İSLAM TARİHİ KRONOLOJİSİ
Sunuş
ŞECERELER
Tablo 1 Emevilerin Şeceresi
Tablo 2 Abbasilerin Şeceresi
Tablo 3 Şii imamların Şeceresi
İSLAM TAKVİMİ HRİSTİYAN TAKVİMİ
İslam Takvimi
Hristiyanların Takvimi
Dönüştürme Formülü
KRONOLOJİ
570 Hz Muhammed'in (s.a.v.) Doğumu
Arabistan Sınırlarındaki Bizans Ve İran İmparatorlukları
Kervan Ticaret Yollarının Merkezi: Mekke
Mekke'nin Coğrafi Konumu Ve Önemli Aşiretleri
Arabistan'daki Hristiyanlar Ve Yahudiler
Habeşliler'in Kabeyi Yıkma Teşebbüsü
574 Yemen'in İranlılar Tarafından Ele Geçirilmesi
581 Bizans-Arabistan Sınırının Açılması
595 Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Hz. Hatice İle Evlenmesi
605 İran-Arabistan Sınırının Açılması
610 Hz. Muhammed'e (s.a.v.) Peygamberliğin Gelmesi
615 İlk Müslümanların Habeşistan'a Göçü
616 Hz. Ömer'in İslam'a Girişi
619 Hz. Hatice (r.a.)'nin Ölümü; Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Taife Yaptığı Başarısız Ziyaret
“Gece Yolculuğu” (Miraç)
620 Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Hz. Aişe İle Evlenmesi
622 Hicret, İslami Dönemin Başlangıcı
624 Bedir Savaşı
Kıble'nin Mekke'ye Çevrilmesi
Hz. Fatıma'nın Hz. Ali İle Evlenmesi
625 Uhud Savaşı
627 Hendek Savaşı
628 Hudeybiye Anlaşması
İran-Bizans Barışının Sonucu
629 Hz. Abbas'ın Müslüman Olması
630 Mekke'nin Düşüşü; Kabe'nin, İslâmin Sembolü Olması
Kabe:
Ebu Süfyan'ın İslam'ı Kabul Etmesi
632 Hz. Muhammed'in Vefatı
İlk Halife Hz. Ebu Bekir
İrtidatın Bastırılması
III. Yezdicird'in Tahta Çıkması
633 Hire'nin Düşmesi
Suriye Ve Filistin'e Yapılan Askeri Akın
634 Ecnadin Savaşı
Hz. Ömer'in Halife Oluşu
Yeni İdari Sistemin Kurulması
Köprü Savaşı
635 Dımeşk'in (Şam) Düşmesi
636 Yermük Savaşı-Suriye'nin Fethi
İslam Orduları Komutanı Halid'in Görevinden Alınması
637 Kadisiye Savaşı - Irak'ın Fethi
Kufe'de Garnizon Kurulması
638 Kudüs'ün Teslim Olması
639-40 İslami Takvimin Başlatılması
Filistin Ve Suriye'de Veba Salgını
Hicaz'da Kıtlık
Bizans İmparatorluğu İçindeki Şiddetli Hristiyanlık İhtilafları
Amr'ın Mısır'ı Fethi
640 Nihavend Savaşı; İran İmparatorluğu'nun Fethiye Sasani Hanedanlığının Çöküşü
641-2 Filistin'in Düşüşü
İmparator Heraküyus'n Ölümü; Mısır'ın Fethi; Fustatın Kurulması
644 Hz. Ömer'in Öldürülmesi
Hz. Osman'ın Halife Olması
645 İskenderiye'deki Bizans Donanmasının Yenilmesi
647 Trablusgarb'ın Araplar Tarafından Fethi
649 Araplar Tarafından Bir Donanma Hazırlanması
Bizans'a Karşı Deniz Savaşının Başlaması; Kıbrıs'ın Fethi
650-2 Kur'an'ın Derlenmesi
Arap Sınırlarının Horasan'a Uzanması
653 Kıbrıs’ın İkinci Defa Fethedilmesi
Rodos Adasının Fethi
655 Bir Deniz Savaşında Bizanslıların Feci Bir Şekilde Yenilmesi
656 İslam Dünyasında Huzursuzluğun Yayılması Ve Hz. Osman'ın Bir İsyanda Şehit Edilmesi
Hz. Ali'nin Halife Olması
Cemel Savaşı
657 Huzursuzluk Devam Ederken Başkentin Kufe'ye Taşınması
Sıffin Savaşı
658 Hz. Ali İle Muaviye Arasındaki Hakem Olayı
Hariciler Gurubunun Ortaya Çıkışı
Muaviye'nin Mısır'daki Etkisi
660 Muaviye'nin, Hz. Ali'ye Karşı Halife Olması
661 Hz. Ali'nin Katli; Hz. Hasan’ın Uysal Bir Şekilde Halifelik Hakkından Feragat Etmesi
Şam'da Emevi Halifeliğinin Kurulması
662 Irak'taki Valiliklerin Muğire Ve Ziyad'a Bahsedilmesi
668 Sicilya Çıkarması
670 Çok Sayıda Iraklı Arab'ın Horasan'a Gidişi
Kuzey Batı Afrika'nın Ukba Tarafından Fethedilmesi Ve Kayrevan'ın Kurulması
Arapların Konstantiniye'ye Yaptıkları Sonuçsuz Saldırı
674 Arapların Girit Çıkarması
Bizanslıların 'Yunan Ateşi'ni Kullanması; Konstantiniye'yi Kurtarmaları
678 Hz. Aişe'nın Ölumü
679 Yezid’in Halifeliğe Veliaht Gösterilmesi
680 Muaviye'nın Ölümü Ve Yezidin Başa Geçmesi; Hz. Hüseyin Ve Taraftarlarının Kerbela’da Katledilmesi
682-3 Mekke Ve Medine'den Yezid'e Karşı Ayaklanma;
Abdullah'ın Emevi Ordusuna Karşı Verdiği Çetin Savaş;
Yezidin Ölümü
Halifelik İddiasında Üç Rakip
684 Mervan'ın Şam'da Halife Olması
Mercü Rahit Savaşı; Mervan'ın Konumunun Güçlenmesi
Himyeriler Ve Mainler
685 Abdülmelik’in Tahta Çıkışı; İmparatorluk İçerisinde Kindar Hizipleşmeler
Irak'ta Muhtar İsyanı
“Mehdi” Kavramının Muhtar Tarafından Başlatılması
686 Şam Ordusunun Irak’ta Yenilmesi
687 Muhtar'ın Küfe Kuşatmasında Ölmesi
691 Irak, Abdul Melik Kontrolünde
Taş Kubbe (El-Aksa)
692 Mekke'nin Haccac Tarafından Abdullah'ın Ölümü; İkinci İç Savaşın Bitmesi
695 Irak'ın Haccac'a Boyun Eğmesi
696 Arapça İmparatorluğun Resmi Dili; İlk Arap Parasının Basılması
Irak’taki Haricilerin Bastırılması
698 Kayrevan’ın Araplar Tarafından Tekrar Ele Geçirilmesi; Bizanslılar’ın Kuzey Afrika’dan Çıkarılması;
Tunus Şehrinin Kurulması
Tunus Şehrinin Kurulması
702 Berberiler Üzerindeki Kahine’nin Gaddarlığı
İmparatorluğun Doğu Kanadının Haccac Tarafından Güç-lendirilmesi
705 Kuzeybatı Afrika’nın Tam Bir Vilayet Olarak İmparatorluğa Bağlanması
Abdul Melik’in Oğlu El-Velid'in-Halife Oluşu
Şam'daki Emeviler Camii
711 Müslümanların İspanya’ya Çıkması
Müslümanların İndüs Vadisine Doğru Yayılmaları
II. Jüstinyen'in Öldürülmesi;Bizans İmparatorluğunda Kargaşa
712-3 Musa'nın İspanya Seferi
Arapların Jakarta'yı Geçmesi Ve Kaşgar'a Saldırı; İslam'ın Çin Sınırlarına Kadar Yayılması
714-15 Musa Ve Tarikin Gözden Düşerek Azledilmeleri
Meşhur Komutanların İdam Edilmesi
716-7 İspanya'da Kargaşa
Arapların Başarısız Konstantiniye Kuşatması; Süleyman'ın Ölümü Üzerine, II. Ömer'in Halife Olması
Ömer'in Adaletsiz Vergi Sistemini Islah Etme Çalışmaları
718 Müslümanların Fransa'ya Geçişi
719 Kurtuba'nın (Cordova) İspanyadaki İslami Hükümetin Merkezi Olması
720 II. Ömer'in Ölümü Ve II Yezidin Tahta Çıkması; İmparatorluk Tekrar İç Gerginlik İçinde
721 Müslümanların Tuluz'dan (Toulouse) Püskürtülmesi
724 II. Yezidin Ölümü; Hişam'ın Tahta Çıkışı
Abbasi Hareketinin Başlaması
728 İranlıların Türklerin Yardımıyla Araplara İsyan Etmesi
Hasan El-Basri'nin Ölümü
730 Hazarların Katı Direnişi
732 Tur Savaşı
737 Kafkaslardaki Hazarların Yenilmesi
738 Müslüman Horasanlılarla Putperest Türkler Arasındaki Anti-Arap İttifakının Sona Ermesi
740-2 Kuzey Afrika'da Berberilerin Araplara Karşı Ayaklanması
İspanya'da İç Savaş
Alevilerin İktidarı Ele Geçirmek İçin Yaptıkları Başarısız Teşebbüs; Zeydilerin Ortaya Çıkışı
743 Hişam'ın Ölümü
Emevilerin Hızlı Bir Şekilde Düşüşü; II. Mervan'ın Tahta Çıkışı
Ebu Müslim Liderliğindeki Abbasi Hareketi
747 Abbasi İsyanının Horasan Baskını
748 Horasan İdaresinin Ebu Müslim Tarafından Alınması
Vasıl Bin Atanın Ölümü
749 Abbasi Hareketinin Hız Kazanması
Irak'ın Ebu Abbas Tarafından Ele Geçirilmesi
750 Zap Savaşı; Emevilerin Abbasiler Tarafından Yıkılması
Emevi Ailesinin Katledilmesi
Emevi İdaresi
Abbasi Hanedanlığının Kuruluşu
751 Talas Savaşı; Kağıdın Arap Dünyasında Üretilmeye Başlanması
753 Abbasilerin Anbar'da Karargah Kurması
754 El-Saffah'ın Ölümü; El-Mensur’un Tahta Çıkması
Abdullah Bin Ali'nin Başarısız İsyanı
Ebu Müslim'in Katli
755-6 İspanya'da Abdurrahman Tarafından Emevi Hanedanlığı Kurulması
Kayravan'ın Berberiler Tarafından Alınması
758-60 Güney Hazar Bölgesinin İslam Devletine Eklenmesi
762-3 Bağdat'ın Kurulması
İslam Devletinin Yeni Görünüşü
Başarısız Bir Alevi İsyanı
İspanya'nın İmparatorluktan Kopması
767 İbn-i İshak’ın Ölümü
İmam Hanife'nin Ölümü
Dört Fıkıh Ekolü
771 Kuzey Afrika'da Berberi İsyanı
775 El-Mansur'un Ölümü; El-Mehdi'nin Tahta Çıkışı
776 Sapık El-Mukanna'nın İsyanı
777 Rüstemi Hanedanlığının Kuruluşu
778 Şarlman'ın İspanya'yı İstilası; Roland’ın Ölümü
Bizans Saldırısı
782 Müslümanların Anadolu'yu Ele Geçirmesi; İkonolar Hakkında Tartışma
785 Kurtuba'daki Büyük Caminin Yapılışı
İdris'in Kuzey Afrika'ya Kaçışı
786 Harun'un Tahta Çıkışı
792 İspanya'daki Müslümanların Kuzey Sınırlarına Saldırması
795 İmam Malik’in Ölümü
800 Ağlabi Hanedanlığının Kuruluşu
803 Bermekilerin Düşüşü
804-6 Harun'un Anadolu Seferi
808 “Hendek Günü”
809 İlk Amme Hastanesi
Harun'un Ölümü Ve El-Emin'in Tahta Çıkışı
811-3 El-Emin Ve El Me'mun Arasındaki Kardeş Savaşı; El-Me'mun'un Tahta Çıkışı
814 “Suburb” Vakası
815 (y) Cabirin Ölümü
816 Babek İsyanı
817-9 İmam Ali Rıza'nın Veliaht Tayin Edilmesi; El-Me'mun'un Bağdat'a Girişi
820 Tahirin Horasan Valiliğine Atanması
Küçük Hanedanlıkların Kurulması
İmam Şafii'nin Ölümü
821 Ribatlar
823 El-Vakidi'nin Ölümü
827 Girit'in Fethi
Müslümanların Sicilya Çıkarması
830-3 Beyt-ül Hikmet
El-Me'mun'un Soruşturması
Mutezililer
El-Me'mun'un Ölümü
834 İbn-i Hişam'ın Ölümü
Zut İsyanı
836 Başkentin Samara'ya Taşınması
846 Güney İtalya'nın Müslümanlarca Taciz Edilmesi
847-50 El-Vasık'ın Ölümü; El Mütevekkil’in Tahta Çıkışı
El-Harezmi'nin Ölümü
Arapça Rakamlar
852 Bizanslıların Dimyatı Ele Geçirmesi
Tuleytula'nın Yarı Bağımsız Bir Cumhuriyet Olması
855 İmam Hanbel'in Ölümü
861 El-Mütevekkil'in Öldürülmesi
864 Deylem'de Zeydi Prensliğinin Kurulması
865 Bağdat Kuşatması; El-Muste'in'in Öldürülmesi
867 Safari Hanedanlığının Kurulması
868 El-Cahız'ın Ölümü
Ahmet Bin Tulun'un Mısır'a Vali Atanması
869-70 El-Mühtedi'nin Tahta Çıkışı
Zenci İsyanının Çıkışı
El-Buhari'nin Ölümü
873 Huneyn Bin İshak'ın Ölümü
El-Kindi’nin Ölümü
878 Suriye'nin Mısır'a Bağlanması
882-3 Zencilerin Son Yenilgisi
890 Karmati İsyanının Çıkması
Şia
892 Bağdat'ın Yeniden Başkent Olması
El-Mutemid'in Ölümü Ve El-Mutedid'in Tahta Çıkışı
894 İspanya'da İbn Hafsan İsyanının Çıkması
897 Zeydi Devletinin Kurulması
900 Samani Hükümdarlığı
901 Sabit Bin Kurranın Ölümü
903-5 Suriye Ve Mısır'ın Yeniden Ele Geçirilmesi; Tulunoğlu Hanedanlığının Sonu
El- Muktefi'nin Ölümü
909 Kuzey Afrika'da Fatimilerin Ortaya Çıkışı; Ağlabi Hanedanlığının Sona Ermesi
912-8 İspanya'da III Abdurrahman'ın Tahta Çıkışı
921 Fas’ın Fatımilerin Eline Geçmesi
922 El-Hallac'ın Ölümü
Sufizm
923 El-Taberi'nin Ölümü
925 Razi'nin Ölümü
929 III. Abdurrahman'ın Halife Ünvanı Alması
El-Battani'nin Ölümü
930 Karmatilerin Mekke'yi Yağmalaması Ve Hacerü'l-Esved'in Yerinden Çıkarılması
935 El-Eş'ari'nin Ölümü
940 İbn-i Mukle'nin Ölümü
944-6 El-Maturidi'nin Ölümü
Berberilerin Fatımilere Karşı Ayaklanmaları
Büveyhi'lerin Bağdat'ı Ele Geçirmesi
950 Farabi'nin Ölümü
Bizans'ın Yeniden Güçlenmesi; Girit'in Nicephorus Tarafından Ele Geçirilmesi
III. Abdurrahman'ın Ölümü
962-3 Şii Törenlerinin Başlaması
965-9 Seyfüddevle'nin Bizanslılara Direnişi; Nikaforun Suriye'yi İşgal Etmesi
Fatimilerin Mısır'ı Alması
970 El-Ezher Camiinin Kuruluşu
973 Fatımilerin Fas'tan Çıkarılmaları
974-5 Kuzey Irak Ve Suriye'de İbn-i Şimşekik İstilası
976 Büveyhi Topraklarının Azududdevle Tarafından Sağlamlaştırılması
İspanya'da El-Hakem'in Ölümü
İspanya'da İktidarı Hacib El-Mansur’un Ele Geçirmesi
977 Gazneli Hanedanlığının Kurulması
987 Fihrist'in Yayınlanması
996 Fatımilerden El-Hakim'in Tahta Çıkışı
998 Gazneli Mahmud'un İktidarı Ele Geçirmesi
İSLAM TARİHİ KRONOLOJİSİ
İSLAM TARİHİ KRONOLOJİSİ
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in 632'deki ölümü üzerinden daha bir asır geçmeden, Müslümanlar, dünyanın Roma İmparatorluğu'nun zirvede olduğu çağlardakinden daha büyük bir bölümüne hükmetmeye başladılar. Arap Yarımadası sakinlerinin kurduğu devlet üç kıtada; Doğuda Çin sınırlarından Batıda İspanya ve Güney Fransa'ya kadar 4500 millik bir alana yayıldı. Bu fetihler, Büyük İskender'den (M.Ö. 356-323) sonra ilk defa, Kuzey Afrika ve İspanya dahil olmak üzere, Ortadoğu'daki antik medeniyetleri tek idare altında topladı. Rumlar, Berberiler, Kiptiler, Ermeniler, Araplar, Farslar, Türkler, Hindular ve Çinliler İslami idareye girdiler. İslam bayrağı, Fas'tan Endonezya'ya kadar geniş bir yelpazede bugüne kadar sürüp gelen kuvvetli bir etki yaptı.
Her ne kadar önemli ve devamlı da olsa, İslam'ın sadece askeri tarihte oynadığı rolü onaylamak yeterli değildir. İslam'ın getirdiği manevi birlik, medeni dünyada Arap dili ve kültürünün baskın olmasını sağladı. Bu kadar geniş bir coğrafyanın birliğinin en büyük etkisi, sadece siyasi sınırların değil, o zamana kadar kapalı olan linguistik ve entellektüel sınırların yıkılması oldu. O zamanların iki süper gücü olan Bizans ve İran imparatorlukları yüzyıllardır savaşmaktaydılar; fakat İslami idarede, Cundişopur'un antik okulundan bir tıb talebesi Bağdat'ta İskenderiye Felsefe okulundan bir Türk veya Arap talebeyle tartışma yapabiliyordu. İslam Devletinin idari merkezinde, pek çok kültürün, din ve dil alimlerinin bir araya gelerek, gerçeği araştırıp bulmak için kendilerini adadıkları fikir teatisinde bulunuyorlardı. Başşehir Bağdat ile birlikte, Buhara, Semerkand, Şiraz, Şam, Halep, Kahire, Tunus, Fez, Kurtuba vs. gibi vilayet merkezleri entellüktel alanda birbirleriyle yarışıyorlardı. Abbasilerîn yedinci halifesi el-Me'mun 830'da Bağdat'taki meşhur Beytül-Hikme'yi kurduktan sonra, Arapça, o zamana kadar ilim ve felsefe alanında uluslararası geçerliliğe sahip Yunanca'nın yerine geçti. Müslümanların ilim arayışına yardımcı alabilmek için Klasik, Yunan eserleri Arapçaya tercüme edildi. Müslümanlara Peygamber (s.a.v.)'in “İlim, Çin'de olsa gidip onu alınız.” Hadis-i Şerifiyle ilim öğrenmeleri emredildi. İslam Dünyasında bu ilmi faaliyet yoğunlaşırken, Avrupa, bütün ilimlerin öldüğü ve teolojinin (o zamanlar “ilimlerin kraliçesi”) yegane meşgale olduğu, Karanlık Çağ denilen dönemi yaşıyordu. Avrupa kültürünün büyük bir bölümü barbarların istilaları tarafından yok edilmişti ve post klasik dönemdeki Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin küçük bir bölümü bilinirken, Doğu'da bunların pek çoğu Arapçaya tercüme edilmiş ve Arap filozofları tarafından inceden inceye incelenmişti. 950'de ölen Farabi, (ki Aristo'nun Fizikini kırk ve Retorik'ini seksen defa incelediği söylenir), Aristo'nun ve diğer Yunanlı filozofların eserlerine şerhler yazmıştır. Nitekim aydınlanma dönemine giren Orta Çağ Avrupasında alimler, Aristo, Öklid, Calinos, Batlamyus ve diğerlerinin eserlerini, Arapça'ya tercümeleri (ve Arap filozoflarının bunlara yaptığı şerhleri) vasıtasıyla helenistik mirası kendilerine kazandıran Araplara döndüler. Bu eserler, Hristiyan Avrupa'daki ilmi, tıbbi ye felsefi araştırmaları zenginleştirmeden önce -çoğu İspanya ve Sicilya'da- Latinceye yeniden tercüme edildi.
Arapların transmisyonerlik işlevi önemliydi, fakat İbni Hayyam, el-Kindi, el-Harezmi, el-Battani, er-Razi, el Heysem, ibn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi alimlerin gösterdiği arab orijinalitesinin de gözardı edilmesine müsaade edilmemelidir. Arab alimlerini eserlerinden çoğu, Latinceye tercüme edildikten sonra, Avrupa'da asırlarca ders kitabı olarak kullanılmıştır. İbn-i Sina'nın El-Kanun fit-Tıb'bı en azından 16. asrın sonuna kadar Avrupa'da tıb eğitiminde en önemli eser olmuştur. Eser, 15. asırda analtı (birisi İbranice), 16. asırda yirmi ve 17. asırda bir kaç baskı yaptı. Filozof el-Kindi'nin eserlerinin Arapça orijinalinden daha fazla Latince tercümeleri yaşadı. El-Harezmi'nin eseri vasıtasıyla sıfırı da içeren arap rakarrıları ve matematiğin önemli dalları -cebir ve el-Harezmi (modern aritmetiğin öncüsü)- Avrupa'ya girdi. El-Harezmi'nin kitabının adı olan, yer değiştirme anlamına gelen Arapça el-cebir kelimesi Latinceye “algebra” olarak aktarıldı ve alimin kendi adı da, algarizm şeklinde bozuldu.
İslam dünyası hala homojen değildir. Daha ilk asırda bile hizipler vardı ve İslam tarihi isyanlardan kurtulmamıştır. Farklı gruplar ve mezhepler arasında zaman zaman mücadeleler, barış ve refah, bölünme ve birleşmeler olurken bazen de kafirlerle savaşıldı. Büyük İslam Devleti'nin birliği, Emevi Hanedanlığının 750'deki çöküşüne kadar dağılmadı, fakat ondan sonra, çevre vilayetler merkezden kopmaya başladı. İlk kopan da 756'da İspanya oldu ve 800'de Ifrikiye, Ağlabiler yönetiminde fiilen bağımsızlık kazandı. Yaptıkları onca muhteşem işe rağmen, hiç bir İslam Devleti, 10. asırdan sonra İslam adına birliği gerçekleştiremedi. O günden beri bölünmeler engellenemedi ve İslam birliği bu güne kadar özlenen bir rüya olarak kaldı.
İnsanın alt yapısının tarihi olayları algılayışını etkilemesi tabiidir ve genel tarihte olduğu kadar, İslam tarihin yazılmasına da bu etki olmuştur. İslam'ı öğrenecek konumda olan birinin, bu nedenle içerisine yazarların sahip olduğu entellektüel mirasın temayüllerinin işlendiği bir yığın tarihi bilgiyle karşı karşıyadır. Üzerinde dini, siyasi, iktisadi veya içtimai tahliller yapılacak tek bir tarihi çerçeve aramak, karışıklıklar ve belirsizlikler yüzünden, çözüm değildir.
Bu kitap yine de, kendi tarafsızlık arayışım haricindeki bütün temayüllerden mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışarak hazırladığım, kronolojik bir çerçeve oluşturma teşebbüsüdür. Bu nedenle, bilinen olaylarla ilgili olarak yapılan yorumların asgari seviyede kalmasına dikkat edildi. Olaylarla ilgili cümlelerde bile, geçmişimde matematikçi olduğumu ele verecek kadar ekonomik bir dil kullanımı var. Okuyucunun, belli bir yıl veya dönemdeki olayları anlayabilmek için bütün kitabı okumaya mecbur kalmamasını sağlamak amacıyla, her bölüm mümkün olduğu kadar kendi içinde bir bölüm olarak hazırlandı. Bu nedenle zaman zaman tekrarlar olduysa da, bunlar sadece, aynı dönemde İslam dünyasının başka bir yerinde olan olayları anlatmak için kullanıldı. Bazı bölgeler artık olmadığından veya başka isimlerle bilindiğinden, tarihlere, olaylarla ilgili olan kişilere ve olayın tam olarak geçtiği yerlere önem verildi. Savaşlar, ilan edildikleri zamana göre tarihlenebileceği gibi, bazen orduların ilk karşılaştıkları tarihle de anılabileceklerinden, kronoloji zaman zaman tezatlar içerebilir. Kanunlar, genel olarak, uygulanmaya kondukları tarihte yürürlüğe girseler de, kararlaştırıldıkları güne göre tarihlenirler.
Anlaşmaların imzalanması ve onaylanması ile şehirlerin kurulması ve binaların tamamlanması da benzer problemler çıkardı. Kitap ta, konuyla ilgili en otoriter kaynaklarda bulunan tarihler kabul edildi; bu otoriteler arasındaki bütün çelişkiler gösterildi. Bu eser, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in doğumundan, Gazneli Mahmud'un, 11. asır başlarında Hindistan'a yaptığı seferlere kadar olan dönemi kapsamaktadır. Kronoloji, bu dönemde İslam'ın etkisi altında olan bir dünyadaki önemli sosyal, entellektüel ve siyasi gelişmeleri anlatma teşebbüsüdür.
Çalışmalarım sırasında ve el yazmalarının okunması konusundaki yardımlarından dolayı, Dr. Rosemary Douglas ve Dr. Jahn. N. Young'u müteşekkirim. Metnin kelime işlemciye aktarılması esnasında karşılaşılan bazı problemlerin çözümlenmesinde Edinburgh Üniversitesi'nden Mr. Lan Morrison'un büyük yardımları oldu. “Babacığı” eğer “matematik yapmıyorsa”, “İslam için çalıştığından dolayı bazen alışılmış aile hayatını bozmasına katlandıkları ve beni destekleri için eşim Nesim ve oğluk Tarık'a teşekkür ediyorum. Tarık, bana ayrıca indeks bölümünün hazırlanmasında da yardım etti.
Emevilerin Şeceresi
1. Muaviye I (661-80)
2. Yezid I (680-3)
3.Muaviye II (683-4)
4. Mervan I Usayd
Muhammad (685-705)
5. Abdulmalik Abdulaziz
6. El-Velid I (705-15)
7. Süleyman (715-7)
8. Umar II (683-4)
9. Yezid II (720-724)
10. Hişam (724-743)
11. Al-Walid
12. Yezid III (744)
13. İbrahim (744)
14. Mervan II (744-750)
|
Abbasilerin Şeceresi
Abbas
Abdullah
Ali
Muhammad İbrahim (750-754)
1. el-Seffah
2.el-Mansur (754-75)
3. el-Mehdi (775-85)
4. al-Hadi (785-786)
5. Er-Raşid (786-809)
6. El-Emin (809-813)
7. El-Me'mun (813-833)
8. El-Mutasım (833-842)
Muhammad (842-847)
9. el-Vasık (847-61)
10. el-Mütevekkil
11. el-Muntezir (861-862)
12. el-Müstain (862-866)
13. el-Mutez (866-869)
14. el-Mühtedi (869-870)
15. el-Mutemid (870-892)
17. el-Muktefi (902-908)
16. el-Mutadid 1(892-902)
18. el-Muktedir (908-932)
19. el-Kahr (932-934)
20. al-Radi (934-940)
21. al-Muttaki (940-944)
22. al-Mustakfi (944-946)
23. al-Muti (946-974)
24. al-Tai (974-991)
25. al-Kadir (991-1031)
26. al-Kaim (1031-1075)
27. al-Muktedi (1075-1094)
28. at-Müstehzir (1094-1118)
29.al-Müstersid(1118-35)
30. al-Raşid (1135-1036)
31. al-Müktefi (1136-1160)
32. al-Müstencid (1160-70)
33. al-Müstedi (1170-1180)
34. al-Nasir (1180-1225)
35. al-Zahir (1225-1226)
36. al-Mustensir (1226-42)
37. al-Mustasım (1242-58)
|
Şii imamların Şeceresi
1. Ali (d. 661)
2. Hasan (d.669)
3. Hussain (d.680)
4. (Ali) Zeynel Abidin (d.712)
5. Muhammed Bakır (d.732)
6. Cafer üs-Sadık (d.765)
7. Musa Kazım (d.799)
8. Ali Rıza (d.818)
9. Muhammed Cevad (d.835)
10. Ali Hadi (d.868)
11. Hasan el-Askeri (d.874)
12. Muhammed el-Mehdî (rivayete göre 878'de, Samarra'da “çekilmiş”)
Notlar
1. İsimlerin önündeki rakamlar İmami-ye (onikiler)'e göre imamların sırasını gösterir.
2. Her imamın, sadık, kabul edilmiş, cömert v.s. gibi unvanları vardır. Bazı İmamlar da birden fazla isimle tanınırlar.
3. Bazılarının ölüm tarihi kesin değildir.
|
İslami takvim, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Mekke'den, yaklaşık 250 mil daha Kuzeyde bulunan Yesrib'e (daha sonraları Medine) Hicreti, ya da göçü ile başlar. Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekke'den, Jülyen takviminde 16 Temmuz 622 (M.S) tarihine isabet eden gün ayrıldı ve yine bu takvimde 22 Temmuz 6 55 (M.S.)'ye tekabül eden tarihte Medine'ye ulaştı. Yaklaşık 17 yıl sonra, farklı bölgeleri arasındaki haberleşmelerde tam bir tarih kayma lüzumunun hissedildiği, hızlı büyüyen bir devletin idaresindeki tatbiki problemlerle yüz yüze gelen ikinci Halife Ömer İbni Hattab, İslami takvimi uygulamaya koydu. Yeni takvimin yürürlüğü girmesiyle birlikte, bütün Müslümanların, Medine'ye hicretin yeni bir dönem başlattığı konusundaki hissiyatları da ifadesini buldu. Halife Ömer, İslami takvimin Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Mekke'den ayrıldığı günden, yani 16 Temmuz 655 (M.S.), başlatılarak uygulanmasını emretti. Bu tarih İngilizce'de genellikle, Latince (Anno Hegirae: Hicretin olduğu yıl) ifadesinin Ah şeklindeki kısaltmasıyla kullanılır.
İslami yıl, dönüşümlü olarak 30 ve 29 gün süren 12 aydan ibaret kameri yıldır. Bu sebeple de güneş yılından daha kısadır ve her 32,5 yıllık devirde bütün aylar yılın bütün mevsimlerinden geçmiş olur. Mesela, İslami takvimin son ayında gerçekleştirilen hac, yaz mevsiminin ortasına gelirse, ancak 16,25 yıl sonra yılın en soğuk mevsiminde gerçekleşecektir ve haccın yaz mevsiminin aynı dönemine gelmesi için bir 16,25 yıl daha geçmelidir.
İslami takvimi oluşturan 12 ay, Muharrem, Sefer, Rebiul evvel, Rebiulahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce'dir. Buna göre, 16 Temmuz 655 (M.S.) resmi olarak 1. Hicri yılın Muharrem ayının 1. günüdür.
İslami takvimde normal yıl 354 gün sürer. Fakat kameri yıl tam olarak, 354 gün, 8 saat, 48 dakika, 36 saniyedir ve tam bir kameri ay 29 gün, 12 saat, 44 dakika, 3 saniyedir. Astronomik kameri yıldaki 8 saat, 48 dakika, 36 saniyelik bu fark ( ki, bu neredeyse günün 11/30'una eşittir.), her otuz yıllık devirde belirli aralıklarla yapılan 11 günlük bir ilave ile dengelenir. En yaygın olarak kullanılan ilave metodu, her devredeki 2., 5., 7., 10., 13., 16., 18., 21, 24., 26., ve 29. yılları atlamaktır ve buna kebise denir. Fazladan olan gün daima 12. aya, yani normal yılda 29, kebise yılında 30 gün olan Zilhicce'ye eklenir. İslami takvimdeki bir yılın normal mi, yoksa kebise mi olduğuna karar vermek için, yıl 30'a bölünür. Kalan 2, 5, 7, 10, 13, 16, 18, 21, 24, 26, veya 29 ise yıl kebisedir ve 355 gün sürer; kalan bu sayılar haricinde bir sayı ise, yıl 354 gün süren normal bir yıldır. Hicri 1400'de, kalan 20'dir ve bu normal bir yıldır. Hicri 1406 (kalan: 26) bir kebise yılıdır.
İslami takvimde bir gün 24 saattir. Fakat (Hristiyanların takviminde oluğu gibi) gece yarasından değil, gün batımından hemen sonra başladığı kabul edilir. Çünkü ayın ilk günü, ayın, gün batımı sırasında gözlenen şekline göre tespit edilir. Neticede İslami takvim ile Hıristiyan takvimi, tam olarak aynı 24 saatlik günü kapsamazlar ve bu fark gözardı edilirse, olayların tarihlenmesinde hatalara sebep olabilir.
Günümüzde, matematiksel olarak hesaplanmış takvimlerden bol miktarda bulunmasına ve bunların kullanılmasına rağmen, bazı Müslümanlar hala eski uygulamayı, yani bir ayın, özellikle de oruç ayı olan Ramazan ve bunu takip eden Şevvaş aylarının, başlangıcını tespit edebilmek için ayı gözlemektedirler.
Hristiyan takviminde veya bu takvimi, Mısırlı astronom Sosigenes'in teklifiyle, eski Roma takvimine ıslah etmek amacıyla başlatan Jul Sezar'ın adıyla bilinen jülyen takviminde, yıllar Hz. İsa'nın doğumundan başlatılır ve AD (Anno Domini: “Efendimizin yılında”) veya Hristiyan olmayanların kullanımında AD yerine basitçe CE (Milattan Sonra -MS.-) şeklinde bilinir. Bu takvimde; yılın ortalama uzunluğu 365,25 gün ve her dördüncü yıl, atlanan çeyrek günleri alarak 366 gün çeken bir artık yıl olarak belirlenmiştir. Yeni takvim, 1 Ocak 45 (M.Ö.)'de resmi olarak başlatılmıştır.
Dünyanın güneş etrafındaki bir turu, 365 gün, 5 saat, 48 dakika, 46 saniye olduğundan, Jülyen takvimindeki bir yıl, güneş yılından 11 dakika daha uzundu. Üst üste toplanarak devam eden ve 16. asrın sonlarına yaklaşırken 10 güne ulaşan bu hata, 1582 yılının 5 Ekiminin 15 Ocak olması gerektiğini belirten Papa XIII. Gregory tarafından aynı yıl düzeltildi. Papa bu hatanın ilerde de yığılmasını engellemek için, Jülyen takviminde asırlar, ancak 400'e bölünebiliyorlarsa artık sayılırken, Papa, dörde bölünebilen her yılın 366 gün kabul edilmesini emretti. Jülyen takvimine göre 1600 ve 2000 yılları artık yıl sayılırken 1700, 1800 veya 1900 normal yıl sayılıyordu. Günümüzde kullanılmakta olan ve Gregoryen takvimi olarak bilinen takvim işte bu takvimin değişik bir versiyonudur. Farklı ülkeler bu takvimi değişik zamanlarda kabul ettiler. Mesela İngiltere (ve sömürgeleri), bu takvimi 1752 yılında kabul ederek, eski sistemine göre 3 Eylül'ü 13 Eylül olarak düzeltti. Avrupa'nın diğer ülkelerinden 10 gün gerideydi. Gregoryen takvim Japonya'da 1752, Çin'de 1912, Türkiye ve Sovyet Rusya'da 1918 ve Yunanistan'da 1923 yıllarında kabul edildi.
Belli bir Gregoryen senenin (Miladi-M.S.), Hicri yılda (M) yaklaşık hangi yıla rastladığını kesinliğe kavuşturmak için, miladi yıldan 622, 5643'ü çıkarıp sonucu 1,030684 ile çarpın.
Hicri - 1,030684 x (Miladi yıl -622.5643)
Aynı şekilde, Hicri yılı Gregoryen yıla dönüştürmek için, Hicri yılı 0,970229 ile çarparak, sonuca 621.5643 ekleyin:
Miladi = (0,970229 x Hicri yıl) + 621.5643)
İkinci formüle bir örnek olarak, Hicri 1408'i alalım;
1408x0,97229-1-621.5643 = 1987, 6467,'dir ki,
Buradaki küsurlar yedi ay 24 güne, yani 24 Ağustosa tekabül eder. Gerçekten de Hicri 1408, 26 Ağustos 1987'de başlamıştır.
Elinizde bulunan kronoloji Gregoryen takvime göre hazırlanmıştır, fakat birinci formül kullanılarak tarihleri kolayca Hicri'ye çevirmek mümkündür. Bununla birlikte, Hristiyan takvimi ile İslami takvimin yılları arasında başa baş bir uygunluk yoktur, çünkü her iki takvimin yılları birbirine uymaz ve bunlar farklı uzunluktadırlar. Genel olarak İslami yıl, bir birini takip eden iki Hristiyan yılının bölümlerini atlar: Hicri 133, Miladi 750'nin 9 Ağustosunda başladı ve Miladi 29 Temmuz 751'de sona erdi, İslami yılın bilindiği durumlarda, bu tarihe tekabül eden Miladi yılı, bunun eşdeğeri kabul etme geleneği devam ettirilmiştir.
Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Mekke'den ayrıldığı tarih konu-sunda hiç bir şüphe yoktur ve bazılarına göre bu tarih, Hz. Peygamberin ayrılış tarihi olduğundan değil, o gün Arap takviminde Hicretin gerçekleştiği yılın başlamasından dolayı seçilmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke'de Kureyş Kabilesinin bir kolu olan Haşimi ailesinin bir ferdi olarak dünyaya geldi. Annesi, Veheb'in kızı Amine ve babası, Hz. Muhammed (s.a.v.) doğmadan önce ölen Abdullah idi. Hz. Peygamber, (s.a.v.) yetmiş yaşları civarında olan büyük babası Abdülmuttalib'in koruması altına girdi. Altı yaşında annesini kaybetti. Sekiz yaşında iken, büyükbabasının ölmesi üzerine, ailenin yeni reisi olan amcası Ebu Talib'e emanet edildi ve onun evinde büyüdü.
Arabistan Sınırlarındaki Bizans Ve İran İmparatorlukları
İmparator I. Theodosius'un 395'te ölmesinden sonra Roma İmparatorluğu, oğulları Honorius ve Arcadius arasında Doğu ve Batı olarak paylaşıldı. Fakat Batı Roma İmparatorluğu, İngiltere, Galya, İspanya ve İtalya'nın bir bölümünü barbarlara bırakarak çöktü. Buna karşılık, Yunanistan, Mısır, Suriye ve Anadolu'daki daha zengin ve daha medeni vilayetlere sahip olan, imparatorluğun Doğu yarısı sadece Batının akibetine uğramaktan kurtulmakla kalmadı, bağımsız olarak genişlemeye bile başladı. Doğu Roma veya Bizans, İmparatorluğu'nun merkezi Byzantium (Konstantiniyye) idi. Diğer büyük güç İran idi ve bu ikisi arasındaki sınır Kafkaslardan Fırat'ın üst kısmına kadar uzanıyordu (aşağı yukarı bugün Türkiye ile Suriye'yi İran ve Irak'tan ayıran sınır). Böylece Arap Yarımadası, Kuzeybatıda Bizans ve kuzeydoğuda İran olmak üzere, bu iki süper güç ile aynı sınırları paylaşıyordu. Arap Yarımadası, dünyanın, çoğu yol geçmez olan, en büyük çölüdür. İran İmparatorluğu'nun merkezi Dicle'nin kıyısında, daha sonra 762'de Bağdat'ın kurulduğu yerin yaklaşık 20 mil Güneydoğusunda bulunan ve antik bir şehir olan Ctesiphon (Arapçada Medain olarak bilinir) idi.
Bizans imparatorluğu, Roma hukuku ve idari sistemi, Yunan dili ve Medeniyeti, Hristiyan dini ve ahlaki değerleri üzerine kurulmuştu. Kilise, önemli bir rol oynuyordu, fakat aynı zamanda Hristiyanlıkta mevcut olan dogmatik zıtlaşmalar nedeniyle, İmparatorluğu zayıflatıcı bir etki idi de. İmparator Heraklius (610-641) zamanında Yunanca, Roma İmparatorluğunun resmi dili oldu; İmparator I. Theodosius (379-95) zamanında Hristiyanlık devletin dini kabul edildi. İlk Hristiyan Roma İmparatoru olan I. Konstantin, 313'teki Milano Bildirisi, 321'de pazar gününün tatil ilan edilmesi, 325'de İznik'teki Konsil'e başkanlık etmek, Konstantiniye'yi (o zamana kadar Bizantium) bir Hristiyan şehri ve devamlı başşehir yapması gibi bir çok önemli adımla, Hristiyan bir devletin temellerini atmıştı. Fakat genel inanışın tersine, Hristiyanlığı İmparatorluğun dini yapan o değil, I. Theodosius idi. Konstantin'in kendisi ölümünden kısa bir süre önce vaftiz edilmişti.
İki güçlü ve rakip imparatorluk, Bizans ve İran veya Sasaniler (zerdüşti), arasında, sonuçta İran'dan geçen ticari yolun kesildiği, bölge için uzun savaşlar oldu. Sonuçta, Doğu ile Akdeniz arasındaki ticaret için, kestirme olmasa da, Arabistan'dan geçen alternatif bir yol bulundu. Bu yolun bir bölümü denizden Yemen'deki Aden Limanına, bir bölümü de karadan, Yarımadanın Batı kıyılarını takip ederek Mekke üzerinden Şam ve Gazze'ye ulaşıyordu. Yemen ve Suriye arasında büyük bir kervan ticareti vardı ve idari merkez olan Mekke, zengin bir ticaret merkezi ve Arabistan'ın metropolü olmuştu. Mekke'de aynı zamanda Arabistan'ın her tarafında bilinen ve şehirde yapılan ticari panayıra alış veriş yapmaya gelenlere emniyet sağlayan kutsal bir yer olan Kabe de bulunuyordu. O zamanlar, putperestler için kutsal bir ziyaret yeri olan Kabe, bir köşesinde Hacerü'l-Esved (siyah taş)ın bulunduğu, neredeyse kübik bir şekle sahip bir binadır. Kabe, putperestlik inancına sahip, çok sayıda hacı çeken bir yerdi. Böylece Zemzem pınarından bir kaç adım ilerde bulunan yapı, küçük ve zengin bir tacir grubunun idaresinde olan Mekke'nin ekonomik ve ticari hayatında önemli bir rol oynamaktaydı.
Mekke şehri, dik ve çıplak tepelerle çevrili, dar, kıraç bir vadide bulunuyordu, Halkın yiyeceği, 40 mil Güney Doğu'da bulunan Taif kasabasının verimli tarlalarından geliyordu. Şehrin dışında kuyular olmasına rağmen, esas kaynağı zemzem olan suda kıttı. Açık çöllerin serbest havası, bu tozlu ve kalabalık şehrin boğucu havasından daha sağlıklı kabul ediliyordu. Bu nedenle, emzirilmek üzere çocukları çöldeki komşu kabilelerin kadınlarına vermek çok yaygın bir gelenekti. Bu geleneğe uygun olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) de ilk çocukluğunu Mekke'nin dışında Sa'd kabilesinden bir kadının bakımı altında geçirerek, annesinin yanına döndü; fakat bir yıl sonra annesi öldü ve O'nu (s.a.v.) öksüz bıraktı. Mekke sakinlerinin çoğunluğunu, aralarında baskın olarak bulunan Abdul-Muttalip liderliğindeki Haşimi ve Ümeyye ailelerinin de bulunduğu, Kureyş kabilesi oluşturuyordu. Ümeyye ailesi savaşlarda kendilerine mirasla intikal eden liderlik hakkım kullanırken, Haşimilere Kabe'nin bakımıyla ilgili işler ve haccın idaresi emanet edilmişti. Daha sonraki savaşlarda, zeki ve dirayetli birisi olan, Ümeyye Ailesinin lideri Ebu Süfyan'ın (ö. yaklaşık 652) Mekke kuvvetlerinin idaresini elinde tutmasının sebebi, bu haktan kaynaklanıyordu. Bu iki kabile arasında büyük bir rekabet vardı ve bu, daha sonra Hz. Muhammed'in halifesi seçilirken ayırıcı bir güç oldu. Her iki aile de ticaretle iştigal ediyordu, fakat Ümeyye Ailesi, ticarette Haşimilerden daha kuvvetliydi.
Hristiyanlık, 4. asırda Roma İmparatorluğu'nun resmi dini olduktan sonra, yavaş yavaş, fakat Arap putperestliğini tehdit eder bir şekilde, Arabistan'a girmeye başladı. Yine de, bundan sonraki asırlarda Ortodoks Bizans Kilisesi artık dini birliğini kaybetti ve acı bir şekilde farklı reenkarnasyon (yeniden doğma) konusundaki yorumları olan ve karşılıklı olarak düşmanca tavırlar gösteren gruplara bölündü. Nasturi Hristiyanlar zulüm gördüler ve 5. asrın sonunda toptan Roma İmparatorluğu'nun dışına sürüldüler. Bu Rum mülteciler İranlılar tarafından, en büyük düşman olarak gördükleri Bizanslıların kurbanları olarak, çok iyi bir şekilde karşılandılar. Nasturiler, Fırat boylarında ve İran körfezi'nin kuzey bölümünde büyük bir misyonerlik kampanyası başlattılar ve bu bölgedeki Arapların çoğunu Hristiyan yapmayı başardılar. Hatta Arap Lahmi Hanedanlığının Arabistan'ın kuzey doğudaki yarısına hükmeden kralı III. Numan (hük. yaklaşık 580-605), bile bir Nasturi Hristiyan olmuştu. Kuzey batıda, Suriye sınırlarında yaşayan bir kabile olan Gassan Arapları da 6. asrın ortalarında Hristiyan olmuşlardı fakat bunlar, Ortodoks Kilisesi tarafından, itikatlarına karşı oldukları öne sürülerek lanetlenen, Nasturilerin de düşmanca muhalefet ettikleri Monophysite Hristiyanlığa iman etmişlerdi.
Aslında, İran İmparatorluğu Lahmileri, Bizans İmparatorluğu da Gassanlıları olmak üzere, her iki imparatorluk da uyduları durumunda olan bu devletleri, Güney sınırlarını Bedevi Arapların saldırılarından korudukları için, destekliyorlardı. Lahmiler ve Gassaniler, bu imparatorluklar tarafından 300-500 yılları arasında, müntesipleri kabul ediliyorlardı. Bu iki rakip kabile, sadece hamilerinin vergi tahsildarlarına tamponluk yapmakla kalmadılar, aynı zamanda birbirlerine karşı yaptıkları yağmalarla, bitmek bilmeyen çöl savaşları yaptılar. Yemen ve Necran'da da Hristiyan topluluklar kuruldu. Arabistan'da, Hristiyanlar haricinde daha çok Yemen ve Hayber'de bulunan Yahudi kolonileri vardı ve bunlar Hristiyanlardan çok daha uzun bir zamandır oralarda idiler. Mekke'de Yahudiliğe mensup üç aile vardı. Böylece, yarımadadaki kabileler hala putperest olarak putlara taparken, Hristiyanlık ve Yahudilik, yarımadada kendilerine ayak basacak bir yer açmış ve özellikle çölün kıyılarında bulunan bazı topluluklara nüfuz etmeye başlamıştı.
Yemin'in Habeşli Hristiyan valisi Ebrehe, 570'de Hicaz'ı istila etti. Fakat seferi başlatmasındaki esas amacı olan Kabe'yi yıkma işinden vazgeçerek, Mekke'ye bir kaç mil uzaklıktaki bir yerden bozguna uğramış bir şekilde geri çekildi. Ebrehe'nin kendisi Yemen'in baş şehri Sona'ya dönerken öldü. Böylece Kabe kurtuldu ve bu kurtuluş, Kabe'nin muhafızı ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalibin, Allah'a kendi evini kendisinin koruması için yaptığı duanın gerçekleşmesi olarak kabul edildi.[2]
Elli iki yıllık bir işgalden sonra Habeşiler, İranlılar tarafından Yemen'den çıkarıldı ve Yemen, İran idaresine geçti.
Gassan Kabilesinin başındaki, bir Monopaysite olan Prens, ihanet, iddiasıyla yakalanarak Konstantiniyye'ye gönderildi. Bizanslılar, Suriye sınırlarında yaşayan ve bir miktar tahsisat ve bir kaç imtiyaz karşılığı kendilerini koruyan Gassan hanedanlığına yaptığı desteği geri çekti. Bu olay kabileyi zor durumda bıraktı ve çöldeki sınır, Arabistan'dan gelecek bedevi saldırılarına açıldı.
Hz. Muhmmed (s.a.v.) yirmişbeş yaşında iken, kırk yaşında zengin bir dul olan ve 619'daki ölümüne kadar O'nun (s.a.v.) tek hanımı olan Hz. Hatice (r.a.) ile evlendi. Bu olay Hz. Peygamber'e ticaretle ilgilenme ve uzun dönemler boyunca inzivaya çekilerek iç gözlemler yapmayı da içeren, kendi temayüllerini gerçekleştirebilmesini kolaylaştıran bir mali emniyet sağladı. İkisinin, henüz bebekken ölen iki oğlu ve Zeyneb, Rukiye, Fatıma ve Ümmü Gülsüm adlarında dört kızları oldu. Bunlardan, Rukiye Osman İbni Affan ile, Fatıma da, Hz. Peygamberin (s.a.v.) yeğeni Ali ibni Ebu Talib ile evlendiler; Osman ve Ali daha sonra üçüncü (644-56) ve dördüncü (656-61) Halife oldular. Hz. Muhammed (s.a.v.)' den sonraya sadece Fatıma kaldı (ö. 632 sonu/633 başı) ve O'nun Ali ile evliliği, Hz. Peygamberin bu koldan olan nesli özellikle saygı gördüğü için, devamlı olarak önemini korudu. Daha sonraları Şiiler, Ali ve Fatıma'nın neslini, Halifeliğin gerçek varisleri olarak gördüler.
Lahmi Hükümdarı III. Numan, ailesinin, çöldeki sınırları korumalarına karşılık sahip olduğu imtiyazları kaldıran İran Kisrası ile tartıştı. Sonuçta, Fırat boylarında yaşayan Arab kabileleri İran'a isyan ettiler ve Arabistan sınırını savunmasız bıraktılar. Aynı olay daha önce, 581'de, Suriye sınırında Bizanslılar'ın başına gelmişti.
Mekke'nin dışında küçük bir dağ olan Hira'daki bir mağarada inzivaya çekilmişken, Hz. Muhammed (s.a.v.)' kendisine Allah'ın Resulü olduğunu söyleyen Cebrail Aleyhisselam'ın getirdiği ilk vahyi aldı. Bu, (Allah'ın iradasine). “teslim olma” anlamına gelen yeni bir din, İslam'dı. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) tebliğ ettiği bu yeni dine ilk girenler, hanımı Hatice, on yaşındaki yeğeni Ali bin Ebu Talib, önceden kölesi olan fakat sonradan evlat edindiği Zeyd bin Haris ve arkadaşı Ebu Bekir idi.[3] Bu yeni din, bölgedeki putperest topluluk, özellikle de zengin ve mekan sahipleri tarafından şiddetli bir düşmanlıkla karşılandı. Çünkü bu yeni dinin öğretisi temelde akidevi olsa da, Mekke'de tam bir tekele sahip olan zengin tacirlerin tutum ve davranışlarını tamamıyla tenkit ediyordu. Bunlar yeni dinin başarısını, bizzat kendi düşüşleriyle eşit saydılar. Binanaleyh, mühtediler bizzat kendi vatandaşları tarafından horlanmaya ve dışlanmaya maruz kaldılar.
Yapılan zulümlerden dolayı, seksen Mekkeli Müslüman, Mekke'nin putperestlerini sevmeyen Hristiyanlara iltica etmek üzere, Habeşistan'a (Etiyopya) göç ettiler. Gurubun içerisinde, daha sonra Üçüncü Halife olacak olan Osman ibni Afvan ve hanımı, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) kızı Rukiye de bulunuyordu.[4] Fakat Hz. Peygamberin kendisi, gördüğü şiddetli muhafete karşı, tebliğe devam etmek için Mekke'de kaldı.
Habeşistanlı Necaşi bu Müslümanlara iyi davrandı, onların inandıkları gibi yaşamalarına izin verdi ve onları geri isteyen zalimlere teslim etmeyi reddetti. Bu olay, “Kitap Ehli” olarak adlandırılan ve özel muameleye tabi olan Hristiyanlara karşı Hz. Muhammed'in daha sonraki tutumunu etkiledi. Bu gelenek, daha sonraki dönemlerde Hz. Peygamber'in Halifeleri tarafından, fethedilen bir bölgede yaşayan ve farklı bir dine inanan teba ile yapılan anlaşmalarda sürdürüldü.[5]
Hz Muhammed'in (s.a.v.) şiddetli muhalifi ve Mekke'nin kuvvetli şahsiyeti Ömer İbn-ül Hattab'ın İslam'a girişi gerçekleşti. Hz. Ömer (r.a.) daha sonra İkinci Halife oldu (634-44).
Hz Peygamber, iki felaket yaşadı; Hz. Hatice ve hamisi ve amcası olan Ebu Talib öldü. Ebu Talib İslam'ı kabul etmemiş olsa da, kendi evinde büyüttüğü yeğenini her zaman savundu. Artık, amcalarından bir değeri olan Ebu Leheb kabilenin yeni başkanıydı ve Hz. Muhammed'in üzerinden kabilenin desteğini çekti. Bunlardan sonra Hz. Muhammed (s.a.v.), evlatlığı Zeyd bin Haris ile birlikte, Mekke'nin 40 mil Güney Doğusunda küçük bir kasaba olan Taife gitti fakat ümit ettiği desteği bulamadı. Hatta halkın hakaretlerine ve üzücü olaylara maruz kaldı. Mahzun fakat azimli bir şekilde vazifesine devam etmek için, Mekke'ye dönmeye karar verdi.
Hz Muhammed'in meşhur “Gece Yolculuğu” (Miraç) Mekke'den Kudüs'e oradan da yedinci kat Semaya gerçekleşti. Her Müslümana, günde beş vakit namaz kılma emrini aldı.
Hz. Muhammed (s.a.v.) yakın bir arkadaşı ve zengin bir tacir olan Ebu Bekir'in[6] kızı Aişe ile evlendi.[7] Hz. Aişe, daha sonraları Halife seçiminde aktif rol oynadı. Meşhur iki Mekkeli olan Talha ibni Abdullah ve Zübeyr ibni Avvam ile birlikte Hz, Ali'nin (r.a.) dördüncü Halife olmasına şiddetle muhalefet ektiler, (bkn. 656, Cemel Vakası).
Hz. Muhammed (s.a.v.) elli iki yaşında iken gizlice, Güney Arabistan'dan Kuzeye giden ticari kervan yolunun üzerinde olmayan Yesrib'in verimli kuzey vahalarına göç etti. Bu, meşhur, Hicret idi. Bazı Müslümanlar zulümden kaçmak için önceden Habeşistan'a gitmişlerdi, fakat bölge onlara oldukça yabancıydı. Yesrib'ten yıllık haclarını yapmak üzere (hala bir putperest ziyaret yeri olan) kabe'ye yaklaşık 70 Yesribli İslam'ı kabul etmişler ve Hz. Muhammedi (s.a.v.), kendinin ve Müslümanların emniyette olacağı şehirlerine davet etmişlerdi. Kendisi ayrılmadan önce, Müslümanlardan 70 kadarı, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) talimatlarına uygun bir şekilde, Kureyşlilerin aldıkları tedbirlerden kaçınarak, küçük gruplar halinde Mekke'den Yesrib'e yollanmışlardı.
Yesrib halkı, Hz. Peygamberi ve yeni inançları uğruna yurtlarını terk eden diğer Mekkeli Müslümanları büyük bir heyecanla karşıladılar. Bu olayın hatırasına, bu eski şehrin adı Medinet-ün Nebi (Peygamber'in (s.a.v.) şehri), kısaca Medine olarak değiştirildi. Medine halkı, bu yeni dini Mekkelilerden çok daha kojay kabul etti ve Medineli Müslümanlar (Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından “yardımcılar/ensar” diye adlandırıldılar) kısa bir süre içerisinde sayıca Mekkeli muhacirleri geçti. Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke'den bütün akrabalık bağlarını kopardı ve ilahi otoriteye sahip olduğu kabul edilen, dini bir topluluğun lideri olarak yeni bir hayata başladı. Buraya yerleşti ve Müslümanlar için bir toplantı yeri olarak hizmet gören ve daha sonra yerinde inşa edilen camiye model oluşturan bir cami olarak evini buraya inşa etti.[8] Hicret, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) hayatında ve İslam'ın gelişmesinde çok önemli bir olay olmuştur. Medine halkının bir kısmı Yahudi idi.
Hz Muhammed (s.a.v.), Mekkelileri en hassas yerlerinden vurmaya karar verdi. Bunların bütün iktisadi hayatları Kuzeydeki ticaret merkezleri ile yaptıkları kervan ticaretine bağlıydı. Böylece, bu ticaret yollarının kontrolünü eline almayı başarırsa, sadece Mekkeliler üzerinde iktisadi bir hakimiyet elde etmekle kalmayacak, bütün mülklerini terk ederek başka bir yere göç etmiş olan müminlerin şiddetle ihtiyaç duyduğu ganimeti de getirecekti.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Mart'ın ortalarında, başlarında bulunduğu 300'den biraz fazla müminle birlikte, Ümeyye ailesinden Ebu Süfyan'ın başkanlık ettiği Mekkeli bir kervanı vurmak için Bedir denilen bölgeye hareket etti. Kervan, Suriye'den gelmekteydi. Medine'nin 58 mil Güney batısında küçük bir kasaba olan Bedir, Mekke ile Şam arasındaki kervan yollarının birleştiği yerdi. Ebu Süfyan, dolambaçlı yollardan giderek, Müslümanları ustaca atlattı ve kervanı kurtardı. Fakat kervanı korumak üzere derhal Mekke'den bir kuvvet gönderilmişti. Bu kuvvet, savaş hırsıyla yanan, Peygamber'in (s.a.v.) amcası ve Manzum ailesinin reisi olan Ebu Cehil'in komutanlığında, 950 kişi, 700 deve ve 100 attan oluşuyordu. Çıkan savaşta, içlerinde Ebu Cehil ile birlikte pek çok ileri gelen kişinin de bulunduğu, en az 45 Mekkeli öldürüldü; 70 civarında esir alındı. Müslümanlar ise sadece 14 kişi kaybettiler.
Bu savaşta üçe bir dövüşen Müslümanların mutlak zaferi, İslam Tarihinin başlangıcında bir kilometre taşı oldu. Sonraki yıllarda, kendilerine, durdurulması imkansız bir çığ gibi büyümek nasip olan bu taze Müslüman topluluk, ilk defa bu savaş sayesinde, sahip oldukları vurucu gücün farkına vardı. Olay, dini olarak da büyük bir önem kazandı. Çünkü Kuran'a göre,[9] Allah, İslam davasını destekleyen müminlere bizzat yardım etti. Hz. Peygamber erenler çoğaldı ve Müslüman topluluğun itibarı arttı.
Müslümanların namaz kılarken döndükleri yön olan Kıble, Kudüs'ten Mekke'de bulunan Kabe'ye çevrildi.
Hz Peygamber'in (s.a.v.) kızı Fatıma, Peygamber (sav.)'in yeğeni ve müstakbel Halifelerden (656-661) Ali ibni Ebu Talib ile evlendi.[10]
Bir önceki yıl Bedir'de yaşadıkları mağlubiyetin intikamını almak ve ticaret yollarının emniyetini tekrar sağlamak amacıyla, Mekkeliler 3.000 kişilik bir orduyla hareket ettiler ve Mart'ta Medine Vahasına girdiler. Bunlara karşılık, Hz: Muhammed (s.a.v.) sadece 700 kişilik bir kuvvet toplayabildi ve Medine'nin 3 mil Kuzeyindeki Uhud Tepesi yakınlarında kıyasıya bir savaş oldu. Başlangıçta Müslümanlar, Mekkeli piyadeleri geri püskürttüler fakat Halid bin Velid'in komuta ettiği geri kuvvetlerin ani bir saldırısı sonucunda geri çekilmek zorunda kaldılar. Daha sonraları Arap komutanları arasında en meşhuru olacak olan Halid, ilk defa burada savaş alanında ne kadar parlak bir komutan olduğunu gösterdi. Bozgunun yanında, Hz. Peygamber (s.a.v.) de yaralanmıştı. Yine Ebu Süfyan komutasındaki Mekkeliler şaşkınlık yaratan bir tavırla, savunmasız kalan şehre saldırma avantajını kullanmak yerine, Mekke'ye geri döndüler. Belki de sadece savaşçılıklarını ispat etmek ya da düşmanlarına iyi bir ders vermek istediler. Sebep ne olursa olsun, savaşın galibi, mağlubu belli olmadı. Müslümanlar 70, Mekkeliler 20 kayıp verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v.), büyük bir avcı ve kudretli bir savaşçı olan, vücudu, Ebu Süfyan'ın karısı Hind tarafından, Hz. Hamza'nın Bedir'de öldürdüğü babasının intikamını almak için, parçalanan Hz. Hamza'nın yasını tuttu.
Medine, belki de o zamana kadar hiç görülmemiş sayıda, 10.000 kişilik Mekkeli bir ordu tarafından sarıldı. Bu orduya, artık Hz. Peygamber'in baş düşmanı haline gelen Ebu Süfyan komuta ediyordu. Şehri korumak, için özellikle kazılan hendekleri defalarca geçmeyi denedilerse de, başaramadılar ve yaklaşık iki hafta sonra çekip gittiler. Bunun sebebi, kısmen, Mekkelilerin uzun kuşatmalar içeren düzenli savaş bilgilerinin olmayışı, kısmen de kötü hava şartları ve erzaklarının azalmasıydı. Bir diğer faktörü de, Hz. Muhammed'in hafiyeleri tarafından, bu uzun ve huzursuz edici kuşatmayı sürdüren mütecaviz ordunun içerisinde, ustaca teşvik edn len çekişmelerdi, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) stratejisini belirlerken çalıştırdığı geniş ve etkili bir istihbarat ağı vardı. Bu savaşta her iki taraftan da ölenlerin sayısı toplam 10 kişiyi geçmedi, Hz. Peygamberin durumu sivil ve dini otoritesini kurduğu şehrinin istila edilemez olduğunu apaçık gösteren bu sonuç sayesinde iyice güçlendi. Mekkeliler, bu büyük orduyu kurmak için bütün kaynaklarını toplamışlardı. Fakat Hz. Muhammedi (s.a.v.) yerinden çıkarmaya veya yok etmeye muvaffak olamadılar. Bundan da hem ticaretleri, hem de prestijleri çok kötü bir şekilde etkilendi.
Hz Peygamber, Şubat'ta, Mekke'de hac yapmaya niyetlenerek 1600 kişilik bir grubun başına geçti. Fakat hac yapmaları engellendi. Bazı müzakerelerden sonra şehrin 10 mil kadar batısında bir yerleşim yeri olan Hudeybiye'de (ki anlaşma daha sonra bu isimle anılmaya başladı.) bir anlaşma imzalandı. Müslümanların ileri gelenlerinden bazıları bu sonuçla iktifa etmemişlerse de Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisi ve müminlerin bir sonraki yıl hac yapmaları hakkıyla ilgili olarak, bir takım imtiyazlar aldı. Bu, Hz. Peygamberin eski düşmanlarının O'na (s.a.v.) muhalefetlerinde zayıflamanın bir başka göstergesi olan bir karardı.
Hz. Peygamberin artan prestijinin bir başka önemli sonucu, daha sonraları Müslümanların en büyük askeri dehaları olduklarını ispat eden Halid bin Velid (ö. 641) ve Amr bin As'ın bu dönemde Müslüman olmalarıydı. Bunlar, İslam Devletinin genişlemesinde çok önemli olan pek çok meşhur zafer kazandılar. Yaklaşık aynı dönemlerde, geleneğe göre, put evi olan Kabe'nin muhafızı da Müslüman oldu ve bu da, bu yeni dinin tebliğcilerine siyasi bir destek sağladı.
590'da İran tahtına çıkan Kisra Perviz suikaste uğrayarak öldürüldü ve 26 yıl süren yıkıcı bir savaştan sonra, İran ve Bizans, 625 yılında barıştılar. Her iki devlet de sınırlarını eski yerlerine geri çektiler ve her iki tarafta kendilerini hem askeri, hem de mali yenden bitiren bu uzun savaşın neticesinde yeni bir bölge kazanmadı. Savaş, her iki imparatorluğun da tebasına ağır vergiler yüklemiş ve halkın, zalim ve kendilerine yabancı efendilerine sadakatini azaltmıştı. Halktaki bu kızgınlık, daha sonra, her ne kadar eğitilmemiş ve kıt imkanlara sahip, fakat kendilerini tamamıyla dinlerinin yayılmasına adamış olan Arapların fetihlerinde yardımcı oldu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekke'de hac yaparken, amcası Abbas (ö.652) İslam'ı kabul etti. Hz, Abbas'ın nesli, daha sonra ikinci İslam Hanedanlığı olan, Abbasiler devletini kurdular (750-1258).
Artık rüzgar tersine esmeye başlamış, Mekke dirayetli liderlerini kaybetmiş ve gerilemeye başlamıştı. Medine kuşatmasının kendilerini kahredici bir başarısızlıkla sonuçlanması İle Mekkeliler savaşma gücünü ve isteğini kaybettiler. Hz. Muhammed (s.a.v.), 10.000 kişiyle, 8 yıl önce kendisini sürgün eden doğum yeri Mekke'ye yürüdü, ve şehir hemen hemen hiç direnmeden teslim oldu.
Hz. Muhammed (s.a.v.), intikam almak yerine, sadece 4-5 kişinin hariç tutulduğu genel bir af çıkardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), zafer günü, geçmişte kendisine zulmedenlere bile alicenaplık göstererek Mekkelileri kazandı. Bu davranış bölge halkının büyük bir kısmının İslam'a girmesini sağladı. Kabe'de bulunan putlar (360 tane olduğu söylenir) kırıldı ve Kabe bir put evi olmaktan kurtuldu. Bunun yerine Kabe artık, yeni dine uygun olarak Vahid ve Ehad olan Allah'a ibadete açıldı ve o andan itibaren İslam'ın manevi merkezi haline geldi.
Bugünkü Kabe'nin (kelime olarak “kop”) yapısı; yaklaşık 12 m. uzunlukta, 11 m genişlikte ve 15 m. yüksekliktedir. Yerden yaklaşık 2 m. yukarıda bulunan Siyah Taş (Hacer-ül Esved), Güneydoğu köşesinde, kapıya yakın bir yere konulmuştur. Yapının tarihi, Abdullah ibni Zübeyr'in restore ettiği 683'e kadar geri gider. 693'te Haccac ibni Yusuf'un yaptığı değişiklikler haricinde, günümüze kadar bu şekilde ulaşmıştır. Kabe, İslam dininin “manevi kutbu” ve en kutsal tapınağıdır; dünyadaki bütün Müslümanlar namaz kılarken oraya yönelirler, cenazelerini onun meridyenine karşı gömerler ve hac esnasında onu ziyaret etme hevesiyle heyecanlanırlar.
Siyah Taş -dışa bakan tarafı çaprazlama bir karıştan biraz fazla, oval şekilde- kalın ve oval bir gümüş kasanın içerisine konulmuştur. Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanından geriye kalan tek emanet, kutsal taştır. Gümüş kasa, hacıların Kabe'yi tavafları esnasında Siyah Taşı örebilecekleri; dokunabilecekleri veya selamlayabilecekleri bir şekilde, yerden 1,5 m kadar yükseklikte, binadan hafif çıkıntılı bir şekilde konulmuştur.
Hz. Peygamber'in en azılı düşmanı Ebu Süfyan, O'nunla (s.a.v.) barışarak İslam'ı kabul etti. Oğlu Muaviye, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sekreterlerinden birisi ve daha sonra (661), Emevi hanedanlığının (661-750) ilk halifesi oldu.
Hz. Muhammed, Medine'ye dönerek, ömrünün kalanını burada geçirdi.
Artık Hz. Muhammed (s.a.v.), Arabistan'ın, o zamana kadar hiç kimsenin başaramadığı kadar büyük bir bölümünde birliği sağlamıştı ve her yerde İslam'a giriş olayları artarken, putperest inanışlar da yok oluyordu. Resulallah (s.a.v.) Mart'ta, İslam'ın gerektirdiği şekilde, Kabe'yi haccetti. Daha sonraları “Veda Haccı” olarak adlandırılan, bu ziyaretinden Medine'ye dönüşünden üç ay sonra hastalandı ve 8 Haziran da vefat etti.
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ölümü, Müslümanlar üzerinde tam bir şok tesiri yaptı ve gelecekle ilgili bir belirsizlik doğurdu. Ölümünden sonra yerine kimin geçeceği konusunda hiç bir plan yapılmamıştı[11] ve bu Müslümanların lidersiz olarak karşılaştıkları ilk önemli meseleydi. Hz. Peygamber'in kayınpederi (Hz. Aişe ile olan evliliğinden) ve en yakın arkadaşına namazları kıldırma görevi verilmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den 2 yaş küçüktü ve ilk Halife seçildi (62-4). Mamafih, Halifenin sadece Peygamber (s.a.v.)’in dünyevi vazifelerini üstleneceği, sadece Peygamber (s.a.v.)'e ait olan ilahi Vahye dayalı kuvvetlere sahip çıkamayacağı anlaşılmıştı. Halifenin dinle ilgili vazifesi ancak bir gardiyan-koruyucu olmaktan başka birşey olamazdı.
Arapların çoğu, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in şahsına bağlılıklarından dolayı İslam'a girmişlerdi ve O (s.a.v.), onlar için İslam'ın bir sembolü olmuştu. Bu gerçek, Hz. Peygamberin (s.a.v.) ölümünden kısa bir süre sonra bazı kabilelerin, bağlılıklarından vazgeçmeleriyle ortaya çıktı. Daha da ötesi, Resulullah (s.a.v.), Bedevi kabilelerini bir millet haline getirebilecek kadar yaşayamadı; sadakatlar hala kabile bazında geçerliydi. Yaşadığı dönemde kabilevi akrabalıklardan çok, dini temellere dayalı yeni bir Müslüman topluluğu kurmayı başarmıştı, fakat bu fikir iyice kökleşememişti ve göçebe hayatın alışkanlıkları yeniden kabul görmeye başlamıştı. Bu olay, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) çok kısa bir zamanda elde ettiklerini yıkma tehdidiyle, Hz. Ebu Bekir'in karşısına en tehlikeli problem olarak çıktı. Hz. Ebu Bekir'in yönetiminin ilk dönemlerinin çoğu, yeni doğmuş olan İslam Devleti'nin idari problemleriyle uğraşmak ve Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde, Medine yönetimine karşı olan isyanları bastırmakla geçti. Bu siyasi ve iktisadi isyanlara (bazı kabileler zakat ödemeyi reddediyordu) ilaveten bir de sahte “peygamberlerin” idaresinde gerçekleşen ve “İrtidat savaşları” olarak bilinen başkaldırılar vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) misyonundaki başarısı, pek çok kişiyi kıskandırmış ve ilahi misyona sahip olduğunu iddia eden insanlar türemişti.
Bunların en önemlisi, Arabistan'ın merkezinde bulunan Yemame'deki Hanife kabilesinden Müseyleme idi. Kendi kabilesinden ve karısından dolayı, komşu kabile Tamim'den çok sayıda taraftarı vardı. Müseyleme, Ocak 633'te Halid bin Velid komutasındaki bir ordu tarafından bastırıldı. Bu türden diğer isyanlar da bastırıldı ve ilk Halife'nin idaresinde, Hz. Ebu Bekir'in basireti ve Halid bin Velid'in kılıcıyla, bütün Arabistan'da birlik sağlandı.
Kisra Perviz'in oğlu ve varisi Siroes tarafından 625'de öldürülmesinden sonraki anarşi ve iç savaş döneminde, İran'da kısa yoldan tahta çıkmak için bir dizi cinayetler işlendi. Sonunda, kuvvetli bir iktidarın yokluğundan dolayı imparatorluk sallanmaya başladı. Hz. Peygamberin (s.a.v.) ölümünden kısa bir süre sonra, 15 yaşındaki III. Yezdicird (ölümü 651), Irak'ı [12] da içine alan dünyanın en büyük güçlerinden birisi olan İran'a[13] kral yapıldı. Bu kadar genç olsa da, yeni kral, prenslerin ve generallerin pek çoğunu kendine bağlayarak onlara komutanlık etmeyi başardı ve ordu ile devleti yeniden örgütlemeye başladı, Müslümanların İran'ı yıkması, Sasani hanedanlığının son hükümdarı olan III. Yezdicird zamanına rastlar.
Balır denilen bir Arap kabilesine mensub olan ve Hz. Peygamberin (s.a.v.) ölümünden sonra İslam'ı kabul eden Müsenna bin Marise, Halid bin Velîd ile birlikte Irak'a sefere çıktı ve daha sonra komutayı üzerine aldı. Ullais'te (Irak'ta bulunan bugünkü Semava) Kan Nehri Savaşı olarak adlandırılan savaştan sonraki zaferde, bu iki Müslüman komutan düşmana aman vermedi ve Hire, küçük ve kısmen bölgenin yabancısı olan bir kuvvet tarafından Mayıs'ta fethedildi. Hire, nüfusunun büyük bir kısmını Arapların oluşturduğu bir İran ileri karakoluydu ve Irak'ta önemli bir şehirdi. Şehirdeki askerler çekildi ve Arap nüfusa, büyük bir miktar para ödemeleri şartıyla, Nasturi (bu mezhep, Mısır, Suriye ve Habeşistan'da rağbet gören monophysite Hristiyanların azılı düşmanıydı.) olarak kalmaları izni verildi. Bir sonraki yıl, Halid bin Velid'e, ani bir emirle, yardıma ihtiyacı olan Suriye'deki Müslüman ordusuna komutanlık etmesi bildirildi ve Müsenna, İran Cephesindeki seferin komutanı olarak kaldı.
