu sebeple de dinî çözüm üretme (fetva) ve ictihad faaliyetini yoğun olarak sürdürdüğü, bilhassa Hz. Ömer'in devlet başkanı sıfatıyla birçok farklı görüş ve uygulamayı gündeme getirdiği bilinmektedir. Sahâbe dönemini takip eden tâbiîn ve tebeu’ttâbiîn döneminde sosyal şartlardaki ve siyasal yapıdaki değişim, normatif ilimlerin oluşum seyrine uygun olarak, fıkhın da gitgide nazarî bir renk kazanmasına zemin hazırladı. Sahâbîlerin, o günkü İslâm coğrafyasının değişik yerleşim merkezlerine dağılarak başlattığı tebliğ, eğitim ve öğretim faaliyeti daha sonraki nesillerde meyvesini vermeye başladı, üstat ve muhit farklılığının yanı sıra önceki nesilden intikal eden sünnet malzemesi ve re’y içtihadı karşısında tavır farklılığı da hadis ekolü (ehl-i hadîs) ve re’y ekolü (ehl-i re’y) adıyla iki ana temayülün ve gruplaşmanın sebebini teşkil etti.
    Emevîler'in sonu ile Abbâsîler devrinin başlarında Hicaz (veya Medine) merkezli olarak oluşan fıkıh ekolü ehl-i hadîs (veya ehl-i eser), Irak merkezli olarak oluşan fıkıh ekolü de ehl-i re’y adıyla anılmaya başlanmıştı. Her iki ekol de kitap, sünnet ve sahâbe icmâını hüküm kaynağı olarak kullanmakla birlikte, Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Muhammed (a.s.v.)'in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer verdiler ve muhitleri gereği ellerinde bulunan zengin hadis malzemesiyle yetinmeye çalıştılar. Hayat tarzının ve karşılaşılan meselelerin oldukça sade olması sebebiyle bölgede re’y faaliyetine ciddi bir ihtiyacın bulunmadığı, ayrıca bu fakihlerin de hadisten cevabını bulamadıkları yeni fıkhî meselelerde ictihad etme konusunda hayli çekingen davrandıkları bilinmektedir. Iraklı fakihler ise, bölgede hâkim olan fikrî ve siyasî kargaşanın, sosyal şartların Hicaz'a nisbetle hayli farklı oluşunun tabii sonucu olarak, karşılaştıkları yeni meselelerin dinî hükmünü ictihad ederek belirleme ve inisiyatifi kaçırmama, rivayet edilen hadisleri de titizlikle inceleyerek daha ihtiyatlı karşılama yolunu seçtiler. Bu iki ekol bir bakıma, Kur'an ve Sünnet metinlerini anlamada ve yorumlamada lafızla yani söylenenle yetinme ile lafzın yanı sıra maksadı yani söylenmek isteneni de göz önünde bulundurma ve rivayetlerin içerik tenkidine de yer verme şeklinde özetlenebilecek ve her dönemde İslâm bilginleri arasında varlığını koruyacak olan iki farklı temayülü bünyesinde barındırmakta veya kısmen temsil etmekteydi.
     Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde başta Hicaz ve Irak olmak üzere çeşitli bölgelerde ve merkezlerde devam eden re’y, fetva ve tedrîs faaliyetinin hicrî II. yüzyılın ortalarından itibaren daha sistemli ve doktriner hale geldiği, önce Kûfe'de Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin ehl-i re’y fıkhını, sonra da Medine'de İmam Mâlik'in ve öğrencilerinin ehl-i hadîs fıkhını zenginleştirerek ekolleştirdiği, bu ilim halkalarında doktriner bir fıkıh eğitim ve tartışma ortamının kurulduğu ve bunu verimli tedvîn faaliyetinin izlediği görülür. Bunu tepkici veya sentezci diğer fıkhî ekolleşmeler takip etmiş ve neticede hürriyetçi ve hoşgörülü bir ictihad ortamında zengin doktriner tartışmaların yapılmasına ve ileride mezhep olarak şekillenecek yeni fıkhî oluşumların ortaya çıkmasına imkân hazırlanmıştır.
    İctihadî görüşler ve fıkhî ekolleşmeler hakkında iyi niyetle yapılan hatalı ictihad için bile ecir olduğu ilkesinden hareketle, hak-bâtıl, sünnet-bid‘at ayırımı ve nitelendirmesi doğru olmayıp en fazla isabetli-isabetsiz, yanlış doğru gibi nitelendirmeler yapılabilir. Siyasî ve itikadî bir hareket olan Şîa'nın aynı zamanda kendine özgü fıkhî doktrin ve çözüm de ürettiğini, ancak Şîa'nın Ehl-i sünnet dışında tutulmasının sebebinin mezhebin fıkhî görüşleri değil siyasî tutumu ve itikadî görüşleri olduğunu burada tekrar hatırlatmak gerekir. Şîa kısmının ayrı bir blok oluşturması ve hicrî ilk asırlarda münferit görüş ve ekollerin çoğunun da zamanla unutulması veya taraftarlarının kalmaması sonucu, Sünnî dünyada Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri kalmış, Şîa kesiminde de Ca‘feriyye ve Zeydiyye mezhepleri kayda değer ölçüde yaygınlık kazanmış ve günümüze kadar belirli yoğunlukta yaşama imkânı bulmuştur.
     b) Fıkıh Mezhepleri
  İtikadî fırkalar gibi fıkıh mezheplerinin de büyük kısmı kurucusu sayılan müçtehitlerin isimlerine nisbetle anılırlar. Burada "dört mezhep" adıyla şöhret bulmuş Sünnî fıkıh ekolleri olan Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ile diğer fıkıh ekolleri hakkında özet bilgi verilmekle yetinilecektir.
    Hanefî mezhebi
 Hanefî mezhebi, Sünnî fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ilki olup, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır.
   İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin asıl adı Nu‘mân b. Sâbit'tir. 80 (699) yılında Kûfe'de doğmuş, 150 (767) yılında Baðdat'ta vefat etmiştir. Aslen Türk veya Fârisî olduğu yönünde görüşler vardır. Nu‘mân b. Sâbit, Hanefî mezhebi muhitinde "İmâm-ı Âzam" (büyük imam) lakabı ile anılır. Dindar ve varlıklı bir aileden gelen Nu‘mân b. Sâbit önce Kûfe'de Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzedip, sarf, nahiv, şiir ve edebiyat, cedel ve kelâm öğrendi. Kûfe, Basra ve Irak'ın ileri gelen üstatlarından hadis dinledi.
   Yirmi yaşının biraz üzerindeyken Irak'ın en ünlü fakihi ve Irak fıkhının üstadı Hammâd b. Ebû Süleyman'ın (ö. 119/738) ilim halkasına katıldı ve uzun zaman bu ders halkasına devam etti. Bu arada Ca‘fer es-Sâdık, Muhammed el-Bâkır da dahil olmak üzere pek çok âlimden istifade etti.
   Ebû Hanîfe, Hammâd b. Ebû Süleyman'ın vefatı üzerine onun kürsüsüne geçti ve ders vermeye başladı. Takvâ sahibi, zeki, konulara hâkim ve bildiklerini tatlı dil, güleryüz ve özlü ifadelerle anlatan iyi bir üstat olduğu kısa zamanda duyuldu ve çok geçmeden ders halkası dönemin ileri gelen ilim erbabının katıldığı ve fıkhî meselelerin ve çözümlerinin derinlemesine tartışıldığı ileri düzey bir fıkıh akademisine dönüştü. Kırk yaşlarında başlamış olduğu bu öğretim hayatına otuz sene kadar devam etti. Onun ders halkalarında yetişen talebelerin sayısının 4000’i aştığı ve bunlardan kırk kadarının ictihad derecesine vardığı nakledilir.
    Ebû Hanîfe’nin ticarî hayatın ve günlük meselelerin içinde bulunması, insanların problem, temayül ve ihtiyaçlarını yakından tanıması da, ictihadlarının kabul görmesini sağlamış ve uygulanma şansını artırmıştır.
   Ebû Hanîfe, hocaları tarafından kendisine intikal ettirilen önceki nesillere ait fıkhî görüşleri, rivayetleri ve ilmî mirası, içinde bulunduğu devrin şartlarını ve insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak dinin genel ilke ve amaçları açısından yeniden değerlendirmeye ve sınırlı naslar ile sınırsız olaylar, naklin hükmü ile aklın yorumu, hadis ile re’y arasında mâkul bir denge kurmaya çalışmıştır. Bunun için de örf ve âdeti, Kur'an'ın genel ilkelerini, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş ve istihsan metodunu sıklıkla kullanmıştır. Verdiği hüküm ve fetvalarında şahsî teşebbüs ve sorumluluğun, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını ilke edinmiştir. Onun bu metodu ve tavrı, daha sonra adına izâfe edilerek oluşacak olan Hanefî mezhebinin de genel esaslarını ve metodunu teşkil etmiştir.
   İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin talebeleri onun tedrîsatını devam ettirdiler ve ondan öğrendikleri usule uyarak kaynaklardan hüküm istinbatını sürdürdüler. Talebelerinden bilhassa        ictihad derecesine yükselenler, özellikle de Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed hocalarının görüş ve fetvalarını tasnif ve tedvîn işine giriştiler.
     Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde Ebû Yûsuf'un "kadılkudât" (baş kadı) olması ile devletin başlıca fıkıh mezhebi haline gelmiştir.
    Hanefî mezhebi bilhassa doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir'de büyük bir gelişme göstermiştir. Pek çok Hanefî fakihi de buralardan yetişmiştir. Abbâsî devri sona erince yayılma durmuşsa da Osmanlı Devleti’nin kurulması ve bu mezhebi ülke genelinde hukukî istikrarı ve yargı birliğini sağlamak maksadıyla âdeta devletin resmî mezhebi olarak benimsemesi üzerine etki alanı yeniden genişlemiştir. Bugün Türkistan, Afganistan, Türkiye ve Balkanlar’da Hanefî mezhebi çok yaygındır. Diğer mezhep mensuplarının pek az bulunduğu Hindistan'da ve Pakistan'da ise Hanefî mezhebinin tek mezhep olduğu söylenebilir.
  Mâlikî mezhebi
  Mâlikî mezhebi, fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ikincisi olup, büyük hadis ve fıkıh bilgini Mâlik b. Enes'e nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmam Mâlik b. Enes, 93 (712) yılında Medine'de dünyaya geldi.
  Orada yetişti. Medine o dönemde, Peygamber'in hadisleri ve sahâbe ve tâbiûn fetvaları bakımından bir merkez idi. Mâlik b. Enes böylesine zengin bir ilim atmosferinde eğitim öğretim gördü. İbn Hürmüz, İbn Ömer'in âzatlısı Nâfi‘, İbn Şihâb ez-Zührî, Yahyâ b. Saîd gibi tanınmış tâbiûn bilginlerinden hadis ve fıkıh dersleri aldı. Olgunluk çağına gelince, Medine'de Mescid-i Nebevî'de ders ve fetva vermeye başladı. Döneminde Medine fıkhının imamı olarak tanındı, etrafında geniş bir ilim halkası oluştu, öğrenciler yetiştirdi ve 179 (795) yılında vefat etti.
