İslâm
âlimlerinin büyüklerinden ve en meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin
Muhammed bin Ahmed Tûsî, Gazâlî’dir. Künyesi, Ebû Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslâm
ve Zeynüddîn Tûsî’dir. 450 (m. 1058) senesinde Tûs şehrinin Gazâl kasabasında
doğdu. 505 (m. 1111)’de Tûs’da vefât etti. Taberan denilen yere defn edildi.
Müctehid idi. İctihâdı şafiî mezhebine yakın olduğu için Şafiî mezhebinde
olduğu zannedilir.
İmâm-ı
Gazâlî hazretlerinin babası fakir ve sâlih bir zât idi. Âlimlerin
sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik
eder, onların hizmetinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allah-u
Teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlât vermesini yalvararak isterdi. Yün
eğirip, Tûs şehrinde bir dükkânda satardı. Vefâtının yaklaştığını anlayınca,
oğlu Muhammed Gazâlî’yi ve diğer oğlu Ahmed Gazâli’yi hayır sahibi ve zamanın
sâlihlerinden olan bir arkadaşına bıraktı. Bir miktar mal vererek vasıyyet etti
ve ona dedi ki: “Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemâle
gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda
hâsıl olması için yardımcı olmanızdır. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların
tahsiline sarf edersin!” Arkadaşı vasıyyeti aynen yerine getirdi. Babalarının
bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişmesi ve olgunlaşmaları için
çalıştı. Sonra onlara dedi ki: “Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil
ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim, param yoktur. Size yardım edemeyeceğim.
Sizin için en iyi çâreyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devam etmenizde
görüyorum.” Bunun üzerine iki kardeş doğru söze uyup, medreseye gittiler. Sonra
ikisi de yüksek âlimlerden olmak saadetine kavuştular (Bkz. Ahmed Gazâlî).
Îmâmı
Gazâlî, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra
Cürcan’a gitti, İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den bir müddet ders aldı. Üç sene sonra
Tûs’a döndü. Cürcan’dan Tûs’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle
anlatır: “Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımızda olan her şeyimi alıp
gittiler. Benim ders notlarımı da aldılar. Arkalarından gidip kendilerine
yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin dedim. Reîsleri,
“Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca, “Onları öğrenmek için memleketimi
terk ettim, gurbetlere gittim. Filân yerdeki birkaç tomar kâğıtlardır” dedim.
Eşkiyaların reîsi güldü: “Sen onları bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz
onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi.
Sonra
düşündüm, Allah-u Teâlâ yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti dedim.
Tûs’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların
hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa,
bana zararı dokunmazdı.”
“Memleketinde
geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsilini devam ettirmek için o zamanın büyük
bir ilim ve kültür merkezi olan Nişâbûr’a gitti. Zamanın büyük âlimlerinden
olan İmâm-ül-Harameyn Ebü’l-Meâlî el-Cüveynî’nin talebesi oldu. Üstün zekâsını
ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alâka gösterdi. Burada Usûl-i hadîs,
Usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, islam hukuku ve münâzara ilimlerini öğrendi.
Hocaları arasında Ebû Hâmid er-Razekanî, Ebü’l-Hüseyn el-Mervezî, Ebû Nasr
el-İsmâilî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri
vardır. Nişâbûr’da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi
olan Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizâm-ül-mülk’ün da’veti üzerine
Bağdad’a gitti. Nizâm-ül-mülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın
âlimleri, İmâm-ı Gazâlî’nin ilminin derinliğine ve mes’eleleri izah etmekdeki
üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını i’tirâf ettiler. Üstün vasıflarından
dolayı hem âlimler, hem de halk tarafından çok sevildi. O zaman ortaya çıkan
sapık fırkaların mensûpları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzûları en
açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve izah etme kabiliyetinin yüksekliği,
zekâsının parlaklığı karşısında perişan ve mağlûb oldular. Bu sırada otuzdört
yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî’nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören
Selçuklu veziri Nizâm-ül-mülk, onu Nizamiye Medresesi’nin (Üniversite)
başmüderrisliğine, şimdiki ta’biriyle rektörlüğüne ta’yin etti. Bu medresenin
başına geçen İmâm-ı Gazâlî, üçyüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri
öğretti. Bunlardan başka, pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Mensûr Muhammed,
Muhammed bin Es’ad et-Tûsî, Ebü’l-Hasen el-Belensi, Ebû Abdullah Cümert
el-Hüseyni talebelerinin meşhûrlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar
yazan İmâm-ı Gazâlî, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir
muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizamiye Medresesi’nde
bulunduğu yıllarda, Kitâb-ül-basit fil-fürû’, Kitâb-ül-vasit, el-Veciz, Meâhiz-ül-hılâf
adlı kitaplarını yazdı.