Irak'ta Sasanilere karşı yapılan sefer sürerken, merkezde, başkaldıran kabileler kontrol altına alınarak, büyük irtidatın başı eziliyordu. Hz. Ebu Bekir artık dikkatini, daha önemli gördüğü, Bizans sınırlarında bulunan Suriye ve Filistin'e çevirmişti. Ticari faaliyetlerinden dolayı, Araplar bu bölgeyi, hiç tanımadıkları İran'dan hem daha iyi tanıyorlar, hem de buraya daha çok ilgi duyuyorlardı. Hz. Peygamber bile, yaşadığı dönemde bu bölgeye ilgi göstermiş ve 629 yılında, evlatlığı Zeyd bin Harise komutasında bir keşif kıtası göndermişti. Fakat Bizans'ın çok güçlü olan ordusu, İslam'ın ilk dönemlerindeki bu acemi askerleri ezmekte hiç zorluk çekmedi. Zeyd dövüşerek öldü ve keşif hüsranla sonuçlandı.
633'te, Hz. Ebu Bekir, her birinde 3.000 asker bulunan üç ordu hazırladı ve bunların başlarına Yezid ibni Ebu Süfyan'ı (pek çok savaşta Müslümanlara karşı savaşmış Mekkeli bir komutan olan babası, o zaman Necran ve Hicaz valisiydi.), Şurahbil ibni Hasene'yi ve Amr bin As'ı (ki, daha sonra 640-2'de Mısır Fatihi olarak meşhur olmuş ve üç defa buranın valiliği yapmıştır.) geçirdi. Amr, birliğini Güney Doğu Filistin'e doğru yöneltirken, ilk iki kol Ürdün'e girdi. Amr, Şubat ayında Gazze yakınlarında, yerel vali Sergius komutasındaki küçük bir orduyu imha etti.
Bizans İmparatoru Herakliyus (610-41), Gazze yakınlarındaki mağlubiyetten sonra, durumun ciddiyetini anlayarak büyük bir ordu gönderdi. Hz. Ebu Bekir bunu duydu ve Halid bin Velid'i Irak'tan geri çağırarak, acele Suriye cephesindeki kardeş komutanların yardımına gitmesini emretti. Halid, 900 savaşçı ile birlikte, Irak'tan Dimeşk'e, susuz, yolsuz Suriye çöllerinde yaptığı 18 günlük yürüyüşle meşhur olmalıydı. Halid, hiç beklenmeyen bir anda ortaya çıktı; Ürdün'deki ordunun başkomutanlığına geçerek, Amr'ın yardımına yetişti. Bizans ordusu ile birleşen Müslüman orduları, Temmuzda Kudüs'ün 30 mil kadar Güney Batısında bulunan Ecnadin'de karşılaştılar ve Bizanslılar büyük kayıplar vererek yenildiler. Ordu tamamen yok edildi; komutanlarıyla birlikte sadece bir kaç kişi kaçmayı başararak, çok sıkı korunan Kudüs Kalesine sığındılar. Fakat diğer şehirlerden büyük bir kısmı bir biri ardına teslim oldu ve Filistin hemen hemen tümüyle Müslüman orduya açıldı.
Hz. Ebu Bekir, Ecnadin'deki zafarden kısa bir süre sonra 13 Ağustosta 62 yaşındayken öldü Hz. Peygamber'in yanına gömüldü. Hz. Ebu Bekir'den sonra, yine Hz. Peygamberin kayın pederi olan (Hafsa ile evliliğinden) Ömer ibni Hattab, “Müminlerin komutanı” veya “İnananların Başkanı” anlamına gelen “Emirel müminin” unvanının da eklendiği, ikinci Halife (634-44) olarak, idareyi devraldı. Bu farklı unvan, daha sonraki on üç asır boyunca bütün halifelerin devamlı unvanı olmuştur.[14]
Hz. Ömer, Mekke'de siyasi olarak önemsiz bir kabile olan Adiy bin Kab'dandı. Fakat kendisi, müthiş bir azim, hassas bir vazife sorumluluğu ve harikulade bir idare kabiliyetine sahip bir adamdı. Hz. Ömer'in Halife olması, İslam açısından çok önemli bir olay oldu. Durmadan genişleyen bir devleti idare ettiği 10 yıl boyunca, inancında samimi, insani bir tevazu sahibi ve müthiş haşin bir insan oldu. Pratik problemlerle uğraşma konusundaki tecrübe eksikliğini, siyasi feraseti ve etrafındaki zeki insanların hükümleriyle ikmal etti. Yine de, otoriterliğinden dolayı, sevildiğinden çok korkuldu. Daha sonra klasik İslam Devleti olacak olan, daha da çok yayıldığı Emeviler Dönemi'nden (661-750) önce ilk büyük genişlemenin gerçekleştiği muhteşem on yılını Hz. Ömer döneminde yaşayan kurum, O'nun tarafından kuruldu.
Yabancı ülkelerin fethi Müslümanlar için yeni bir tecrübeydi ve ikinci Halife, yeni fethedilen bölgelerin hangi kurallara göre yönetileceği konusundaki önemli sorunla ilk defa karşılaşan kişi oldu. Hz. Ömer, ilk defa karşılaşılan pek çok temel konuda karar vermek zorunda kaldı. Hz. Ömer'in idaresindeki ilkel Araplar aynı zamanda, dönemin iki eski ve süper imparatorluğunu, Doğuda İran ve Batıda Bizans'ı aldılar. Bizanslılar Arapların elinden ezici yenilgiler alıp, topraklarından büyük bir kısmını kaybederken, İran yıkıldı. Hz. Ömer, kamu hazinesinin gelirlerini, şahıs ve mülk vergilerinin de dahil olduğu değişik vergilerle artırdığı, oldukça gelişmiş bir mali sistem kurdu ve “devletten emekli” denilenlerin kaydını tuttu. Bunlar, Hz. Peygamber'in akrabalarını, İslam davasına hizmet edenleri ve askerler ile bunların ailelerini kapsıyordu. Önceden, öşürler ve savaş ganimetleri hazineye gelir gelmez, doğrudan hak sahiplerine dağıtılmaktaydı. Bu dağıtım sistemi, uygulamada çok hantal bulundu ve artık sabit tahsisatlar halinde ödenmeye başlandı. Bu şekilde, Hz. Ömer ilk defa, yukarda bahsedilen gurubu korumanın devletin görevi olduğu prensibini getirdi.
Fethedilen bölgeler küçük vilayetlere bölünüyordu ve böylelikle bunların kaynakları, Halife'nin tayin ettiği, her bölgenin kendi valisi tarafından geliştirilme imkanına kavuşuyordu. Fakat Hz. Ömer, eski siyasi bölgeleri, para birimini, sivil idarenin araçlarını aynen bıraktı; İslam hukuku her yerde, ama sadece Müslümanlar için, uygulanmaya başlandı. Gayri Müslimlere ise, topluluğun devlete ödeyeceği vergileri de toplayan kendi din adamları tarafından, kendi hukuki kuralları uygulanıyordu.
Devletin değişik vilayetlerinde 'dari dil’ olarak kullanılmakta olan Rumca, Kıptice, Farsça ve kısmen de Arapça-Süryanice, değiştirilmemişti. Fetih gruplarının, bölge halkıyla temas kurmaması için, kuvvetlerin fethedilen şehrin dışında kuracakları kamplarda yaşamalarını emretti. Bunu yapmaktaki maksadı, herhangi bir acil durum için ordunun her zaman hazır bulunması ve hem ulaşılabilir olması idi. Ayrıca, askerlere, daha önce ücretleri sadece savaşta elde edilen “ganimetten bir pay olduğundan, zamanlarını tamamen askeri talimlere ayırmaları mümkün değil iken kamu hazinesinden askerlere sabit bir maaş bağlanarak, bu imkan sağlandı. Bu tür askeri kamplar daha sonraları önemli şehirlerde büyüyecekti. Bu tür kamplara üç yüz sene sonra, Mısır'da Kahire yakınlarındaki Fustat, Irak'ta Basra ve Küfe, Suriye'de de Cebiye'de yapılanlar örnek gösterilebilir.
Hz. Ömer, Selefi tarafından başlatılan Suriye ve Irak seferlerinin devam etmesini emretti ve destek gönderdi. Fakat, Fars kralı III. Yezdicird, genç olsa da, enerjik ve yetenekli olduğunu ispatlamıştı. Tebaasını, Araplardan gelen tehlikeye karşı birleştirerek arkasına almayı başarmış ve ülkesini korumak için büyük bir ordu toplamıştı. İki ordunun arasında Fırat vardı; Müslümanlar batı, İranlılar doğu yakasında kamp kurmuşlardı. Müslümanlar, ırmağı geçerek düşmana savaş ilan etmek istiyorlardı fakat bu ölümcül bir hata oldu. Kendilerini, her zamanki savaş taktiklerine uygun olmayan kapalı bir bölgede buldular. Arkalarında da nehir vardı. Ayrıca, İranlılar ordusunda birkaç da fil bulunuyordu ve bu, hep at üstünde savaşan ve bu devasa yaratıkları görmeye alışık olmayan Araplar arasında korku ve panik yaratmıştı. Müslümanlar bu Köprü Savaşında (Musenna, kahramanca bir artçı kuvvet hareketiyle, Fırat üzerinde, Hire yakınlarındaki bir köprüyü açık tutarak orduyu tamamen yok almaktan kurtardığı için böyle adlandırıldı) ağır bir yenilgiye uğradılar (Kasım). Yaklaşık 4000 Arap, geri çekilirken, öldürüldü veya Fırat'ta boğuldu ve bunun yarısı kadarı da, savaştan sonra korkudan firar etti. Bu olay, Doğu cephesindeki Arap ordusunun kuvvetine ve moraline gölge düşürdü.
Araplar, Bizanslıları bir önceki yılın martında Ecnedin'de ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra, Dımeşk'i kuşatma altına aldılar ve şehir 6 ay sonra teslim oldu. Bu olayın önemi, her ne kadar büyük de olsa, elde edilen askeri ve stratejik kazancın çok daha ötesine geçti. Olay, fethedilen bölgedeki gayri müslim halka nasıl davranılacağı gibi önemli bir sorunu ortaya çıkardı. Halid bin Velid'in, Dımeşk halkı (Hristiyan ve Yahudiler) ile yaptığı anlaşma, gelecek on yıllar boyunca, farklı ülkelerdeki benzer durumlar için bir örnek oldu; savaşmadan teslim olanların ödeyecekleri cizye karşılığında, can, mal ve dini yerlerinin güvenliği sağlanacaktı.
İmparator Herakliyus (h, 610-41) haraketli bir çalışmadan sonra, davetsiz misafirlerine karşı kesin bir direniş göstermek ve ülkesini bu “çöl mahluklarından” kurtarmak için, imparatorluğunun çeşitli bölgelerinden, imparatorluk başkomutanı Antakyalı Teodor komutasında büyük bir ordu topladı. Böyle büyük bir tehditle yüz yüze kalan ve Medine'den destek gelmesi ümidi olmayan Halid bin Velid, Taberiyye Galilee Gölünün bir kaç mil Güneyinde, Ürdün Nehrinin doğu kolu olan Yermük Irmağının Güney yakasına çekildi. Stratejik pozisyonunu güven altına almak için, Dımeşk'i bile terk etti. Çok büyük olmasından dolayı, Bizans ordusu içerisinde, orduyu oluşturan farklı milliyetler arasındaki anlaşmazlıklardan muzdaripti ve morali düşüktü. İki ordu, Ağustos ayında, Yermük kıyısında karşılaştılar ve Bizanslılar bir kaç gün süren bir savaştan sonra bozguna uğradılar. Teodor'un öldürüldüğü ezici mağlubiyetten sonra Herakliyus, hayal kırıklığı içinde Konstantiniyye'ye döndü ve kısa bir süre içerisinde, şehirler direniş göstermeden birbiri ardınca Müslümanların eline geçerek Suriye'nin bütün kaderini tayin ettiler. Sadece, Romalılar tarafından çok muhkem bir hale getirilen Kudüs, fatihlerin gazabından kaçabildi; Filistin'in geri kalanı da Suriye'nin akibetine uğradı.
Yermük'teki parlak zaferden kısa bir süre sonra, Hz. Ömer, Halid'i başkomutanlıktan alarak, saygıdeğer bir sahabe olan fakat askeri alanda kendisini fazla gösterememiş olan Ebu Ubeyde bin Cerrah'ı atadı; o da Halid'i vekil tayin etti. Arap komutanlarının en başarılısı, Allah Resulünün (s.a.v.) deyişiyle, “Allah'ın kılıcının böyle aniden azledilmesiyle” ilgili çeşitli yorumlar yapıldı. Bu olay, arkasındaki gerçek sebep ne olursa olsun, Hz. Ömer'in ordu üzerindeki otoritesini çok açık bir şekilde göstermektedir. Halid daha sonra Humus'ta (Suriye) veya Medine'de 641 yılında, ilgisizlik içinde öldü.
İran cephesinde, Halid bin Velid'in aniden Suriye'ye gitmesi ile boşalan başkomutanlığa getirilen Musenna bin Harise, 635'teki Buveyb savaşından kısa bir süre sonra vefat etti. Yeni başkomutan, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sahabelerinden, meşhur Bedir (624) ve Uhud (625) savaşlarına da katılmış tecrübeli bir asker olan Sa'd bin Ebi Vakkas oldu. İranlılar, iç ayrılıkların üstesinden gelmek için yaptıkları son çabayla, asil bir adam olan imparatorluk mareşali Rüstem komutasında, iyi teçhiz edilmiş büyük bir ordu topladılar. İki ordu, Hire'nin Güney Batısında, bugünkü Necef şehri yakınlarındaki Kadisiye denilen yerde 637 yılında karşılaştılar[15] ve Müslümanlar, İranlılar'ı ağır bir yenilgiye uğrattılar. Rüstem öldürüldü ve geri çekilmekte olan ordu, muhteşem Sasani İmparatorluğunun kutsal işareti olan imparatorluk bayrağını bırakarak kaçtı ve Irak'ın tamamı Müslümanların eline geçti. Iraklılar, Sami kökenliydi ve Arapça'nın bir lehçesini konuşuyorlardı. Bunlar, -Ari ırkından olan ve Pehlevi[16] dilini konuşan- idarecilerini yabancı olarak görüyorlar ve kendilerini, ülkelerine yeni gelen Araplara daha yakın hissediyorlar ve bu hislerini onlara kurtarıcıları olarak karşılamakla gösteriyorlardı: Bu duygu özellikle, kısmen çok uzun süren ve pahalıya maloian İran-Bizans savaşlarından (602-28) kaynaklanan çok ağır vergi yükü altında ezilen kırsal kesim insanında çok kuvvetliydi. Bu köylüler, aynı zamanda toprak sahiplerinin yaygın olan aşırı baskılarından muzdariptiler.
Kadisiye'deki şiddetli savaştan sonra, fatihler Dicle'nin kenarında 20 mil kadar Güney Doğuda (bugünkü Bağdat şehrinin bulunduğu yerdeki) başkent Ctesiphon'u ele geçirdiler ve o zamana kadar hiç görmedikleri anlatılmaz zenginlik ve ihtişam sahibi bir büyülü ülke buldular. Ctesiphon (imparatorluğun merkezi) fetih ordusunun karargahı haline getirildi. Bu çöl insanları artık bu eski imparatorluğun lüks saraylarında oturuyorlardı ve zahid bir insan olan Halife Ömer, bu fevkalade zengin ve rahat çevrenin ordu üzerinde yapabileceği muhtemel ifsat edici etkisinden endişe etmekteydi. Bu nedenle, Sa'd'e, orduyu sivil halktan ayrı bir yerde iskan edeceği askeri bir kamp kurmasını emretti. Böylelikle, Fırat'ın batı kıyısında, Hire'nin üç mil Güneyindeki, bir kaç yıl sonra kalabalık bir şehir ve dördüncü Halife Ali ibni Ebu Talib idaresindeki (656-661) İslam Devleti'nin başkenti olan, Küfe şehri kurulmuş oluyordu.[17] Küfe, ayrıca, Abbasi Halifesi el Mansur (h.757-75), 762'de de meşhur şehri Bağdat'ı kurup, buranın önemi artın-caya kadar, Müslüman Irak'ta bir ilim merkezi olarak kaldı. Şehir, bilhassa, -Kur'an eğitiminde başlıca konulardan biri olan- Arap grameri eğitimiyle meşhur oldu ve pek çok şöhretli dilbilimci yetiştirdi. Eski bir Arapça yazı şekli olan Kufi, ismini bu şehirden aldı. Siyasi olarak da Emeviler'e karşı ayaklanan Hz. Ali tarafları ve Harici sofuluğunun esas merkezi oldu.
636'daki Yermük savaşı Suriye'de nasıl sonuçlanmışsa, Kadisiye de Irak Seferinde aynı sonucu sağladı. Yermük gibi bu savaş da, Doğuya giden yolu açarak, ilk İslami fetihlerin tarihinde dönüm noktası olan şiddetli bir savaştı.
Kudüs kuşatıldı ve İmparator Herakliyus (h.610-41) tarafından atanan “tatlı dil” Sofranius, şehri, Yermük Savaşından sonra Cebiye'deki Taberiyye Gölünün 20 mil kadar kuzeyinde askeri kampı ziyaret etmek için gelen, Ömer ibni Hattab'a bizzat teslim etti.[18] Kuşatma şartları kaldırıldı ve Halife Mukaddes Şehre doğru yola çıktı.[19] Hristiyanlara, Bizanslıların aldığı vergilerden daha az olan bir cizye karşılığında, korunma ve dinlerinin şartlarını yerine getirme izni verildi. Hz. Ömer, bir zamanlar Hz. Süleyman'ın tapınağının bulunduğu yere uğradı ve buraya, daha sonraları kendi adıyla anılacak olan, bir cami yapılmasını emretti.[20]
Hz. Ömer ibni Hattab (h. 634-44), on iki aydan oluşan ve M.S. 16 Haziran 622'de başladığı kabul edilen İslami takvimi (yaklaşık 639) başlattı.
639'da, Suriye ve Filistin'de, çok feci şekilde sonuçlanan bir hıyarcıklı veba salgını baş gösterdi. 25.000 Arabın öldüğü ve pek çoğunun da vebanın bulaştığı şehirlerden kaçmak için çöllere sığındığı söylenir. Ölenler arasında, başkomutan ve Suriye valisi olan Ebu Ubeyde bin Cerrah ve Suriye seferindeki komutanlarından birisi olarak, önemli bir rol oynayan Yezid ibni Ebu Süfyan da vardı. Hz. Ömer, bu kadar çok önemli liderin ölümü ile birlikte kötü bir şekilde karışan idareyi yeniden düzenlemek için bizzat Suriye'ye geldi. Ebu Ubeyde'nin yerine, Ebu Süfyan'ın yaşamakta olan en büyük oğlu ve Hz. Peygamberin ilk sekreterlerinden olan Muaviye'yi Suriye valisi olarak atadı. Fevkalade vasıflara sahip birisi olan Muaviye'ye Emevi Hanedanlığının (661-750) kurucusu ve ilk halifesi (661-80) olmak kısmet oldu. İslam tarihinin ilk dönemlerinde çok önemli fakat ihtilaflı bir rol oynadı.
Suriye ve Filistin'deki vebaya ek olarak, Hicaz'da da kuraklıktan dolayı, şiddetli bir kıtlık oldu. Halife, bu problemi de karakteristik enerjisi ve kabiliyeti ile ele aldı ve halkın ızdırabını teskin etti.
Daha önce 313'te I. Konstantin tarafından, anlayış gösterilmesi gereken kanuni bir din olarak tanınan (Milano Bildirisi) Hristiyanlık, 381'de imparator I. Teodosius tarafından devletin resmi dini haline getirildi.
Fakat İznik Konseyi'nden beri (325) Hz. İsa'nın Tanrı mı, insan mı olduğu sorunu ile ilgili tartışmalardan doğan şiddetli ihtilaflar vardı. Şiddetli münakaşalar Kiliseyi böldü ve hizipleşme başladı. Bunlardan ikisi, Nasturiler ve Yakubiler, taban tabana zıt görüşlerle tartışıyorlardı. Nasturiler, Hz. İsa'nın insan tarafını abarttılar ve 420 yılında Hz. Meryem'in insan İsa'nın annesi olduğunu iddia ederek O'nun tanrının annesi olabileceğini reddettiler. Diğer aşırı uç, Hz. İsa'nın sadece tek tabiatlı-ilahi oluğuna inanan Yakubilerdi (Konophysite=“tek tabiatlı”). Her iki mezhep de Kilise Konseyi tarafından mürted kabul edilerek lanetlendi. Efes Konseyi Nasturileri 431'de mürted olarak ilan ettikten sonra, bunların takibi başladı ve bunlardan pek çoğu, mezheplerini Araplar arasında yaydıkları, İran (Zerdüşt) kontrolündeki Irak'a iltica ettiler. Monophysite doktrini 451'de Kadıköy Konseyi tarafından reddedildi. O zamanlarda mensupları, daha çok Mısır, Habeşistan ve Suriye'de yoğunlaşmışlardı.
629'da Bizanslılar Mısır'ı İranlılardan kurtardığından beri, İmparator Herakîiyus (h. 610-41) azimle Monophysite Kiptiler ile Ortodoks İmparatorluk Kilise'sinin arasını bulmaya çalışıyordu. İhtişamının zirvesinde iken, Hz. İsa'nın tabiatı veya tabiatları sorusundan bahsetmediği fakat kendi görüşünü, “ilahi karar”ı, vurguladığı dini bir beyanat yazdı. 631'de, (bir Rum olan ve Araplar arasında Mukavkıs olarak bilenen) Cyrus'u, Kafkaslardaki Phasis Piskoposu, İskenderiye Patriği ve Mısır Valisi olarak atadı ve O'na, bölge halkı olan Kıptileri, yeni mezhebi kabul etme konusunda ikna etmek gibi güç bir görev verdi. Fakat Monophysite'lara yapılan vahşice zulümlerden sonra bile bu amaca ulaşılmadı, teşebbüs sadece Bizans'a karşı kızgınlığı doğurdu. Bu yeni dini formülü kabul eden Hristiyan azınlığa, ('karar' anlamına gelen thelma kelimesinden dolayı) Monothelites adı verildi. Hristiyanlar arasındaki bu ihtilaflara ilaveten, İranlılar 616'da Kutsal Haç'ı [21] Ctesiphan'a götürürlerken onlara yardım ettikleri iddia edilen Filistinli Yahudiler'e de zulmedilmekteydi. Bu da umumi mücadelelere eklenmiş ve halkı bölmüştü. İmparatorluk idaresinin sadece Mısır'daki Kıptilerin değil, Suriye'deki Yakubilerin de gözünden düşmesi, ilerlemekte olan İslam Ordularının şiddetli saldırılarına karşı koymayı imkansızlaştırmıştı.
Verimli Nil vadisinin bulunduğu Mısır, zengin bir ülkeydi. Ayrıca stratejik bir konumu davardı; başkent İskenderiye, Bizanslıların önemli bir donanma üssüydü ve burası geri kalan kuzey Afrika koridoruna bir kapı idi.
Amr bin As 639 sonlarında, Nil Deltası üzerine hızlı bir hücum yaparak Filistin ülkesinin fethine başladı. Daha sonra, 640 yıl ortalarında, Nil Deltasının Güney ucunda büyük bir Bizans kalesi olan Babilon'daki Roma askerlerini güvenli surların dışında arazi savaşma çekerek (bugünkü Kahire şehrinin 5 mil Kuzey Doğusunda bulunan) Heliopolis'te yenilgiye uğrattı.
İranlılar, yaklaşık 637'de, Kadisiye'de (Irak) dağılmışlardı, şimdi aradan üç yıl geçtikten sonra, Nihavend Savaşı[22] ile bu güçlü Sasani Devleti fethedildi ve İran bir kaç Doğu Vilayeti haricinde tamamen ele geçirildi.
Bölgede bulunan Sasani Hanedanlığı, hanedanlığın kurucusu I. Ardeşir (h 226-40) tarafından başkent Ctesifhon'un alındığı ve Partlılar'ın yıkıldığı 226’dan beri, İran'da hüküm sürmekteydi.[23] Kisra III. Yezdicird, Doğu vilayetlerine kaçtı ve kendisine bağlılığını sürdüren küçük bir grup adamıyla bir süre kaçak hayatı sürdükten sonra, 651'de Merv'de (bugün Rusya'da) bölgeden bir değirmenci tarafından öldürüldü. Daha sonraları, bu genç kiralın hayatı ve üzücü ölümü hakkında bazı romantik menkıbeler yayıldı. Dini yönden hür olmak amacıyla, memleketleri İran'dan ayrılarak Hindistan'a giden küçük bir Zerdüşti grup olan Persler (Fars bölgesi halkı), daha sonraları, III. Yezdicird'in tahta çıktığı gün olduğunu söyledikleri 16 Haziran 632'yi takvimlerinin başlangıcı kabul edeceklerdi.
Büyük bir Rum nüfusa sahip olan kıyı şehri Kayseriye, İskenderiye Limanı aracılığıyla Bizanslılardan yardım almaktaydı ve işgalcilerden kurtulmayı başarmışlardı. Fakat 641'de teslim oldu ve bütün Filistin Müslümanların eline geçti.
Amr bin As, 640 Haziranında Heliopolis'te kazandığı zaferden sonra, Mısır Seferine devam etti. Tehlikeyi gören Patrik Cyrus (Mukavkıs), -kendini emniyette hissettiği zaman gaddarlaşırken, zor şartlarda kolayca teslim olan acaib birisi- çabucak barış görüşmelerini başlattı ve İmparator Heraklîyus'tan bunu tasdik etmesini istedi, fakat İmparator, tasdik etme yerine, Mukavkis'ı bozgunculuk ve ihanetle suçladı. Fakat Herakliyus 641 Şubatında, yerine geçen oğlu III. Konstantini ise kendisinden 4 ay sonra, Öldüler. İmparatorluk başkentindeki önemli kargaşalıklardan sonra, III. Konstantin'in oğlu, 11 yaşındaki Konstans tahta çıktı, fakat tebasının sadakatini kazanmayı beceremedi. Mısır'da ise, Mukavkıs, vahşice yaptığı dini zulümlerle Kıptilerin büyük çoğunluğunu soğutmuş ve bunlar Roma illetinden kaçmaya başlamıştı. Görüşmelerden vazgeçmeye karar vererek, 641 kasımında, aceleyle, bütün Mısır'ı Araplara bırakan bir anlaşma imzaladı. Herakleyus, kibirli bir şekilde bu anlaşmayı yırttığında, Mukavkıs'ın Amr ile yaptığı ilk barış anlaşmasının üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. 11 ay içerisinde bu zengin vilayeti terk etmek zorunda bırakılan Bizanslılar için, yeni anlaşmanın şartları çok daha ağırdı. Bölgedeki yerel Hristiyan ve Yahudi halk ise daha önce Suriye, Filistin ve İrak'ta “Ehl-i Kitabla yapılan anlaşmalardaki hakların aynısını elde ediyordu.
Babilon Garnizonu, Herakliyus öldükten iki ay sonra teslim oldu ve Amr, 6 ay sonra kalenin yakınında, Fustat adı verilen, daimi bir askeri kamp inşaatına başladı. Bu askeri koloni, daha sonra büyüyerek mamur bir metropol oidu ve Fatımilerin (909-1171), bunun yanında yeni kurulan Kahire'yi hükümet merkezi yaptıkları 973 yılına kadar, Mısır'ın İslami başkenti olmaya devam etti. İskenderiye (Hellenik Mısır'ın başkenti) de, ülkenin diğer yerleri gibi, Mukavkıs-Amr Barış Anlaşmasına uygun olarak, 642 Eylülünde Bizanslılar tarafından boşaltıldı ve şehre Araplar yerleşti. Böylece Mısır'daki Bizans yönetimi aniden sona erdi ve Kiptiler bunu kurtuluş olarak gördüler. Mukavkıs ise Mart 642'de ölmüştü.
Hz. Ömer Mekke'ye her yıl yaptığı hacdan dönmüştü ve dönüşünden kısa bir süre sonra, 3 Kasım'da, 63 yaşında iken, Medine'deki bir camide Ebu Lülü adında İranlı bir köle tarafından, şahsi bir düşmanlık nedeniyle öldürüldü.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer döneminde, içte uyum sağlanırken, dışarda da fetihler yapıldı. Oniki yıl gibi inanılmaz derecede kısa bir süre içinde, İslam Devleti; Arabistan, Irak, Batı İran, Suriye, Filistin, Kuzey Mısır ve Kuzey Afrika kıyılarının bir kısmını içine alarak yayıldı. İçerde ise, yeni İslam Devleti'nin, İslam’ın ilk günlerinden hiç bir modele ve hiç bir şahsi tecrübeye sahip olmayan yetenekli halifeleri tarafından, bazı değişikliklerle takip edilerek üzerine kurulduğu idari temelleri atıldı.
Hz. Ömer'in, neredeyse 70 yaşındaki, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) damadı (Rukiye' ile evliliydi) ve Mekkeli aristokratik bir aile olan Ümeyyelerden olan Osman bin Affan (h. 644-656) takip etti. Zengin bir tacir olan Hz. Osman, Peygamberliğin ilk dönemlerinde Müslüman oldu. Hz. Osman'ın, yüksek bir sosyal tabakadan birisi olarak Müslüman olması, Mekke'de bir sansasyon yarattı ve ilk Müslümanların moralini yükseltti. Fakat yumuşak tabiatlı ve teşebbüs ruhu kuvvetli olmayan Hz. Osman, savaşlarda ve siyasette önemli bir rol oynamadı. Halifeliğe, en kuvvetli ve maharetli aday olduğu için değil, en az muhalefet edilen kişi olduğu için seçildiği söylendi.
Bu oniki yıllık idarenin ilk zamanlarında Hz. Ömer zamanında başlatılan fetihler devam etti ve askeri sahada önemli ilerlemeler kaydedildi. Başlangıçta, haşin birisi olan Hz. Ömer'den daha popülerdi, çünkü günler yüzlü ve sevecen bir kişiliğe sahipti. İlk zamanlar idare iyi idi ve müreffeh bir dönem yaşandı fakat daha sonra genel bir hoşnutsuzluk çıktı ve çabucak yaygınlık kazandı. Bu hoşnutsuzluğun bazı sebepleri vardı. Arap göllerindeki göçebe bir hayattan 20 yıldan daha kısa bir süre içerisinde muazzam bir ülkenin fatihleri durumuna geçiş, kendine has sosyal gerilimleri ve problemleri de beraberinde getirmişti. Ayrıca, yeni bölge fetihleri de yavaşladığı için, fetihlerden elde edilen ganimetler azalmaya başladı; bu da, Hz. Ömer'in emekliye ayırdığı kimselere yapılan mali yardımların zorlaşmasına sebep oldu. Öbür taraftan, bazı önemli Müslümanlar, yabancı ülkelerin fethinden büyük bir servet elde etmişlerdi ve son derece lüks içerisinde bir hayat yaşıyorlardı. Bu, bütün bu zenginlik ve lüksün eski yiğit ve tutumlu Araplarının değerlerini düşürmesinden endişe eden bazı zahid çevrelerin rahatsız olmasına sebep oldu. Püriten coşkularını kaybetmemiş olan ilk Müslümanlardan bazıları, bu zenginlikleri gayri İslami ilan etmeye kadar giderek, bu zenginliklerin, istiflenmek için değil tasadduk etmek için kullanılması gerektiğini savundular. Hz. Osman, bu tenkitlere kaba ve tutarsız bir reaksiyon göstererek, ağırdan aldı; bu da durumu iyice kötüleştirdi. Kendisine yapılan en ciddi ithamlar da, devletin üst kademelerdeki bütün karlı vazifelerin hepsi de Ümeyye ailesinden olan kendi akrabalarına vererek akraba ve adam kayırdığı konusundaydı. Fakat bazıları, bu atamaların, kendilerine has bir yörüngeye oturtulabileceğini iddia ettiler. Bu olaylar, üstü tozlanmış olan Haşimi ve Ümeyye aileleri arasındaki eski sürtüşmenin üzerini aştı. Bu iddiaları desteklemek için gösterilen örnekler arasında Basra ve Küfe valiliklerine iki akrabasını getirmesini zikrederler. Ayrıca, Hz. Osman, Mısır fatihi ve valisi olan Amr bin As'ı hemen azlederek yerine, bir keresinde Hz. Peygamberin öfkesine maruz kalan, yeğeni ve süt kardeşi Abdullah bin Sa'dı atadı.
Amr Filistin'e çekildi ve gizlice Mısır'daki muhalefeti teşvik etti. Bütün bu karmaşık siyasi, sosyal ve iktisadi hatta dini faktörler bir araya gelerek, Halife idaresinin son dönemlerinde büyük bir hoşnutsuzlukla sonuçlandı.
Bizanslılar, İskenderiye'de bulunan donanmalarının da yardımıyla, Mısır'ı yeniden ele geçirmeye teşebbüs ettiler fakat sonuçta Mısır'daki Bizans etkisini artık kesinlikle bitiren bir yenilgiye uğradılar.
Mısır'ın yeni valisi Abdullah bin Sa'd, Kuzey Afrika'ya kuvvetli bir saldırı gerçekleştirdi ve bir kaç günlük bir savaşmadan sonra, Bizans ordusunu Sbeitla'da (Güney Tunus) yok etti. Bizans valisi Gregor öldürüldü ve Trablus büyük bir cizye ödemeye mahkum edildi. Fakat Abdullah, fethi takviye edici bir teşebbüste bulunmadan Mısır'a döndüğü için, Bizanslılar terkedilen bölgeyi kısa bir süre sonra yeniden ele geçirdiler. Hz. Osman, ganimetin büyük bir bölümünü haksız bir şekilde Abdullah'a bıraktı ve kalanını da yeğeni ve sekreteri olan Mervan bin Hakem'e, dağıtılmak üzere vererek idare edemedi. Bu, Hz. Osman'ın prestijini sarstı ve gelmekte olan diğer problemlere eklendi.
Bir donanmaya sahip olmanın önemini ilk defa fark eden, Suriye valisi Muaviye bin Ebu Süfyan oldu; Bizans donanması Akdeniz'de serbestçe dolaşabildiği sürece, Suriye, Filistin ve Mısır'ın sahil şeridi asla güven içinde olmayacaktı. Mısır valisi Abdullah bin Sa'd İle birlikte, Hz. Osman'dan bir donanma kurma konusunda izin almayı başardılar. Neticede Mısır ve Suriye tersanelerinde büyük bir donanma hazırlandı. Savaşçılar Araplardan oluşurken, donanmada, Monophysite hristiyan olan ve Rumlara karşı hizmet etmekten çekinmeyen yerel Kiptiler ve Yakubiler görev almaktaydı. Bir deniz kuvveti gerçekleştirme başarısı, Araplar için yeni fetihlere bir yol açması açısından önemini devamlı korumuştur.
Suriye kıyılarından, Bizanslıların önemli bir deniz üssü olan Kıbrıs'a bir deniz seferi başlatıldı ve ada ele geçirildi. Kıbrıslılarla, yıllık bir cizye ödemeleri ve Araplarla Bizanslılar arasında çıkabilecek bir savaşta tarafsız kalmaları konusunda bir anlaşma imzalandı. Bu, Müslümanların ilk deniz seferi ve devlete kattıkları ilk ada idi.
Hz. Osman, Kur'an-ı Kerim'in yazılı hale getirilmesi için bir komisyon kurdu ve içerisinde, ilk Halife Hz. Ebu Bekir zamanında hazırlanarak, Hz. Peygamberin (s.a.v.) zevcelerinden olan Halife Ömer ibni Hattab'ın kızı Hafsa'ya emanet edilen derlemenin de bulunduğu bütün kaynakların taranmasını istedi. Hz. Peygamberin (s.a.v.) sekreterliğini yapmış birisi olan Zeyd bin Sabit, önceki derlemede de olduğu gibi, bu komisyonda önemli bir rol oynadı. Medineli olan Zeyd, Hz. Peygamber hayatta iken, yeni nüzul olan ayetleri yazmaktaydı, ayrıca Süryanice yazışmaları yapabilmek için dili de öğrenmişti. 650-52 arasında, Kur'an-ı Kerim’in resmi bir nüshası derlenerek, kaynak olarak kullanılmak üzere Devletin çeşitli merkezlerine gönderildi.[24]
650-2 yılları arasında, Basra valisi Abdullah bin Amir, İran'ın Doğu vilayetlerine bir dizi başarılı saldırı başlattı. Horasan'dan, Herat'ı geçerek, Merv ve Belh'e yürüdü. Bu ordunun bir kolu Güney bölgesinde Mekra'ın fethi üzerinde yoğunlaşırken, diğer bir kolu Hindu Kuş Dağlarını geçerek Kabil'i ele geçirdi. Böylece, İslam Devletinin Doğu sınırları Oxus (bugünkü Abu Derya, Rusya/Afganistan) Nehrine kadar genişleyerek Hind sınırlarına ulaştı. Bu, illerdeki Doğu fetihlerinin yolunu açtı.
Kıbrıslıların Bizans Donanmasına yardım ettiği gerekçesiyle adaya Muaviye takrar saldırdı ve burada büyük bir garnizon bıraktı.