  Öğrencilerinin rivayetlerinden ve mezhebin usulünü yazan âlimlerin ifadelerinden İmam Mâlik'in hüküm istinbatında kitap, sünnet, icmâ, sahâbe kavli, örf ve âdet delilleri dışında kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâi‘ gibi fer‘î delillere de başvurduğu anlaşılmaktadır. İmam Mâlik'in fıkhının en belirgin özelliği, Medine halkının uygulamasına (ameli ehl-i Medîne) çok önem vermesidir. O haber-i vâhidi kabul için, bu haberin Medineliler'in ameline muhalif bulunmamasını şart koşmuştur. Ona göre, Medineliler’in ameli mütevâtir sünnet mesabesindedir. Zira İmam Mâlik zamanındaki Medine tatbikatı, Hz. Muhammed (a.s.v.) döneminden tevâtür sayısının çok üzerinde topluluklar aracılığıyla intikal ettirilmiş uygulamalardır. Hz. Muhammed (a.s.v.) yaklaşık on yıl onların içinde yaşamış, onların örf ve âdetlerini görmüş, İslâm'ın ruhuna aykırı olanlarını ilga etmiş, bir kısmını düzeltmiş, diğer bir kısmını da olduğu gibi bırakmıştır. Şu halde bu uygulamanın (amelin) mütevâtir sünnet mesabesinde sayılması gerekir.
   Mâlikî mezhebi iki yolla yayılmıştır. Bunlardan biri İmam Mâlik'in yazdığı eserler, ikincisi de onun talebelerinin tedvîn ve eğitim faaliyetidir. Ülkenin çeşitli bölgelerinden özellikle de Mısır ve Kuzey Afrika tarafından gelen öğrenciler daha sonra bölgelerine dönerek İmam Mâlik'in görüş ve fetvalarını yaydılar. Sahnûn'un (ö. 240/854) öncülüğünde tedvîn edilen ve İmam Mâlik'in ve yakın öğrencilerinin görüşlerini toplayan el-Müdevvene isimli hacimli eser, Muvatta ile birlikte Mâliki mezhebinin temel iki kitabı sayılır.
   Mâlikî mezhebi, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra İmam Mâlik'in Esed b. Furât, Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım gibi talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'e yayılmıştır. Hatta, bu mezhep bir zamanlar İspanya'da Endülüs Emevî Devleti’nin resmî mezhebi olmuştur.
   Günümüzde Mısır'da, Kuzey Afrika’da (Tunus, Cezayir, Fas), Sudan'da Mâlikî mezhebi çok yaygındır. Hicaz bölgesinde ise, Mâlikîler'in sayısı oldukça azdır.
 Hanbelî mezhebi
  Hanbelî mezhebinin kurucusu sayılan, Ahmed b. Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat'ta dünyaya geldi. Genç yaştan itibaren Bağdat'ta hadis toplamaya başladı. Hicrî 186 yılına kadar hadis âlimlerinden dinlediği bütün hadisleri kaleme aldı. Hadis araştırma ve tespiti amacıyla İslâm ülkelerini diyar diyar dolaştı. Ahmed b. Hanbel hadis ilminde rivayete önem verdiği kadar, naslardan hüküm çıkarmaya da itina gösterdi. O İmam Şâfiî'nin fıkıhtaki bilgisine, hüküm çıkarma ve istinbat usul ve metoduna hayrandı. Ahmed b. Hanbel, Mekke'de, Bağdat'ta İmam Şâfiî'den bu metotları öğrendi ve benimsedi.
  Böylece hadisleri sadece rivayetle yetinmeyip, onların fıkhî mâna ve maksatlarını da araştırdı. Olgunluk yaşına geldiği zaman ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Bu devirde fakihlerin çalışmaları meyvelerini vermiş, çok değerli fıkıh eserleri birer birer ortaya çıkmış, ilk üç mezhebin birinci el kaynakları tedvîn edilmişti. İmam Ahmed b. Hanbel kendisini böyle zengin bir fıkıh servetinin içinde buldu. Bunlardan en iyi bir şekilde istifade etmesini bildi.
    Ahmed b. Hanbel ibadet ve muâmelât konularında iki ayrı usul benimsedi. İbadet konularında naslara ve Selef’in eserlerine sımsıkı sarıldı. Delilsiz hüküm vermekten sakındı. Muâmelâtta da yine Selef’in yolu olan, bir şeyin haram veya helâl olduğuna dair naslarda delil yoksa o mubahtır prensibine sarıldı. "Eşyada aslolan mubahlıktır" prensibini Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîler de benimserler, ancak Hanbelîler muâmelâtta daha belirgin biçimde serbestlik taraftarıdırlar. Onlar mukavele serbestisini alabildiğine geniş tutmuşlardır.
    Dinin haram kıldığı şartlar müstesna, bu mezhep ticarette tarafların istedikleri şartları koşabileceğini hükme bağlar. Bu mezhepte nassa ve esere sıkı sıkıya bağlı olmanın neticesi bir yandan ictihadla hüküm elde etme güçleştirilirken, diğer yandan nassa dayanmadan bir şeye câiz değildir demeyi de zorlaştırmıştır. Eşyada aslolan mübahlıktır kaidesi temel alındığı için mubah ufku genişlemiş ve bu bakış açısı büyük ölçüde akidlere de yansımıştır.
   Ahmed b. Hanbel'in çoğu müstakil veya mezhepte müçtehit olan talebe ve müntesipleri, onun görüşleri etrafında Hanbelî fıkıh ekolünün oluşmasını sağlamışlar, önceleri Bağdat'ta doğan bu mezhep daha sonra diğer İslâm bölgelerine de yayılmaya başlamıştır. Hanbelî mezhebinin usul ve özellikleri, temelde Ahmed b. Hanbel'in metodolojisi ve fıkhî görüşlerine dayanır. Mezhebin ayırıcı vasfı olarak re’y ve kıyastan çok âyet, hadis ve sahâbe kavli gibi naklî delillere dayanması dikkat çeker. Mezhepte bir bakıma hadise dayalı fıkıh anlayışı hâkimdir. Sadece fiilen karşılaşılan problemlere çözüm üretilmiştir. Teknik anlamda tam bir fıkıh mezhebi değil, bir nevi hadis ekolü olarak da görüldüğü için, Hanbelîliği fıkıh mezhepleri arasında saymayanlar da vardır. Ahmed b. Hanbel'in, devrinde Şîa'ya ve diğer Ehl-i sünnet dışı fikrî ve itikadî akımlara karşı mücadele etmesi, onlara karşı hadisleri ve geleneksel din anlayışını (Selefîlik) savunmuş olması, onu devrinde Ehl-i sünnet'in temsilcisi konumuna getirmiş, Hanbelîliğin fıkıh mezhebi olmasında bu hususun büyük etkisi olmuştur. Ancak Hanbelîliğin fikrî ve fıkhî gelişiminde yukarıda zikredilen tedvîn faaliyetlerinin yanı sıra İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye'nin eserlerinin de büyük payı vardır.