Ayrıca
İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için “Kitâbü
fedâih-il-Bâtıniyye ve Fedâil-il-Müstehzeriyye” adlı eserini yazdı. Yine bu
sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski
Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üzerinde üç sene titizlikle
incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnasında ve neticesinde felsefecilerin
maksatlarını açıklayan “Mekâsid-ül-felâsife” kitabı ile felsefecilerin
görüşlerini reddeden “Tehâfüt-ül-felâsife” kitabını yazdı. Avrupalı filozoflar,
o asırda dünyânın tepsi gibi düz olduğunu iddia ederek, ilimlerini ve
felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmâm-ı Gazâlî dünyanın
yuvarlak olduğunu delîller ile isbât ediyor ve diğer fen ilimlerinde de
Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgileri kitaplarında yazıyordu.
İmâm-ı
Gazâlî felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını “El-Münkızü aniddalâl” kitabında
şöyle anlatmaktadır:
“İşte
şimdi filozofların ilimlerinin hikâyesini dinle: Onları birkaç sınıf,
ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile
yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhad
damgasını vurmak lâzımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine
rağmen, dehriyyûn, tabiiyyûn ve ilahiyyûn olmak üzere üç kısma ayrılırlar.
Dehriyyûn sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkar
etmişlerdir ki, bunlar zındıktır. Tabiiyyûn; bunlar da âhırete inanmadılar.
Cenneti, Cehennemi, kıyâmeti ve hesabı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktırlar.
Üçüncü sınıf olan ilâhiyyûn, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki
sınıfı red etmişlerse de, kendileri de bid’atten ve küfürden
sıyrılamamışlardır.” (Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce
gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu
söylemekle beraber peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü
küfürden kurtulmak için peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da
şarttır.” İmâm-ı Gazâlî’nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve
i’tikâdlarına, felsefe karıştıran, sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu
çalışmasını işiten bir takım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun
sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir.
Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla
beraber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı
almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için iman da odur. Işık olmayınca göz
göremediği gibi, imân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez.
İmâm-ı
Gazâlî, filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olamaz.
İslâm âlimi olur. İslâm dininde, felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun
üstünde de İslâm âlimleri vardır.
İmâm-ı
Gazâlî, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî’yi vekîl
bırakarak Nizamiye Medresesi’ndeki vazîfesine ara verdi ve Bağdad’dan ayrıldı.
Çeşitli ilmî çalışmalar ve bu maksatla seyahatler yaptı. Bir müddet Şam’da
kaldı. Bu sırada en kıymetli eseri “İhyâ-u Ulûmiddîn”i yazdı. Daha sonra
Kudüs’e gitti. Bu sırada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı
“Mufassıl-ül-hılâf”, “Cevab-ül-mesâil” ve Allah-u Teâlânın isimlerini (Esmâ-i
hüsnayı) anlatan “Maksâd-ül-esma” adlı eserini yazdı. Kudüs’de de bir müddet
kaldıktan sonra, oradan hacca gitti. Haccı müteakiben Bağdad’a döndü. Nizamiye
Medresesi’nde Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders
olarak okuttu. Bu seferki tedris hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs’a
gitti. Burada yine Batınîlere karşı “Ed-Dürc-ül-merkûm” kitabı ile
“El-Kıstâs-ül-müstekîm”, “Faysal-üt-tefrika”, “Kimyâ-ı Se’âdet”,
“Nasîhât-ül-mülk” ve “Et-Tibr-ül-mesbuk” adlı kıymetli eserlerini yazdı. On
sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra, Selçuklu veziri Fahr-ül-mülk’ün
ricası üzerine bir müddet daha Nizamiye Medresesi’nde ders verdi. Tasavvufu
anlatan “Mişkât-ül-envâr” adlı eserini de bu sırada yazdı.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerine “Bağdad’da
pek Çok ilim talebesi var iken, orada ilim neşretmekten, öğretmekten niçin vaz
geçtiğinizi kimse bilemiyor ve bu kadar uzun zamandan sonra Nişâbûr’a
dönmenizin sebebini kimse anlayamıyor” dediklerinde cevap verip izahlar
yaptıktan sonra Nizamiye Medresesi’ndeki derslerine ara verip, Bağdad’dan
ayrılış sebebini şöyle anlatmıştır: “Ben şer’î ve aklî ilimlere bu kadar
alışkanlık peyda edip, her ikisinde de inceleme ve müdârese yaptım. O esnada
bulunduğum yolda, bende; Allah-u Teâlâya, nübüvvete ve âhıret gününe yakînî bir
imân hâsıl oldu. İmânın bu üç aslı ile kalbim çok kuvvetlendi. Ayrıca iyice
anlamıştım ki, takvâ sahibi olmak nefsin isteklerini bırakmak ve bütün dünyevi
arzuları terk etmeden âhıret saadetine kavuşmak imkânsızdır. Hepsinin başı
dünyâ alâka ve bağlarını kalbten tamamen kesmek ve bu dâr-ı gurûrdan, aldanma
yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, ona muhabbet köklerini, gönül bahçesinden söküp
atmak ve âhırete dönmek ve azîmet etmek ve cenâb-ı Hakka tam gayret ile dönüp
tövbe eylemektir. Bu ise, emelleri kısmak, makamı, malı ve parayı terk etmek,
meşgûliyyeti, tutulma ve insanlarla beraber bulunmayı bırakmadan ve kalbin
içinde sekîne ve karar hâsıl olmadan tamam olmaz.