Araplar, Rodos Adasını[25] ele geçirdiler ve iki yıl sonra burada bulunan ve dünyanın yedi harikasından birisi sayılan Apollo kalıntılarını (güneş tanrısı Helios'un 105 fit yüksekliğindeki bronz heykeli) bir Yahudi tacire sattılar. Yedi harikanın en kısa ömürlüsü olan bu heykel, bir zamanlar limanın girişinde duruyordu ve M.Ö. 244 veya 223'teki şiddetli bir depremde yıkılarak yaklaşık 900 yıl bir harabe şeklinde yatıyordu. Hurda yığınını taşımak için 980 devenin kullanılması, bu devasa heykelin ne kadar büyük olduğunun göstergesidir.
Müslümanların donanmasının Akdeniz'deki başarısı, Bizanslıları, bir karşı saldırı yapmaya tahrik etti ve Likya (bugünkü Muğla) kıyılarındaki Finike'de şiddetli bir savaş oldu. Bu şiddetli savaşın sonunda 500 gemiden oluşan Bizans donanması ağır bir yenilgiye uğradı ve denizdeki üstünlüğünü kaybetti. Donanmayı bizzat yöneten imparator II. Konstans (h. 641-687) ancak sağ olarak kaçmayı başarabildi.
Bu, Akdeniz'deki hakimiyet uğruna Romalı deniz kuvvetlerinin yediği ikinci darbeydi, birinci darbeyi, 427'de Candallar İspanya'dan Kuzey Afrika'ya geçerken vurmuşlardı. Romalılar'ın, donanmalarına olan güveni, eyalet merkezlerini ve diğer üslerini, Kayseriye, İskenderiye ve Kartaca gibi, kıyı şehirlerine kurmalarında görünmekteydi. Öbür yanda Araplar ise, nakil aracı olarak, deve ve at kullanmışlardı ve stratejilerini belirlerken daima çöle güveniyorlardı. Düşmanın kuvvetli olduğunu anladıklarında, güvenliklerini sağlamak için, durum elverdiği ölçüde içeri çekilebilecekleri çöl kenarlarını tercih ediyorlardı; düzenli Romalı ordusu için çölü geçmek mümkün değildi. Müslümanlar bu taktiği daha önce İranlılar'a karşı etkili bir şekilde kullanmışlardı.
Artık Araplar da müthiş bir deniz kuvvetine sahiptiler. Arap donanmasının planlanması, inşası ve savaştaki başarısının mimarı olarak, Muaviye takdir edilmelidir.
Halife Osman, neredeyse 80 yaşındaydı; Devletin karmaşık problemleriyle uğraşma konusundaki kapasitesi düşmekteydi ve kendisine yardımcı olacak tavsiyelere de kapalıydı. Makamının yetkilerinden önemli bir kısmını (özellikle kamu hazinesiyle ilgili bölümünü), yıllar sonra Emevi Hanedanlığının Halifelerinden birisi olacak olan (684-5), tartışmalı sekreteri ve yeğeni Mervan bir Hakem'e bırakmıştı. Araplar'ın kontrole karşı tahammülü olmayan genel yapısı, ilk iki halifenin nezaketi ve kararlılığı sayesinde, başarılı bir şekilde disiplin altına alınabilmişti. Fakat bunlar artık tedirgin olmaya başlamışlar ve Devlet'in uzak bölgelerinde fitne tohumları ekilmeye başlanmıştı. Bu olay genel bir kırgınlık ile birleşti. Hz. Osman idaresine karşı muhalefet sadece Medine'de değil, dışardaki vilayetlerde, özellikle de Irak ve Mısır'da yayılmıştı. Küfe, Basra ve Fustat'taki yerel asiler açık bir şekilde merkezi idareye karşı koymaya başlamışlardı. Fakat Muaviye bin Ebu Süfyan tarafından iyi bir şekilde yönetilen Suriye'de problem yoktu. Muaviye, Halifenin güvenliğinden endişe ediyordu ve O'na, kendisine sadık olan Suriye ordusunun koruması altmda, Dımeşk'e gelmesini tavsiye etti. Fakat Hz. Osman bunu kabul etmedi ve halifeliği bırakması yolundaki bütün tavsiyeleri, Halifeliğin kendisine Allah tarafından ihsan edildiği konusunda ısrar ederek, reddetti.
İslam Halifesi, her ne kadar artık çok büyük bir devletin reisi de olsa, hala hiç bir şahsi korunmaya sahip olmaksızın basit bir hayat sürüyordu ve halk kendisine kolayca ulaşabiliyordu. Hz. Ömer'in (gayri müslim bir köle tarafından) öldürüldüğü halde, Halifenin korunması için koruyucular atanması ihtiyacı hissedilmemişti. Hiç kimse, hiç bir zaman merkezde ayaklanma çıkacağını düşünmemişti ve bu nedenle Mekke veya Medine'de hiç asker yoktu. Ordu, vilayetlerde ve sınırlarda tutuluyordu. Fakat artık Halife'nin hayatının çok tehlikede olduğu anlaşılmış ve Hz. Osman'ın evini korumak için yerel birkaç genç görevlendirilmişti. Bu tedbir ise, Mısır'dan Medine'ye yürüyen ilk Halife Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'in başlarında bulunduğu ihtilalci grupla baş etmeye yetmezdi. İsyanın diğer lideri, tecrübeli bir asker olan Malik el-Eşter idi. Çaresiz kalan ihtiyar Halife, kendi evinde sarıldı ve kucağındaki Kur'an'ı okurken 17 Haziran'da şehit edildi. İlk defa ikinci kutsal şehirde Müslümanlar tarafından, Müslüman kanı akıtıldı ve bu sonuncu da olmadı. Bundan sonra ise ayrılıklar ve iç savaşlar bir birini kovaladı.[26]
Hz. Osman'dan sonra Halifeliğe, Raşit Halifelerin dördüncüsü ve sonuncusu olan, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yeğeni ve damadı (632 sonunda veya 633 başında ölen Hz. Fatıma ile evliliğinden) Ali ibni Ebu Talip (h. 656-61) geldi. Ebu Talib fakir birisi olduğundan, Hz. Peygamber, kendi çocukluğunda amcasının yaptığı gibi, Hz. Ali'yi alıp kendi evinde büyüttü. Hz. Ali 10 yaşında Müslüman olmuştu. 622'de Mekke'den Medine'ye göçte, Hicrette de: Hz. Peygamber'e (s.a.v.) refakat etmişti. Gençliğinde Bedir, Uhud ve Hayber gibi meşhur savaşlara katılmış ve nadir rastlanan bir cesaret sergilemişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir kaç kez savaşın idaresini kendisine vermişti. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ölümünden sonra da Medine'de kalmıştı. Hz. Osman'ın öldürülmesinden kısa bir süre sonra, olayın dehşetinden, önceden Halifeye düşman olanlar bile korktuğundan, isyan bitti. Olanların ne kadar önemli olduğunun ve muhtemelen tekrarlanacağının ancak farkına varılabilmişti. Halife olması üzerine Hz. Ali aralarında sahabeden Talha bin Abdullah ve Zübeyr bin Evvam'ın da bulunduğu bazı ileri gelen Müslümanlar tarafından, kuvvetli bir şekilde ve tekrar tekrar, Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılması konusunda sıkıştırılıyordu. Fakat her nekadar olanlardan müthiş bir şekilde müteessir olsa da, katillerden intikam alma konusunda bir teşebbüste bulunmuyordu. Artık devletin otoritesi tamamen kaybolmuştu ve kanunsuz şeyler, kontrolsüz bir şekilde kol gezmekteydi. Suikast, iki rakip aile olan Ümeyye ve Haşimiler arasındaki eski sürtüşmeyi, bir defa daha başlattı; Hz. Osman, Ümeyye, Hz. Ali ise Haşimilerdendi. Hz. Ali'nin, beş yıl gibi kısa bir dönem süren halifeliği süresince, savaş ve felaketten başka bir şey yaşanmadı. Sınırlarda hiç bir genişleme olmadı; bunun yerine mahvedici savaşlarda binlerce Müslüman hayatlarını kaybetti.
Her ikisi de Mekke'nin ileri gelenlerinden olan Tahla ve Zübeyr, Hz. Ali ile tartışarak O'ndan ayrıldılar. Bu da Hz. Ali'nin, daha Halifeliğinin başlangıcında desteğinin önemli bir bölümünü kaybetmesine sebep oldu. Birinci Halife Hz. Ebu Bekir'in damatlarından olan Zübeyr, Mısır'ın fethi sırasında Romalıların Babilon kalesine tırmanmaktaki pervasız yiğitliği ile bilinirken, Talha, Uhud Savaşı'ında Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hayatını kurtarma şerefine sahipti. Hz. Peygamber'in hanımlarından Hz. Aişe, hac için Mekke'ye gitmişti. Talha ve Zübeyir burada bir kuvvetle O'na katılarak, Aralık ayında Cemel Savaşının (Cemel:Deve) bu dehşetli savaş Hz. Aişe'nin üzerinde bulunduğu devenin etrafında yapıldığı için böyle adlandırılır) yapıldığı Basra şehri yakınlarına doğru ilerlediler. Savaş Hz. Ali'nin lehine bitti fakat çok miktarda kayıp verildi. Talha ve Zübeyir öldürüldü, fakat Hz. Aişe'ye saygı gösterilerek Medine'ye götürüldü ve Hz. Aişe siyasetten elini çekerek, 678 yılındaki ölümüne kadar, 22 yıl burada yaşadı. Savaştan sonra kalanlar, kafire karşı değil, Müslümanın Müslümana karşı dövüştüğü bir savaşta ölen cenazeleri gömerlerken yepyeni bir tecrübe ediniyorlardı. Yaşlı Müslümanlar bütün bu olanları, son derece üzgün bir şekilde izliyorlar ve daha ilk günlerinde İslam'ın yayılması için bu kadar çok şey yapmış olan arkadaşlarını kaybetmekten dolayı üzülüyorlardı.
Cemel Savaşı'ndan sonra, Halife Ali, bölgeye vali olarak amcası Abbas'ın oğlu Abdullah'ı atadığı Basra'da bir kaç gün kaldı. Daha sonra, Irak'ta yaklaşık 20 yıl önce askeri bir kamp olarak kurulup büyüyen bir şehir olan Kufe'ye (Ocak) girdi ve burayı başkent yaptı. Medine bundan sonra hükümet merkezi olmadı.
Savaş, Hz. Ali'nin otoritesini kazanması ve İslam dünyasında şiddetle İhtiyaç duyulan birliği sağlaması konusunda hiç bir fayda sağlamadı. Hatta tam tersine, itibarını önemli ölçüde kaybetmesine sebep oldu. Çünkü takva ehli olanlar, bu savaşta Müslüman kanı akıtılmasının müsebbibi olarak Hz. Ali'yi görmeye başlamışlardı ve problemler her tarafta, özellikle de Mısır ve Suriye'de artmaya başlamıştı.
Suriye valisi ve aynı zamanda (katledilen Halîfenin de ailesi olan) Ümeyye ailesinin yeni reisi Muaviye bin Ebu Süfyan, suikastçıların cezalandırılmasını isteyenlerden bir başka güçlü şahsiyetti. İsteğinin gerçekleşmemesi üzerine, sadakatinin, Hz. Osman'ın katilinin cezalandırılmasına bağlı olduğunu bildirerek, Hz. Ali'ye biat etmeyi reddetti. Daha önce Hz. Ali ve muhalifleri arasındaki savaşta tarafsız kalarak, zekice Hz. Ali idaresine açıkça meydan okuyacağı müsait fırsatı bekliyordu. Bu arada da, Hazreti Osman'ın kanlı gömleğini, Dımeşk'teki Ulu Caminin minberine asarak propaganda yapıyor ve Hz. Ali'ye karşı duyulan hıncı artırıyordu. Arap Devletinin ve tabii ki İslam'ın bir daha telafi edemediği bu trajik suikast olayından sonra, bu gömlek ile Hz. Osman'ın hanımı Naile'nin kopmuş parmakları, Medine'den Dimeşk'e kaçırılmıştı. Bu acaip amblem, intikam duygularının sakinleşmeye başladığı zamanlar için tutuluyordu.
Siyasi bir deha olan Muaviye, 20 yıla yakın bir süre, Suriye'yi başarılı bir şekilde yönetmiş ve kendisine sadık büyük bir ordu kurmuştu. Eğer lüzum görürse, ordusunu serbestçe İrak'a taşıyabilmek için, kendisine bir haraç ödemeleri şartıyla, Bizanslılarla ateşkes yaptı. Ayrıca, artık, Hz. Osman tarafından azledilen, fakat Muaviye'ye yakınlaştırılan Mısır Fatihi Amr bin As gibi, güçlü ve zeki bir müşavire de sahipti. Bahar gelince, Hz. Ali, otoritesini ispatlama çabasıyla, Kuzey Batı İrak'tan harekete geçti ve Fırat'ın büyük kıvrımının akınlarında bir Roma sitesi viranesi olan Sıffin'de, Suriye sınırlarını tutmuş olan Muaviye ordusu ile karşılaştı. Kuvvetler, hafif çarpışmalar yaparak bir kaç ay savaştılar. Din kardeşlerinin kanını dökmenin dehşeti her iki tarafta da tekrar hissedilmekteydi ve savaşma arzusu çok kuvvetli değildi. Yine de, barış içinde yaşama konusunda yapılan uzun görüşmeler başarıya ulaşamadı ve Temmuz ayında Müslümanlar, tarihlerinde ikinci kez, Müslümanlarla savaşmaya başladı. Savaş Hz. Ali'nin lehine devam etmekte iken, kurnaz Amr, Muaviye'ye, savaşı kimin kazandığı, belli olmayan bir şekilde sonuçlandıran bir hile teklif etti. Muaviye'nin askerleri, mızraklarının ucuna, Kur'an-ı Kerim nüshalarını veya yapraklarını takarak, mücadeleyi Allah'ın Kelamı ile -her ne kadar pratikte öyle olmasa da- kesmek istediklerinin göstergesi olarak yukarı kaldırdılar. Hz. Ali, kendisi istemediği halde, ordusundaki samimi Müslümanlar tarafından, baskın taraf oldukları halde, ateşkes yapmaya zorlandı. Böylece, Kur'an-ı Kerim'in mucizevi gücü, Mü'minler arasındaki savaşı derhal bitirdi. Fakat esas mesele çözülmemiş olarak kaldı.
Aralarındaki meseleyi Kur'ani hükümlere uygun olarak çözmek üzere, her iki tarafın da aralarından birer hakem seçilmesine karar verilen bir anlaşma yapıldı. Hz. Ali'nin adayı- Ebu Musa el Eş'ari iken, Muaviye, Amr'ı temsilci seçmişti. Ebu Musa, tecrübeli bir askerdi ve iyi bir Kur'an alimi olarak tanınmıştı. Fakat Cemel Savaşına (656) katılmayı reddettiği için, Hz. Ali tarafından Küfe valiliğinden alındığından, iç savaşta tarafsız kalmıştı. Böylece Muaviye, hakemlik içinde kendini savunacak en İyi adamı seçerken, Hz. Ali taraftarları, haklı olduklarına o kadar inanmışlardı ki, kendilerini savunmak için tarafsız ve dindar birisini seçme konusunda o kadar ısrar ettiler. Bu arada, iki ordu üslerine, Muaviye'ninki Dırneşk'e, Hz. Ali'nin ki Kufe'ye çekilmiş ve böylelikle Sıffin savaşı yenen ve yenilen belli olmadan bitmişti. Mamafih, konuyla ilgili doğrular ve yanlışlar, sonraki asırlar boyunca tartışılacaktı. Bu olay, İslam'da bir daha iyileşmeyecek bir yara açılmasına sebep oldu.
İki hakem, Sıffin'deki ateşkesten 7 ay sonra, Şubat 658'de,[27] Ürdün'deki Maan bölgesinin Kuzey Batısındaki Ezruh[28] ta buluştular. Hakemlik şartları, kesin kurallarla belirlenmediği için, zaman zaman amaçları tamamen birbirine zıt olaylar münakaşalar sürdü gitti.
Neticede hakemler garip bir karara vardılar ve Hz. Ali ile Muaviye'nin geri çekilerek, yeni bir halife seçileceğini ilan ettiler. Hz. Ali tarafları, kararda sadece Hz. Ali'nin Halifeliğini ilan edilmelerini beklerken, Halifeyi, isyancı Muaviye ile aynı statüye düşüren bu karar karşısında afalladılar. Böylelikle, Hz. Ali bir defa daha, Muaviye ve arkadaşı Amr karşısında mağlup olmuştu. Hz. Ali, bu kararın Kur'an'a uygun olmadığını belirterek kabul etmedi ve böylece kendisini hakemlerin vereceği karara uyacağı konusundaki taahhüdünü de resmen yerine getirmedi. Bu olay, Hz. Ali'nin pozisyonunu, kendi taraftarları arasında bile zayıflatırken, öbür taraftar Muaviye, Dimeşk'te kendi adamlarından biat almaya başladı. Aslında, Hz. Ali tarafında en çok gürültü çıkaran muhalifler, tam savaşı kazanacakken, O'nu ateşkes yapmaya zorlayan ve sonra da Hakem olayında kendilerini temsil etmek üzere, Ebu Musa el-Eş'ari gibi tarafsız birisinin seçilmesi konusunda ısrar eden kişilerin kendileriydi. Savaş ve hakemlik saçmalığı hiçbir şeyi çözmemiş, aksine iki gurup arasındaki düşmanlığı, cemaat namazlarında birbirlerine ismen küfretmeye kadar götürmüştü. Hem İslam, hem de Devlet bölünmüştü.
O anın bütün heyecanına rağmen, “Kararı Allah versin!” sloganı, savaş alanındaki pek çok insan üzerinde, istenilen dini etkiyi hemen yapmış ve savaşı durdurmuştu. Fakat bu slogan, pek çok şekilde yorumlanabilecek şekilde bir izafiliğe sahipti. Ateşkes anlaşmasından kısa bir süre sonra, kabul edilen şeyin tam olarak ne anlama geldiği düşünülmeye başlandı. Hatta, daha hakemler karşılaşmadan bile, Muaviye, aslında baştaki Halife'nin bir memuru ve asi durumunda olmasına rağmen, kendisinin, dolaylı yönden Halife'nin seviyesinde bir hizip olarak tanınmasını sağlayan bu hakemlik hilesiyle, savaşta sözle ifade edilmeyen bir zafer kazanmıştı. Münakaşanın iki temel sebebi, Hz. Ali'nin halifeliği ve Hz. Osman katillerinin cezalandırılması konularıydı. Hz. Ali taraftarları, hakem olayında, önceki Halife'nin öldürülmesinden hiç bahsedilmeden, sadece halifeliğin tartışılacağını zannediyorlardı fakat bunun tam tersi oldu. Müzakereler ilan edildiğinde, Hz. Ali açık ve net bir şekilde kaybeden taraf oldu, çünkü Muaviye'nin kaybedeceği bir Halifelik yoktu.
Hz. Ali'nin taraftarları arasından bir grup aşırı yobaz, bütün bu olanlardan dolayı, kızgınlığa kapıldı ve Halifelik kavramının tamamen Hz. Ali'nin hareketi yüzünden itibarını kaybettiğini düşünmeye başladı. Bunlar, “Allah'ın kararından (hükmünden) başka hüküm yoktur.” sloganıyla, Hariciler (“ayrılanlar” anlamında) olarak tanınan bir yeni gurup oluşturdular. Temmuz ayında, Hz. Ali bunlardan 2000 kadarını öldürdüğü kanlı bir olayla Nehravan (Irak'ta) kıyılarında bastırdı, fakat bunlar İslam tarihi içerisinde, değişik isimlerle pek çok defa yeniden ortaya çıktılar.
Hariciler, İslam'ın genel çizgisinden ayrılan ilk hizipti. Görünüş olarak tam sofu olan ve siyasi entrikalardan nefret eden Hariciler, Kelamullah'ın harfi anlamına uygun bir hayat yaşamayı arzu ediyorlardı. İdarenin temelinin sadece adalet ve dindarlık olduğuna inandıklarından, bunlara göre, milliyeti ve sosyal durumuna bakılmaksızın her Müslüman, dindarlık şartını yerine getirdiği sürece, idareci olabilirdi. “Allah'ın Devleti”ni kuvvetlendirmeye çalışıyorlar, fakat kendilerinden başka herkesin helak olacağına inanıyorlardı. Daha da ötesi, saldırgan idealistlikleri ile, sosyal ve dini huzursuzlukların olduğu dönemlerde çok sayıda taraftar toplamışlar ve Abbasiler Dönemine (750-1258) kadar tarihin çeşitli zamanlarında devlet otoritesinin pekişmesini tehlikeli biçimde tehdit etmişlerdi. Fanatik bir dini hareket olmasına rağmen, Haricilik, yavaş yavaş, hiç bir siyasi otoriteye baş eğmeyen başka asi gurupları da kendine çekmişti. Bu da, iç çatışmalara ve düzensizliğe sebep olarak, tamamen olmasa da, sonuçta fiilen yok olmalarına sebep oldu.
Hz. Ali, başlangıçta kendi taraftarlarından büyük bir grupla kurulan Hariciler tarafından dışlanarak zayıf bir durumda kalırken, Muaviye Suriye'yi Kufe'den tamamen bağımsız olarak yönetmeyi başarıyordu. Hz. Osman'ı öldüren isyancılardan birisi olan ve Hz. Ali'nin atadığı, Muhammed bin Ebu Bekir tarafından kötü bir şekilde yönetilmekte olan, zengin vilayet Mısır'ın kontrolünü kazanma konusuyla da çok ilgileniyordu. Hz. Ali'nin kendi taraftarları arasındaki bölünmelerle aşırı şeklide meşgul olduğunu görerek, Amr'ı 18 yıl önce fethettiği bu eyaleti tekrar kazanmak için görevlendirerek, 6.000 kişinin başına geçirdi. Ciddi bir desteği olmayan Muhammed, sadece 2.000 asker toplayabilmişti ve bunlar neredeyse hiç savaşmadan dağılarak yenildiler. Muhammed öldürüldü. Muhammed'e duyulan kin öylesine büyüktü ki, Muaviye'nin askerlerinin eğlenmesi için cenazesi, bir eşek derisinin içine konularak, alçakça yakıldı. Meşhur Amr (ö. 663), Muaviye'yi meşru Halife olarak kabul etti ve böylece tekrar Mısır valisi oldu.
Muaviye, Kudüs'te Halifeliğini resmen ilan etti (Mayıs) ye Batı vilayetlerinin biat yeminlerini kabul etti. Böylece İslam Dünyası ikiye bölündü; Hz. Ali, çok kuvvetli olmasa da Irak ve İran'ı kontrol altına alırken, Muaviye, Suriye ve Mısır'da hüküm sürmeye başladı.
Artık Hz. Ali, Batı'da Suriye ve Mısır'ın hatta seçildiği sıralarda kendisini destekleyen kuvvetli bir üs olan Irak'ın bile kontrolünü kaybetmişti; tehlikeli bir durumdaydı. Hariciler, O'nu halifelik hakkını hakemlere bırakarak, İslam Dünyasının en yüce makamının değerini düşürmek gibi ölümcül bir hata yapmakla suçlayarak, dışlamışlardı ve kendisine karşı savaşıyorlardı. Müslüman liderler arasındaki rekabet, bu fanatiklere o kadar iğrenç gelmeye başlamıştı ki, sonunda, Hz. Ali'yi, Muaviye bin Ebu Süfyan'ı ve Amr' bin As'ı aynı gün Cuma namazında öldürerek, İslam'ı her üçünden de kurtarmaya karar verdiler. Fakat entrikaları, planladıkları gibi gerçekleşmedi. Fustat'ta Amr, ogün şans eseri rahatsız olduğundan, hiç yara almadı ve yerine vekili öldürüldü; Muaviye, Dımeşk'te küçük bir yara ile kurtuldu; fakat Hz. Ali 20 Ocak günü, Kufe'de caminin kapısında, fanatik bir Harici olan Abdurrahman bin Mülcem'in darbesiyle yıkıldı. Böylece, dördüncü ve son Raşid Halife, 60 yaşının biraz üstünde iken, kafasındaki ölümcül yaradan dolayı öldü. Hz. Ali, Kufe'den 6 mil Batıdaki, daha sonra Necef[29] şehrinin kurulacağı, bir noktaya defnedildi. Daha sonraları, özellikle Şiiler için, önemli hac merkezlerinden birisi oldu.
Hz. Ali'nin ölümünden sonra, Kufe'de Hz. Fatıma'dan olan oğlu Hasan'ın, halifeliğin meşru varisi açıklandı. Bir yıl önce halifeliğini ilan eden Muaviye, başarılı bir şekilde, Hz. Hasan'ın, kendisine ve Hz. Ali ailesine önemli bir maaş karşılığında, halifelik davasından vazgeçmeye ikna etti. Müslümanların yeniden bir iç savaşa girmelerini istemeyen Hz. Hasan, Muaviye'nin teklif ettiği şartları kabul ederek, 6 aylık bir gölge yönetiminden sonra, Halifelikten çekildi (Temmuz). Daha sonra küçük kardeşi Hüseyin ile birlikte, arkalarında halifelik iddia edecek ciddi birisini bırakmadan Küfe yolunu Muaviye'ye açarak, Medine'ye gitmek üzere Kufe'den ayrıldılar. Böylece Muaviye, İslam dünyasının tartışılmaz hükümdarı oldu. Hz. Hasan ise, 669 yılında 45 yaşında iken ölünceye kadar, emekli olarak Medine'de 8 yıl daha yaşadı.
Böylece, İslam tarihindeki ilk hanedanlık olan Emevi halifeliği (661-750), Şam'ı[30] başkent yapan ve hanedanlığın ilk halifesi olan (661-807 Muaviye bin Ebu Süfyan tarafında kurulmuş oldu. Devletin çeşitli yerlerinde, özellikle Irak'taki karışıklıklar ve çalkantılar, sık sık merhametsizce davranarak, bir defa daha kontrol altına alınıyor ve Devlet, bu defa eski kültürel ve idari geleneklere sahip bir metropol olan Şam'dan yönetilen bir merkeze bağlanıyordu. Suriye, ayrıca, bütün vilayetler arasında en iyi talim görüş, en disiplinli ve en sadık orduya sahipti. Muaviye'nin halife oluşu Mekke ve Medine'de bile huzursuzluklar doğurduğu. Çünkü babası Ebu Süfyan gibi, Muaviye'de, Müslüman olduğu, 630 yılındaki Mekke fethine kadar, Hz. Peygamberin (s.a.v.) azılı düşmanlarından birisi olarak kalmıştı. Fakat çekişmenin esas merkezi Irak, özellikle de Basra ve Küfe şehirleri idi. Yine de vilayetlerdeki düzen bir defa daha sağlanmıştı ve devletin ikinci yayılma dönemi başladı. Emeviler idaresindeki İslam Devletinin sınırları, Doğuda Çin ve Hindistan'a, batıda ise Atlantik Okyanusu ve Pirene Dağlarına kadar genişledi. Kuzey Afrika ve İspanya dışındaki bu geniş bölge, Büyük İskender zamanından (M.Ö. 356-323) beri ilk defa tek bir idarede toplandı.
Muaviye, Haricilerin ve öldürülen Hz. Ali taraflarının, kendi idaresine karşı muhalefetlerini bastırmak için, en çok naiplerinden ikisine, Mugire bin Şube ve Ziyad bin Abihi'ye güveniyordu. Hem vicdansız bir fırsat düşkünü olan Muğire, hem de Ziyad bin Ebihi (Ebihi:”babasının oğlu” anlamında, yani babası belli olmayan), Taif şeh- sakif kabilesinin üyesiydiler. Muğire'ye Küfe vaile bölge halkına Muaviye'nin otoritesini desteklettirme görevi verilmişti. Ziyad (ö. 673), belagati, bilgisi ve merhametsizliğiyle çok garip bir adamdı. Bu şanslı vasıflarıyla serseri bir köle kızın oğlu olma lekesinden kurtulmuş ve sonunda Hz. Ali tarafından Basra valiliğine tayin edilmişti.
Hz. Ali'nin katlinden sonra Muaviye ile işbirliği yapmayı reddetmiş, fakat bir yıl sonra, 662'de, Muaviye'ye biat etmişti. Muaviye ise, kendi hesabına Ziyad'ı yarı kardeş sayıyordu. Çünkü kendi babası Ebu Süfyan evlilik dışı ilişkisinden dolayı Ziyad'a, Ziyad bin Ebu Süfyan demişti.[31] Bu Muaviye adına, müthiş derecede akıllıca bir hareketti. Çünkü her ne kadar bu davranışından dolayı kısa süreli önemli bir eleştiri almış da olsa, Ziyad'a şahsi bir gurur meselesi olarak müthiş bir rahatlama ve güvenilirlik sağlamıştı. En zor iş olan Basra valiliği Ziyad'a verildi ve Ziyad buradaki vazifesine, caminin mimberinden, bölgede yasaklara uyulmaması durumunda başvuracağı en ağır cezaları ilan ettiği irticali bir konuşma yaparak başladı. Yaptığı açıklamalar sadece tehdit olarak kalmadı, dini ve kabile rekabetlerden dolayı tamamen zayıflayan devlet otoritesini yeniden güçlendirmek için, en merhametsiz tedbirleri uyguladı. Kabileler arası gerilimi düşürmek ve orduyu formunda tutmak için, orduyu farklı kabilelerin elemanlarından oluşan dört komutanlığa ayırdı ve her birinin başına, kendilerince değil, hükümetçe seçilen birer lider tayin etti. Böylece kabile temeline dayanan Arap ordu geleneğini yıktı. Bu uygulama, yine aynı dönemde, Muaviye tarafından da Suriye'de yapıldı.
200 gemiden oluşan bir Arap filosu, İskenderiye'den yola çıkarak, Bizanslıların hakim olduğu Sicilya'yı yağmaladı; böylece Sicilya, ikinci defa -birincisi 652'de- istila edilmiş oldu. Yine de bu adada kalıcı bir fetih olmadı. Kalıcı fetih, buna benzer pek çok saldırıdan sonra, 827'de gerçekleşecekti.
Muğire bin Şube öldü ve Ziyad bin Ebihi, karışıklık içinde olan Kufe'nin boş kalan valiliğini üzerine aldı. İran'ın doğu vilayetlerinden olan Horasan'a, aileleriyle birlikte 50.000 kadar Bedevi yerleştirdi ve bu olay Irak'taki karışıklığı yavaş yavaş yatıştırdı. Ziyad artık en güçlü genel vali olmuştu ve Basra'daki muhteşem makamından İmparatorluğun bütün Doğu yarısını yönetmeye başladı.
Amr bin As, 658'de Muaviye tarafından, Mısır valisi olarak bir defa daha atanınca, Amr'ın aceleci bir asker olan yeğeni Ukba bin Nafi, Mısır'ın Batısında, Bizanslıların elinde olan Kuzey Afrika bölgelerine, cesur saldırılar düzenlemeye başladı. Saldırıları başlattığı üs, 1.500 mil uzaklıktaki Fustat idi ve bundan dolayı yardım hattı, çok uzundu. Bu nedenle, daha sonra, fetihlerini destekleyeceği ve bir vilayet merkezi haline getirerek başkent yapacağı, garnizon şehri, Kayrevan'ı (bugünkü Tunus) kurdu (670). Bu yeni askeri üs daha sonra, kendinden önceki Basra, Küfe ve Fustat gibi, Ukba tarafından yaptırılan Ulu Camisi ile meşhur bir şehir olacaktı. Cami, önemli bir eğitim merkezi olurken, şehri de Emevilerin daha sonra Kuzey Afrika'da yayılmaları için bir üs olacaktı.
Sahra Çölü'nün Kuzeyinde bulunan Atlas Sıradağları'nda o zamana kadar Berberiler denilen ve davetsiz misafirlerine karşı her zaman vahşice bir direniş gösteren kuvvetli ve dirençli yan göçebe bir ırk yaşıyordu. Araplar bölgede iki düşmanla karşı karşıyaydı; Atlas Dağlarından Berberiler ve sahil şeridindeki kalelerden Bizanslılar. Kayrevan, Akdeniz tarafından gelecek bir deniz saldırısından emin olmak için kıyı şeridinden bir kaç mil içeriye kurulmuştu, fakat Berberi bölgesine çok yakın bulunuyordu. Bölgeyi, önceden, Bizanslılar bölge merkezleri olan antik kıyı şehri Kartaca'dan (ilk olarak M.Ö. 9. asır ortalarında Fenikeliler tarafından, Tunus şehrinin 10 mil Kuzey doğusuna kuruldu.) yönetmekteydiler. Fakat Araplar, her zaman olduğu gibi, iç bölgelerin Kayrevan'daki çöl tarafını tercih ettiler.
Geleneksel hikayelerde, pervasız bir cesarete sahip olan Ukba'nın atını yükleyerek, Atlantik Okyanusu'nun şiddetli dalgaları tarafından durduruluncaya kadar gittiği ve burada Allah'ı, İslam'ı dünyanın öbür ucuna kadar götüreceği yolunda ettiği yemini tuttuğuna şahid olmaya çağırdığı anlatılır. Bununla beraber, Ukba, Berberileri ve Bizanslıları, birbirlerine tekrar tutuşturarak çıkacak durumun doğuracağı siyasi fırsatları değerlendirmeyi başaramadı. Bunun yerine, Berberileri küçük görerek, onlara karşı kibirli davrandı ve her ikisine aynı anda saldırdı. Batıdaki hızlı macerasından geriye dönerken pusuya düşürülerek, 683'te, bugünkü Cezayir'in Biskra şehri yakınlarında öldürüldü ve buradaki mezarı daha sonra bir türbe oldu. Ölümünden kısa bir süre sonra Berberiler baş kaldırdılar ve Kayrevan da dahil olmak üzere, fethettiği yerlerin neredeyse hepsi kaybedildi; Amr idaresindeki Mısır'ın batı sınırı olan Cyrenaica (Araplar arasında Barka olarak bilinir; bugünkü Libya'da) yeniden Müslümanların sınırı oldu. Fakat Ukba, Kuzey Afrika fethini kaçınılmaz kılan zemini hazırladı.
Muaviye, hakimiyeti boyunca Bizanslılarla savaştı. Hatta daha ikinci halife Hz. Ömer döneminde (h. 634-44) Suriye valisi olarak ve ondan sonra gelen Hz. Osman zamanında (h, 644-56), hem denizde hem karada savaştırmak üzere kuvvetli bir filo kurduğunda, savaşı üzerine almıştı. Tam olarak bir ateşkesin gerçekleştiği tek dönem, Muaviye, Hz. Ali karşısında Sıffin Savaşına çıkarken, serbest kalabilmek için Bizanslılara haraç ödediği dönemdi. Fakat devletin içindeki birliği sağlar sağlamaz, çarpışmalar yeniden neredeyse yıllık bir kaide şeklini aldı. Muaviye bunu, hem tebasının dini gayretlerini ayakta tutmak, ama aynı zamanda da kendi dini itibarını desteklemek için, kafirlere karşı kutsal bir savaş olarak, hem de Suriyeli birliklerini, disiplinli ve iyi savaşır bir durumda tutabilecek bir talim zemini oluşturmak için, en önemli vazifesi olarak addetti.
Muaviye, artık büyük bir patlama gerçekleştirme vaktinin geldiğini düşünüyordu ve 670'de oğlu ve kendisinden sonraki müstakbel halife adayı Yezid'i, Emeviler döneminde Konstantiniye'yi fethetmek üzere gerçekleştirilen üç büyük seferden birincisine çıkardı.[32] Bu, o zamana kadar zevkü sefa ile vakit geçirmiş olan veliaht Yezid’in ilk askeri göreviydi. Üç tarafı suyla çevrili olan İmparatorluk şehri, geçmişte İran kisralarının çok iyi silahlanmış askeri güçlerine bile dayanan, çok yüksek ve kuvvetli duvarları ve kuleleri (bazı yerlerde 30 m yükseklikteydiler) ile çok iyi tahkim edilmişti. Ayrıca imparatorluğun başında da, Kuzey Afrika'daki Arapların ilerlemesini kontrol etmek amacıyla Sicilya'da ikamet eden, fakat 668'de, 17 yıllık bir hükümdarlıktan sonra bir suikast sonucu öldürülen II. Konstans'ın (h. 642-68) halefi, genç ve enerjik imparator IV. Konstantin (668-85) vardı. Araplar efsanevi bir cesaret ve sabırla savaştıkları halde, şehre hücum edemediler. Çünkü bu koruyucu duvarların devasa ve kompleks yapısını aşmak için gerekli kabiliyet ve donanımları yoktu. Sefer başarısız olmuştu ve önemli kayıplar verildikten sonra vazgeçildi.
Arap ordusunun içerisinde, Allah'ın rahmetine nail olmak için getirilen ve hastalıktan ölerek, surların dibine gömülen, Hz. Peygamberin (s.a.v.) bayraktarı Ebu Eyyub el-Ensari de bulunuyordu. Hicret sırasında Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ev sahipliği yapma şerefine sahip olan bu mübarek insan hakkında bir menkıbe yayıldı ve mezarı kısa bir süre sonra hem Müslümanların, hem de Hristiyanların ziyaret ettiği bir türbe oldu; Hristiyanlar burayı, özellikle kuraklık zamanlarında yağmur yağması için dua etmek maksadıyla hacc ediyorlardı.