   Son yüzyılda Arap dünyasında baş gösteren ve dinî olduğu kadar siyasî ve sosyo ekonomik bir mahiyet de arzeden Vehhâbîlik hareketi, özellikle akaid alanındaki görüşleri ve Selefî tavrı sebebiyle Hanbelî mezhebini kendilerine yakın bulduğu için Hanbelî mezhebi günümüzde başta Hicaz bölgesi olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'da da bir hayli taraftar bulmuş durumdadır.
   Hanbelî mezhebi bugün Suudi Arabistan'da resmî mezhep konumundadır.
Şâfiî mezhebi 
*Hicrî ilk iki yüzyılda (VII-VIII. yüzyıllar) ortaya çıkan Medine merkezli Hicaz fıkhı ile Kûfe merkezli Irak fıkhını yakından tanıma ve eleştirme imkânı bulup bu iki eğilim arasında özgün bir sentez gerçekleştiren İmam Şâfiî’ye (ö. 204/820) nisbet edilen fıkıh doktrini ve bu çizgide üretilen fıkıh birikimi Şâfiî mezhebi (Şâfiiyye) diye adlandırılmış, bu mezhebe mensup fakihlere ve mezhebin görüşüyle amel eden kişilere Şâfiî denmiştir.
   I. Kuruluşu ve Yayılması
  Tâbiîn dönemi âlimlerinin sahâbe neslinden tevarüs ettiği birikimi teorik bir yapıya kavuşturma girişimi çok geçmeden Mekke, Medine, Kûfe, Basra, Dımaşk gibi belli başlı merkezlerde bazı ilmî oluşumlara yol açmıştır. Tamamen sivil biçimde gelişen bu oluşumlar sonucunda Hicaz’da geleneğe daha fazla ihtimam gösteren muhafazakâr bir temayül, Irak bölgesinde re’ye daha çok imkân tanıyan eleştirel bir yaklaşım hâkim olmuştur. Şâfiî ilim hayatına başladığı sırada ilim camiasına biri Ebû Hanîfe ve talebelerinin meydana getirdiği, kökleri Abdullah b. Mes‘ûd’a kadar giden, diğeri Mâlik ve talebelerinin teşkil ettiği, kökleri Medine’nin yedi fakihi üzerinden Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sâbit, Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’ye uzanan fıkıh çevresi olmak üzere iki çevre hâkimdi. Temel öğrenimini Mekke’de tamamlayan Şâfiî, önce Selef birikiminin temsilcisi konumunda bulunan ve muhafazakâr bir çizgide faaliyet yürüten Mâlik’in, ardından ehl-i re’y damarından beslenen ve belirgin bir seviyeye ulaşmış olan Hanefî çevresinin ilmî birikimini tahsil ederek bu iki anlayış arasında en üst düzeyde bir etkileşime aracılık etmiştir. Hanefî birikimi karşısında ilk zamanlarda Mâlik’in bir savunucusu gibi davranan Şâfiî bu süreçte her iki anlayışın zayıf ve güçlü yanlarını tanıma fırsatı bulmuş; ömrünün son yıllarını geçirdiği Mısır’da Mekke, Medine, Bağdat ve Mısır gibi dönemin ileri gelen merkezlerinin ilmî birikimine dayanan kendine ait nihaî sentezi gerçekleştirmiştir. Fıkıh ilminin belli bir kıvama ulaşıp bir hayli telif çalışmasının ortaya konduğu bir aşamada ilim kervanına katılan Şâfiî’nin hummalı faaliyetleri şahsî yetenekleriyle buluşunca olağan üstü bir başarı ortaya çıkmış, dört yıl gibi kısa bir sürede mezhebin nüvesini teşkil eden büyük bir ilmî miras bırakmaya muvaffak olmuştur. Şâfiî’nin fıkhına yoğunlaşanlar mezhep teşekkülüne, hadis birikimini tahsil edenler ise bunun geniş bir coğrafyaya yayılmasına katkı sağlamıştır. Dârekutnî, Şâfiî’den rivayette bulunanlara iki ciltlik bir eser tahsis etmiştir.
 A) Mezhebin Teşekkülünde Talebelerinin Rolü ve B)Mezhebin Yayılması Konuları ile ilgili bilgilere, TDV İslam Ansiklopedisi’nden veya (https://islamansiklopedisi.org.tr/ safii-mezhebi ) linkinden ulaşabilirsiniz.
       C) Mezhebin Gelişimi.
   İbn Süreyc ile başlayan süreçte Şâfiî mezhebi mensubu fukaha hem mezhep mensuplarına hem dışarıya yönelik ilmî faaliyetler yürütmüştür. Mezhep içindeki tedris faaliyetlerinde hoca ya kendisine veya önceki bir otoriteye ait bir metni o güne kadarki birikim eşliğinde açıklarken öğrenciler ta‘lik adı verilen -sonraki telifatın ana malzemesini teşkil edecek- ders notları oluşturuyordu. Telif faaliyetlerinde ise çoğunlukla Müzenî’nin el-Muḫtaṣar’ı etrafında dönen bir şerh ameliyesi hâkimdi. Daha sonra İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin kendi zamanına kadarki mezhep birikimini özetleyen Nihâyetü’l-maṭlab fî dirâyeti’l-meẕheb’i öğrencisi Gazzâlî tarafından kademeli bir ihtisar işlemine tâbi tutulmuş, Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin eserleriyle birlikte bunlar Şâfiî ilim çevrelerinin ilgi odağı haline gelmiştir. Bunların bir kısmı tedris faaliyetlerinde ders kitabı olarak takip edilirken bir kısmı şerhlere konu yapılmıştır. Öte yandan IV (X) ve V. (XI.) yüzyıllardaki şartlar, bilhassa mezhepler arasındaki rekabet, mezhep mensubu fakihleri kendi mezhep birikiminin meşruiyetini temellendirip gücünü ispatlama gayretine, yani dışarıya karşı da üretim yapmaya sevketmiştir. Bu konuda Şâfiîler açısından Selçuklular devri ve özellikle Nizâmülmülk’ün Nizâmiye medreselerini kurması bir dönüm noktası teşkil eder. Bu devirde Şâfiî mezhebi hem Irak hem Horasan bölgesinde olabildiğince güçlenmişti.