Sonra ben hâllerimi düşündüm. Gördüm ki,
çeşitli bağ ve tutulmalar içine batmışım. Her tarafımı kuşatmışlar. Amellerimi
gözümün önüne getirdim. Gördüm ki, hepsinin üstünü ve güzeli ilim öğretmektir.
Öğretmek istediğim ilimlerin, bilgilerin çoğu, önemsiz olup, âhıret için
faydasızdırlar. Sonra ilimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allah rızâsı için
olmayıp, belki makam sevdası ve şöhretle beraber karışık buldum. İşte yakînen
anladım ki, helak sâhilindeyim. Eğer hâllerimi düzeltmekle uğraşmazsam helak
olur, kendime kötülük ve zarar etmiş olurum. Bir müddet böyle düşündüm durdum.
Fakat henüz karar veremedim. Ba’zan Bağdad’dan ayrılmağa, içinde bulunduğum
hâlleri bırakmağa karar verir, birgün azîmet yolunu seçer, ayağımı ileri atar,
ba’zan biraz daha durayım deyip, adımımı geri alırdım. Bir sabah olmazdı ki,
âhıreti istemede sıdk ve rağbet üzere bulunayım da, ona nefsin istekleri ve
dünyâ arzusu askerleri saldırıp, akşam olunca beni uzaklaştırmasınlar.
Düşüncemi değiştirmesinler. Bir hadde geldi ki, dünyâ arzuları beni, zincirden
bağlar ile, kendilerine çeker ve bu ma’nânın hâsıl olması için zorlarlardı,
imân sözcüsü de seslenip: “Hadi, çabuk ol! ömründen çok az kaldı, önünde ise,
uzun bir yolculuk vardır. Kazandığın, elde ettiğin ilmin hepsi, riya ve
aldatmadır. Eğer sen, şimdi âhıret için hazırlanmaz, o sonsuz âlem için azık
bulundurmazsan, ne zaman yapacaksın? Şimdi alâkaları kesmez, engelleri
kaldırmazsan ne zaman keseceksin ve kaldıracaksın?” derdi. O zaman kalbimde bir
rağbet peyda olup, dünyâ ve ehlinden kaçmak, onlardan uzaklaşmak için kesin
karar verirdim. Sonra şeytan, aldatma ve hile yoluna başvurup; “Bu düşündüğün
hâl, çabuk geçici bir şeydir. Sakın ona uymak yolunu seçme. Zîrâ sen bu görüşü
kabûl ve karar verip, bu büyük makamı terk edersen ve eziyetli olmıyan izzet ve
şânı bırakıp gidersen, hasımlarla münâzaradan hâsıl olan zevk ve safâdan
geçersen, nefsin yine sana gâlib olur. Bu sefer ondan kurtulmaya uğraşırsın.
Hâlbuki o zaman bir daha dönemezsin, bî çâre ve dermansız kalırsın” derdi.
İşte
nefsin ve şeytanın bâtlı hak gösteren bu aldatma ve hileleri sebebi ile, ben
de, dünyâ arzuları ve âhıret isteği arasında tereddüt ve hayret vadisinde altı
ay kadar şaşkın, inler ve ağlar hâlde kaldım. Bu zaman 486 (m. 1093) yılının
Receb ayında son buldu. Nihâyet aynı ayın sonunda işim ihtiyâr ve irâdeden
geçip, aniden Allah-u Teâlâ, dilime susmak kilidi vurup, mühürledi. Dilim
söylemez, kalbim ise çok muzdarib oldu. Öyle oldu ki, kendimi zorladım, gayrete
getirmeğe çalıştım. Huzûrumda bulunan üçyüz ilim talebesinin gönlünü almak,
hatırlarını şen etmek, bu vesile ile birgün ders vermek için kendimi zorladım.