Bizanslıların Girit adası, Araplar tarafından geçici olarak ele geçirildi.
Müslümanlar, Konstantiniye'yi takrar kuşattılar ve bu kere kuşatma yedi yıl sürdü. İmparatorluk şehrini ele geçirmek için gerçekleşen bu ikinci önemli karşılaşma iki donanma arasında oldu. Araplar, Marmara Denizi'nin Güneyindeki Cyzicus'ta güvenli bir deniz üssüne sahiptiler. Bizanslılar, sülfür, nitrat ve naftalinin, alev alıcılığı yüksek bir sıvı karışımı olan ve alev fırlatıcı silahlarla atılan “Yunan ateşini” kullandılar. Bu, sadece o zamana kadar böyle bir şey görmemiş olan Arapları korkutmakla kalmadı, gemilerine de ağır hasarlar verdi. Kuşatma kaldırıldı ve İmparatorluk şehri bir defa daha kurtuldu.
Hz. Paygamberin (s.a.v.) hanımı Hz. Aişe, 46 yıl yalnız yaşadıktan sonra, 65 yaşında öldü ve Medine'de defnedildi. Ceme! Savaşından (656) beri, siyasetten çekilmişti ve kendi hanesinde bulunan Hz. Peygamberin (s.a.v.) mezarını ziyarete gelen hacılarla görüşerek yaşıyordu. Müslümanlar için, daima saygı gösterilen bir şahsiyet olarak kaldı ve en meşhur gelenekçilerden birisi sayıldı.
Muaviye, oğlu Yezidi veliahtı tayin etti. Yazid’in annesi Meysun, Kelb kabilesinden olan bir Yakubi idi ve Muaviye'nin sevdiği hanımlarındandı. Muaviye, halifeliğe ilk defa, iktidarda olan halifenin oğullarından veya akrabalarından birini seçerek, kendisinden sonra idareyi ele alması için halkın biat etmek zorunda bırakıldığı, veliahtlık sistemini getirdi. Bu sistemle, Arapların İslamiyet öncesi dönemlerden beri favorileri olan kıdemlilik sistemi ve geçmişte o kadar çok meseleye sebep olan seçim sistemi iptal edilmiş oldu. Veliahtlık sistemi, Muaviye'den sonra gelen bütün Emevi ve Abbasi (750-1258) halifeleri tarafından uygulandı.
Meysun, Şam'daki kalabalık saray hayatından kaçmak için, Yezid'i alarak, Suriye göllerindeki çok sevdiği Palmirene mesire yerlerine götürürdü. Yezid, annesinin kendi bedevi kabilesi içerisinde, avlanma, binicilik, şiir yazma ve benzer meşgalelerin zevkini öğrendi. O'nun mirasyedi hayat tarzı ve önceden kestirilemeyen tavırlarının, ciddi İslam düsturlarıyla arasının pek iyi olmayacağını gösteriyordu. Ayrıca, veliahtlık sistemi fikri ele Araplar için yeni bir şeydi. Daha da ötesi, özellikle Yezid'in Halifelik hakkı verasetten doğmuşsa, önceki Halife'nin oğlu bu ünvana Yezid'den daha layıktı. Yok, şayet, halifelik en uygun kişiye verilecekse, bu vazifeye Yezid'den daha layik olan pek çok adayın olduğu da aşikardı. Fakat Muaviye, müstesna diplomatlık yeteneğini kullanarak, vilayetlerden gelen delegeleri, oğlunu veliaht olarak kabul etmeleri konusunda ikna etmeyi başardı.
680 Muaviye'nın Ölümü Ve Yezidin Başa Geçmesi; Hz. Hüseyin Ve Taraftarlarının Kerbela’da Katledilmesi
Muaviye, uzun ve başarılı bir yönetimden sonra, 75 yaşlarında iken, Nisan ayında öldü. Oğlu ve veliahtı Yezidin halifeliği (680-3), Şam'da ilan edildi. Bölgelerin çoğu Yezid'i tanıdı. Fakat babasının kontrol altına almayı başardığı Hz. Ali taraftarları, Yezid'e karşı çıktılar. Yezidin esas rakibi, önceki Halife Hz. Ali'nin (h. 656-661) oğlu ve Hz. Peygamberin hayatta kalan torunlarından birisi olan Hz. Hüseyin idi. Hz. Hüseyin'in ağabeyi Hasan 669'da ölmüştü ve kendisi, Muaviye'nin iktidara çıktığı 661 yılından beri emekli olarak Medine'de yaşamaktaydı, fakat Yezid'e biat etmeyi reddetti. Irak'taki Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı, idarede önemli bir rol alma vaktinin geldiğini düşünmeye başladılar. Hz. Hüseyin'i Hz. Ali ve Hz. Hasan'dan sonraki meşru halife ilan ettiler ve ısrarla Hz. Hüseyin'in Küfe'ye gelerek, Irak'ta idareyi ele almasını rica ettiler. Uzun bir tereddütten sonra baskılara dayanamayarak, teklifi kabul etti. İlk önce, Mekke'ye gitti ve sonra akrabaları ve taraftarlarından oluşan küçük bir gurupla Arap çöllerinden, öldürücü bir maceraya atılarak, Kufe'ye yollandı. O sıralarda, Ziyad bin Ebihi'nin, kendisi kadar merhametsiz olan oğlu Ubeydullah, Yezid tarafından Küfe valiliğine atanmıştı. Ubeydullah, babasının izini takip ederek, Hz. Hüseyin'in taraftarlarından bir kısmını yakalamış ve idam etmişti. 10 Ekim'de, kahraman bir komutan olan İran Fatihi Sa'd bin Ebu Vakkas'ın oğlu Ömer, komutanı olduğu büyük bir orduyla, Kufe'nin 50 mil kadar Kuzey Batısında ve Fırat'ın batı yakasındaki Kerbela'da Hz. Hüseyin'in küçük kervanının yolunu keserek, etrafını sardı. Ubeydullah, Hz. Hüseyin'in kayıtsız şartsız teslim olması konusunda ısrar etti, fakat Hz. Hüseyin bunu kabul etmeyince, onu ve yanındakileri soğukkanlılıkla katletti. “Kerbela Günü” daha sonraları, İslam Birliği için duyulan aşırı bir iştiyakla karışık, büyük ve sürekli bir dini önem kazandı.
Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.v.) torunu şehit oldu ve başı Şam'daki Yezid'e gönderildi. Hz. Hüseyin'in başı, Şam'a birlikte giden kız kardeşi ve oğlu Ali'ye (Zeynel Abidin)[33] geri verildi ve daha sonra vücudu ile birlikte Kerbela'ya gömüldü. Mezarı, daha sonra Şiiler için önemii bir hac merkezi oldu.[34]
682-3 Mekke Ve Medine'den Yezid'e Karşı Ayaklanma; Abdullah'ın Emevi Ordusuna Karşı Verdiği Çetin Savaş; Yezidin Ölümü
Hz. Hüseyin'in hal edilmesi de Yezid'e huzur getirmedi. Hz. Hüseyin'in ölümü, halifeliğe giden yolu açmışsa da, Kerbela'da olan olayın vahşiliği, Yezid'e karşı şiddetli bir reaksiyon doğurdu. Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve neslini bağrına basan Medine, 682 sonbaharında, Şam'daki Emevi idaresine resmen baş kaldırdı. Heyecan o kadar yükselmişti ki, Yezid, durumu sakinleştirmek için, özel vali gönderdi. Bu işe yaramayınca, 683 Ağustosunda Müslim'i (Kuzey Afrika'nın ilk fatihi Ukbe'nin oğlu) 12.000 kişilik bir ordunun başına geçirerek, ayaklanmayı bastırmak üzere Hicaz'a gönderdi. Cesur ve davalarına sıkıca bağlı olan Medineliler, talimli Suriye ordusunun karşısında dayanamadılar ve şehrin tam Kuzeyinde bir lav alanı olan, Harre adındaki bölgede gerçekleşen şiddetli savaş sonucu yenildiler. Ordu daha sonra, güneye Hz. Ali'ye karşı savaşan ve “Cemel Savaşı'nda (656) öldürülen değerli sahabenin oğlu olan ve halifeliği iddia edilen Abdullah'ın bulunduğu Mekke'ye yöneldi, fakat Müslim yolda öldü, Müslim'den sonra komutanlığı, 683 Eylülünde, Mekke'yi, çevrede bulunan tepelerden kuşatan Hüseyin bin Nu-meyr aldı. Bundan sonraki iki ay boyunca çok şiddetli savaşlar oldu ve Kabe taşlandı. Çıkan yangında Kabe kötü bir şekilde hasar gördü ve Siyah Taş (Hacer-ül Esved) parçalandı. Fakat Yezid’in 683 Kasımında ölümü, ordunun kuşatmayı kaldırmasına ve Arabistan'ı rakipleri Abdullah'ın emrine bırakarak, Şam'a dönmesine sebep oldu. Yezid, öldüğünde, 38 yaşlarındaydı. Kabe, Siyah Taş'ın parçalarını bir araya getirip bağlayarak yerine koyan Abdullah tarafından yeniden inşa edildi.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) ölümünün üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen, Medine'de hala O'nun (s.a.v.) ashabından insanlar yaşıyordu. Şehirde ayrıca, İslam'ın ilk günlerindeki gibi, kuvvetli bir zühd ve takva geleceği vardı. Bu nedenle, Şam ordusunun mukaddes şehirlere saldırması, Emevilerin mukaddesata yaptığı bir başka saldırı hareketi olarak değerlendirildi. Emeviler, bölgedeki popülaritelerini kaybetmişler ve kendini üstün gören bu topluluk tarafından, dinden çıkmış olarak görüldüler. Halifelik konusunda Hz. Hüseyin'den çok daha az etkili olduğu düşünülen Abdullah (ö. 692), gücünü halkın Emevilere karşı olan kızgınlığı ile de birleştirerek, kanlı ve uzatmalı bir savaşla, Emeviler için ne kadar tehlikeli bir hasım olduğunu ispatladı.
Yezid'in ölümüne müteakip, iki yıl süren bir anarşi dönemi yaşandı. Sonra birden, imparatorluğun ayrı ayrı bölgelerinde, halifeliklerini iddia eden üç rakip ortaya çıktı. Yezid, veliahdı olarak, Şam'da II. Muaviye olarak ilan edilen, 13 yaşında hastalıklı bir çocuk bırakmıştı. Abdullah bin Zübeyr, Hicaz'da halife olarak tanınırken, İmparatorluğun Doğu yarısının, Basra ve Küfe de dahi olmak üzere, bütün İran'ın iki yıl boyunca genel valiliğini yapan Ubeydullah Basra'da halife sayılıyordu. Ubeydullah bu göreve 680'deki Kerbela katliamından bir kaç yıl sonra, Yezid tarafından getirilmişti; aynı makamda, daha önceden I. Muaviye döneminde, babası Ziyad da bir kaç yıl bulunmuştu.
Abdullah, davasına Arabistan dışından destek sağla-maya ve halifelik iddiasını Basra'da kabul ettirmeye çalışınca, kendi taraftarları ile Ubeydullah'ın taraftarları arasında, kabileler arası iç mücadeleler başladı. Bu kritik dönemde, Hz. Hüseyin'in Kerbela'da vahşice katledilmesinden dolayı bir nefret odağı haline gelmiş olan ve halkı boyun eğdirmek için şiddete başvuran Ubeydullah, canını kurtarmak için, Şam'a kaçtı.
Halifelik için çekişen üç kişiden, çocuk II. Muaviye Şubatta öldü. Ubeydullah bin Ziyad, zaten Basra'daki üssünden sürülmüştü. II. Muaviye ile birlikte, Ebu Süfyan soyunun hükümdarlığı bitti. Bir an için meydan, desteği sürekli artmakta olan Abdullah bin Zübeyr'e kaldı. Fakat o, sebatla, Mekke'yi terkederek, kargaşalıktan doğan fırsatı yakalamak için, esas kuvvet merkezi olan Şam'a yürümeyi reddetti. Bu arada Emeviler Şam'da toplanarak, Haziran ayında, kabilelerinin en yaşlı üyesi olan Mervan bin Hakem'i halifi yaptılar. 70 yaşında olan Mervan, Hz. Osman'a (h. 644-56), sekreteri olarak hizmet etmişti. İmparatorluk İslam dünyasının halifeliği iddiasından olan İki rakip arasında yeniden bir iç savaşa sokuluyordu. Fakat bu defa olaya bir boyut daha eklenmişti.
İslam öncesi dönemde, Himyerliler ile Mainler arasında -neden birbirleriyle savaştıkları hiç bir zaman anlaşılamayan- nefret dolu, şiddetli ve sürekli bir düşmanlık vardı. Bu kin, İslam'ın öğrettiği din kardeşliği ile kısmen hafiflemişti. Fakat Araplar arasındaki bu Kuzey-Güney çatışması, Kays kabilesinin Yezid’in; Güneyli Kelb ailesine iltimas geçtiği iddiası üzerine yeniden başladı. Halifelik iddia eden iki rakibin destekçileri, kabilelere göre ayrılmıştı. Kelb kabilesi Mervan tarafını tutarken, Suriye'deki Kays kabilesi, meşru halife olarak Abdullah'a biat ettiler. Şam'ın bir kaç mil Kuzey Doğusunda bir ova olan Mercü Rahit'te, Abdullah taraftarlarının yenildiği ve Mervan'ın, bütün Suriye tarafından Halife (686-5) olarak tanındığı bir savaş yapıldı. Böylece, halifelik Emevilerin kalan 11 halifesini çıkaracak olan Mervani koluna geçmiş oldu. Mervan, kısa bir süre sonra Mısır'ı da hakimiyeti altına aldı fakat, Abdullah'ın esas üssü olan Irak ve Arabistan kendisinde kaldı. Böylece, İmparatorluk Mekke'nin iki muhalif kanadı olan rakipleri arasında ikiye bölünmüş oldu; Abdullah, Haşimi, Mervan da Ümeyye ailelerindi.
Mercü Rahit savaşı, her ne kadar Emevilerin iktidarının güçlendirmiş olsa da; uzun yıllardır rafa kaldırılmış olan, Himyeriler ile Mainliler arasındaki yıkıcı kini tekrar ortaya çıkardı. Arapların iki kolu arasındaki bu kin öyle genişledi ki, ilerdeki bir kaç on yıl daha sönmedi. I. Muaviye, birliği sağlamak ve iktidarını kuvvetlendirmek için, bu kini ustaca kontrol altında tutmuştu, fakat daha sonraki daha az yetenekli Emevi hükümdarları, iktidarda kalmak için, bazen bu kabilelerden birini, bazen de diğerinin desteğine yaslanmak eğilimi gösterdiler. Sonuçta, diğer faktörlerle birlikte, bu, Emevi iktidarının müesseselerini yıprattı ve 750'deki nihai çöküşlerine zemin hazırladı. Müslüman topluluğun kindar hiziplere bölünerek bu şekilde kutuplaşması, sadece Suriye'ye has olarak kalmadı ve İmparatorluğun başka bölgelerine, mesela gelecek asırlarda değişik isimler altında devam ettiği Kuzey Afrika ve İspanya'ya da yayıldı.
Hz. Peygamber (s.a.v.) dünyaya geldiğinde, Arap Yarımadası, birisi Kahtan (Eski Ahitte Joktan olarak da adlandırılır) diğeri de Hz. İbrahim'in oğlu, Hz. İsmail'in soyundan olduğunu iddia eden iki sülale tarafından mesken tutulmuştu. Eski dönemlerde birinci grubun vatanı Yemen, ikincisininki ise Hicaz idi. Seba ve çevresinde, Himyeri Krallığının tebası olarak yaşayan Güneyliler, Kahtan'tn soyundan olan Azd kabilesini, Azd'in çocuklarını oluşturuyorlardı. Bunlar, Yemeniler, Kahtaniler veya Himyeriler gibi değişik isimlerle anılmaktaydılar. Fakat asırların geçmesiyle, yarımadada önemli nüfus hareketleri oldu ve bu iki grup, bölgesel oiarak birbirine karıştı; Himyerilerin bir kısmı kuzeye göçtü ve zamanla, Mekke yakınlarındaki gibi Huzaa, Yesrib'te (Medine) Evs ve Hazrec ve Suriye'deki Kelb kabileleri gibi bu soydan olanların isimlerini taşıyan kollara ayrıldı. Bunlardan sonuncusu (Kelb); Emevilerle birlikte siyasi bir önem kazandı; üçüncü halife Hz. Osman'ın hanımı Naile ve Yezid'in hanımı ve annesi bu kabiledendi. Arabistan'daki İsmaili kabileleri, Maad olarak da adlandırılmaktaydı, fakat bunlar daha çok, Maad'ın torunu Mudar'dan dolayı Mudaritiler olarak da bilinmekteydi. Arap ırkının bu kuzey kolu, ülkenin diğer bölgelerine de dağılmıştı ve bunlardan birisi de Kuzey Suriye'ye yerleşen Kays kabilesiydi. Bazen bütün grup, bu kabilenin adını almıştır. Maad, Tufan'dan sonra, ibadet etmek için Kabe'yi yeniden inşa eden, Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in soyundan olan Adnan'ın oğlu idi. Hz. İbrahim, Kabe'yi inşa ederken Cebrail (a.s.) O'na Siyah Taşı getirdi. O zamandan sonra Kabe, Kureyş'ten önce sırasıyla Modharitler, Cürhümiler ve Kuzaalıların idaresinde bulundu. Kureyş, Maad'ın soyundan olduğunu iddia ederek, Hz. İsmail ile aralarında bir bağ kurdu.
Mervan bin Hakem öldü ve yine emirlik Emevi ailesinde, Mervan'ın son derece becerikli oğlu Abdul Melik'e (h. 685-705) geçti, Adül Melik, Yezid'in ölümüne müteakip şiddetli bir kriz ve belirsizlik dönemi yaşayan, parçalanmış bir imparatorluk devraldı. Abdül Melik'i sadece Batı vilayetleri Halife olarak tanıdılar; Arabistan, Irak ve İran ise rakibi Abdullah bin Zübeyr'e bağlı kaldı. Irak'ı kontrol etmek, hem Şiiler, hem de yobaz Haricilerin kuvvetli muhalefetinden dolayı, özellikle zordu. Fakat otoritesini Irak'ta kullanıp, iktidarını sağlamlaştırmadan önce, Abdül Melik, önceki beş yıl boyunca İslam dünyasını bir girdaba sokan yıkıcı didişmeleri fırsat bilerek bunu değerlendirecek gibi görünen Bizans'a karşı durumunu garantiye almak için kaynaklarını Kuzey Suriye üzerinde yoğunlaştırmak zorundaydı. Neticede, bunlarla (Bizanslılarla) bir mütareke yapmayı başardı.
Abdul Melik, imparatorluğun birliğini yeniden sağlamak gibi göz korkutucu bir görevle karşı karşıyaydı, fakat o, olağanüstü bir beceri ve enerjiyle bu hedefe ulaşmaya adadı kendisini. Özellikle Himyeriler ve Modhariti arasında olmak üzere, bu bitmez tükenmez kabile çekişmeleri haricinde, İmparatorluk birbirlerine düşman olan ve karşılıklı savaşan dört grup arasında bölünmüştü. Birinci olarak, taht için savaşan iki halife, Abdul Melik ve Abdullah vardı, imparatorluk kabaca ikiye bölünmüştü; Batı yarı Abdül Melik'i, Doğu yarı ise Abdullah'ı destekliyordu. Ayrıca, dini mezhep şeklinde ayrılan ve ordu içinden çıkan iki bölünme daha vardı: Şiiler ve Hariciler. Her ikisi de Irak'ta, birisi kısmen Abdullah'ın etkisi altında olan vilayetlerde yoğunlaşmışlardı. Hz. Ali ve şehid olan oğlu Hz. Hüseyin'e bağlı olan Şiiler, Halifeliğin, Hz. Ali ile Hz. Peygamberin (s.a.v.) kızı olan ilk hanımının soyundan devam etmesi gerektiğine inanıyorlardı. Hariciler ise, İslam dünyasında devam etmekte olan bu iktidar kavgasından iğrenen fanatik bir dini guruptu. Bunlar, sosyal durumuna ve ırkına bakmaksızın, kendilerinin seçtiği -genellikle de sonradan reddettikleri- en dindar Müslümanın idareci olması idealini taşıyorlardı. Böylece bu gruplar, her ikisinin de beklentisine uygun olmayan Abdullah'ın halifelik iddiasını reddettiler.
680'deki Kerbela katliamından beri, Irak'ta, özellikle de Kufe'de, o melun gün Hz. Hüseyin ve ailesini terk etmelerinden dolayı duydukları pişmanlıkla kahrolan Şiiler, kalabalık bir kitle olmuşlardı. Yezid’in ölümünden sonra Şam'daki hükümet Doğu vilayetlerinin kontrolünü kaybedince, bunlar Hz. Hüseyin'in katilleri ve katliamın sorumlularından öç alınacağına yemin ederek, “Tövbekarlar” sloganıyla ayaklandılar.
Mervan iktidarının (684-5) sonuna doğru Şiiler, 16.000 kişilik bir güçle Kerbela'da şehid edilen Hz. Hüseyin'in mezarı etrafında, yüksek bir dini intikam atmosferiyle yüklenmiş olarak toplandılar ve Şam'daki Emevilerden intikamlarını almak üzere, yoğun bir tutkuyla yola çıktılar. Her ne kadar Irak, Şam'a muhalefet ederek Abdullah'ı tanıyan bölgelerden birisi olsa da, Abdullah ile Tövbekarlar arasında, ortak düşmanları Mervan'a karşı birlikte bir saldırı yapma zemini oluşmamıştı. Abdullah halifelik için savaşırken, onlar, günahlarından kurtulmak ve Hz. Hüseyin'in kanının intikamını almak için şehitlik arzuluyorlardı. Savaş alanındaki mükemmel ihlas ve yiğitliklerine rağmen, çabalarını koordine edecek kabiliyetli bir liderin olmamasının acısını çektiler. Kuvvetli ve talimli Suriye ordusu karşısında, üst Fırat boylarında Ayn el-Verda denilen bir yerde neredeyse yok oldular, bozguna uğrayan kalanlar ise Kufe'ye geri çekildiler.
Sonradan, aynı yıl içerisinde (685), Taifli birisi olan Muhtar ibni Ebu Ubeyd adında bir siyasi maceraperestin şahsında liderlerini buldular. Muhtar, hayatta kalan Kufeli Şiileri, dahiyane liderliği ve “Hüseyin'in intikamı” sloganıyla, etrafında topladı, aniden baş kaldırdı ve Abdullah'ın atadığı valiyi görevinden alarak beklenmedik bir şekilde şehri eline geçirdi. Şiilerin Kufe'de azınlık olmasına rağmen, olayların akışındaki dramatik değişme, Muhtar'a, pozisyonunu güçlendirecek önemli ve kuvvetli bir üs sağladı. Yaptığı ihtilalden sonra, Kufelileri kazanmak için, onlarla uzlaşmayı denedi fakat bunda başarılı olamayınca, tavırları tamamen değişti; “İntikam alıcı” Muhtar, sistematik bir şekilde, Hz. Hüseyin'in halen hayatta olan katillerini avlamaya başladı ve bunları, Şiileri memnun etmek için, en intikamcı bir şekilde öldürdü. Daha önceden Abdullah'ın etkisi altında olan bölgeleri de ele geçirerek, kısa sürede Irak ve Kuzey İran'ın büyük bir bölümünü kontrolü altına aldı. Böylece imparatorluk, Suriye ve Mısır'ı elinde tutan Abdul Melik, artık sadece Basra ve Arabistan'ı kontrolünde tutan Abdullah ve yeni rakipleri Muhtar arasında üçe bölünmüş oldu.
Muhtar isyanını, Hz. Ali'nin Hz. Fatıma haricindeki bir hanımından olan oğlu Muhammed bin Hanefiye (annesinin kabilesinin adını almış) adına başlatmıştı. Muhammed, Hz. Fatıma'nın oğlu olmadığından, Hz. Peygamberin soyundan değildi, takat Kerbela katliamından sonra yaşayan en önemli Alevi idi. Muhtar'ın ayaklanma çağrısı, pek çok insanın, özellikle de Arap aristokratik sisteminde hem sosyal, hem ekonomik yönden (Bunlar daha büyük nispetlerde vergi ödemek zorundaydı.) İkinci sınıf olarak görülmekten dolayı kızgın olan İran asıllı Mevali'nin (Arap olmayan Müslümanlar), gönüllerinde yatan arzulan derhal uyandırdı. Bu insanlar Emevi rejimini, Arap istibdadının bir sembolü olarak görüyorlardı ve üyeleri, Hz. Hüseyin'in kanı için Emevilerden intikam alma konusunda müthiş bir gayret gösteren Şia'ya ve adil bir toplum vaad eden Muhtar'a yaklaşıyorlardı. Mevali'nin Hıristiyanlık ve Yahudilik geçmişlerinden dolayı yabancısı olmadıkları, İncil'deki Mesih kavramına yakın olan Mehdi (“hidayete erdirilen” anlamında) kavramını ilk ortaya atan, Muhtar oldu. Ayrıca İranlılar, tabii olarak, mukaddes monarşi fikrine de alışıktılar. Muhtar, halkı, yeryüzünde mutlak adalet rejimi kuracak olan Mehdi'nin geleceğine inandırdı. Bu inanç halka, uzak bir gelecekte kederlerinin biteceği ve isteklerini gerçekleşeceği ümidini verdi. İki yıldan daha az bir zaman içerisinde hareketinin bastırılmasına ve kendisinin de öldürülmesine rağmen, Muhtar, ihtilal yapan bir öneme sahip oldu; Mehdi fikri, daha sağlam ve sürekli bir hal aldı. Şia, siyasi bir partiden, (temelinde Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ölümünden sonraki halifelik sorunu olan) dinî bir mezhebe dönüştü ve Mevali, ilk defa, Arap Müslümanlarla eşitlik isteyen siyasi bir kuvvet olarak örgütlendi. Bütün bu gelişmelerse, İslam tarihinin gelecek akışı içerisinde önemli izler bırakacaktı. Mehdinin Şii itikadında asli unsurlardan birisi haline gelmesine rağmen, daha sonraları, dünyayı adaletle doldurarak, ilahi kanunlarla hüküm sürmek için tekrar ortaya çıkacak olan “Gizli İmam” ile özdeşleştirildi; ayrıca, yavaş yavaş bir Sünni Mehdi kavramı da gelişmeye başladı.[35] Daha sonraları bu fikir, Müslümanlara, baskı altına girdikleri zamanlarda ve iktidarsız bir devlet olduklarında sık sık başvurulan bir kuvvet kaynağı oldu; İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde, pek çok dini lider, Mehdilik şerefine erdiğini iddia etti.
Bizans sınırından Abdül Melik üzerine yapılan baskı yavaş yavaş gevşedi ve Abdül Melik ilk defa (Ağustosta) Irak'ın kontrolünü Muhtar bin Ebu Ubeyd'den geri almaya teşebbüs etti. Fakat bu cüreti, Emevi ordusu için, Musul yakınlarında bir felaketle sonuçlandı. Ordunun lideri ve Kerbela zamanındaki eski vali ve Irak'ta bir nefret odağı olan Ubeydullah bin Ziyad, öldürüldü.
Abdullah bin Zübeyr'in üssü hala Mekke'de idi, fakat kardeşi Musab, onun adına, Irak'ı Muhtar'ın pençelerinden kurtarıp yeniden kazanmaya teşebbüs etti. Muhtar'a, Mevalinin desteğini alarak güç kazanmasında yardımcı olan ırk eşitliğini çok abartılması, sahip oldukları imtiyazlı durumu kaybetmekten korkan Arapların, Muhtar'a karşı çıkmasına sebep oldu. Musab, bu durumu kendi lehine kullanarak, Muhtar'a karşı, Bedevi savaşçılarla güçlü bir ihtilal örgütledi. Küfe kuşatıldı ve Muhtar, Nisanda, 65 yaşında iken öldürüldü; hem yükselişi, hem düşüşü çok hızlı oldu. Bu olaydan sonra, halifelik konusunda iki rakip olarak Abdul Melik ve Abdullah kaldı.
Bizans cephesinde 698'da bir mütareke yapan ve Suriye'de kendine karşı olan bütün muhalefeti bastıran ÂbdülMelik, bütün ilgisini, yeniden imparatorluk birliğinin sağlanmasına yoğunlaştırdı. Irak bütün bu kanlı iç savaşların yükünü çekerken, Abdullah bin Zübeyr hep Mekke'de kalmış, Abdul Melik ise, esas rakibine ait olan bölgede düşmanlarının birbiri ardınca yaptıkları savaşları rahat rahat seyretmişti. Artık, kardeşi Abdullah adına Irak'ı elinde tutan Musab'a karşı bir Irak seferi başlatmak için, kendini yeterince güçlü ve güvende hissediyordu. Fakat Iraklılar, memleketlerini durmadan bölmekte olan bu vahşi barbarlık ve din sarsıntılarından bıkmışlardı; bir hizbin zaferi, daha çok kan dökülmesine sebep oluyor, buna karşı muzaffer olan diğeri, rakibine karşı duyduğu hıncın hesabını merhametsizce veriyor ve bu böylece devam edip gidiyordu. İki ordu Dicle'nin Batı kıyısında, daha sonra 762'de Bağdat şehrinin kurulacağı noktanın Kuzeyinde, Deyrü'l-Cemacim denilen yerde karşılaştılar. Fakat Musab'ın subayları, bu defa, gayretleri tam olarak yeni iç savaşta dövüşmenin lüzumuna yeterince inanmadıklarından, Musab'ı öldürdüler. Böylece bütün Irak eyaleti Abdul Melikin eline geçti; Abdullah'a ise sadece Arabistan kaldı.
Halife Abdul Melik, 691'de, Kudüs'te, Mescid el Aksa (en uzak cami anlamında) yakınında Taş Kubbe'yi yaptırdı. Mimari yönden, kubbeli ilk İslami binadır ve mimari tarihinde bir dönüm noktasıdır; ayrıca üçüncü Mukaddes Mabettir.
Bölge, Kur'an-ı Kerim'de 17/1 (Miraç Suresi)nde bahsedilerek, geleneğe göre, belirlenmiştir. Muhteşem Kubbe, yaklaşık 55 fit uzunlukta ve 42 fit genişlikte, fakat neredeyse bir yarım daire şeklinde, zeminden 5 fit kadar yükseklikte olan ve Hazreti Peygamberin (s.a.v.) meşhur gece yolculuğunda (Miraç) Yedinci Kat Arş'a yükselmeye başladığı yerdeki Kutsal Taş'ın üstüne yapılmıştı. Bir kaç değişiklik ve tamir görmüşse de, orijinal şeklini korumuştur ve bu nedenle de bugün hala kullanılmakta olan en eski İslami eserdir. Kubbenin etrafındaki Kufi yazı ile yazılmış olan kitabe, Arap yazısının gönümüze kadar gelen en eski örneklerinden birisidir ve bundan dolayı da hat sanatı eğitiminde değerli bir kaynaktır. El-Aksa Camii, bir depremde yıkılması üzerine, yaklaşık 770'de, Abbasi halifesi el-Mansur (h. 754-75) tarafından, yeniden inşa ettirilmiştir.
Halk arasında, El-Aksa, hem Kubbe ve Cami, hem de bu mukaddes noktanın etrafındaki diğer binalar için kullanılan bir terimdir.
Irak'ı kontrol altına alan Abdül Melik, Mekke'ye sağlam bir şekilde yerleşen esas düşmanı Abdullah bin Zübeyr'i güvenilir ve merhametsiz komutanı Haccac bin Yusuf'a bıraktı. Irak'ın kaybedilmesi, zaten Abdullah'ın pozisyonuna büyük bir darbe vurmuştu. Mukaddes şehir, Abdullah'ın Emevi idaresine isyanı sırasında ikinci defa kuşatıldı (birincisi 683'te). Haccac, isyanı bastırmaya çalışırken, şehrin mukaddes olduğunu tamamen unuttu. İslam'ın en mukaddes şehri, etraftaki tepelere yerleştirilmiş olan mancınıklarla taş ve mızrak bombardımanına tutularak, her tarafı yıkıldı ve tahrib oldu. Kuşatmanın sekizinci ayından sonra şehrin direnci azaldı, fakat Abdullah teslim olmayı reddetti ve bu ümitsiz durumda müthiş bir cesaretle, savaşarak öldü (Ekim). Korkusuz Abdullah Şam'a karşı gelmiş ve Emevilere rağmen 9 yıl halifelik yapmıştı. Abdullah'ın Emevilere karşı olan hareketini bastırmayı başaran, eski bir okul yöneticisi olan Taifli genç (30) Haccac'a Arabistan valiliği verildi. Haccac, otoritesini kuvvetlendirmeye devam etti ve daha sonraki iki yıl içerisinde bölgeyi pasifize ederek, tamamen Şam'ın kontrolü altına girmesini sağladı.
Böylece, 680'de Yezid'in tahta çıkışıyla başlamış olan İkinci İç Savaş felaketlerle dolu olan 12 yıl sonra bitti. Birinci İç Savaşı Halife Hz. Osman'a karşı, 656'daki ayaklanmayla başlayıp, Halife Hz. Ali'nin 661'deki şahadetine kadar beş yıl sürmüştü. Bundan sonra Abdül Melik idaresine karşı ciddi bir başkaldırı olmadı ve Abdül Melik, İslam dünyasının karşı gelinmeyen hükümdarı oldu. Daha sonraları dört oğlunun, el-Velid (h. 705-15), Süleyman (h. 715-17), II. Yezid (h. 720-4) ve Hişam'ın (h. 724-43) halife olmasından dolayı “Kralların Babası” olarak tanındı.
Arabistan'ı tamamen yıldıran Haccac bin Yusuf, Ocakta, Emeviler için devamlı bir baş ağrısı kaynağı haline gelen Şiiler ve Haricilerin bulunduğu, imparatorluğun en karışık bölgesi olan Irak'a tayin edildi. Medine'den sadece 12 adamıyla yola çıkıp, Arabistan Çölünü hızlı bir şekilde geçerek, hiç beklenmedik bir anda, bir deveci kılığına girmiş olarak, Kufe'nin büyük camisine ulaştı. Burada, yüzündeki peçeyi açtı ve kendisinden önce Ziyad bin Ebihi'nin yaptığı gibi (662), minbere çıkarak, hangi bölgeden olursa olsun, Emevilere karşı gelen her unsura karşı mümkün olan en şiddetli tedbiri uygulayacağına söz verdiği, çok tehditkar bir konuşma yaptı. Ve yine, Ziyad'ın da yaptığı gibi, sözünü tuttu. Emevi davasına körü körüne bağlılığı onu, bölgede düzeni sağlamak için, ne kadar merhametsizce olursa olsun, her türlü önlemi almaya itti. Bu açıdan, kendisinden önce gelen ve aynı kabileden olan Taifli[36] Ziyad bin Ebihi ile kuvvetli bir benzerlikleri vardı. Ve yine Ziyad gibi, ona da imparatorluğun Doğu yarısının tam yetkili genel valiliği verildi. Aynı destek ve güveni Abdül Melik'ten sonra, Halefi el-Velid'den (h. 705-15) de almaya devam etti ve 714'te 52 yaşında ölünceye kadar bu görevine devam etti.
Fethedilen ve kendilerinden istenen vergileri zamanında ve tam olarak ödeyen bölgelerdeki eski idari sistemi, elemanları ve işlemleriyle, bozmadan korumak, Müslümanların resmi politikasıydı. Mesela, 60 yıllık Arap hakimiyetinden sonra bile, kamu harcamaları Suriye'de Rumca, İran ve Irak'ta Pehlevi dilinde kaydediliyordu. İmparatorluğun birliğini sağladıktan sonra, Halife Abdül Melik dikkatini sivil yönetimin akış çizgisine çevirdi.
Şam'daki hükümet, gelirler ve finansman, ordu, hükümetin yazışmaları, posta servisi ve adli işlerle ilgilenen beş divan, ya da sekreterlik, temeline göre teşkilatlanmıştı. Hükümetin bölümlerinden ilk üçü -her ne kadar gelişmiş bir şekilde olmasa da- Raşid Halifeler, özellikle de Hz. Ömer (h. 634-44) döneminden beri vardı; diğer ikisi ise ilk defa I. Muaviye (h. 661-80) tarafından kurulmuştu, fakat artık yeniden, daha iyi bir şekilde teşkilatlanıyordu. 696'da Arapça, İslam Devletinin resmi idari dili olarak ilan edildi; bunu ilk kabul eden Irak oldu ve Irak'ı Suriye (700) ve Mısır (705) takip etti.
Bizanslılar, para birimi olarak, altından olan 'solidus'u kullanırken, İranlıların mali sisteminde gümüş 'dirhem' geçerliydi. İslami idarede, her iki para birimi de geçerliliğini korumaya devam etti. I. Muaviye bunların üzerine bazı Kur'ani ifadeler koyarak değiştirme işlemini yavaş yavaş başlatmıştı, fakat ciddi değişiklik 696’da Abdül Melik tarafından yapıldı. Yeni paraların üzerinde artık sadece Arapça ve İslami yazılar vardı; bunlar da yine altın 'dinar' (yaklaşık 4 gr. ağırlığında) ve gümüş 'dirhem'di. Şam'da bir darphane kuruldu (693), imparatorluğun tümünde sadece Arap parasının tedavüle girmesi, bir kaç yıl aldı. Abdül Melik zamanında 1 dinar, 10 dirhem iken daha sonraları 12, hatta daha fazla oldu; cari kur, farklı zamanlara ve bölgelere göre değişen piyasa dalgalanmalarına paralel değişiklikler gösterdi.