    Irak ve Horasan Çevreleri. Ana unsuru aynı olmakla birlikte Irak ve Horasan fıkıh çevrelerinin mezhep aktarımında zamanla birtakım farklılıklar oluşmuş ve bu farklılıkların giderek artmasıyla mezhep iki ayrı gelişme çizgisine ayrılmıştır. Ebû İshak el-Mervezî’nin farklı bölgelere dağılan talebeleriyle başlayan bu ekolleşmede, onun vefatından sonra Şâfiî mezhebini Irak’ta temsil eden otorite ile Horasan bölgesinde temsil eden otorite arasındaki anlayış farklılığı da etkili olmuştur.
  Selçuklu ve Eyyûbî Dönemi Medreselerinin Katkısı. Şâfiî fıkhı tahsil etmiş olan Nizâmülmülk, Selçuklu sultanları Alparslan ve Melikşah’a vezirlik yaptığı dönemde Selçuklular’ın hâkimiyetindeki Irak ve Horasan bölgelerinde köklü imar faaliyetlerine girişmiş ve özellikle Bağdat, Belh, Nîşâbur, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Âmül ve Musul’da birer medrese inşa ettirmiştir. Zengin vakıflarla desteklenen bu medreselere Şâfiî fakihleri müderris tayin edilmiş, geçim kaygısından kurtarılan hoca ve talebeler daha iyi şartlarda öğretim faaliyetlerini yürütmüştür. Ayrıca önceleri çoğunlukla camilerde ders halkaları şeklinde yürütülen öğretim faaliyetleri Nizâmiye medreseleriyle birlikte kurumsallaşma sürecine girmiş, mezunların imam, müderris gibi görevlere tayini bu kurumlara teveccühü arttırmıştır.
    Böylece özel himayeye mazhar olan Şâfiî mezhebi, Niza-mülmülk’ün hayatta bulunduğu dönemde medreselerde görev alan müderrislerin telif faaliyetleri sayesinde oldukça zengin bir birikime kavuşmuştur. Bilhassa Ebû İshak eş-Şîrâzî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Gazzâlî gibi âlimlerin katkıları mezhep birikimine ayrı bir çeşni katmış, daha sonraki dönemin gelişim seyrine damgasını vurmuştur. İkinci atılımını yaklaşık 100 yıl sonra Selâhaddîn-i Eyyûbî devrinde gerçekleştiren Şâfiî mezhebi etkinlik alanını Eyyûbî coğrafyasındaki merkezlere ve özellikle Şam, Mısır, Hicaz, Yemen bölgelerine kaydırmıştır. Buralarda açılan medrese ve dârülhadislerde görev alan Şâfiî ulemâsının ilmî faaliyetleri sayesinde mezhep gelişimi yeni bir ivme kazanmıştır. Moğol istilâsı yüzünden doğuda gücünü kaybeden Şâfiî mezhebi artık tamamen batıya kaymıştır.
    İlhanlılar devrinde doğu ulemâsı Şam’a akın ettiği için buradaki entelektüel düzey yükselmiş ve mezhep mensubiyeti açısından bir çeşitlenme meydana gelmiştir.
     Memlükler dönemi âlimlerinin Moğollar’ın imha ettikleri ilmî mirası yeniden canlandırma gayretleri neticesinde kadim dönem ilmî mirası büyük oranda yeniden kurulmuştur.
    İmam Nevevî;  Nevevi’nin, Râfiî’nin telifatını esas alıp geliştirmesi ve bunlardaki eksikleri gidermeye çalışmasıyla birlikte mezhep imamından beri süregelen telif faaliyetleri en gelişmiş biçimine kavuşmuştur. Artık bundan sonra mezhep görüşünün tespitinde bu iki âlimin ihtilâf etmesi halinde Nevevî belirleyici konuma gelmiştir. Günümüz Şâfiîliği açısından da Nevevî bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
     Mısırlı olan ve Memlükler’in son dönemiyle Osmanlılar’ın Mısır fethi sonrası döneminde yaşayan bu üç fakihin ortak noktası Nevevî’nin Minhâcü’ṭ-ṭâlibîn’ine birer şerh yazmaları ve bu şerhlerin bundan sonraki dönemde Şâfiî çevrelerinin temel referans kaynağı haline gelmesidir. Osmanlılar’ın Mısır’ı fethinden itibaren başlayan hâşiye ve takrir geleneği giderek zayıflasa da bu çerçevedeki literatür XX. yüzyıla kadar devam etmiştir.
    Mısır’da Memlükler döneminde dört Sünnî mezhebe eşit düzeyde geçerlilik sağlanmış olmakla birlikte Şâfiî mezhebi ayrıcalıklı konumunu Yavuz Sultan Selim’in burayı zapt etmesine kadar sürdürmüştür. Osmanlı devrinde siyasî ve idarî açıdan Hanefî mezhebi imtiyazlı hale getirilmiş olsa da Şâfiî mezhebi toplum nezdindeki hâkim konumunu devam ettirmiştir. Bu konum giderek zayıflamakla birlikte günümüze kadar gelmiştir. Osmanlı döneminde Hanefî mezhebi resmî mezhep olmasına rağmen Şâfiî mezhebi geleneksel ilmî faaliyetlerini Mısır, Şam, Irak, Hicaz ve Yemen’de güçlü bir şekilde sürdürmüş, diğer bölgelerdeki Şâfiîler, özellikle çoğunluğu bu mezhep mensubu olan Endonezya ve Malezya Müslümanları adı geçen merkezlerdeki ilmî birikimden faydalanmışlardır.