Dilimde söyliyecek kuvvet, bir kelime telâffuz edecek güç bulamadım. Bu dil
tutulması, kalbime öyle bir üzüntü ve elem verdi ki, arzu ve isteğim kalmadı.
Hazmım kesildi. Ne ağzıma bir lokma alsam, onu çiğneyebilirdim, ne bir damla su
içsem, yutabilirdim. Böyle devam edip, kuvvetten düştüm. Zayıfladım. Hattâ
doktorlar hayâtımdan ümid kestiler. Bana ilâç vermekten imtina edip, bu böyle
bir durumdur ki, kalbe indi. Ondan uzuvlara sirayet edip, mizacını bozdu, ilâç
kabûl etmez, iyileşmez. Ancak kalbini mühim işlerden rahata kavuşturur,
herşeyden temizlerse, belki iyileşir dediler.
Bundan
sonra, ben aczimi anladım ve gördüm, ihtiyârımın bütün sükûtunu, düşüşünü
seyrettim. Yalvararak ve sızlıyarak Allah-u Teâlâya sığındım. Çaresi olmayan
hasta gibi yanarak ve inliyerek duâ ettim. Nihâyet Neml suresi altmış ikinci
âyetinde meâlen; “Muzdar olan (sıkıntıya düşen) kimse duâ ettiği zaman onun
duâsını kabûl edip fenâlığı kaldıran...” buyurulduğu gibi, Allah-u Teâlâ duâmı
kabûl edip, kalbimi uyandırdı, içimdeki mal ve makam arzusunu kaldırdı.
Hepsinden yüz çevirip çocuklarımdan, dostlarımdan, vatanımdan ve eshâbımdan
ayrılmağı bana kolay eyledi. Derhal içimden Şam tarafına gitmek arzusu geldi.
Ama görünüşte hacca gideceğim dedim. Halifenin ve eshâbımın, maksadımın Şam’da
kalmak ve bu sebeble onlardan ayrılmak isteğimi bilmelerini istemedim. Sonra
bir daha dönmemek niyeti ile Bağdad’dan çıktım. Fakat düşüncemi gizliyor,
aksini bildiriyordum. Bunun için çeşit çeşit ifâde ve izah yollarına
başvuruyordum. Onlar ise benimle alay ediyor, beni cevr-ü cefâ oklarına hedef
tutuyorlardı. Sanki içlerinde, benim o tür safa ve zevkten yüz çevirmem ve
dünyalıklardan kesilmek istememin bir din işi ve yakîn sebebi olduğunu uygun
görecek bir kimse yok idi. Onlara göre, benim bulunduğum müderrislik rütbesi,
yüksek bir din mevkii olup, ilimlerinin bütünü buraya kavuşabilmek için idi.
Sonra
genel vaziyetten maksadın ne olduğunu ta’yin konusunda ihtilaf edip, Irak’tan
uzak olanlar sandılar ki, vâli ve hükümdârlardan birşey oldu ki utandı ve orada
duramadı dediler. Ama Irak’a ve oradaki devlet adamlarına yakın olanlar, devlet
adamlarının bu bağlılıklarını, gitmemem için bana yalvarmalarını, beni
zorlamalarını, iltifât ve alçak gönüllülüklerini ve benim onlardan yüz
çevirmemi sözlerine iltifât etmeyip, söyledikleri sözlere, okşayıcı ifâdeleri
kabûl etmediğimi bilirlerdi. Onlar, bu semâvî bir iştir ki âlimlere ve
müslümanlara bir nazar değmesi sonucudur derlerdi.