Vergileri toplamak ve toplanan geliri idare etmek için etkili bir sistem kuruldu. Halen, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından konulan ve Hz. Ömer (h. 634-44) tarafından ıslah edilen üç türlü vergi vardı. Bunlar;
(i) Fakirler için vergi (Zekat): Belli bir asgari limitin üzerinde mal ve mülke sahip olan Müslümanlardan alınıyor, ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyordu. Bu, İslam inancının temel şartlarından birisidir.
(ii) Toprak vergisi: Toprağı işleyen herkesin vermesi gerekiyordu; gayri müsümlerin verdiği oran, Müslümanlarınkinden daha çoktu.
(iii) Kelle vergisi: Hristiyanlar, Yahudiler ve Mecusiler gibi kendilerine, can ve mal emniyeti ve ibadet hürriyeti konusunda eman verilen bazı dinlerin mensubu yetişkin, erkek gayri müslimlerden toplanıyordu: Eğer bağımsız bir gelirleri yoksa kadınlar, çocuklar, yaşlılar, hastalar, keşişler ve köleler bu vergiden muaftılar.
Devletin diğer gelir kaynakları, savaşlarda elde edilen ganimetin beşte biri ve savaşarak fethedilmiş olan yerlerden alınan cizyelerdi.
Abdul Melik ile Abdullah bin Zübeyr arasındaki savaşlar sırasında, Hariciler kuvvet kazanmışlar ve Irak'ın bütünlüğünü yeniden tehdit etmeye başlamışlardı. Bu aşırı fanatikler “Allah'tan başka hükümdar yoktur” sloganıyla, fikirlerini kabul etmeyen herkesin kafir olduğuna ve öldürülebileceğine inanarak, ülkenin her tarafında terör ve felaket havası estiriyorlardı. Bu ana kadar, Haricilerin aşırı görüşlerinin cezbettiği, tatminsizlik içindeki pek çok insan bunların saflarına katılmıştı. Yıllarca süren savaştan sonra, Haccac bunları, ancak Suriye'deki Halife'nin acil yardım kuvveti göndermesinden sonra, 696'de yenebildi. Liderleri Şebib yenildi ve Dünceyl Nehrinde (bugün Karun Nehri, İran) 696'da (veya 697'de), boğuldu. Haricilerin bastırılması ve Irak'ın bunların vahşiliklerinden kurtarılması, Haccac'ın kararlılığı ve enerjisi sayesinde gerçekleşti.
698 Kayrevan’ın Araplar Tarafından Tekrar Ele Geçirilmesi; Bizanslılar’ın Kuzey Afrika’dan Çıkarılması; Tunus Şehrinin Kurulması
Ukba bin Nafi, 670 yılında; Bizanslılardan kuzey Afrika'yı almış ve Mısır'ın Batısındaki bölgede üs olarak kullanmak maksadıyla, Kayrevan şehrini kurmuştu. Fakat bölgede yaşayan Berberileri pasifize edememiş ve sonunda, 683'te öldürülmüştü; Berberiler topraklarını tekrar kazanmıştı. O zamandan beri bölgeyi tekrar ele geçirmek amacıyla, pek çok teşebbüste bulunulmuş, fakat çok kuvvetli bir ırkın karşısında olan Araplar'ın zaferleri pahalıya patlamış ve kısa ömürlü olmuştu.
Artık Halife Abdül Melik gücünün zirvesinde bulunuyordu ve kuvvetlerini Batıya, bu bölgeye doğru yöneltmişti. Hasan bin Numan komutasındaki Araplar, aynı anda hem Atlas'taki Berberilere, hem de kıyıdaki kalelerinde bulunan Romalılara karşı gerçekleştirdikleri bir dizi cesur operasyonla Kayrevan'daki üssü yeniden ele geçirdiler. Hasan, dünyanın en büyük şehirlerinden birisi olan Kartaca'ya hücum ederek aldı ve Kartacalılarla aralarındaki III. Pön savaşında (M.Ö. 149-6) Romalıların yaptıkları gibi, şehri yerle bir etti. Başkentlerinin düşmesiyle, Roma ordusundan kalanlar kalelerini terk ederek ülkeden ayrıldılar. Bu, Bizanslıların Afrika'daki kalelerinden son çıkışları oldu.
698'de Hasan, bu antik şehri, bulunduğu yerin 10 mil Güney Batısına Tunus adında yeni bir şehir olarak, tekrar kurdu. Şehir burada, Akdeniz'de kuvvetli bir donanmaya sahip olan Romalılar'ın saldırılarına daha az maruz kalacaktı.
Romalılar, 698'de, Hasan bin Numan komutasındaki bir ordu tarafından Kuzey Afrika'dan çıkarılmış ve Araplar artık sadece bölgenin yerlisi olan Berberilerle karşı karşıya kalmışlardı. Fakat durum her iki tarafta da değişti. Atlas'taki yabani bir Berberi kabilesi olan Zenata, Kahine veya peygamber olarak bilinen cesur ve kahraman bir kadının liderliğini kabul etti. Bu kadının tabiatüstü vasıflara sahip olduğu sanılıyordu ve halkı kendisine kayıtsız şartsız itaat ediyordu. Öbür taraftan Araplar da, Halifenin gönderdiği ve yine bölgedeki seferler hakkında tecrübeli bir komutan olan Hasan bin Numan'ın emrine verilen bir ordu tarafından, sıkı bir şekilde destekleniyorlardı. Başlangıçta Kahine, saldırganları bölgesinden çıkararak önemli bir başarı elde etmişti, fakat yeni orduyla savaşmayı göze alamadı. Hasan'ın ilerlemesini önlemek ve onu asıl cezbeden şey olan, kendi elinde bulunan şehirlerin zenginliğinden mahrum etmek için verdiği çılgınca bir kararla, emri altında bulunan bütün ülkenin harabeye çevrilmesini emretti. Kartaca'nın 80 mil Batısında, Tabarka denilen bir kıyı bölgesinde, şiddetli bir savaş oldu ve Kahine yenilerek, öldürüldü. Bu dişi Berberi aslanının taraflarının yaptığı tahribat ve vahşilik hiç bir işe yaramadı; hatta Hasan, her şeyi yıkma siyasetinden dolayı sıkıntı çeken, bir zamanların zengin şehirlerinin halkı, Hasan'ı bir kurtarıcı olarak selamladı ve onun ustaca siyaseti sayesinde, kalan Rumların direniş hareketine karşı birleşti. Böylece, peşpeşe zaferler ve yenilgilerle geçen 30 yıldan sonra, Berberiler pasifize edildiler.
İmparatorluğun Doğu bölgesinde, Haccac bin Yusuf, bütün önemli başkaldırıları bastırmıştı ve artık idaresini güçlendirme vaktinin geldiğini düşünmeye başlamıştı. 702'de, imparatorluğun en karışık iki şehri olan Küfe ve Basra arasına, Vasat (yol ortası anlamında) bir şehir kurdu ve daha sonra, henüz 52 yaşındayken öldüğü 714 Haziranına kadar imparatorluğun bütün Doğu bölgesini kontrolü altında tuttuğu bu stratejik şehri, kendi üssü haline getirdi.
Ayrıca dikkatini, bir zamanların zengin vilayeti, fakat geçen 20 yıllık iç savaş sırasında mahvolan Irak'taki sivil meselelere yöneltti. Daha sonraki dönemlerde, bu vazifeyi kendine has bir gayretle üstlendi ve aynı ölçüde başarılı oldu. Bu bereketli bölgede, pek çok yeni kanal açtırarak ve Fırat ile Dicle arasındaki eski kanalı tamir ettirerek, sulama sistemini geliştirdi. Fırat'tan Dicle'ye akan bu kanallar ağı, ayrıca Suriye ile Irak arasında mal taşımada da kullanılıyordu; hatta bu ağ sayesinde Suriye ve Irak'ın çeşitli bölgelerini, İran Körfez yoluyla Hindistan'a bağlayan deniz yollarını da açtı.
Yaklaşık 705'te, Kuzey Afrika'da Hasan bin Numan'ın yerine, iyi bir asker ve aynı derecede iyi bir siyasetçi olma vasıflarını üstünde taşıyan Musabın Nuseyr getirildi. Bölgeye imparatorluk tarafından tam bir vilayet statüsü verildi -o zamana kadar Mısır vilayetinin bir parçası olarak kalmıştı. Kayrevan, başkent oldu ve Musa burada hükümetini kurdu. Daha önce, bu bölgenin valileri sadece Mısır valisinin astıydı. Bu gönül alıcı davranışla, Musa, bölge halkının güvenini kazanmayı başardı ve bütün Berberi ırkı Müslüman oldu. 683'te elden çıkan Kuzey Afrika, Atlantik kıyılarına kadar Müslümanların idaresine girdi. İstisna olan tek yer, bir Rum kolonisi olan ve bölgeyi, Roma İmparatoru adına, İspanya kralı Kont Jülyen'in elinde bulundurduğu Ceuta idi, fakat Akdeniz'in Batısındaki adalar İslam dünyasına bağlanmıştı. Fas, daha sonra 711'de, Avrupa'ya bir akın başlatmak için, bir atlama tahtası olarak kullanıldı.
Böylece, kuzey Afrika'da, sırasıyla, Fenikeliler, Romalılar, Vandallar ve yine Romalılar'ın uzun istilalarından sonra sıra Arapların etkisine gelmişti. Romalılar bölgeyi, 427'de İspanya'dan Afrika'ya geçip, 439'da başkent Kartaca'yı alan, Kuzey Avrupa'nın barbar bir kabilesi olan Vandallar'dan 553'te geri almışlardı. Fakat bütün bunlar olurken, İç bölgelerdeki Berberiler, Atlas Dağları ve çevresinde fiilen bağımsız kalmayı başarmışlardı. Bu putperest göçebeler sadece ilk defa yabancı gücün, boyunduruğu altına girmekle kalmadılar; zamanla monoteist oldular.[37] Zamanın akışıyla, bu inanılmaz derecede katı ırk, Araplardan daha heyecanlı İslam tebliğcileri oldular ve Afrika ve İspanya'daki pek çok fetihte önemli bir rol oynadılar.
Abdül Melikin 60 yaşında ölmesi üzerine (Ekim), yerine, onun zamanında elde edilen zenginlik ve istikrar avantajını kullanan oğlu el-Velid (h. 705-15) halife oldu. El-Velid, hem askeri, hem sivil alandaki başarılara yenilerini ekleyerek, çok zeki olan babasından sonra halifeliği hak ettiğini İspatladı, ilk Avrupa devleti -İspanya-; onun zamanında fethedilerek İslam dünyasına katıldı. İmparatorluğun, geleneksel olarak en karışık bölgesi olan Irak'ta, vali olarak eski ve sadık adamları Haccac bin Yusuf'u bıraktı ve babasının da yaptığı gibi, ona tam destek verdi. Haccac, sonunda imparatorluğun Doğu yarısının kontrolünü tamamen eline geçirerek, hükümdarlığının huzurunu ve düzenini korudu. Ayrıca, Doğuya doğru önemli ölçüde bir genişleme oldu. Hindistan'a ilk sefer düzenlendi ve Batıda küçük bir bölümü Müslümanların idaresine girdi. Belh, Buhara, Semerkand, Harezm ve Fergana'nın da dahil olduğu Maveraünnehir bölgesinin fethi tamamlandı ve böylece Arap İmparatorluğu Semerkant'tan Tuleytula'ya kadar yayıldı. Maveraünnehir'e ulaşan Doğu sınırlarıyla, Araplar İlk defa yeni bir kültür ve ırkla, Moğollarla temasa geçti. Bu barbarlar, daha sonra İslam tarihinde yıkıcı bir rol oynadılar.
El-Velid dönemi, huzur ve bereket dolu geçti. Bu dönemde, okullar, imarethaneler ve hastaneler gibi pek çok kamu hizmeti binası ve çok güzel ibadet yerleri inşa edildi. El-Velid, yeğeni ve daha sonra halife olan Ömer bin Abdül Aziz'i Arabistan'a vali tayin etti ve Ömer bin Abdülaziz burada, Medine'deki Peygamber Mescidi'ni genişletti, ayrıca hacılar için, mukaddes şehirler Mekke ve Medine'de pek çok yenilikler yaptı.
Mimari için büyük bir velinimet olan el-Velid (kendisi de daha önce putperestlerin tapınağı Jüpiter'in yerine yapılan) Aziz John the Baplist katedralinin yanına Büyük Şam Camii'nin (daha sonraları Emeviler Camii olarak bilinen) inşaatını başlattı. Bu inşaat tamamlandıktan sonra, sadece başkente yakışan muhteşem bir ibadethane değil, ayrıca, özellikle bu amaçla yapılmış olan ve Halifenin bulunduğu resmi toplantılarda kullanılan fevkalade bir salon olarak da hizmet gördü. Bu cami, yeni bir geleneği başlatan en büyük klasik cami olarak kabul edilir.
711 yılı, hem Doğuda, hem Batıda, Arap gücü ve yayılmasının en yüksek noktasına ulaştığı zamandır. Batıda, çoğunluğu Berberilerden oluşan ve Berberi bir komutan olan Tarık bin Ziyad'ın komuta ettiği 12.000 kişilik İslam ordusu, tarihi önem taşıyan bir adım atarak, denizi geçip, Nisanda, Avrupa'nın en Güneydeki ucu' olan Cebel-i Tarık'ın[38] inanılmaz derecede dik olan kayalıklarının dibinde kıyıya çıktılar. Tarık, Bizanslılardan kalanları başarılı bir şekilde Kartaca'nın Batısındaki kıyılardan çıkaran ve İslami idareyi Atlantik kıyılarına kadar iyice yerleştiren; Kuzey Afrika'nın meşhur valisi Musa bin Numayr'ın azatlısı idi. Kayalıkları, bir üs olarak hizmet verebilecek şekilde tahkim ettikten sonra, İspanya'nın (Araplar arasında Endülüs[39] olarak bilinir.) ana karasına bir saldırı başlattı. İspanya, 531'den beri Vizigotlar'ın (Batı Gotlar-Alman ırkından) idaresindeydi. O sıralarda, Kral Roderik ülkenin kuzeyinde idi ve bu, fetih ordusuna yakın olan el-Cezire(tü'l-Madra) bölgesinde yerleşmede zaman kazandırdı. Kral Roderik, bunların gelişini haber alınca, Müslümanlarla karşılaşmak için Güneye yürüdü, fakat 25.000 kişilik ordusu Barbate Bekke Nehri (bugünkü Salado) kıyılarında tamamen bozguna uğradı ve kralın kendisi de, ya savaşta, ya da uzun bir süre geçmeden öldürüldü. Bu olay, halk arasında mevcut olan geniş çaptaki huzursuzluk ve yoksulluk haricinde, hanedanlık içinde de zaten ihtilafları olan Gotik Krallığın düzenli direnişinin tamamen çökmesine, sebep oldu. İslam Devleti'nin yayıldığı sıralardaki iki önemli olayda -Suriye'deki Yermük ve İran'daki Nihavende- da olduğu gibi, fatihler artık sadece şehirlerin münferit direnişleriyle uğraşacaklardı.
Bu anlık zaferiyle cesareti artan ve başsız bıraktığı düşmanını paniğe sokan Tarık, kraliyet ordusuna aman vermeyerek, bu fırsatı sonuna kadar değerlendirdi. Sadece 9.000 kişiyle -geri kalan küçük kuvvet Kurtuba (Cordova), (Archidona), ve Elbire (Elvira)[40]'yi ele geçirmekle görevlendirilmişti- bilinmeyen bir dağ silsilesinden geçilerek 250 mil kadar Kuzey'de bulunan Gotların başkenti Tuleytula'ya (Toledo) yürüdü. Her ne kadar bu hareketi çok tehlikeli idiyse de, şehri tam bir kargaşa içinde bulup kolayca fethetmesi, sonuçta, bu kararın ne kadar isabetli olduğunu ispatlamıştır. Ondan sonrası şehirler bir biri ardına kolay bir yem oldular; Tarık, eski bir krallığı bir kaç ay içerisinde çökertti.
İber Yarımadasının büyük bir bölümü iki yıl İçerisinde ele geçirildi. Bu fetih, Avrupa'nın bir parçasında yedi asırlık bir Arap hükümdarlığı sağladı.
Tarık, Batıda İspanya'yı fethederken, Irak valisi Haccac bin Yusuf'un yeğeni ve damadı olan Muhammed bin Kasım komutasında karadan bir ordu, İran'ın Güneyinden ve Bekişistan'dan (zaten Müslümanların elinde) geçerek, 711'de aşağı İndus Vadisine saldırdı. Deybul (bugün Karaçi) limanı ve Nirun (bugün Haydarabad şehri) Müslümanların eline geçti. Bunların her ikisinde de Budist tapınakları vardı. Kasım, Sind'in Brahman, racası Dehir'i yenerek Sind'i fethetti ve iki yıl sonra (713) Güney Pencab'daki Multan'a kadar ulaştı; bu bölge bugünkü Pakistan'ın bir bölümünü oluşturmaktadır.
Arap imparatorluğunun en uzak Doğudaki bu uç sınır, Gazneli Sultan Mahmud (h. 998-1030) Afganistan'dan bir dizi yeni sefer başlatıncaya kadar, üç asır kadar bir zaman tekrar bu kadar çok sayıda Müslüman görmedi.
Zalim İmparator II. Jüstinyen (h. 705-11)[41] öldürüldü ve Bizans imparatorluğu bir defa daha karıştı. Bunu, İzoryan III. Leo, 716'da tahta çıkarak tekrar birlik ve düzeni sağlayıncaya kadar, beş yıl içerisinde ard arda üç kralın (Filip, II. Anastas, III. Teodosiyus) tahta çıkması izledi. Bu kargaşa döneminde, Halife el-Velid, kardeşi Mesleme'yi, Anadolu'daki güçlerini kırmak için, Bizans'ın üstüne gitmeye cesaretlendirdi. Bunun sonucunda da, başarısızlıkla biten 716-7'deki meşhur Konstantiniye kuşatması gerçekleşti.
Tarık bin Ziyad'm şaşırtıcı başarısının haberi, başkent Kayrevan'daki emiri Musa bin Nusayr'a ulaştığında, Musa, kendisi de İspanya'ya gitmeye karar verdi. Haziran 712'de, bu defa çoğunluğu Araplardan oluşan, 18.000 kişilik bir orduyla (bazı kaynaklara göre, 10.000) El-Cezire'ye ulaştı ve Tarık'dan bağımsız olarak, kendi seferini başlattı. Daha çok Tarık'ın saldırmadığı, mesela Medina Sidonia, Carmona, Alcala de Guadeira ve İşbiliye (Seville) gibi, kaleler üzerinde yoğunlaşarak, kuzeye doğru, fakat Tarık'ın geçtiği yerlerden biraz daha Batıda, ilerledi. İşbiliye, en büyük şehir olmasının haricinde, Romalıların eski İspanya başkenti ve büyük bir ilim merkeziydi. En şiddetli direnişi, bir kaç aylık muhasara ve çok sayıda can kaybından sonra ele geçirilebilen, antik Roma kolonisi Merida gösterdi. Musa daha sonra, 713'de İslami fetihlerin turunu tamamlayarak, komutanı Tarık'la buluştuğu ve emirlerini çiğneyerek, seferine kendi otoritesinden bağımsız bir şekilde devam ettiği için, askerlerin önünde azarladığı Tuleytula'ya (Toledo) doğru ilerledi. Fakat bu azarlamaya rağmen, İspanya'nın fethi devam etti.
Genel olarak, Musa'nın bu davranışının, eski kölesinin hayret edilecek başarılarından dolayı önemsiz bir kıskançlıktan öte bir şey olmadığını iddia eden bazı tarihçiler vardır. Fakat daha önce kendi bölgesi olan Kuzey Afrika'da olan olaya bakarak, gerçekten askeri ve siyasi destek sağlama ihtiyacı hissettiği söylenebilir. Mükemmel ve cesur bir asker olan Ukba bin Nafi, sahil şeridinden, yoluna çıkan her engeli yok ederek, atının, Ağadır'ın kuzeyinde '(Atlantik) Okyanus(un)un dalgaları' karşısında mecburen durduğu, Mısır'dan 1500 mile yakın bir uzaklıkta bulunan yerlere kadar uzanmıştı. Fakat bütün bunlar sadece saf İslam gayreti ile yapıldığından ve daha sonra pekiştirilmediğinden, Arapların bu bölgedeki durumu tehlikeye girmişti. 683'te Ukba, tuzağa düşürülerek öldürüldükten kısa bir süre sonra askerleri bölgeden çıkarılmış ve Arap sınırları Barka'ya geri çekilmişti.
Müslümanların fetihleri, doğu sınırlarında da olağan üstüydü. İrak'ın genel valisi Haccac bin Yusuf 704'te, Kuteybe bin Müslim'i, Merv'i başkent yaparak Horasan valiliğine tayin etmişti. Önemli bir asker ve diplomat olan Kuteybe, atandığı günden beri, o zamana kadar hiç bilinmeyen Orta Asya'da ilerliyordu. Ordusunun çekirdeğini, 670'de Irak'tan bu uzak vilayete sürülen kabilelerden olan Arap kökenliler oluşturuyordu. Fakat Kuteybe, büyük çoğunluğu Müslüman olan İranlılarla Türkler arasındaki eski düşmanlığı da kullanıyordu; eskiden beri İran/Turan, yani Farsça konuşanlarla, Türkçe konuşanlar arasındaki sınırı Öküz Nehri oluşturmaktaydı. Bu yolla, bölgedeki İran halkından ordusuna önemli sayıda Mevaliyi (Arap olmayan Müslüman) de katmayı başarmıştı.
Maveraünnehir, Çin ile özellikle Çin ipeği ithalinde, yapılan karlı ticari bağları olan, önemli bir ticaret bölgesiydi. Ayrıca toprakları da çok verimliydi. Kuteybe bir dizi başarılı Sefer başlatmış ve ırmağın (Öküz Irmağı) ötesindeki ülkede: Belh (705), Buhara (706-9) ve Semerkand ile Harezm (bugün Özbekistan'daki Kiev) (710-2) gibi şehirleri alarak, Müslümanlar için ayak basacak sağlam ve kalıcı bir yer edinmişti.
Maveraünnehir'in kontrolünü eline geçiren Kuteybe, Kuzey Doğu'ya doğru iyice ilerledi. Jakarta'dan (bugünkü Sir-i Derya) sulanan verimli vadilere sahip Fergana'yı aldı (712) ve ırmağı geçerek Şeş'i (bugünkü Taşkent/Özbekistan) fethetti. Bir sonraki yıl, Çin sınırında bir şehir olan Kaşgar'a bile saldırdı. Hatta buradan Çin hükümdarına bir elçi göndererek teslim olmasını istedi, fakat elçi iyi bir felsefi espri ile geri çevrildi.
Bu Emeviler dönemindeki yayılmanın Doğudaki zirvesi oldu ve sanki Müslümanlar, coğrafi ve etnik faktörlerin koyduğu sınırlara ulaşmışlar gibi görüldü. İspanya'da gerçekleşen kolay fetihe kıyasla, Orta Asya'daki savaşlar çok uzun ve şiddetli oldu. Fakat İslam'ın bu bölgede yayılmasındaki başarı kalıcı oldu. Bu savaşlar, imparatorluğu yeni bir ırk ve yeni bir din -Moğollar ve Budizm- ile karşı karşıya getirdi. Belh, Buhara ve Semerkand şehirlerinde, fatihler tarafından yıkılan ateşperest tapınakları olduğu gibi, Budist manastırları da vardı. Özellikle Halife II. Ömer zamanında (h. 717-20), Arap olmayan Müslümanlar için vergilendirme sistemi getirildiğinde, bölge halkından olan, İranlılar ve Türkler arasında İslam'ı benimseyenlerin sayısı arttı.
Bu yeni mühtediîerden büyük bir kısmı Horasan'daki Arap ordusuna katıldı ve bunlar daha sonra hem Emevilerin yıkılmasında (750), hem de İslam tarihinde önemli bir rol oynayacaklardı. Buhara ve Semerkand İslami ilim ve kültür hayatının büyük merkezlerinden olma bahtlılığına eriştiler. Daha sonraki asırlarda, İslam dini, bu kuvvetli merkez aracılığıyla, Çin topraklarında bile yayılacaktı. Bugün bile Çin'de 10 milyondan fazla Müslüman olduğu tahmin edilmektedir.
714'te, hem Musa bin Nusayr, hem de Tarık bin Ziyad, halen İspanya'nın Cıllikiye (Galicia) bölgesinin kuzeyindeki dağlık bölgelerde, çetin bir şekilde seferlerini sürdürürlerken, çok uzakta, Şam'da, bulunan Halife'nin kendisine fetihler hakkında rapor vermelerini bildirdiği, kesin emirler aldılar. Musa, bölge valisi olmasından dolayı, Halife'den başka kimseye doğrudan bir sorumluluğu yoktu. İşin ilginç yanı, bir önceki yıl, memuru olan Tarık'ı sert bir şekilde azarlamasına sebep olan kabahati aynıyla şimdi kendi işliyor, amirinden bağımsız olarak hareket ediyordu. Yeni kazanılan bölgeyi, ikinci oğlu Abdül Aziz'in emrine bırakarak, Tarık'la birlikte, Berberi liderleri, saray mücevherleriyle yüklü Got prensleri, savaş esirleri ve İspanya'nın antik şehirlerinde elde edilen ganimetlerin oluşturduğu muazzam bir - hazineyi taşıyan kölelerden oluşan uzun bir konvoyun refakatinde, Afrika, Mısır ve Filistin üzerinden, uzun bir kara yolculuğu yaptı. Musa, 715 Şubatında, zafer alayının başında Suriye'ye ulaştığında, Halife el-Velid ölüm döşeğinde yatıyordu. Kısa bir süre sonra, el-Velid'in haşin ve kindar kardeşi Süleyman (h. 715-7) halifeliği üstlendi, fakat ancak babası ve kardeşinin parlaklığı yanında ancak zayıf bir gölge olarak kaldı. Büyük başarıları alkışlamak yerine, fazla güçlü ve potansiyel tehlike olarak gördüğü kahramana aşağılayıcı davrandı. Aslında, Musa, neredeyse bağlı olduğu Haüfeninki kadar büyük bir bölgenin kontrolünü elinde tuttuğundan, gerçekten güçlenmişti, fakat Şam'dan bağımsızlığını açıklamak gibi bir fikri de yoktu; hatta Fransa, İtalya ve Yunanistan'dan oluşan bütün Hristiyan Avrupa'yı fethetmek için büyük fakat ciddi bir plan hazırladığı da sanılıyordu. Mamaafih, daha Şam'da iken, iki fatih gözden düşmüş olarak görevlerinden alındılar ve hayatlarının geri kalanını muallakta bekleyerek geçirdiler.
Doğuda, kudretli genel vali Haccac bin Yusuf, 714'te ölmüştü ve Süleyman'ın kini, Hindistan'ın ilk fatihi olan, Haccac'ın himayesindeki Muhammed bin Kasım ve Maveraünnehir fatihi Kuteybe bin Müslim'e düştü, Muhammed, komutanlıktan el çekmek zorunda bırakıldı ve çeşitli kabahatlerle suçlanarak idam edildi. Kuteybe de, azledileceğini sezerek, üssü durumundaki Merv'de başarısız bir isyan örgütledi ve dolaylı olarak, aynı akibete uğradı.
Yeni Halifenin, en güzide komutanları aynı zamanda böyle anlamsız bir şekilde idam etmesi, imparatorluğun geleceği üzerinde yıkıcı ve telafisi zor bir etki bıraktı. Bu hareketlerin altında yatan sebep iki yönlüydü; Süleyman'ın, imparatorluk içerisinde kuvvetli adamların olmasından korkması ve hiç sevmediği selefi ve kardeşi el-Velid'i destekleyen insanlara duyduğu kin. Fakat bu olaylar, imparatorluğun her yerindeki Müslüman komutan ve valilerin, korkunç ve despot bir halifenin ellerinde başlarına gelebilecekleri görmelerini sağlayan uğursuz bir ikaz görevi yaptı. Böylece de, Şam ile bu geniş devletin dış bölgelerindeki vilayetler arasında, bir güvensizlik ve sadakatsizlik atmosferi doğurdu.
İspanya'da Abdül Aziz, İşbiliye'deki (Seville) hükümet merkezinden, daha önce babası ve Tarık bin Ziyad tarafından fethedilen bölgeleri pekiştirmeye devam etti. Her ne kadar Müslümanlar en iyi iki komutanlarından mahrum bırakılmış da olsalar, Batı'da Portekiz'e (bugünkü devlet), Doğu İspanya'ya (Malaga-Malaka'yı alarak), Kuzeyde de Pirenelere yeni bir taarruz başattılar. Abdul Aziz’in siyaseti de, babasınınki gibi, fethedilen bölgelerdeki insanlara karşı tolerans ve barış göstermekti. Fakat o da uzun süre yaşamadı. Şam'daki Halife Süleyman, onun da sadakatinden şüpheye düştü ve güçlü memurları karşısındaki o kendine has korkuyla, Mart 716'da, İşbiliye (Seville) yakınlarında, Abdül Aziz'i öldürttü.
756'da, Abdurrahman tarafından Emevilerin yeni bir kolunun kurulmasına kadar geçen 40 yıl, Arap İspanya'sında bir kargaşa dönemi oldu. Önce, iki fatihle birlikte gelen Araplarla Berberiler arasında, daha sonra ise, Güneyli ve Kuzeyli Arap Kabileleri -Himyeriler ve Mudariler- arasındaki eski kabilevi düşmanlığın devamı olarak, şiddetli anlaşmazlıklar çıktı.
Süleyman'ın 2,5 yıl süren kısa hükümdarlığı sırasındaki en önemli askeri olay, tam bir yıl (716-7) süren ve başarısız olan, Konstantiniye kuşatmasıydı. Halife'nin kardeşlerinden birisi ve mükemmel bir asker olan Mesleme bin Abdül Melik'in komutasında, 1.800 geminin refakat ettiği bu büyük sefere 80.000 kişi katıldı. Fakat imparatorluk başkenti, Arafların elinde bulunan teçhizata kıyasla, çok iyi tahkim edilmişti. Ayrıca, Bizans tahtı, din düşmanlarını yenmek için Kiliseden de büyük bir destek alan, korkusuz bir komutan ve müthiş bir örgütçü olan İzoryan III. Leo'nun (h. 717-41 ve İzoryan hanedanlığının kurucusu) eline geçmişti. Müslümanlar önemli kayıplar vermişlerdi ve fevkalade ağır kış şartlarında şiddetli savaş sürerken, Süleyman Şam'da öldü. Bizans'ın koruyucu dahisi “İkinci Roma”yı yine kurtardı.[42]
Süleyman, her ne kadar, arkasında çok sayıda oğul ve kardeş bıraktıysa da, veliaht olarak, kuşatmanın kaldırılarak, ordunun Suriye'ye dönmesini emreden, yeğeni Ömer (II) bin Abdül Aziz'i (h. 717-20) göstermişti. Her ne kadar daha sonra, sınırlarda hafif çarpışmalar sürdüyse de, bu, Emevilerin Bizans'a yaptıkları en son büyük sefer oldu.
Fetihlerin ilk günlerinde, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi korunan belli dinlere mensup reaya'nın (bunlara “Zımmiler” denirdi), can ve mallarının korunması karşılığı (zimmet/koruma), ilk defa Hz. Peygamber tarafından konulan, bir kelle vergisi ödemeleri emredildi. Bunlara, kendi liderleri ve dini kurallarıyla yönetilen yerel bir otonomi kurmaları izni verildi.[43] Topluluklarının vergilerini, Müslüman valiye ödeme sorumluluğu, dini liderlere verilmişti. Fakat bunlar İslam'ı kabul ederlerse, kelle vergisi ödeme mecburiyetleri kalkıyor ve bunlar da sadece, bütün Müslümanların ödemek mecburiyetinde olduğu vergileri ödüyorlardı. Bu kural devlet idaresi, hem büyüklüğü hem de tarzı ile, mütevazi olduğu sürece çok iyi işledi.[44] Fakat o günlerden sonra, bu olay bütünüyle değişti. Halifeler, bütün şatafatıyla, imparatorların hayat tarzını benimsemişlerdi ve artık basit bir çöl insanı gibi yaşamıyorlardı. Yönetilecek dev gibi bir devlet ve Hindistan sınırlarından, Atlantik kıyılarına kadar, bakılacak düzenli bir ordu vardı. Ayrıca, İranlılar, Mısırlılar, Berberiler gibi çok sayıda ırkın yaşadığı yerler fethedilmişti ve Arap olmayan Müslümanların sayısı hızla artmaktaydı. Sayıca Araplardan bir kaç kat daha fazla olan bu yeni Müslüman sınıfı, Mevali (tekili Mevla) olarak biliniyordu. Çünkü bunlar, Arap kabilelerinin müvekkilleri olmak zorundaydılar. Bu, imparatorluk için, derin ve uzun süreli olan, üstü örtülü ciddi bir problem oluşturdu; bu mühtediler (hidayete erenler), ya yeni dini durumlarıyla mütenasip olarak, ekstra vergilendirmeden muaf olacaklar, ki bu durumda ya hükümetin gelirleri kesin olarak iktisadi bunalıma götürecek şekilde düşecek, ya da bunlardan eski durumlarına göre vergi alınacak (daha yüksek) ve zaten bir çeşni olan halkın büyük bir bölümü arasında huzursuzluk tohumları ekilecekti. Hükümet, bahşettiği bazı muafiyetler haricinde, ikinci şıkkı tercih etti. Üstüne üstlük, Mevali, teorik olarak Araplarla eşit olduğu halde, bu eşitlik hiç bir zaman kabullenilmedi. Araplar, sosyal üstünlük ve düşük vergilerin tadını çıkararak bir idareciler aristokrasisi kurdular. Aslında, kelle vergisinden sadece Araplar muaftı, fakat devlete önemli hizmetlerde bulunan diğerleri de bu imtiyazı elde ediyordu. Bu, Arap kabilelerinden olmayan Müslümanlar arasında, büyük oranda bir kızgınlığa sebep oldu.
Mevali, özellikle Horasan ve kuzey Afrika vilayetlerinde, Araplarla birlikte savaşmış, fakat omuz omuza savaştıkları Arap arkadaşlarından daha az mükafat almışlardı. Arap ve Arap olmayan Müslümanlar arasındaki ayrım, hem sosyal yönden, hem de iktisadi yönden yapılıyor ve azınlıkta olan Araplar bir idareciler sınıfı oluşturuyordu. Böylece, reaya arasında ayrım yapılırken esas mikyas hala din olsa da, ayrıca bunların Arap olup olmadıkları sorusu da ekleniyordu. Bu, Emevi idaresi çerçevesinde en esaslı iç zaafiyetti ve onları nihai düşüşe götürdü (750). Bu adaletsiz sistem yüzünden, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde huzursuzluklar vardı ve Mevali, muhalefet hareketi, esas olarak da devamlı ivme kazanan Şiiler için değerli bir destek gurubu oluşturuyordu.
Medine'deki geleneksel dindar çevrede doğup, büyüyen Halife II. Ömer, mali sistemin bu kötü yapısını ve bunun uzun vadede İslam birliğine vereceği zararı farketti. Ayrıca, kendisini itham edenlere karşı koyacak cesareti de vardı ve Mevali'nin gönlünü yeniden kazanmak çabasıyla, idaresine, Arap olmayan Müslümanlarla Arap Müslümanların eşit olarak vergilendirdiği bir ıslahat yaparak başladı. Beklenildiği gibi, hükümet derhal mali sıkıntıya girdi. Aynı zamanda, daha çok sayıda gayri müslimin İslam'ı kabul etmesiyle, gelir iyice düştü. Ömer ayrıca, nüfusun Arap olmayan bölümüne daha çok sivil haklar da verdi.
Bir başka cepheden de, geçmişte devleti sık sık iç savaşa zorlayan, Şiilerle Emeviler arasındaki yaraların sarılması için de diplomatik adımlar attı. Muaviye tarafından Sıffin Savaşından sonra başlatılan ve o zamandan beri devam eden, Cuma namazlarında Hz. Ali bin Ebu Talib'e sövme geleneğini de kaldırdı. Hz. Ebu Bekir, 632'de vazifeye gelirken, Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ait olan bütün malların devlete aktarılacağını açıklamıştı. O zamandan beri, Fidek bahçesinin, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) kızı, Hz. Fâtıma'ya tevarüs ettirilmesine izin verilmemesi konusu, Alevilerle üzücü bir nokta olarak kalmıştı. II. Ömer, burayı, Hz. Ali'nin torunlarına verdi. Ayrıca, bir başka uzun meseleyle -Mudariler ve Himyeriler arasındaki çekişme- de ilgilendi. Bu iç kargaşayı kaldırmaya çalışırken, Arapların, bu, Güneyli ve Kuzeyli denilen iki kabilesi arasında tarafsız davrandı.