   Günümüzde dünyadaki Sünnî Müslüman nüfusun büyük çoğunluğunu Hanefî ve Şâfiîler oluşturur. En yoğun Şâfiî nüfusu Endonezya ve Malezya’da bulunmaktadır. Ayrıca Kafkaslar’dan başlayarak güneye doğru Azerbaycan, Türkiye’nin doğu kesimleri ile (özellikle Elazığ, Bingöl, Van, Bitlis, Muş, Ağrı, Hakkâri, Diyarbakır illeri) İran’ın batı kesimleri, Kuzey Irak ve Suriye üzerinden Ürdün’e kadar çizilecek koridorda ve Yemen’in özellikle Hadramut bölgesinde yoğun bir Şâfiî nüfusu mevcuttur. Mısır ve diğer bazı Doğu ve Orta Afrika ülkeleri yanında Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar arasında önemli oranda Şâfiî mezhebi mensuplarının varlığından söz edilebilir.
    II. Usulü (A) Kitap ve Sünnet, B) İcmâ ve Sahâbî Kavli, C) Kıyas, D) İstishâb) Konuları ile ilgili bilgilere, TDV İslam Ansiklopedisi’nden veya* ( https://islamansiklopedisi.org.tr /safii-mezhebi ) linkinden ulaşabilirsiniz.
    Mezhebin Bazı Fürû Hükümleri.
  1- Başta Fâtiha olmak üzere bütün sûrelerin başındaki besmele o sûrenin bir âyeti sayıldığı, Fâtiha da namazın rüknü olduğu için besmelenin terki namazı geçersiz kılar. Cemaatle kılınan namazlarda cemaat de besmele ile birlikte Fâtiha’yı okumakla mükelleftir, zira herkes kendi fiilinden sorumludur. Cehrî kılınan namazlarda imam Fâtiha’yı okurken cemaat onu dinler, imam sûre okumaya geçince cemaat Fâtiha’yı okumaya çalışır.
* Ayrıca: Şâfiilere ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir rivayete göre, Besmele hem Fâtiha, hem de başında bulunduğu diğer sûrelerin ilk âyetidir.* https://islamansiklopedisi.org.tr/fatiha-suresi )
  Bunların dayandığı diğer bir delil de şudur: Mushaf'ta Besmele hem Fâtiha hem de sûrelerin başlangıcında yazılıdır. Bize kadar gelen bütün Mushaflarda da böyledir. Sahabenin Kur'ân dışındaki bir şeyi Kur'ân'a koymayacakları hususu da tevatüren sabit olduğuna göre ve hem de bu konuda oldukça titiz davranıldığı nazara alınırsa "öyle ki noktalama, ta'şir (sayfa kenarlarında âşirleri, hizipleri, secdeleri gösteren işaretler) vs. gibi hususlara bile, Sahabe zamanında yapılmadığı için karşı çıkmalar olmuştur" Besmele'nin Kur'ân'da bir sûre hariç, her sûrenin başında yer alması, onun müstakil bir âyet olduğunu gösterir.* Alıntıdır
   2- Abdestte niyet farzdır.
  3- Islak elle saçın birkaç teline dokunmakla da başa mesh gerçekleşmiş olur.
   4- İhramdan çıkmak için dört saç telinin kesilmesi yeterlidir.
  5- Kendisiyle evlenilmesi dinen yasaklanmış belli derecedeki hısımlardan (mahrem) olmayan kadına dokunmakla abdest bozulur.
 6- Boşaltım kanalları dışında bir yerden kan akmasıyla ve kusmakla abdest bozulmaz.
  7- Seferîliğin müddeti üç gündür.
  8- Yolculukta namazlar tam veya kısa kılınabilir. Yolculukta öğle ile ikindi ve akşamla yatsı ilkinin veya ikincisinin vaktinde birleştirilerek kılınabilir.
  9- Vitir namazı vâcip değil sünnettir; ayrı ayrı olmak üzere önce iki, sonra bir rek‘at kılınır.
  10- Öğle, ikindi ve yatsının ilk sünnetleri dışındaki sünnetler dört rek‘at olarak kılınmaz.
  11- Teravih dahil bütün nâfile namazlar iki rek‘at halinde kılınır.
 12- Doğrudan vakit namazına durulmadığı takdirde tahiyyetü’l-mescid kılınarak oturulur ve günün hiçbir vakti bu namaza engel teşkil etmez.
 13- Sabah namazında farzın ikinci rek‘atında rükûdan sonra ve secdeden önce Kunut duası okunur.
 14- Zekât mala bağlı bir mükellefiyet sayıldığı için küçüğün ve akıl hastasının nisaba ulaşan malı zekâta tâbidir.
 15- Kadınların süs olarak kullandıkları altın, nisabı aşsa bile zekâta tâbi değildir.
 16- Kefâret, orucun sadece cinsel ilişki yoluyla bozulması durumunda gerekir, kasten yeme içme yoluyla orucu bozmak günah olmakla birlikte sadece kazâyı gerektirir.
 17- Hayız müddeti en az bir gün bir gece, en çok on beş gündür.
 18- Kurban gücü yeten için müekked sünnet olup ev halkından yükümlü bir kişinin kesmesiyle bu sünnet yerine getirilmiş olur.
  19- Fıtır sadakası ve ticaret malları dışındaki zekâta tâbi malların zekâtı aynî olarak ödenir.
  20- Bâkire kız kendi nikâh akdinde taraf sıfatıyla irade beyanında bulunamaz, velisinin beyanı geçerlidir.