Nihâyet
Bağdad’dan ayrıldım. Yanımda olan malı dağıtmaya başladım. Kendime yetecek ve
küçük çocuklarıma kâfi gelecek kadar yanımda bulundurdum. Onda da şöyle bir
ruhsat yolu buldum ki, Irak malı, müslümanların işlerini görmek için vakf
olunmuştur. Bunun için dünyâda aile nafakası için, bundan almaktan daha sâlih
ve temiz bir mal bulamadım. Şam kıt’asına gidip, Şam şehrinde iki sene kadar
kaldım. Orada bir meşgalem yok idi. Ancak uzlet, halvet, mücâhede, riyâzet,
nefsin tezkiyesi, ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgûl oldum. Bütün bunları
tasavvuf ehlinin ilminden öğrendiğim şekilde yaptığım gibi, Allah kelime-i
celâlini zikr ile, kalbin tasfiyesi ve hâllere kavuşmakla uğraştım. Böylece
yakînen bildim ki, o büyüklerin yolu, ilim ve amel olmadan tamam olmaz. Onların
ilimlerinin hâsılı, nefsin geçitlerini ve tehlikelerini aşmak ve kötü ahlâktan
temizlenip, kötü sıfatlarının kökünü sökmek ve atmaktır. Bununla kalbi Allahtan
başkasına tutulmaktan korumak ve Allah-u Teâlânın zikri ile süsleyip O’na
kavuşmaktır. O zaman bana ilim, amelden kolay geldi O büyüklerin ilimlerini
kitaplarından tahsil ve onları mütâlâa ile tamamlamağa koyuldum. Meselâ Ebû
Tâlib-i Mekkî’nin (Kut-ül-kulûb) kitabını ve Hâris-i Muhâsibî’nin kitaplarını,
Cüneyd-i Bağdâdî’nin, Şiblî’nin, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ve başka meşâyıhın
(kuddise sirruhum) sözlerini ve onlardan rivâyet edilen yazı ve haberleri
mütâlâa eyledim. Herbirinin ilimlerinin maksadlarına muttali oldum. Onların yolundan
öğrenerek ve dinliyerek, tahsili mümkün olanı tahsil ettim. Anladım ki, onların
seçilmişlerinin seçilmişlerine mahsûs olan ilimlere kavuşmak, öğrenmek ve
okumakla mümkün değil. Ancak sıfatların değişmesi ve hâlde zevk ile mümkündür.
Bir müddet Şam mescidinde i’tikaf
eyledim. Uzun günlerde minaresine çıkıp, kapısını üstüme kapadım. Orada durdum.
Sonra hac farizasını eda için Beyt-ül-harama gidip, Mekke ve Medine’nin
bereketi ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ziyâreti ile O’ndan imdâd ve yardım
istemek arzu ve şevkim harekete geldi Gittikçe arttı. Hazreti Halîlürrahmân’ın
(aleyhisselâm) ziyâretinden sonra, Hicaz’a doğru yola çıktım.
Sonra
beni, ba’zı arzu ve insanlar ve çocukların ve ailemin istemesi vatanıma çekti.
Ben de vatanıma döndüm. Tabiatım bu dönüşten son derece uzak ve benim i’tikâdım
üzere bu görüş gayet yanlış olduğu hâlde, vatanıma kavuştuktan sonra, orada da
uzlete, çekildim. Zikr ile kalbin tasfiyesine olan aşırı bağlılığımdan, hep
uzlet istiyordum. Lâkin günlük olaylar ve çoluk-çocuğun geçim durumu ve hâl
darlığı kalbimin safasına mâni olup, maksudun yüzü bulutlandı ve halvetin
safâsı bulandı ve safa hâli verecek neticeler ele geçmez oldu. Ancak arasıra
bir miktar safa hâsıl olup, yine örtülürdü. Lâkin böyle iken yine kesmeyi tama’
etmeyip, ba’zan bir zuhurat engel, ba’zan o mertebelere dönmek vâki olurdu. O
yıl bu hâlde geçti. O halvetler esnasında hâsıl olan hâlleri saymak mümkün
değildir. Faydası olur ümidi. İle bir iki şey bildirelim:
Ben
ilm-i yakîn ile bildim ki, Allah-u Teâlâya kavuşanlar ve hidâyet yolunun
yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve
ahlâk, onların sîret ve ahlâkları, en doğru yol, onların yolu, en güzel ve en
olgun ahlâk, onların ahlâk ve âdetleridir. Belki bütün akıllı insanların akılları,
hikmet sahiplerinin hakimane buluşları ve İslâmiyetin esrârını bilen fukahâ ve
ulemânın ilimleri toplanıp bir araya gelse, onların siret ve ahlâkından birini
tahvil edemez, değiştiremez, ondan hayırlı ve üstün olana çevirmeyi düşünseler,
çâre ve yol bulamazlar. Zîrâ onların zâhir ve bâtınında olan bütün hareket ve
hareketsizlikler peygamberlik kandilinden alınmıştır. Yeryüzünde ise,
peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr yoktur ki, âleme ışık saçsın ve daha çok
parlasın. Velhâsıl aklı olan kimse, tasavvuf hakkında ne söyliyebilir ki,
tasavvuf ehlinin kalbi, Allahtan başka herşeyden temizlenmez ve başlangıcı, her
an Allah-u Teâlânın zikrine dalmak, nihâyeti ise, büsbütün fenâ fillah
olmaktır. Bunun bile son olması, ihtiyârı altında bulunan mertebeye nisbetledir.