Bütün bu tedbirler, bir noktaya kadar, birleştirici bir tesir doğurdu. Fakat imparatorluğun parçalanması konusunda ciddi tehdit unsurları oluşturan, Arap olmayan mühtediler, özellikle de Doğuda İranlılar, Batıda ise Berberiler arasında büyüyen memnuniyetsizliği ortadan kaldırmak için yaptığı reformların devamlı olarak etkili bir şekilde yerleştirilmesine ömrü vefa etmedi. Neticede, ölümünden kısa bir süre sonra yaptığı bütün reformlar unutuldu ve idare, o vazifeye gelmeden önceki haline geri döndü. II. Ömer, ilk halifelerle kıyaslanabilecek bir dindarlığa sahipti, fakat yaptıkları sadece dindarlık özelliğiyle açıklamaz, çünkü sosyal konularda keskin bir basirete sahipti. Kısa süren idaresi, ayaklanma ve iç savaşlardan epeyce uzak oldu.
İspanya, İslam Devletinin bir parçası olduğu ve Kayravan'daki vali tarafından yönetildiği halde, fatihleri Tarık bin Ziyad ve Musa bin Nusayr'ın Şam'a geri çağırılarak, azledilmelerinden beri geçen 4 yıl boyunca kendi haline bırakılmıştı. Artık İspanya valisi Hurr bin Abdurrahman idi. Hem Berberi hem de Arap Müslümanlar, ilk defa onun komutasında, Pirenelerin Doğu ucundan ilerleyerek, Fransa'nın Güneyine geçtiler. Daha sonraları, Burgondes (Burgundu) ve Akitanya (Aquitaine)Ya kadar ilerleyecekleri akınlar için bir üs olarak kullanacakları Narbona'yı (Narbonne) ele geçirdiler.
Yerel idarenin merkezi İşbiliye'den (Seville), daha sonraları, Avrupa'da asırlar boyu önemli bir kültür ve eğitim merkezi olma talihine kavuşacak olan Kurtuba'ya (Cordova) taşındı. 756'dan sonra, İspanya'da Emevilerin bir başka kolunun hakim olmasıyla da bunların başkenti olarak, daha sonraki Müslüman idareciler tarafından çok güzel binalarla mamur hale getirildi.
Ömer (II) bin Abdül Aziz, sadece 2,5 yıllık bir hakimiyetten sonra, 39 yaşında iken öldü (Şubat). Abdül Melik'in oğullarından bir başkası ve önceki halifelerden el-Velid ve Süleyman'ın kardeşi, II. Yezid tahta çıktı. II. Yezid, aynı zamanda, I. Yezid'in kızı Atike ile olan evliliğinden dolayı, onun da damadıydı.
II. Yezid, zayıf ve önemsiz bir şahsiyete sahipti ve döneminde önemli bir şey kazanılmadı; hatta bunun yerine, olaylar imparatorluk ve Emeviler aleyhine, ciddi şekilde değişmeye başladı. Selefinin, vaziyeti kurtarmak için aldığı bütün önlemler, daha önceki haline döndü. Üstü kapalı bir şekilde varolan sosyal, iktisadi ve dini ayrımlara dayalı rahatsızlıklar güçlendiler ve artık içinde bulundukları imparatorluğun varlığını tehdit etmeye başladılar. Daha da kötüsü, Himyeri ve Mudari Araplar arasındaki eski düşmanlık artık Kuzey Afrika, İspanya ve hatta Fransa'deki harekat kuvvetlerinin ileri üslerine kadar yayılmıştı.
Müslümanlar Fransa'da katı bir direnişle karşılaşmaya başladılar ve Akitanya (Aquitaine) Dükü Eudes tarafından, Tuluz'dan (Toulouse) geri püskürtüldüler. Bu, Müslümanların Fransa'da aldığı ilk mağlubiyetti.
II. Yezid, imparatorluğun bir kargaşa içerisinde olduğu bir dönemde öldü ve yerine, 40 yaşından küçük olan kardeşi Hişam bin Abdul Melik (h. 724-43) geçti. Hişam, Abdul Melik'in (h. 685-705) halife olan dördüncü oğluydu. Kabiliyetli ve ılımlı bir insan olmasına rağmen, karşılaştığı meseleler imparatorluğun varlığını tehdit edecek kadar büyük ve kritikti. Hişam, daha sonraları bazı tarihçilerce, Emevi ailesinin yetiştirdiği en son büyük devlet adamı olarak anıldı.
İç çekişmeler geniş çapta, sosyal ayrımlara olduğu kadar, mezhep ayrılıklarına da dayanıyordu. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki iç savaştan ve Hz. Ali'nin oğlu, Hz. Hüseyin'in şehadetinden beri, İslam dünyası iki karşı fırkaya -Şii ve Sünni[45]- bölünmüştü. Bir de, artık köklü bir şekilde yerleştikleri Kuzey Afrika'daki misyonerlik çalışmalarında başarılı olan fanatik, yobaz Hariciler grubu vardı. İrak kökenli olan bu grup, fikirlerini Arabistan ve İran'ın çeşitli bölgelerine yaymıştı. Araplar ile çoğunluğu, Doğuda İranlılar, Batıda Berberilerden oluşan, Arap olmayan Müslümanlar arasında sosyal ve buna bağlı olarak, iktisadi bir ayrım vardı. Ayrıca, Arapların kendileri de Güneyli Himyeriler ve Kuzeyli Mudariler diye bilinen kabilevi gruplara bölünmüşlerdi.
Bütün bunlara ek olarak, Emevilere karşı yeni bir gurup daha ortaya çıkıyordu. Hz. Ali'nin babası Ebu Talib'ten başka, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bir amcası daha vardı: Hz. Abbas. Bu nedenle Haşimi ailesinin iki kolunun Hz. Peygamber'e (s.a.v.) akrabalık dereceleri aynı idi. Fakat Hz, Ali'nin neslinin bir avantajı daha vardı: Hz. Ali Hz. Fatıma evliliği. Bu evlilikten dolayı Hz. Ali'nin torunları aynı zamanda, doğrudan Hz. Peygamber'in (s.a.v.) de torunlarıydı. Hz. Abbas'ın torunları o zamana kadar gelişen toplumsal olaylarda büyük bir rol oynamamışlardı, fakat artık başlarında, Hz. Abbas'ın torununun oğlu olan Muhammed bin Ali vardı ve bu, halifeliği ele geçirme planları yapıyordu. Maan (bugünkü Ürdün'de) yakınlarında bir belirsizlik içerisinde yaşayan bu adamın siyasi propaganda ve örgütlenme konusunda bir dehaya sahip olduğu görünüyordu. Muhammed, Şam'ı her zaman kıskanan ve kızgınlık dolu olan uzak vilayet Horasan'da bölgedeki Arap olmayan Müslümanların kızgınlığından istifade ederek, yıkıcı bir yeraltı örgütü yaymayı başardı. Bu gizli kampanya, Şiilerin Hz. Ali'nin nesli için kullandığı muğlak bir kavram olan “aile” (Hz. Peygamber'in ailesi) adındaki ajanları vasıtasıyla yürütüldü. Böylelikle, iktidar kavgasında Şiileri yenmeyi başardı ve kısa zamanda çok sayıda taraftar topladı.
Kuteybe bin Müslim'in Maveraünnehirde, 712-3 yıllarında kazandığı zaferleri müteakiben, bölgede yaşayan İranlı ve Türkler arasında çok sayıda İslam'a giriş oldu. Bu yeni mühtedilerden önemli sayıda İnsan askere alınarak Arap ordusuna katıldı. Bu süreç, Halife II. Ömer'in idaresinde (h. 717-20), Arap olmayan Müslümanlara karşı daha adil olmak maksadıyla vergilendirme politikasında yapılan değişikliklerden dolayı hızlanmıştı. Fakat II. Ömer'in ölümünden kısa bir süre sonra, gerçekleştiği bütün ıslahatların üzerine bir çizgi çekilerek, kendisi vazifeye geçmeden önce mevcut olan sisteme geri dönüldü.
Bu, yeni dini kabul ettikleri halde tekrar “kelle vergisi” ödemeye başlamaları istenen mühtediler arasında şiddetli bir kızgınlık doğurdu. Müslüman Arap kardeşlerin -teoride onlarla eşittiler- neden bu vergiden muaf tutulduklarını anlayamıyorlardı. Bunların bazıları için, bu vergi muafiyeti İslam'ı kabul etmek için birinci sebebi teşkil etmişti. Ayrıca, Arapların yanında savaşmışlar ve daha az mükafat almışlardı. Bir kısmı bu yeni inançlarından irtidat ettiler, fakat kendilerini başka bir durumda buldular, çünkü irtidadın cezası ölümdü.
İranlı mühtediler o kadar öfkelenmişlerdi ki, daha 15 yıl önce Kuteybe'nin ordusunda İslam için savaştıkları geleneksel düşmanları Türklerden bile yardım istemeye hazırdılar. Horasan'da Araplara karşı şiddetli bir ayaklanma çıktı ve Faxartes'in ötelerinden gelen kuvvetli bir Türk ordusu da isyancılara katıldı. Araplar kendilerini, bütün Maveraünnehir bölgesinin kontrolünü isyancılara ve bunların müttefiki Hakan veya yüce Han komutasındaki Türkler'e kaptırmış olarak, aşırı derecede tehlikeli bir şekilde kuşatılmış buldular.
Önemli bir dini düşünür, fakih ve alim olan Hasan el-Basri (d. 624), 657'den beri hayatının büyük bir kısmını geçirdiği Basra'da öldü. Bu, yüksek derecede saygınlığı olan mübarek insan dikkatini, İslam inancındaki bazı temel ve felsefi sorunlara çevirmişti ve düşünceleri, dini hareketlerin pek çoğunun üzerinde kuvvetli bir etki bıraktı.
Müslümanlar, Kafkaslar'ın dağlık bölgesindeki savaşçı Hazarların elinden bir felaket yaşadılar; Azerbaycan tahrip edildi. Bölge iki yıl süren şiddetli savaşlardan sonra, daha sonra halife olacak olan II. Mervan, vali olarak buraya atandıktan sonra kontrol altına alınabildi. Fakat bundan sonra Mervan'ın valilik yaptığı oniki yılın çoğu düşmanla savaşta geçti ve bu dönemde Kafkaslardaki Gürcistan, Müslümanlar tarafından fethedildi.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) vefatı üzerinden tam olarak bir asır geçti. İspanya'da, vali Abdurrahmen el-Gafiki'nin komutasındaki Müslümanlar, Kuzeye, Batı Pirenelerden, Fransa'nın merkezine doğru, son ve en büyük askeri seferlerini başlattılar. Avitanya (Aquitaine) Dükü Eudes'i yenerek Borda'ya (Bordeau) saldırdılar ve burayı tahrip ettiler. Abdurrahman daha sonra, kuzeye doğru, zengin St. Martin tapınağının bulunduğu önemli bir dini merkez olan Tur (tours) istikametinde ilerledi. Eudes, Fransa'nın Kuzey Valisi ve cesur bir asker olan ve Arapların ilerleyişini, Paris'in 150 mil Güneyinde, Puvatiye (Poitievs) ve Tur (Tours) arasında bir yerde durduran (daha sonraları bu olay hem Puvatiye, hem de Tur Savaşı olarak bilinecektir) Şarl Martel'e (Charles Martel) sığındı.
Soğuk Ekim ayındaki bu karşılaşmanın ilk yedi günü, iki ordunun gergin bir şekilde birbirlerini süzmesiyle geçti. Sonra Abdurrahman saldırıya geçti, fakat hafif süvarileri, Frenk ordusunun oluşturduğu bu insan duvarı üzerinde hiç bir etki yapmayı başaramadılar ve ağır kayıplar verdiler. Kurbanlar arasında Abdurrahman'ın kendisi de vardı. Araplar ve Berberiler arasındaki kızgınlık yeniden alevlenmişti ve geriden destek alma konusunda fazla ümit yoktu. Bu durumda, İslam ordusu, eyalet merkezi Kurtuba'dan bile 700 mil uzakta, Fransa'nın içlerinde, iyice yayılan dedikodularla tamamen karışmıştı. Gece olunca iki ordu ayrıldı ve ertesi günün şafağında, Müslümanların kamplarını terk ederek birden bire yok olduğunu fark eden Frenk kampında yaşanan şaşkınlık büyüktü. Frenklerin kayıpları da az değildi ve Şarl Martel düşmanını takip etmedi. Fakat savaşın kesin bir sonuca ulaşmamasına rağmen, Martel, galip çıktı -aslında bu bir savunma zaferi idi-.
Puvatiye, Arabistan'daki çöl göçebelerinin sadece yüz yıl içerisinde kurdukları ve artık Roma'nın, imparator Trajan (h. 98-117) zamanında Miladi 100. yıl civarında sahip olduğu en geniş sınırlardan daha büyük olan İslam Devleti'nin Kuzey-Batı ucundaki sınırı idi. Fakat ulaşılan bu doruktan sonra, iç çekişmeler, sosyal ve mali problemlerle bölünmekte olan Emevi Hanedanlığı çökmeye başlamıştı.
Puvatiye, müslümanların Avrupa'daki fetihleri sırasında ulaştıkları en uç noktaydı ve burada yapılan savaş daha sonraları, sırf bu yüzden bütün önemli askeri kahramanlıklardan daha meşhur oldu. Yine de bu ciddi geri çekilmeden sonra bile Müslümanlar tamamıyla dışarı atılamamıştı ve Fransa içerisindeki saldırılarına, neredeyse 20 yıl daha devam ettiler (mesela 734’te Avinyon (Avignon), 743'te Lyons). Son kaleleri ve stratejik üsleri Narbona'yı (Narbonne) ise 759'da kaybettiler.
Müslümanlar, merkezi Medine olan küçücük bir din egemenliğine dayalı devletten, bir asır boyunca sürekli savaşan muazzam bir devlet kurmuşlardı. Bu yayılma kendi problemlerini de birlikte getirmiş; en azından, Kuzey Afrika ve İspanya olayında, Araplarla Berberiler arasında, iyice kötüleşen ve sonunda kendinden önceki bütün şiddet olaylarını gölgede bırakacak kadar ciddileşerek ancak 740'ta kanlı bir çarpışma neticesine sona erdirilebilen kavgalara sebep olan ırk ayrımını doğurmuştu. Buna bir de iki eski Arap kabilesi olan Mudariler ve Himyeriler arasındaki geçimsizlik eklenmişti. Fakat bu iki Arap kabilesi arasındaki kin, dini bir hisveye bürünüyor ve Mudariler bütünüyle Sünni ortadoksluğu desteklerken, Himyeriler Şii pozisyonunu alıyorlardı. İmparatorluğun bu bölümü, Doğu'dan gelen ve devrimci sosyal ve siyasal eşitlik inançları, küskün Arap olmayan ırkların üzerinde derin bir duygusal etki uyandıran Harici misyonerleri için de bir va'z yeri olmuştu. Bu bitmeyen, çok çatallı ihtilaflar, sadece içteki birliği değil, cephede savaşan adamların amaç ve duygu birliğini de yıkıyordu. Yarımada üzerindeki merkezi otorite öylesine bir erozyona uğramıştı ki, 732-755 arasındaki dönemde, ülke valisi ortalama bir yıldan fazla görevinde kalamıyordu. Durum, her zaman Kuzey Afrika üzerinden yapılmak zorunda kalınan, Şam'la muhaberenin uzun ve zor olmasıyla iyice kötüleşiyordu. İslam denizindeki kabarmanın neredeyse cezir vakti geliyordu.
Daha sonraları Halife olan II. Mervan (h. 744-50), Kafkaslarda mükemmel bir askeri sefer yaptı ve Aşağı Volga bölgesinden olan Hazarlara, ırmağın ağzında bulunan başkentleri İdil'i ele geçirerek, ağır bir darbe vurdu.
Halife II. Ömer'in (h. 717-20), getirdiği, Arap olmayan Müslümanlar için daha adil olan vergilendirme sisteminin, kendisinden sonra gelen iktidarın devam ettirememesinin sonucu olarak, Maverarünnehir'in Kuzey Doğu bölgesindeki Arap olmayan Müslümanlar tarafından, 728'de Şam'a karşı ciddi bir ayaklanma başlatılmıştı.
Horasanlı isyancılar, faxarfes ötelerinden gelen Hakan komutasındaki vahşi Türk kabileleriyle ittifak kurmuşlar ve Öküz Nehrinin ötesinde kalan bütün bölgeyi ele geçirmişlerdi. Bu uzak ve şiddetli soğukların hakim olduğu bölgeyi Halife'nin kontrolüne geçirmek, büyük kayıpların verildiği/on yıllık şiddetli savaşlar sonucunda alınmıştı. Bu zor savaş, esas olarak Hakan'ın 738'de, savaş kampında Belh'e yürümeye hazırlanırken, kendi komutanı tarafından öldürülmesiyle, aniden sona erdi. Hakan'ın ölümüyle, isyancılarla Türkler arasındaki ittifak bozuldu ve Türk orduları, önceden de yaptıkları gibi birbiri ardına savaşlar yaparak, sınır boyunca çekildiler. İslam tarihinde Müslümanların, Müslüman kardeşleriyle savaşmak için, kafirlerle işbirliği yapması ilk defa gerçekleşmiş oldu.
Mevalinin, 728'de, Maveraünnehir'de yaptığı gibi, Berberiler de, iyi Müslüman olduklarını ispatladıkları ve İslam davası için, mesela Kuzey Afrika ve İspanya'da şevkle savaştıkları halde, sırf Arap kökenli olmadıklarından dolayı, daha çok vergi ödemeleri istenince, kızdılar. Abdül Melik (h. 685-705) idaresinde, Hariciler, Doğuda zorla bastırılmışlar, fakat, Abdül Melikin ölümünden sonra Kuzey Afrika'ya sızmaya başlamışlardı. Burada, Berberilerin kızgınlığını sonuna kadar kullandılar ve Emevilere karşı propagandalarını yaymayı başardılar. Duygular öylesine alevlendi ki, 740'ta Berberiler toptan ayaklanarak, Fas'tan Kayravan'a bir isyan başlattılar. Bir bölümünde Suriye keşif ordusunun neredeyse yok edildiği, kanlı ve devamlı bir savaştan sonra, 742'de isyan bastırıldı ve Kuzey Afrika'da Arap hakimiyeti tekrar kuruldu. Fakat kuvvetlerin o kadar çoğu Berberi isyanına çekildi ki, Fransa, Sicilya ve Sardinya'daki Arap ilerlemesi durmak mecburiyetinde kaldı.
Bütün bunlardan etkilenerek, İspanya'daki Berberiler de ordu içinde ayaklandılar (741) ve bunun müteakibinde, Vali Abdül Melik'in öldürüldüğü, tehlikeli bir iç savaş çıktı. Berberi-Arap savaşı kontrol altına alındıktan sonra, Araplar kendi aralarında, kabileler olarak savaşmaya başladılar. Yusuf bin Abdurrahman el-Fihri vali yapılıp (746) düzen sağlanıncaya kadar, bir kaç tane valinin gelip gittiği genel bir karışıklık dönemi yaşandı. Yusuf bin Abdurrahman, Şam'daki Emevi hanedanlığı yıkılmadan önceki (750) son İspanya valisi oldu.
Abbasiler hareketinden bağımsız olarak, şehid edilen Hz. Hüseyin'in torunlarından birisi olan Zeyd bin Ali,[46] Kufe'de Emevilere karşı bir ayaklanma başlattı. Dönek fikirli Kufeliler, her zaman olduğu gibi, Zeyd'e tam destek vereceklerini bildirdiler, bu anlaşma üzerine 740 Ocak ayında toplanarak isyan edecekleri bir gün tayin edildi. Fakat bölge valisi Yusuf bin Ömer el-Sakafi kurulan düzenden anında haberdar oldu ve Zeyd'in taraftarlarını, planlanan bu isyana katılırlarsa, akibetlerinin dehşetli olacağı yolunda ikaz etti. Bu ikaz beklenen etkiyi gösterdi ve kararlaştırılan gün geldiğinde, Zeyd'e sadakatini sürdüren bir kaç yüz Kufeli kaldı. Bunlar da bir kaç gün içerisinde kolayca bastırıldı ve Zeyd'in kendisi öldürüldü. Onyedi yaşında bir genç olan âlicenap oğlu Yahya, II. El-Velid (h. 743-4) zamanında idam edilinceye kadar birkaç yıl saklanarak yaşadığı, İran'a kaçmayı başardı. Böylece, Hz. Afi bin Ebu Talib ile Hz. Peygamber'in kızı olan Hz. Fatıma'nın torunlarından birisinin ilk olarak giriştiği halifeliği ele geçirme teşebbüsü felaketle neticelendi.
Zeyd'in, bu iyi hazırlanmamış ve siyasi olarak beceriksizce gerçekleştirilen isyanı, kendi başına önemsiz bir olaydı, fakat etkisi daimi oldu. Bu olay Iraklıların Emevilere olan kızgınlığını körüklerken, Abbasilere de propagandalarında yardımcı oldu. Aslında, Zeyd'in ölümü, Abbasilerin iktidara geçme teşebbüsleri esnasında çıkabilecek muhtemel bir Alevi rekabetini ortadan kaldırdı. Sonuçta, Abbasiler, acı içerisinde olan Alevilere, kendilerinin Alevi davası için savaştığını düşündürterek, durumu kendi lehlerine çevirdiler. Böylece Zeyd'in ölümü, Emeviler için, problemin çözülmüş olmasından öte, uzun vadede daha büyük sıkıntılar ortaya çıkardı. Aslında bu hareket, daha önce Abdüf Melik (h. 685-705) idaresinde olduğu gibi -muhalefelet Hariciler, Aleviler ve Abdullah bin Zübeyr taraftarları olarak üçe bölünmüştü- iktidardakiler karşı muhalefeti bölmüş ve böylece zayıflatmış olabilirdi.
Olay ayrıca, Şia'nın, dini inançlarında Sünnilere en yakın dalı olan Zeydiye Mezhebinin[47] de ortaya çıkmasına sebep oldu.
Hişam, yaklaşık yirmi yıllık bir idareden sonra, daha 60 yaşlarında iken, yukarı Fırat kenarındaki Rakka yakınlarında, Rusefa'daki (Suriye) sarayında, Şubat ayı içerisinde öldü. Onun ölümüyle, Emevilerin altın çağı sona ermekle kalmadı, hızlı bir düşüş de başladı. O zamana kadar İslam Devleti kara üzerindeki en son sınırlarına gelmişti. Akdeniz'de de, Kıbrıs, Rodos, Girit v.s. gibi adaların kontrolünü zaman zaman veya uzun süreli olarak ellerinde tutan Müslümanlar, yenilmez bir güç olmuşlardı.
Emevi hanedanlığının kalan yedi yılı içerisinde ard arda dört halife tahta çıktı ve sadece bunların sonuncusu olan II. Mervan (h. 744-50) vazifelerine gerçek bir bağlılık gösterdi. Yorulmak nedir bilmeyen Mervan'a, Himar[48] Mervan lakabı takıldı. Halifeliğinden önceki 12 yıl boyunca kuvvetli Hazarlar ordusuna karşı giriştiği savaşta, mükemmel bir asker olduğunu ispatlamıştı. Fakat Hişam'ın ölümü ile Mervan'ın tahta çıkışı arasındaki dönem, Emevi hanedanlığı içerisinde şiddetli iktidar kavgalarına sahne olmuştu. Ayrıca, devletin başında, müsrifçe alışkanlıkları ve zevk düşkünlükleriyle, çöküşü hızlandıran üç yeteneksiz lider -II. el-Velid, III. Yezid ve İbrahim- geçmişti. Buna ilaveten, imparatorluğun her tarafına yayılarak, bölmeye başlayan çeşitli ayrımlar ve şiddetli iç düşmanlıklar vardı. Öyle müthiş bir siyasi çürüme başlamıştı ki, bir siyasetçiden çok, asker olan Mervan, bu akışı tersine çeviremedi.
Abbasi aşiretinin zeki reisi ve Emevilere karşı, Abbasi propagandasının başlatıcısı olan Muhammed bin Ali, yerine, daha sonraları Ebu Müslim'i, isyanın örgütsel boyutunun sorumlusu olarak tayin eden, oğlu İbrahimi hareketin yeni lideri olarak bırakmış ve 743'te ölmüştü. İran kökenli (muhtemelen eski bir köle) mütevazi bir adam olan Ebu Müslim, eşine ender rastlanan liderlik vasıflarına sahipti. Kendisini tamamen, bu gizli Emevi karşıtı hareketin mükemmel bir ağını kurmaya ve bunu, farklı şikayetleri ve arzuları olan çeşitli gruplara hitap edecek şekilde çok yönlü bir hale getirmeye adadı. Propaganda, herkes için ayrı bir anlam ifade etmeye başladı. Ayrıca, bitmek bilmez iç savaşlar o kadar çok sefalete ve kargaşaya sebep olmuştu ki, halk artık ülkeye huzur ve adalet getirmeye vaad eden her hangi bir yeni idareye tabi olmaya hazırdı. Müslim'in kampanyası öyle başarılı oldu ki, halk artık onun uzun zamandır bekledikleri kurtarıcıdan başka birisi olmadığına inanarak sakinleşti.
İmparatorluğun Kuzey Doğu bölgesindeki gizli Abbasi hareketi ivme kazanmıştı ve nihayet Emevilerin Horasan valisini devirerek isyanı açığa çıktı. İhtilal yapılırken “Aile” (Hz. Peygamberin (s.a.v.) ailesi) sloganı kullanıldı ve bunu, Abbasilerin, Hz. Ali evladı için çalıştığı şeklinde yorumlayan pek çok Şii, harekete katıldı.
Mart ayında, karargahını Merv'e kuran Ebu Müslim, kendisini Horasan hükümdarı ilan etti. Büyük bir orduya ve Arap ve İranlılardan pek çok kuvvetli komutana sahip olan Ebu Müslim, bütün Horasan'ın hükümdarı oldu. Halktan, Hz. Peygamberin (s.a.v.) mensubu olduğu Haşimi Ailesi adına biat almaya başladı. Böylece, aklında özel olarak tuttuğu Abbasi Ailesinin adını kullanmaktan kaçınarak, etkisini genişletti. Emevi otoritesi bölgeden tamamıyla silindi; Abbasi çığı durdurulamaz bir hal aldı. Siyah bayraklar halk arasında yükseldi.
Arap, İranlı veya melez, ihtilalcilerin hepsi,[49] diğerleriyle birlikte, İranlı Mevali, Şiiler ve Himyeri Araplar, hep ezilmiş halk guruplarıydı. Hala, halifelik iddia eden bütün prensleri reddetmekte kararlı olan Hariciler bu harekete katılmamışlar, fakat Irak'ta devlete karşı, kendi başlarına bir isyan çıkarmışlardı. Mudari Araplar da bu harekete ittifak etmemişlerdi, çünkü dönemin Halifesi II. Mervan bunları tutuyordu.
Bütün bunlar olurken, Emevilerin halifesi Nasr bin Seyyar'a Şam'dan veya komşu Irak'tan hiç bir yardım gelmiyor ve isyan ordusu tarafından her yerde yakın takibe alınan vali kendi başına bırakılıyordu.
Mutezile denilen meşhur akılcı akımın kurucusu olarak tanınan Vasıl bin Ata, Basra'da öldü. Vasıl, meşhur düşünür Hasan Basri'nin (ö. 728) halkasına dahildi. Bu hareket daha sonra, Abbasiler döneminde (750-1258), özellikle, el-Me'mun (h. 813-33) idaresinde, büyük bir önem kazandı.
Abbasi hareketinin dini lideri İbrahim bin Muhammed, Maan yakınlarındaki köyünde, mütevazi görüşünü sürdürüyor ve uzaktaki Horasan'da örgütün gerçek sorumlusu olan komutanı Ebu Müslim'e gizli talimatlar gönderiyordu. İbrahim, Emevi halifesi II. Mervan tarafından tutuklanarak, daha sonra Ağustos ayında idam edildiği, Kuzey Suriye'ye götürüldü. Fakat bu tutuklanmayı zaten beklemekte olan İbrahim, kardeşi Ebu Abbas'ı, kendisinden sonra, hareketin liderliğine atamıştı.
Nöbeti devralan Suriyeli ordunun yenilmesinden sonra, Abbasi kuvvetlerinden birisi, İran'da Nihavend'i (Mayıs) ve daha sonra da Irak'ta Kufe'yi (Ekim) ele geçirdi. Abbasilerin isyanı, nihai hedefine İran'ın iç bölgelerinde ulaşmış olmasına rağmen, gücünün önemli bir kısmını zaten çoktandır Emevilere karşı olan Iraklılardan alıyordu.
Horasan ordusu Kufe'yi aldıktan kısa bir süre sonra, Abbasi hareketinin, daha önce Maan'dan şehre son zamanlarda gelen ve saklanmakta olan, yeni lideri Ebu Abbas, halkın içerisinde göründü ve zafer alayı ile birlikte, sonradan halifeliğini ilan ettiği yer olan Kufe'deki büyük camiye geldi. Hareketin hararetli destekleyicisi olan Şiiler, Ebu Abbas'ın burada yaptığı, görevi teslim aldığını belirten konuşmasından, kendisinden sonra, ümit ettikleri gibi Hz. Ali'nin değil, Abbas'ın nesli tarafından yönetileceklerini sezdiler. Bir Alevi'yi öne çıkardılar, fakat dikkate alınmadılar. Bütün hareket boyunca “Aile” (Hz. Peygamberin ailesi) kavramı kasten muğlak bırakıldı. Yine de neticede, nefret edilen Emeviler, en azından Doğu vilayetlerinden çıkarılmış veya kaçmakta idiler ve gelecekte neler olacağı konusunda kesin tahminlerde bulunmak için vakit erkendi. Bu olayları takip eden hengame içerisinde halk, Ebu Abbas'a biat etmek için toplandı, fakat belli bölgelerde hayal kırıklıkları da başladı.
Nihayet Ocak'ta, Emevi hanedanlığının ondördüncü ve son halifesi Mahammed bin Mervan, bölgeyi asilerden kurtarmak için, bir orduyla birlikte Suriye'deki Harran'dan (kendisi Şam'dan çok Harran'da yaşardı.), Musul'a (Irak) geldi. Çarpışma, Musul'un Doğusunda Dicle'ye karışan Zap Suyu kenarında gerçekleşti ve Mervan ağır bir yenilgiye uğradı. Bu da, Emevi halifeliğinin kaderini tayin etti. Abbasi kuvvetleri, Asya vilayetlerindeki büyük şehirleri hiç bir güçlükle karşılaşmadan alırken, Mervan'ın kendisi, üç ay sonra düşen başkent Şam ve Harran üzerinden Mısır'a kaçtı. Abbasiler altı ay sonra Mısır'a ulaştılar ve ele geçirdikleri, 60 yaşını geçmiş olan Mervan'ı, 5 Ağustosla idam ettiler. Mervan'ın kesilen başı, bir şiddet atmosferi içerisinde tahta çıkan Ebu Abbas'a gönderildi.
750 Temmuzunda, Abbasiler, yıkılan hanedanlığın artıklarını, zalimce bir titizlikle imha etmeye başladılar. Bu korkunç görev ayaklanmada gösterdiği başarıdan dolayı, Suriye Valiliği ile mükafatlandırılan, Zap savaşının galibi ve yeni halifenin amcası Abdullah bin Ali'ye verildi. Seksen civarında Emevi emiri, Abdullah tarafından Avca Nehrinin (Awja-Suriye) kenarında bir kale olan Ebu Futrus'ta bîr ziyafete davet edildi. Önceden ayarlanmış bir işaret üzerine, ziyafet salonuna bir gurup cellat daldı ve misafirleri soğukkanlılıkla katletti. Katliam biter bitmez, ziyafet yeniden başladı ve ölmekte olan insanların iniltileri İle birlikte devam etti. Tahttan indirilen ailenin mensuplarını avlamak için, bütün İslam dünyasına ajanlar gönderildi; özellikle Abdullah'ın kardeşi Davud'a, Mekke ve Medine valiliği görevi verilerek, mukaddes şehirlerde bulunan Emevilerin kökünü kazıması emredildi. Yeni idarecilerin çılgınlığı, Muaviye ve II. Ömer haricindeki Emevi halifelerinin mezarlarına tecavüze kadar vardırıldı.
Böylece, Şam'daki Emevi Halifeliği, 90 yıllık muhteşem bir idareden sonra, parçalanarak alçakça sona erdirildi. Bütün bu ters dönüş, dış güçler tarafından değil, İslam Dünyası içerisindeki bölücü güçler yüzünden oldu.
Ailenin, Suriye'deki kıyımdan maceralı bir şekilde kaçabilen tek üyesi, Halife Hişam'ın torunu Abdurrahman oldu. Abdurrahman Ceuta'ya kaçtı ve sonunda İspanya'da Emevilerin yeni bir kolunu kurarak, bu uzak ülkede, ailesinin eski ihtişamını yeniden canlandırdı.
Emeviler, İslam'ın ilk yıllarındaki fetih savaşlarına katılıp bunlardan kar etmeye hazır, fakat ne şekilde olursa olsun, merkezi bir otoriteye bağlı olmaktan nefret eden, vahşi Bedevi kabilelerinden bir devlet oluşturmuşlardı. Herhangi bir krala veya efendiye bağlı olmaya mizaçları gereği karşı olan bu Bedeviler, kabilelerinin bağımsızlıklarını ve çöldeki hürriyetlerini titizlikle korumaktaydılar. Temel bağlılıkları kabile ve aşiret olan bu insanlar için, belli bir yerde merkezileşmiş, güç ve otorite sahibi, milli ölçülerde bir devlet fikri çok yabancı bir şeydi. Şimdi ise, imparatorluğun idari sınıfını oluşturuyorlardı. Tebaları ise, çok değişik kökenlere ve dinlere bağlı insanlardı. Fakat, idari dehalarıyla, Emeviler İslam diniyle uyumlu ve bu muazzam imparatorluğun her tarafına Arap dilini hakim kılan bir Arap kültürü geliştirmeyi başardılar.
Emevilerin başarısına katkıda bulunan çeşitli faktörler vardı. Bunlardan önemli birisi, başkenti Medine'den Şam'a taşımaları ve ordu ile sivil idarenin çekirdeğini oluşturma konusunda Suriye'ye olan güvenleriydi. Suriye, zaten yüksek bir medeniyete sahipti ve İslam öncesi devirlerde buraya taşınmış olan Araplar, kısa bir süre sonra daha düzenli olmuşlar ve merkezi idareye Emevilerin esas rakipleri olan Şiiler'in üslerini kurdukları Irak halkından daha çok, alışmışlardı. Sivil idare de, önce aynen izlenen sonraları ise, yetenekli Müslüman ve gayri müslim danışmanların faydalı hizmetleriyle geliştirilen, denenmiş Bizans sistemine dayanıyordu.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) kendisi hayattayken, her “emin azınlığın” dini ibadetlerini yerine getirmelerine ve ödeyecekleri cizye ve kelle vergisi karşılığında, kendi kendilerini yönetmelerine izin verilmesini açıkça belirtmişti. Bu politika bütünüyle devam ettirildi. Her emin azınlık içişlerinde, kendi dini liderlerinin idaresinde otonomdu. Hatta, Müslümanlarla ilgili olmadığı sürece, medeni ve suç unsurlarıyla ilgili adli meselelerde bile, bunlar, kendi dini liderlerini veya onun atadığı birinin başkanlığında, kendi kanunlarına uygun bir şekilde yargılanıyorlardı. Müslüman ve gayri müslim halk arasındaki ilişkiler iyiydi. İmparatorluğun diğer pek çok bölümünde olduğu gibi, Suriye'de de halkın büyük çoğunluğu Hristiyandı; Muaviye'nin hanımı (Yezid’in annesi Meysun) bir Hristiyandı; şairi ve doktoru da öyle, Müslümanlar, büyük bir Hristiyan nüfusa sahip olan . Suriye'de, kendilerini geriden emniyete alma ihtiyacı hissetmeden, (Hristiyan) Bizanslılarla sık sık savaşlara giriyorlardı. Şam'lı Aziz Yuhanna'nın (yakl. 676-yakl. 757) ömrü, Emevi hanedanlığınınki ile paraleldi. Doğu kilisesinin meşhur bir teologu (ilahiyatçısı) ve ilahi yazarı olan Aziz Yuhanna (St. John), Yunanca olarak, Hristiyanlık akidesinin yalın bir özetinin yanında, içerisinde İslam'ın yeni bir din olmaktan çok, teslis karşıtı bir düşünce olduğunu iddia ettiği risaleler yazmış ve bunları yapmasına izin verilmiş, çoğu zaman da bu fikrini açık tartışmalarda bile dile getirebilmiştir.
Ebu Abbas, yeni hanedanlığın ilk halifesi (h. 750-4) ilan edilmiş ve hak ettiği el-Seffah (“kan dökücü”) unvanını almıştır. Bu hanedanlık, İslam'daki en uzun ömürlü hanedanlık olmuştur. (750-1258)
Ebu Abbas ve kardeşi el-Mansur'un (h. 754-75) iktidarlarının büyük bir bölümü, memnun edilemeyen çeşitli gurupların yaptığı ayaklanmalar dizisini bastırmakla geçti. Bu ayaklanmaların bir kısmının arkasında, Emevi idaresinin son dönemlerinde büyüyen, özellikle İran kökenli, Arap olmayan Müslümanlar arasındaki genel tatminsizlik hisleri yatıyordu. Bu insanların çoğu, iktidarı ele geçirmek için yürütülen Abbasi hareketini desteklemişlerdi, fakat, elde edilen başarının beklentilerini karşılamaktan uzak olduğunu görerek, sükûtu hayale uğramışlardı.