 21- Rehin akdinin meydana gelmesi için merhunun (reddedilen mal) kabzı şart değildir; mürtehinin (rehin verilen kişi) ihmali ve kusuru olmadan telef olan merhun emanet hükümlerine tâbidir, mevcut borca mahsup edilmez.

    III. Genel Karakteristiği A) İctihad Mertebeleri B) Fetva Usulü C) Mezhep Terimleri’ne (1. İmam. 2. Kavl (çoğulu akvâl). 3. Nas. 4. Ashap. 5. Tahrîc. “6. Vecih. 7. Azhar-zâhir. 8. Esah-sahih. 9. Muhtar. 10. Evceh. 11. Meşihat. 12. Tarik. 13. Mezhep. 14. Mu‘temed. 15. Râcih. 16. Tercîh. 17. Mütekaddimîn-müteahhirîn. 18. Kādî. 19. Şeyh. 20. Şârih) TDV İslam Ansiklopedisi’nden veya (https://islamansiklopedisi. org.tr/safii-mezhebi) linkinden ulaşabilirsiniz.

     IV. Literatür
 A) Temel Metinler B) Fıkıh Usulü C) Fıkhın Alt Disip-linleri’ne TDV İslam Ansiklopedisi veya (https://islaman siklopedisi.org.tr/safii-mezhebi) linkinden ulaşabilirsiniz.
   D) Modern Literatür.
  Müslüman toplumların mezhep mensubiyetleri sömürgecilik döneminde Batılılar’ın dikkatini çekmiş ve çeşitli araştırmalara konu yapılmıştır. Batı’da İslâm hukuku araştırmalarının kurucusu kabul edilen Christian Snouck-Hurgronje, halkı Şâfiî olan Endonezya’daki Hollanda sömürge yönetimine danışmanlık yapmış, yönetime siyasetten uzak tarafsız bir din anlayışı benimsemesini ve halkın inanç ve ibadetlerine karışmamasını telkin etmiştir. Snouck-Hurgronje’nin çalışmaları, İslâmî ilimlerin Batı’da bağımsız bir disiplin haline gelmesinde önemli rol oynamıştır.
  İslâmî ilimler 1918’e kadar bir sömürgeci olan Almanya’da ivme kazanmış, modern Yakın ve Uzakdoğu ülkelerinin halklarına ve kültürlerine dair nitelikli bilgi yaymak amacıyla 1887’de Berlin’de Doğu Dilleri Okulu kurulmuştur. Bu okulun ilk yöneticisi Eduard Sachau 1879-1880’de Suriye ve Mezopotamya’da, 1880-1897’de Irak’ta yaptığı araştırma ve inceleme gezilerine dayanarak Muhammedanisches Recht nach schafiitischer Lehre (Berlin 1897) adlı eserini telif etmiş, bunu T. W. Juynboll’ün Handleiding tot de kennis van de Mohammedaansche wet volgens de leer der Sjāfiʿitische School isimli kitabı izlemiştir .
   Bir Şâfiî uzmanı olan Schacht ve diğer oryantalistler ile ilgili bilgilere  TDV İslam Ansiklopedisi veya (https://islam ansiklopedisi.org.tr/safii-mezhebi) linkinden ulaşabilirsiniz.
   Türkiye’deki Şâfiîler, pratik dinî ihtiyaçlarını büyük ölçüde ülkenin doğusundaki medreselerde klasik usulle yetişen ilim adamları ile karşılamışlardır. Ancak mezunlarının istihdam imkânı bulamaması yüzünden bu müesseselere rağbet azalmıştır. Mezhep mensupları Türkçe kaynak bulma noktasında da sıkıntı çekmişlerdir. Bu ihtiyaç kısmen Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali ve Hukūk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kāmûsu adlı eserlerinden karşılanmıştır. Mezhebin yaşayan otoritelerinden biri olan Halil Günenç’in eserleri günümüzde önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Onun Büyük Şâfiî İlmihali (Ankara, ts.) ve Günümüz Meselelerine Fetvalar (I-II, İstanbul, ts.) adlı eserleri mezhep mensupları arasında en çok itibar edilen kaynakların başında gelir. Halil Günenç, el-Mevsûʿatü’l-fıḳhiyyeti’l-müyessere adlı eseriyle (İstanbul 1992) ilmî birikimini uluslararası alana taşımıştır. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin fıkıhla ilgili maddeleri ile son dönemde dört mezhep fıkhını mukayeseli olarak ele alan eserler de Şâfiî mezhebinin usul ve fürû yaklaşımları hakkında önemli bilgiler içermektedir. * (https://islamansiklopedisi.org.tr/safii-mezhebi )

 Diğer Fıkıh Mezhepler
  Re’y ve ictihad faaliyetinin yoğunlaşıp fıkhî düşüncenin daha doktriner ve sistematik hale geldiği ve hoşgörülü-hürriyetçi bir fikrî tartışma ortamının bulunduğu hicrî II ve III. yüzyılda, yukarıda haklarında özet bilgi verilen dört büyük Sünnî fıkıh mezhebinin imamının ve öğrencilerinin yanı sıra birçok büyük ve bağımsız müçtehitin yetiştiği ve bunların da görüşleri etrafında kısmî bir gruplaşmanın olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında Mekke'de Süfyân b. Uyeyne (ö. 198/813); Kûfe'de Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778), İbn Ebû Leylâ (ö. 148/765), İbn Şübrüme (ö. 144/761); Bağdat'ta Ebû Sevr (ö. 240/854), Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883). İbn Cerîr et-Taberî (ö.310/922); Mısır'da Leys b. Sa‘d (ö. 175/791); Basra'da Hasan-ı Basrî (ö.110/728); Şam'da Evzâî (ö. 157/774); Nîşâbur'da İshak b. Râhûye (ö. 238/853) sayılabilir. İctihad metotları ve delillerden hüküm çıkarma açısından kendilerine özgü görüşleri bulunması itibariyle müstakil birer müçtehit olan bu ve benzeri fakihlerin pek çoğu sonradan müntesipleri kalmadığı için mezhep imamı olarak tanınmamış ve görüşleri mezhep olarak fiilî hayata aksetmemiştir.