Keşf mertebesi ve onun evveliyâtındandır. Gerçekte ise bu fenâ makamı
tasavvufun başlangıcıdır. (Nitekim İmâm-ı Rabbânî de (kuddise sirruh): Fenâ
fillah, bu yolda ilk adımdır buyuruyor.) Ondan önceki hâller, sâlik için sülûk
yolunda dehliz, aralık gibidir. Ya’nî vâsıtadırlar. Tasavvufun ilk hâlleri,
keşif ve müşâhedenin zuhura gelmesidir. Hattâ bu keşif ve müşâhede sahibleri,
uyanık iken, melekleri ve peygamberlerin rûhlarını müşâhede ederler. Onların
sesini duyarlar, fayda ve hakîkat iktibas ederler. Sonra o hâl, sûret ve
misâllerin müşâhedesinden, başka derecelere yükselir ki, o makam kelimeler ile
anlatılamaz. Bahsedilirse, sarih hatâ görünür ve ondan sakınmak mümkün olmaz.
Kısaca şöyle diyelim ki, sâlikin hâli, öyle bir kurb ve yakın mertebesine ulaşır
ki, bir grup kimseler o makama hulul, bir başka grup ise vusul (kavuşma) ta’bir
ederler. Bütün bunlar hâşâ! büyük hatâdır. Bu sebeb ve izahını (Maksad-ül-aksâ)
kitabımızda, en ince ve güzel şekilde bildirmişiz. Belki bu hale kavuşan
kimsenin, şu beytten fazla bir söz söylemesi uygun olmaz. Beyt:
“Olan oldu fakat ben anlatamam.
Hüsn-i zan et ve haber sorma ondan.”
Bu
bildirilen hâlleri zevk yolu ile tatmak saadetine kavuşamayıp, şevk sahibi
olmıyan, peygamberlik mertebesinin hakîkatinin yalnız ismini anlar. Evliyânın
kerâmeti, hakîkatta enbiyânın başlangıcıdır (salevâtullahi ve selâmühü
aleyhim).
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri, elde etmek için uğraştığı mertebelere kavuşunca ve sülûk
işini tamamlayınca Tasavvufta da yetişince, ba’zı gönül ve müşâhede sâhibleri,
kendisine uzlet, halvet ve mücâhedeleri terk, etmesine işâret ve zaviyeden
çıkmasını söylediler. Çünkü bu hâller yalnız kendisi için faydalıdır, ilmin
neşrine dönmek ise, umûma faydadır ve daha lüzumludur demek istediler. Bu
ma’naya uygun ve sözlerinin doğruluğuna mutabık olarak, çok salihlerden ba’zı
vak’alar zâhir oldu. Bütün bunlar, bu hareket bir hayır ve rüşde başlangıçtır
diye şehâdet ve delîl idiler ki, Allah-u Teâlâ onu, beşinci asrın müceddidi
olarak seçmiştir. Bu da hadîs-i şerîfte vâki olmuştur ki, Allah-u Teâlâ her yüz
yıl başında bir âlim gönderir ki, ümmetin dinini tecdîd eder, yeniler ve
kuvvetlendirir, işte bu şehâdet sebebi ile, îmâmın hüsn-i zannı galib olup, o
büyük saadeti ister oldu.
İmâm
buyurdu ki: “O esnada bu mühim işi yerine getirmek için 499 (m. 1105) yılı
Zilka’de ayında Nişâbûr’a hareket müyesser oldu. Bağdad’dan çıkış ise 488 (m.
1095) yılında oldu. Uzlet müddeti ise onbir seneye ulaşmış idi. Bu bildirilen
hareket, Allah-u Teâlânın takdîriyledir. Uzlet müddetince, asla, o harekete
kalbin meyil ve teveccühü yok idi. Nitekim Bağdad’dan çıkış ve o hâllerden
ayrılık ve uzlet darlığına giriş, imkân mertebesinde olup, meydana geleceği
hatıra bile gelmezdi. Kalbleri ve hâlleri değiştiren Allah-u Teâlâ: “Mü’minin
kalbi, Rahmânın parmaklarından iki parmak arasındadır (kudretindedir).” hadîs-i
şerîfi gereğince, kulların kalbinden dilediği kadar değiştirmeğe kadir olduğuna
yakîn ve itminan üzere olmak ile, kazaya râzı olup, bu kadar zahmet ve
meşakkatleri ihtiyâr ve irâde vâki olmuştur.
Yine
biliyorum ki, her ne kadar görünüşte ilim ve neşrine dönmüş isem de, yine”
hakîkatta dönmüş değilim. Zîrâ rücû’ etmek; dönmek; ilk; hâllere avdet
etmektir. Hâlbuki ben o zaman bir ilim neşreder, yayardım ki; onunla makam ve
devlet sâhibi olmak, dünyalık ve başkanlık elde etmek isterdim. Ve bütün
insanları söz ve hareketlerim ile ona çağırırdım. Ama şimdi, bir ilme da’vet
ederim ki, onunla mevki, makam ve mal terk olunur. Sevâb kazanılır. Haşmet ve
makamın derecelerinin düşüklüğü bilinir. Hâlâ niyyetim ve kasdım budur. Allah-u
Teâlâ benim bu niyetimi bilicidir. Ve dâima maksadım, nefsimi ve başkalarını
ıslâh eylemektir. Lâkin o maksada kavuşacağımı bilemem. Hele yakînî îmân ile
inanmış ve kalbin müşâhedesi ile iyice anlamışımdır ki, her ferdde olan hareket
ve kuvvet, Allah-u Teâlânın ihsânı iledir. Benim her hareketim ve amelim
O’ndandır. Allah-u Teâlâdan yalvararak isterim ki, önce beni ıslâh eylesin,
sonra da benimle başkalarını ıslâh eylesin. Evvelâ bana hidâyet verip, sonra
benimle başkalarına hidâyet versin. Bana hakkı, sûret-i hakta gösterip, tâbi
olmak, uymak nasîb eylesin. Batılı, sûret-i bâtılda gösterip sakınmak müyesser
eylesin. Âmin!”.
İmâm-ı
Gazâlî’nin tasavvufta hocası, silsile-i zeheb (altın silsile) denilen mürşid-i
kâmillerden olan Ebû Ali Fârmedî hazretleridir. Onun huzûrunda kemâle geldi.
Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde de mürşid oldu.
Her iki ilme sahip olup, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) vârisi oldu. Kısa bir
müddet daha Nizamiye Medresesi’nde ders verdikten sonra, doğduğu yer olan Tûs’a
döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren İmâm-ı Gazâlî, ömrünün son
yıllarını Tûs’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke
yaptırdı. Günleri, insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu
sıralarda “El-Münkızü aniddalâl”, fıkhın kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir
“El-Mustasfa” ve Selef-i sâlihîne (Ehl-i sünnet i’tikâdına) tâbi olmayı anlatan
“İlcâm’ül-avâm an ilm-il-kelâm” adlı eserini yazdı.
İmâm-ı
Gazâlî’nin yaşadığı devirde İslâm âleminde siyâsî ve fikri bakımdan büyük bir
kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdad’da Abbasî halîfelerinin hâkimiyeti
zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devleti’nin sınırları
genişliyor ve nüfuzu artıyordu, İmâm-ı Gazâlî bu devletin büyük hükümdârları
Tuğrul Bey’in, Alparslan’ın ve Melikşah’ın devirlerini yaşadı. Melikşah’ın
kıymetli veziri Nizâm-ül-mülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem
de o zamanın dünyâda mevcût en parlak ilim ocakları olan İslâm üniversitelerini
açıyordu, İmâm-ı Gazâlî yirmiüç yaşında iken, doğuda Hasen Sabbah ve adamları,
sapık yollardan olan İsmâiliyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da
Eshâb-ı Kirâm düşmanı Fatımî hânedanı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs
İslâm Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları müslümanlardan almak
için haçlı seferleri başlamış, bunlardan ilki İmâm-ı Gazâlî zamanında
yapılmıştı. Bunlardan birinci haçlı seferine katılan haçlılar. Anadolu Selçuklu
hükümdârı Birinci Kılıçarslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600
binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış,
Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi.
İslâm
alemindeki bu siyâsî karışıklıkların yanında, bir de fikir ve düşünce
ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; müslümanların birliğini doğrudan doğruya
askerî kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında
bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil
ediyordu. Müslümanlar arasında i’tikâd birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde
ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan Eski Yunan felsefesini anlatan
kitapları okuyarak, yazılanları İslâm inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan
Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin ma’nâsını değiştirerek ve kendi bozuk
düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtınîler ve Mu’tezile ile diğer
fırkalar İslâm i’tikâdını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin
müdâfaasını üslenmiş olan İslâm âlimlerinin başında aklî ve naklî ilimlerde
zamanın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddidi olan İmâm-ı Gazâlî
hazretleri geliyordu. O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi. Bir
taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve müslümanların
bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Ehl-i sünnet
i’tikâdını her tarafa yaydı.
Eserleri: İmâm-ı Gazâlî, ömrü boyunca
gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslâm âlimidir. Eserlerinin sayısının 1000
(bin)e ulaştığı, Mevdû’ât-ül-ulûm kitabında bildirilmektedir. Bunlardan
400’ünün isimleri Şeyh Ebû İshâk Şîrâzî’nin “Hazâin” kitabında yazılıdır.
Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır.
Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik, “Essaie de chronologie des Ocuvres de
al-Ghazâli” kitabında, İmâm-ı Gazâlî’nin 404 kitabının ismini yazmıştır. Meşhûr
müsteşrik Brockelman da “Geschichte Der Arabischen Literatür” adlı eserinde,
İmâm-ı Gazâlî’nin eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959’da, dört
Alman ordinaryüs profesörü, İmâm-ı Gazâlî’nin kitaplarını okuyarak, İslâm
dînine âşık olmuşlar ve İmâm’ın kitaplarını Almancaya çevirmişler ve müslüman
olmuşlardır.
İmâm-ı
Gazâlî’nin vefâtından sonra, İslâm dünyâsının mâruz kaldığı Moğol felâketi
esnasında, yakıp yıkılan binlerce kütüphâne içinde, İmâm-ı Gazâlî’nin birçok
eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten, bu güne kadar eserlerinin tam bir listesi
ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyâsı, bu husûstaki eksikliğini
tamamlayamamıştır.
Eserlerinden
bir kısmı şunlardır: 1. İhyâ-u ulûmiddîn, 2. Kimyâ-i Se’âdet, 3. Vasît, 4.
Basît, 5. Vecîz, 6. Hulâsa, 7. Erbeîn, 8. Esmâ-ül-hüsnâ, 9. Mustasfâ (Usûl-i
fıkha dâirdir.), 10. El-Menhûl (Usûl-i fıkha dâirdir.), 11. Bidâyet-ül-hidâye,
12. Tahsin-ül-meâhiz, 13. El-Münkızü aniddalâl, 14. El-Lübâb-ül-müntehâl, 15.
Şifâ-ül-galil fî beyânı meslek-üt-ta’lil, 16. El-İktisâd fil-i’tikâd, 17.
Mi’yâr-ün-nazar, 18. Mehakk-ün-nazar (Mahall-ün-nazar), 19. Beyân-ül-kavleyn,
20. Mişkât-ül-envâr, 21. El-Müstazhirî (Bâtınîlere reddiyedir.), 22.
Tehafüt-ül-felâsife, 23. El-Makâsıd fî beyâni i’tikâd-ül-evâil
(Makâsıd-ül-felâsife), 24. İlcâm-ül-avâm an ilm-il-kelâm, 25.
El-Gâyet-ül-kusvâ, 26. Cevâhir-ül-Kur’ân, 27. Beyânü fedâih-il-İmâmiyye, 28.
Gavr-üd-devr (Gâyet-ül-gavr fî dirâyet-üt-devr), 29. Keşfü ulûm-ül-âhıre, 30.
Er-Risâlet-ül-kudsiyye, 31. Fetâvâ, 32. Mîzân-ül-amel, 33. Kavâsım-ül-Bâtıniyye
(Bâtınîlere reddiyedir.), 34. Hakîkât-ür-rûh, 35. Kitâbü Esrârı muâmelât-iddîn,
36. Akîdet-ül-misbâh, 37. El-Minhâc-ül-a’lâ, 38. Ahlâk-ül-envâr, 39. El-Mi’râc,
40. Hüccet-ül-hak, 41. Tenbîh-ül-gâfilîn, 42. Elmeknûn (usûle dâirdir), 43.
Risâlet-ül-aktâb, 44. Müsellem-üsselâtîn, 45. El-Kanûn-ül-külliyyü, 46.
El-Kurbetü ilellah, 47. Mi’yâr-ül-ilm (Mu’tâd-ül-ilm), 48. Mufassal-ül-hılâf fî
usûl-il-kıyâs, 49. Esrâru ittiba-üs-sünne, 50. Telbîsü iblîs, 51 El-Mebâdî
vel-gayât, 52. El-Ecvibetü, 53. Acâ-ibü sunillah, 54. Risâlet-üt-tayr, 55.
Er-Reddü alâ men tagâ, 56. Kavâid-ül-akâid, 57. Kıstâs-ül-müstekîm, 58.
Dürret-ül-fâhire (Kıyâmet ve âhıret adıyla Türkçeye tercüme edilmiş olup,
Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.), 59. Hülâsât-üt-tasnîf
fit-tasavvuf, 60. Acâib-ül-mahlûkât (İlcâm-ül-avâm, el-Münkızü aniddalâl ve
Kimyâ-i Se’âdet kitapları Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.), 61.
El-İmlâ fir-reddi alel-İhyâ. Bu eseri, İhyâu ulûmiddîn adlı eserini tenkid
etmeye kalkışanlara cevap olarak yazmıştır.