  Bununla birlikte ilk dönem hadis ve fıkıh literatüründe görüşlerine yer verilen bu müçtehitler, hem İslâm hukukunun doktrin boyutunu ve yorum-çözüm zenginliğini göstermesi hem de günümüzdeki kanunlaştırmalarda ihtiyaç duyulabilecek alternatif çözümleri hatırlatması yönüyle ayrı bir önem taşırlar.
  Günümüzde müntesibi kalmamış olmasına rağmen re’y ve ictihad hareketine karşı sürdürdüğü sert eleştirileriyle, farklı bakış açılarıyla ve görüşleriyle fıkıh kültürüne ayrı bir zenginlik kazandıran Zâhiriyye ekolü ve bu ekolün iki büyük imamı Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883) ve İbn Hazm (ö. 456/1064) burada ayrıca anılmaya değer. Kıyasa ve re’y ictihadına şiddetle karşı çıkıp âyet ve hadislerin zâhirine tutunmanın tek yol olduğunu savunan bu ekol hicrî IV. asırdan itibaren bir süre etkili olmuş ise de daha sonra, kısmen yakın bir anlayışa sahip olan Şâfiî mezhebi içinde erimiştir. Fıkhın usul ve fürû alanında birçok eser veren ve kendinden önceki fakihlerin görüşlerine ve metotlarına nasların lafzını esas alma ve hadise bağlılık geleneği içinde kalarak ciddi bir eleştiri yönelten İbn Hazm, ekolün fıkıh yönü ön plana çıkan bir mezhep halinde tanınmasını da sağlamıştır.
   Sünnî mezheplerin dışında kalan fıkhî mezhep ve ekollerin, müntesipleri itibariyle en önemli kısmını Şîa grubunda yer alan fıkhî ekoller teşkil eder. Şîa esasen başlangıçta siyasî, devamında da itikadî bir gruplaşma iken mezhepleşme sürecine bağlı olarak kendine özgü fıkıh doktrin ve uygulaması da geliştirdiğinden Şîa'nın üç büyük fırkası aynı zamanda birer fıkıh mezhebi olarak da görülebilir. İmâmiyye akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldığından Ca‘feriyye olarak da anılır. Ca‘ferî fıkhında Sünnî kesimdeki ehl-i hadîs ehl-i re’y ayırımını kısmen andırır tarzda iki temel eğilim görülür ve bunların temsilcileri Ahbârîler ve Usûlîler diye anılırlar. Birinciler hüküm çıkarmada hadisleri esas alır ve Kur'an'ın da ancak bu hadislerle anlaşılabileceğini söylerken ikinci grup kitap, sünnet, icmâ ve akıl şeklinde dört delilden söz eder. Ancak Şîa'nın sünnet ve icmâ anlayışı Sünnî mezheplerinkinden oldukça farklı olup Hz. Muhammed (a.s.v.)'in ve mâsum imamların (on iki imam) söz, fiil ve tasviplerini ölçü alır, sadece Ehl-i beyt’in rivayet ettiği hadisleri kabul ederler. Müt‘a nikâhını câiz görme, abdestte çıplak ayakların üstüne meshi yeterli sayma, boşamada iki şahit zorunluluğu, beş vakit namazı cem‘ yoluyla üç vakitte kılma, zekâtı (humus) din adamları eliyle toplama gibi bazı farklı görüş ve uygulamaları vardır.
   Şîa'nın diğer kolu olan Zeydiyye, fıkhî görüşleri itibariyle Hanefî mezhebine bir hayli yakındır. Mest üzerine meshi, gayri müslimin kestiğini yemeyi ve Ehl-i kitap’tan bir kadınla evlenmeyi câiz görmezler. Esasen birer siyasî-itikadî fırka hareketi olan Şîa'nın diğer kolları veya Hâricîlik fıkıh alanında bazı farklı görüşlere sahip ise de bu tür fıkhî farklılıklar diğer Sünnî fıkıh mezhepleri içinde de mevcut olduğundan fazla bir önem taşımazlar.


Bu çalışmalar hazırlanırken;
1- İnternette bulunan ve mobil uygulamalarda online yayımlanan Rahmetli Ali ARSLAN Hoca Efendi tarafından tercüme edilmiş olan “Büyük Şafii Fıkhı” (Müellifler: Dr. Mustafa el-Hin, Dr. Mustafa el-Buğa, Ali el-Şerbeci) kitabından,
2- (http://risaleoku.com:8080/oku/safii/1) web sitesinde online yayımlanmış olan ve Müellifi Halil GÜNENÇ Hoca Efendi olan Büyük Şafiî İlmihali’nden,
3- https://ehliislam.com/dort-mezhep-fikih.pdf  web sitesinde online yayımlanmış ve Abdurrahman Cezîrî başkanlığında hazırlanmış olan ‘Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı’ kitabından,
4- Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. H. Yunus Apaydın tarafından hazırlanmış olan ve 1998 yılında Diyanet İşleri Başkanlığınca yayımlanmış olan ve https://www.diyanet.gov.tr/trTR/Ku-rumsal/Detay/5255 adresinde de online erişime açık olan “İlmihal” kitabından,
5- TDV tarafından basılan ve (https://islamansiklo-pedisi.org.tr), adresinde online da yayımlanan İslam Ansiklopedisi’nden,
 6- Müellifi Vehbe Zuhayli olan ‘İslam Fıkhı Ansiklopedisi’nden,
7- İmam-ı Gazali’ye ait olan İhya-u Ulumiddin’den,
            Başta olmak üzere birçok kitaptan yararlanılmıştır. İlmihal hazırlanırken yararlanılmış ve söz konusu alıntılar (*) ile işaretlenmiş ve sonuna da kaynak ve (varsa) internet adresi linkleri ilgili bölümde belirtilmiştir.