Araplar, Çinlileri yüksek Pamir Dağlarında (Orta Asya) yendiler ve bunların bazı zanaat erbabını esir ederek, onlardan kağıt yapımı tekniğini öğrendiler. Bu yeni sanayi için Bağdat'ta bir tesis kurdular (793) ve daha sonra yavaş yavaş imparatorluğun Batısına doğru, Mısır'a (yakl. 900 veya daha önce), Fas (yakl. 1100) ve İspanya'ya (yakl. 1150) kadar genişlettiler. Bu, pahalı papirüs yapma ihtiyacını azalttı ve kitapların çok daha ucuza mal edilmesini mümkün kılarak, edebiyatın gelişmesini destekledi.
Talaş Savaşı, zaten zayıflamakta olan muhteşem Tang Hanedanlığı'nın (618-907) idaresindeki Çin'de, bir iç savaşın alevlenmesine neden olan kıvılcımı çaktı. Ayrıca bu savaş, Çinlilerin Maveraünnehir'e yaptıkları müdahalelerin de sonu oldu. Taşkent ele geçirildi ve Orta Asya'da İslam'ın üstünlüğü çok kati bir şekilde kuruldu ve bölge artık Çinlilerin tehditlerinden kurtuldu. İmparatorluğun bu bölgesi, daha sonraki asırlarda müreffeh bir hayat yaşayarak, kendine münhasır muhteşem bir İslam medeniyeti meydana getirecekti.
Bugün kullandığımız kağıda yakın bir şekilde yazı malzemesi üretimi, Çinliler tarafından 100 yılı civarında, nebati liflerden, paçavralardan v.s. icat edilmişti; Mil bataklıklarında bulunan, kamıştan yapılmış papirüsler ise antik Mısır’da asırlar önce kullanılmaktaydı. Papirüs, bitkinin köklerindeki yumuşak özü, dik açılarla, ince şeritler halinde yan yana koyarak, bunun sıkıştırılıp kurutulmasıyla elde edilen düzgün bir tabaka haline getirilerek basit bir şekilde yapılıyordu. Fakat bu tabaka, yapıldığı orjinal iklim dışındaki daha nemli ve soğuk iklimlerde çürüyordu. Ucuz, dayanıklı ve çekici olan kağıdın ortaya çıkışı, daha sonraları 15. asırda matbaanın icadında da olduğu gibi, öğrenimi hızlandıran bir etki oldu.
Kağıt, Batı Avrupa'da ancak 12. asırda, Arapların İspanya ve Sicilya'da kurdukları fabrikalardan elde edilmeye başlandı; Avrupalılar, kendi kağıtlarını ancak 14. asırda üretmeye başlayabildiler. İngiltere'deki ilk kağıt fabrikası 1490 yılı civarında, Stevenage yakınlarında kuruldu.
Günümüze kadar gelebilen en eski Arapça el yazması kağıt, Hicri 252 Rebiülevvel (Kasım 13-Aralık 12; 866) tarihlidir ve Hadis hakkındadır. Bu belge, Leiden Üniversitesi Kütüphanesinde muhafaza edilmektedir.
750'de Abbasiler, Ebu Müslim komutasındaki Horasan ordusunun yardımıyla iktidara giden yolu açtılar ve önceki rejimin destekçilerini, iyilikle yapamadıysalar kötülükle bertaraf ederek iktidara giden yolu açtılar.
Fakat bu kana susamış tiranlar, sürekli başkentlerini kurabilecekleri emin bir yer konusunda karar veremeyecek kadar, kendilerini güvensiz hissediyorlardı. İlk Abbasi halifesi el-Seffah (h. 749-54) bu nedenle, ne Şam'ın, ne de Kufe'nin yeni hanedanlığa başkent olamayacağı düşüncesiyle, idareyi, Küfe yakınlarında bir kaleden başlattı; ve tabii olarak, Abbasiler, Mısır'ı kesin bir kontrol altına alamadılar. Suriye'nin, yeni devrilen Emevi rejimine bağlılığı çok uzun sürmüş; Kufeliler de, son yüz yıl içerisinde yaşadığı sürekli kargaşalıklarla, ittifaklarına itimat edilemeyeceğini göstermişlerdi. Ayrıca Küfe bir başka sebepten dolayı daha listeden çıkarılıyordu; önceki hevesleri gerçekleştirilmeyen ve bu nedenle Abbasiler tarafından hayal kırıklığına uğrattıkları Şii nüfusun büyük bölümü burada yaşıyordu.
El-Seffah, 753'te idari merkezini, Fırat Nehrinin yaklaşık 100 mil yukarısında bir şehir olan Anbar'a taşımaya karar verdi. Fakat başkentin kurulacağı nihai yer belirlenmeden kaldı.
El-Seffah, otuzdört yaşında iken, çiçek hastalığından öldü (Haziran). Kendisinin, devrilen Emevi hanedanlığının ölülerine reva gördüğü, intikam çılgınlığının misillenmesinden korkulduğu için, gömüldüğü yer gizli tutuldu. Türbesinin yapılması ise, çok sonraları, halife el-Muntasır (h. 847-61) zamanına rastlar.
El-Seffah, ölmeden evvel üvey ağabeyi Ebu Cefer'i veliaht, Ebu Cafer olmazsa (ölürse), yeğeni İsa bin Musa'yı alternatif veliaht olarak belirlemişti. El-Seffah öldüğünde, Ebu Cafer Mekke'de hacdaydı ve o olmayınca, İsa, Kufe'de onun halifeliğini ilen etti. Bir Berberi köle kızdan[50] doğan Ebu Cafer, halifeliği devraldı ve Muzaffer (Allah'ın ihsanı olarak)[51] el-Mansur unvanını aldı.
El-Mansur tahta çıkar çıkmaz, Suriye valisi ye 750'de soğukkanlılıkla Emevi prenslerinin katliamını gerçekleştiren amcası Abdullah bin Ali, halifeliğin kendine ait olması gerektiğini ileri sürerek baş kaldırdı (754). İsyan, Abbasilere sadakati ile bilinen Ebu Müslim'in yardımıyla bastırıldı. Abdullah, Basra valisi olan kardeşinin yanına kaçarak saklandı, fakat kısa bir süre sonra öldürüldü.
Abbasi ihtilalinin planlanmasının ve yürütülmesinin bizzat mimarlığını yapan Ebu Müslim, çok güçlenmesinden ve muhtemel bir rakip olmasından korkularak, El-Mansur tarafından haince öldürüldü. Ebu Müslim, Abbasileri iktidara getiren ve onları destekleyen Horasan ordusu üzerinde, karşı konulamaz bir otoriteye ve İran'da sınırsız bir iktidara sahipti. Karizması öyle yüksekti ki, ölümünden sonra, onun hatırasından esinlenilerek, öldüğünü inkar edip, bir gün geri döneceğini ve dünyayı adaletle dolduracağını iddia eden, bir kaç inkarcı mezhep (ki, en önemlileri Muhanna ve Babek'in kurduklarıdır) ortaya çıktı.
Emevi ailesinden, Abdurrahman isimli genç bir emir, 750'de, ihtilalci Abbasilerin gerçekleştirdiği toplu katliamdan kaçmayı başarmıştı. Abdurrahman o zamandan beri, sadık bir hizmetçisinin refakatiyle, tebdili kıyafet etmiş olarak, beş parasız bir şekilde, Filistin'de ve Mısır'da dolaşmış ve sonunda kendini emniyet içerisinde hissettiği, annesinin Berberi kabilesinin yaşadığı Afrika'ya ulaşmıştı. Nihayet, 755'te Ceuta'ya ulaştı ve buradan, İspanya'ya Malaka (Maloga)'nın 40 mil kadar Doğusundaki Munecar'a geçti. Müstesna bir cesarete ve ulaşmak istediği amaca sebat sahibi bir insan olarak, burada, Güney İspanya'da (ki, buranın halkının çoğunluğu, kendisinin de memleketi olan Suriyeli Araplardı) biraz güç kazanmaya karar verdi. Bu, Araplar arasından, özellikle, Emevilere geleneksel bir bağlılığı olan Himyeri kabilesinden bir ordu çıkardı.
Bir sonraki yıl, Kurtuba yakınlarındaki Guadalquivir Nahri kıyılarında yaptıkları savaşta Abbasi valisi Yusuf el-Fihri'yi yendi (Mayıs) ve daha 26 yaşında bir genç iken, Barselona ve Saragosta'ya (Saragossa) kadar, Müslüman İspanya'nın, daha sonraki 32 yıl boyunca, tek hakimi oldu. Fakat ülkenin kuzeyindeki dağlık bölgelerde bulunan Leon ve Navar (Novarre) devletlerindeki Hristiyan hükümdarları yerlerinden çıkarmayı başaramadı. Kara haberleşmesinin (Kuzey Afrika Berberilerinin 740-61 arasındaki ayaklanmalar nedeniyle) engellenmesinin de yardımıyla, 756'da, İspanya'yı, ülkenin yerel emirler tarafından yönetildiği küçük devletlere bölündüğü 1031 yılına kadar yöneten, Kurtuba Emevi emirliğini -komutan, vali veya prens anlamına gelen “emir” kelimesinden- kurarak (926'da halifeliğe çevrildi), Abbasi halifeliğinden ilelebet ayırdı. İspanya'da kurulan küçük devletlerin en önemlileri, Batalyüs (Badajos), Tuleytula, İşbiliye, Kurtuba, Gırnata, Belensiye (Valencia) ve Saragosta idi. Gırnata'nın 1492'de Hristiyanların eline geçmesiyle, İspanya topraklarındaki İslami idarenin en son izi de siliniyordu.
Abdurrahman, daha sonra ülkenin, Kuzey'de Frenk kralı Pepin ve oğlu Şarlman'ın (Charte mağne) ve Güney'de Abbasi halifesi el-Mansur'un saldırılarına karşı korumak zorunda kaldı. İçerde ise, Fihriler (önceki vali Yusuf'un kabileleri), Müslüman İspanyollar, Berberiler, Hristiyanlar v.s. gibi çeşitli ve genellikle bir şeylerden memnun olmayan halk gruplarının isyanlarıyla karşılaşmak zorunda kalıyordu. Fakat daha sonra, düşmanı, Bağdat halifesi El-Mansur tarafından iftiharı bir şekilde anıldığı gibi, “Kureyş'in Doğanı”, devletini sağlamlaştırarak bu geniş bölgede birliği sağladı ve güçlendi.
Müslüman İspanya daha sonraları, ihtişamıyla Bağdat'a rekabet eden başkenti Kurtuba ile Doğunun ilmi ve irfanına açılan bir kapı olarak, Avrupa için, muazzam bir önem kazandı. Müslüman dünyanın Mısır, İran ve Irak gibi diğer bölgelerinden farklı olarak, İspanya'daki (ve daha sonra Sicilya'daki) reayanın büyük bölümü, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi, eski dinlerine bağlı kaldılar. Fakat yeni hükümdarlarını dini meselelerden gösterdiği tolerans sayesinde, kültürlerini hayatta tutmayı başardılar ve Müslümanlar ya da Arap, İspanyol ve Berberi kökenli bütün Müslümanla-rın bilinen adı yani Moorlarla yan yana, barış içerisinde yaşadılar. Hristiyan ve Yahudi toplulukları, tabii olarak, Müslümanları ilgilendiren bir konu olmadığı veya İslam Dinine karşı bir suç işlemedikleri sürece, kendi dini kanunlarını kendi hakimlerinin yargılamalarıyla devam ettirme konusunda serbest bırakıldılar. Bu dostane dini-kültürel heterojenlik, her gurubun diğeriyle işbirliği içerisinde, birbirlerinin gelenekleri üzerine kurduğu muhteşem bir entellektüel hayat doğurdu. Güneydeki Tuleytula, Kurtuba ve İşbiliye, hızla bu yeni kültürün merkezlen haline geldiler ve üniversiteleri ile meşhur oldular. Yetiştirdiği en büyük alim ve ariflerle Arap kültürü (hangi ırktan olursa olsun, eserlerini Arapça yazan Müslümanların kültürü) zirvesine, Doğudan 9.-10. asırlarda, İspanya'da ise 11.-12. asırlarla ulaştı. Karanlık Çağ olarak adlandırılan bu dönem, sadece bütün diğer ilimlerin öldüğü, tek meşgalanin teoloji - ilahiyat- (o zamanlar “ilimlerin kraliçesi”) olduğu Avrupa için karanlıktı. Arapların büyük bir bölümü, pratik konulara daha çok ilgi gösteriyordu ve bu da eğitim için seçtikleri ilmi konularda yansıtılıyordu. Her ne kadar Araplar tarih ve coğrafya bilimlerine önemli katkılarda bulunmuşlarsa da, en büyük başarıyı tabii ilimler, matematik, astronomi ve tıp alanlarında elde ettiler.
Bu kültürün ne kadar kaliteli olduğu, Arapça eserlerin Orta Çağ sonlarında Latinceye yapılan çok sayıda tercümelerine ve Arap alimlerinin Avrupa'da kazandıkları muazzam şöhrete bakılarak anlaşılabilir. Tercüme edilen bu eserlerin çoğu, Avrupa'da asırlarca ders kitabı olarak okutuludu. Mesela, İbn-i Sinan'nın (Avicenna, ö. 1037) el-Kanun fit-Tıb'bından Lombardiyalı Gerar de Cremona (Gerard of Cremona, öl. 1187) tarafından 12. asırda Latince'ye (o dönemlerde ve daha sonra bir kaç asır boyunca Avrupa'daki alimlerin dili) yapılan tercümesi, en azından 16. asırın sonuna kadar tıb ilminin eğitiminde kullanılan temel kaynak olmuştur.
Sadece 1470-1500 arasında, bir tanesi İbranice olmak üzere 16 baskısı yapılmıştır. Büyük İslam düşünürlerinden birisi olan el-Kindi'nin (ö. yakl. 873) eserleri Arapça'dan çok Latince'de yaşamıştır. O zamanlar çok geri olan Avrupa ile zirvesinde olan Arap medeniyeti arasındaki bu kültürel alış verişin neredeyse tek yönlü olduğu görünmektedir. Bilindiği kadarıyla, Latince'den sadece bir eser Arapça'ya çevrilmiştir; İspanyalı Müslümanlar bu soğuk Kuzey ülkelerindeki medeniyeti çok yavan olarak görüyor ve öğrenmeye değer bir yönünü bulamıyorlardı.
Arapların ilmi sahalardaki bu ilerleyişi yanında, eski Yunan'ın kültür ve bilim mirasının büyük bir bölümü, İspanya (ve Sicilya) yoluyla, Aristo (M.Ö. 384-322), Öklid (M.Ö. 325-?), Batlamyüs (ykl. 75-?) Galen (ykl. 130-yakl.200) ve pek çok diğer alimin eserlerinin Arapça versiyonlarından Latince'ye yapılan tercümeler şeklinde Avrupa'ya geçti. Araplar, Yunan edebiyatından da yaratıcı bir şekilde etkilenerek, ona nazireler yapmışlardı. Buna karşılık, Arap ilmi ve felsefesi, Avrupa'da düşünce hayatına çok şey kazandırmıştı, fakat işin garibi, kendilerinin entellektüel ilerleyişi devam etmemiş; hatta ilerlemek şöyle dursun, 12. asrın sonlarında, Avrupa gelişmeye başlarken, gerilemeye bile başlamıştı.
Endülüs Emevileri, ayrıca arkalarında, Kurtaba'nın meşhur camisi, Medine el-Zehra, Gırnata'daki muhteşem El-Hamra gibi, adı burada sayılamayacak kadar mimari zenginlikleri de İspanya'ya hediye olarak bıraktılar.
Berberilerin elinde olan Kuzey Afrika, Araplar tarafından ilk defa yarım asır kadar önce fethedilmişti. Bu putperest topluluğun büyük bir çoğunluğu İslam'ı kabul etmiş ve Arapların kendilerinden daha dindar Müslümanlar olmuşlardı. Bunlar hem Afrika'da, hem de İspanya'da İslam'ın yayılmasında aktif ve önemli bir rol oynadılar.
Doğudaki Abbasiler, uzak vilayetlere zaman ve kaynak ayıramayacak kadar çok meşguldüler. Bu fırsatı kaçırmayan Berberiler, 755'te yeni bir isyan daha başlattılar ve Kayravan'ı ele geçirerek yağmaladılar. İsyan ancak 761'de bastırılarak, Kayravan tekrar alınabildi.
Taberistan ve Deylem (Hazar Denizi'nin Güneyi) gibi, İran'ın Kuzeydeki dağlık bölgelerini halkı, hiç bir zaman tam Müslüman olmamışlar ve bu yarı bağımsız prenslikler, eski dinleri olan Mecusiliğe bağlı kalmışlardı. Bunların imparatorluğa iltihak etmesi sadece sözde kalıyordu. 752'de Halifenin kerdeşi el-Mehdi komutasındaki bir ordu Taberistan'ı aldı. İki yıl sonra, el-Mehdi, yine aynı şekilde zorla boyun eğdirilerek, imparatorluğa eklenen, komşu Deylem'e yürüdü.
Deylem ve Taberistan isimleri daha sonra, İslam tarihinde, birincisi İslam'daki ilk Zeydiye Devleti olarak (864), ikincisi ise Arap tarihçileri arasında en meşhuru olan el-Taberi'nin (838-923) adıyla anılarak kalıcı bir yer edineceklerdi. Deylem, ayrıca Büveyhilerin de memleketiydi.
750'de iktidarı ele geçirdiklerinden beri, sürekli suikast korkusu içerisinde olan Abbasiler, doğru dürüst bir başkente sahip olmamışlardı. Şam, çok uzun bir süre Emevi idaresinin merkezi olduğundan, çok tehlikeli görülüyordu; Küfe de, halkının dönek oluşundan dolayı uygun değildi, ayrıca bunların çoğu Şia mensubu olduğundan, güvenilmez bir yerdi. İktidarın bu yeni sahiplerine başkentlik edebilecek en güvenli yer, Abbasilerin gerçek güç üssü olan Horasan'da bir yer olmalıydı. Fakat burası da, Batı'da Atlantik'e kadar uzanan imparatorluğun çok ücra bir köşesinde kalıyordu.
El-Mansur, ülkeyi iyice araştırdıktan sonra, nihayet imparatorluğun kalıcı olarak başkentliğini yapabilecek uygun bir yer konusunda karar verdi. 762'de, bir dizi kanalla çok iyi bağlantılara sahip, Dicle'nin Batı yakasında, antik Babilon (Babylon), Sitifke (Seleucia) ve Ctecilhon şehirlerine yakın bir yerde, yeni Bağdat şehrinin temellerini attı. Fakat el-Mansur tam temel atmayı bitirmişti ki, Aleviler ayaklandı ve yeni başkentin inşası gerçek anlamda, ancak isyanın bastırıldığı 763 yılından sonra başladı. Orijinal bir şehir planı üzerine oturtulan bu şehrin inşası beş yıl kadar sürdü ve neredeyse 5.000 dirheme mal oldu. Yaklaşık iki mil çaplı bir daire şeklindeki, dört kapılı bu şehrin merkezinde Halifenin Altın Sarayı (altın kaplamalı girişinden dolayı böyle adlandırılmış) vardı ve etrafı çift katlı duvarlarla çevrilmişti. Etrafı surlu olan şehir, esas olarak, halife ve maiyetinin oturması için yapılmıştı. El-Mansur, eski Sasani kralları gibi, debdebe içerisinde izole edilmiş bir şekilde yaşayabileceği, bu yeni başkentin inşası için, imparatorluğum çeşitli bölgelerinden 10.000 işçi getirerek, inşaatla bizzat ilgilenmişti. Bağdat'ın kurulması, el-Mansur ismiyle birlikte anılan en meşhur olay oldu.
Şehrin, Abbasi ihtilalinin Horasanlı ve İranlı destekçileri tarafından mesken tutulan dış mahalleri, kısa zamanda orijinal sınırlarından dışarıya taştı ve bir bot köprüsüyle iki yakası birbirine bağlanan nehrin öbür yakasında da yerleşim başladı. 10. asırda şehir, zenginliklerle dolu olarak, dünyanın en büyük başkentlerinden birisiydi. Ayrıca, Doğuda, ilim ve eğitimin ana İslami merkezi olarak parladı.
Abbasi ihtilali, Sami ırkından olan saf Arap imparatorluğunu, çok uluslu bir İslam Devletine dönüştürdü; resmi dil olarak, tercüme edilemeyen, edilmemesi gereken Kur'an dili, Arapça, olarak kaldı, fakat imparatorluk artık bir Arap devleti değildi. Başkentin Bağdat'a kaydırılması imparatorluğun karakterini bir başka yönde daha değiştirdi. Batıya, Akdeniz'e yönelmiş olan bir imparatorluk iken, bundan sonra İran ve Doğu üzerinde yoğunlaştı. Bir anlamda, imparatorluğun gerçek çekim merkezi kaydırıldı.
Hanedanlığı yıkılışına götüren Emevi karşıtı propagandalar esnasında Abbasiler, çok çeşitli dini ve siyasi gurupları yanlarına çekebilmek için, hareketin amaçlarını bilerek çok genel ve muğlak tutmuşlardı. Kur'anî hükümlere dayalı huzur, adalet ve eşitlik dolu bir idare vaad ediyorlardı. Emevi karşıtı koalisyonun içerisindeki en büyük parti olan Şia'nın, Hz. Ali ailesi anlamında yorumladığı ve ihtilal başarılı olursa, neticede bir Alevinin halife olmasını beklediği, “Aile” kavramı çok geniş bir şekilde kullanılmıştı. Fakat Abbasiler, iktidarı alır almaz, diğer imkanları da yok ederek, seleflerinin Sünni Ortodoksluğunu pekiştirmekten başka bir şey yapmadılar.
Huzurlu bir toplum ve Alevi idaresinin kurulması konusundaki ümitleri kırılan Şiiler, şimdi kendilerini aldatılmış ve sükutu hayale uğramış hissediyorlardı. En büyük oğlu Hz. Hasan vasıtasıyla, doğrudan Hz. Ali'nin torunları olan, Muhammed ve İbrahim adlarındaki iki genç, Medine'de etkisiz ve akim kalan yeni bir ayaklanma başlattılar (762). El-Mansur'u, İslam hukukuna riayet etmeyen -aynı suçlama, Şiiler tarafından Emevileri düşürmek için de yapılmıştı- bir zalim olarak suçlayan Muhammed (“Nefsü'z-Zekiye” lakablı), çabucak Medine'yi ele geçirdi ve kardeşi İbrahim, orada da bir isyan başlatmak niyetiyle, Basra'ya doğru yola çıktı. Fakat talimli Horosan ordusu, kendilerini korumak için, 135 yıl önce Hz. Peygamberin (s.a.v.) yaptığı gibi, bir hendek kazan, askeri yönden tecrübesiz bu Medineli isyancılar gurubunu ezmekte zorlanmadı. Muhammed'in kendisi öldürüldü, fakat aslında iktidar için gerçek bir tehdit unsuru olmaktan uzak olan şehre yumuşak davranıldı; genel bir af ilan edildi. Fakat İbrahim, Basra'daki isyanıyla daha büyük bir etki bıraktı. Ahvaz'ı, hatta bir İran vilayeti olan Fars'ı ele geçirdi, fakat Kufelileri, iktidardaki halifeye karşı olma konusunda ikaz etmeyi başaramadı. Nihayet 763 Şubatında, Abbasiler, ancak Kufe'nin Kuzeyinde, Bahamra denilen bir mevkide yapılan ve savaş sırasında İbrahim'in öldürüldüğü şiddetli çarpışmadan sonra bölgenin kontrolünü tekrar alabildiler. Böylece, Şianın iktidarı ele geçirmek için yaptığı bu sonuncu teşebbüs de trajik bir şekilde sonuçlandı. İsyanda, bir Alevi ayaklanmasının belirgin işaretleri haline gelen pervasız bir kahramanlık ve siyasi kabiliyetsizlik sergilendi.
Halife el-Mansur, 763'te, İspanya'yı, Abbasilerin bölge valisini yenerek burada Emevilerin yeni bir kolunu kuran (756) kaçak Emevi emiri Abdurrahman'dan geri almak için, bir ordu gönderdi. Bu ordu, Abdurrahman ve adamlarının müthiş bir kahramanlıkla savaşmaları sonucu, bozguna uğradı. Bu olay, Abbasilerin böyle uzak teşebbüslere son vermelerine neden oldu ve İspanya Bağdat'a olan bağımlılığından ilelebet kurtuldu. Böylece,- Abbasilerin iktidara geçmesinden daha 13 yıl sonra, imparatorluğun Batı kanadı, halifenin kontrolünden çıkmaya başladı.
İlk Siyer-i Nebi yazarı olan İbn-i İshak (tam adı: Muhammed bin İshak) Bağdat'ta öldü. İbn-i İshak, Irak'ta Müslüman gruplar tarafından yakalanan ve İslam'ı kabullendikten sonra serbest bırakıldığı Medine'ye getirilen genç bir Hristiyan esirin torunuydu. 704 civarında Medine'de doğan İbn-i İshak, İskenderiye'de okumuş ve sonra Irak'a gelerek, sonunda Bağdat'a yerleşmişti.
Hz. Peygamber'in hayatı hakkındaki ilk temel kaynak olan İbni ishak'ın biyografisi (Sire-i Resulullah) kendinden yaklaşık 70 yıl sona Kahire'de ölen İbn-i Hişam'ın düzenlediği esas nüsha olarak günümüze kadar ulaştı. Her ne kadar düzenleme İbn-i Hişam'ın da olsa, eser İbn-i İshak'a aittir. Bu geniş biyografi, Hz. Peygamber'in şeceresi ve doğumundan başlayarak vefatına kadar olan hayatını ihtiva etmektedir.
İslam'daki dört sahih fıkıh ekolünden birincisinin kurucusu, büyük düşünür ve ilahiyatçı alim Ebu Hanife (d. yakl. 700, Küfe ve daha çok İmam Hanife olarak bilinir), Bağdat'ta bir hapishanede öldü. Kendisinin, 762'de Basra'daki Muhammed Nefsü'z-Zekiyye'njn başlattığı Alevi isyanını desteklediği için hapse atıldığı söylenir. İmam Ebu Hanife, hiç bir meselede haktan fedakarlık etmeden konuşabilme hürriyetini muhafaza etmek için, kendisine teklif edilen, devletin kadısı olma görevini iki defa reddetti ve vakarından dolayı cezalandırıldı; hayatını, Kufe'de, ipek tüccarı olarak kazandı.
İranlı bir azatlının torunu olan Ebu Hanife, neredeyse hayatının tümünü, burada yapılan dini tartışmalarda aktif olarak yer aldığı Kufe'de geçirdi. Kendisi fıkıhla ilgili hiç bir eser yazmadı, fakat özellikle bu meşhur mantıkçının görüşlerini yazma ve geliştirme işini üzerlerine alan Ebu Yusuf (731-98) ve el-Şeybani (749-ykl. 804) gibi pek çok parlak talebeye ders verdi. Ebu Hanife'nin öğretilerine yapmış oldukları büyük katkıya rağmen, bu ikisi, sadık bir şekilde, Hanefi olarak tanınan ekollerinin kurucusu olarak onu kabul ettiler. Daha sonra sırasıyla 785 ve 796'da hem Ebu Yusuf, hem de El-Şeybani kadı tayin edildi.
Daha ilk zamanlardan beri Müslümanlar, devlet genişlemesiyle çoğalan yeni ve karmaşık meselelerde (medeni, cezai, mali, siyasi vs) hangi davranışların İslami prensiplere uygun olduğunu anlayabilmek için, yasama ile (teşrii) ilgili tartışmalara kuvvetli bir alaka gösteriyorlardı. Bu durum, Şeriat denilen dini kanunların ve Fıkıh denilen hukuk ilminin ayrıntılı birer sistem olmasına yol açtı. Eğer toplam 6236 Kur'an ayetinden (bkn. 650-2; bunların sadece 200 kadarının tam manasıyla yasama ile ilgili olduğu belirlenir ki, bunlardan hepsi olmasa da büyük bir kısmı sure 2 ve 4'tedir) Kur'an'ı emirlerin söz konusu mevzu için uygulanamaz ve yetersiz oldukları anlaşılırsa, çözüm için başvurulacak tabii ikinci çare Sünnetti. Sünnet, Hz. Peygamberin (s.a.v.) davranışları ve ahlaki sözleri (ögütleri)dir. Bu iki temel kaynağın (Kur'an ve Sünnet) da kifayetsiz kaldığı durumlarda, iki yardımcı kaynağa yani toplumun konsensüsü (İcma) ve karşılaştırmalı çıkarımlara (kıyas) başvuruluyordu. İcma unsuru, meşru sisteme, muazzam ülkesinde işleyebilme ve devamını sürdürme konusunda bölgesel olarak bir esneklik sağlıyordu. Bundan dolayı, İslami yasamanın bütününde bir birlik ve hukuki kuralların tabiatı konusunda yaygın bir kavram vardı. Fakat bu münferit idareler için geçerli değildi. Bağdat'ta belli bir konuda varılan meşru bir karar, Tanca'daki hukukçular için bir anlam ifade etmiyordu. Şeriat sisteminin İslami hayattaki bütün noktaları kapsadığı söyleniyordu.
Fıkıh ilmi, ilk olarak, imparatorluğun vilayetlerindeki yeni problemlerle ilgili talimatlar için başvurulan ve o dönemlerde başkent olan Medine'deki dindarlar tarafından kurulmuştu. Fakat Medine bu görevi yavaş yavaş Kufe'ye aktardı ve daha sonra da bu konu ile, farklı ülkelerden gelmiş, farklı ilim dallarıyla uğraşan alimlerin bulunduğu büyük bir merkez olan Bağdat'ta ilgilenildi. Burada, İslam hukuku öğrenimi büyüyerek, kendi istikametini bulan sistematik ve ciddi bir konu haline geldi.
Meşru İslami düşünceyi karşılayabilme ihtiyacı, her biri ayrı ayrı, imam (=lider; Şiilerin kullandığı anlamda değil) denilen dört büyük sarih tarafından kurulan ve bunların adlarıyla anılan dört fıkıh ekolünün çıkışına neden oldu. Esas olarak, Abbasi hakimiyetinin ilk asrında ortaya çıkan, fakat halen otoriter kaynak kabul edilen bu dört ekolün takip ettiği yol, her ne kadar vurgu ve yorum farklılıkları olsa da, kabaca yukarıda belirtilen silsileyi (Kur'an, Sünnet, İcma, Kıyas) takip ediyordu. Kronolojik sıraya göre bu ekoller,
(1) Hanefi Ekolü: İmam Ebu Hanife tarafından kurulan bu ekol, dördünün içerisinde en toleranslı ve spekülatif olanıdır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde resmi olarak kabul edilen bu ekol, İslam Dünyasında, özellikle Asya'da, en çok takip edilendir, (neredeyse dünya Müslümanlarının yarısı tarafından);
(2) Maliki Ekolü: İmam Malik bin Enes (ykl. 715-95) tarafından kurulmuştur. Sünnete özel bir önem verir ve takipçilerinin çoğu Afrika'nın Batı ve Kuzey bölümlerinde bulunur;
(3) Şafii Ekolü: İmam Muhammed bin İdris bin el-Şafii (767-820) tarafından kurulmuştur ve Mısır'ın büyük bir bölümünde, Doğu Afrika'da, Güney Arabistan'da ve Güney Hindistan'da yaygındır;
(4) Hanbeli Ekolü: İmam Ahmed bin Hanbel (780-855) tarafından kurulan bu ekol, Kur'an'ı daha çok kelime anlamıyla alarak, Sünneti ikincil sırada gören tutucu ve uzlaşmaz bir ekoldür. Fakat günümüzde Suudi Arabistan Krallığının resmi ideolojisi haline gelen ve Muhammed bin Abdulvahhab tarafından kurulan sofu bir reform hareketi haricinde, bu ekolün önemli sayılabilecek oranda bir temsilcisi kalmamıştır.
Bu dört ekolün hepsi Sunnidir; Şiilerin kendilerine ait bir hukuk sistemleri vardır.
Kuzey Afrika'daki Berberiler, hiç bir ulusal (ırki) veya sosyal sınırın tanınmadığı, herkesin sadece ahlaki vasıflarına göre değerlendirileceği gerçek bir teokratik cumhuriyet kurma özleminde olan Haricilerin yobaz öğretilerini artık benimsemişlerdi. Bu karışık ülkede, yeni bir isyan -30 yıl içerisinde üçüncü defa- çıktı (771), ve Kayravan, bir kez daha, bu defa Harici bayrağı altındaki Berberilerin eline geçti.
Artık iktidarlarını kesin bir şekilde kurmuş olan Abbasilerin halifesi el-Mansur, bu vilayetin kontrolünü tekrar kazanmak için, 50.000 kişilik bir ordu kurmak üzere, bizzat Kudüs'e gitti. Halifenin otoritesinin bölgede tekrar kurulabilmesi, ancak uzunca bir yıl süren şiddetli bir savaştan ve bir sürü kan döküldükten sonra mümkün oldu (772). Fakat o zaman bile, hala büyük olan ve Berberiler tarafından pek çok prensliğin kurulduğu yüksek Atlas bölgesini ele geçirmek için hiç bir teşebbüste bulunulmadı.
Halife el-Mansur, hacda olduğu Mekke yakınlarındaki kampında, 64 yaşında iken öldü (Ekim). El-Mansur'un 21 yıllık uzun iktidarı, imparatorluğun yönetilmesi konusunda pek çok temel değişikliğe sebep oldu. Daha sonra hafefileri tarafından bazı ıslahatlar yapılarak, takip edilen temel idari prensipleri koyduğu için, kendisi daha sonraları, Abbasi hanedanlığının gerçek kurucusu sayıldı. Daha sonra uygulanacak ilk idari model, idarenin daha henüz cenin sayılabileceği, İslami yayılmanın ilk dönemlerinde, Raşid Halifelerden Hz. Ömer (h. 634-44) tarafından kurulmuştu.
Halife el-Mansur'un, idarede hem tarz, hem muhteva olarak yaptığı ve İslam Devleti'nin daha sonraki idaresi üzerinde uzun süreli bir etkisi olan bazı değişiklikler aşağıdadır.
(1) Araplar o zamana kadarki hakim pozisyonlarını kaybetmişler; liderlik artık İranlılara ve Türklere geçmişti. Yeni halifelik, Mevalinin, özellikle hem siyasi hem kültürel hayatta önemi devamlı artan bir rol oynayan İranlılar'ın desteğine dayanıyordu. Abbasilerin kendi milletlerine karşı gösterdikleri bu güvensizlik, imparatorluğun sonunda bölünmesine önemli ölçüde bir katkı sağladı. Çoğu Abbasi ailesinin kendi azatlılarından olan bu yeni emin insanlar sınıfına, yerel ve merkezi idarelerin her safhasında güven ve sorumluluk isteyen makamlar verildi. Bu azatlılar, yani eski köleler, Araplar köle olamayacağından, elbette Arap olmayan ırklardandı. Zamanla ileri sürülen bazı fikirlere göre bunlar, eski efendileri olan hakimlere, şiddetle ihtiyaç duydukları güvenlik duygusunu sağlayan bir sadakat ve hizmet içinde bulunmakla yükümlüydüler. Her ne kadar bu, o zaman için yapılabilecek en iyi şey olarak görünse de, Arapların ileriyi düşünmeden başvurdukları bu çare, daha sonraları yeterince zayıfladıkları anlaşıldığında, iktidarın bu azatlılar eline geçmesine sebep olacaktı. Eskiden köle olan Türklerin saray muhafızlığı gibi kilit yerlere getirilmesi, bunların bu görevlerinde iken saray entrikalarında ve hamilerine karşı girişilen suikastlarda aktif olarak rol almalarına imkan sağladığından, ölümcül hatalar oldu. Bunlar, daha sonra o kadar güçlendiler ki, halifeliğin siyasi otoritesini ellerine aldılar. Abbasi siyaset ve idaresinde Arapların ne kadar önemsiz bir hale geldikleri, eskiden beri olduğu gibi, devam edegelen Arap kabile savaşlarından dönemin tarihçilerinin nadiren bahsetmelerinden anlaşılabilir. Abbasilerden önceki dönemlerde, Arapların idari mekanizmada, orduda ve vilayetlerde üst makamları ellerinde tutmalarından dolayı bu çatışmalar, ne zaman ortaya çıksa, siyasi sahada önemli yankılar doğuruyordu.
(2) İdari mekanizma, Sasani modeline (ve belli ölçüde Bizanslılarınkine) uygun bir şekiide yeniden düzenlenmişti. Saray merasimleri (daha sonraları saray entrikaları da dahil oldu.) ile etrafı çevrilen halife, ihtişamlı bir monarşist gibi yaşıyordu ve tebası için ulaşılmaz olmuştu. Halifeliğin otoritesi, silahlı bir kuvvetle destekleniyor ve tepesinde hükümet mekanizması ve üslubunda önemli bir yenilik sayılan -ve sadece halifeye karşı sorumlu olan- vezir ya da başbakanın bulunduğu müthiş bir bürokrasiyle yürütülüyordu.[52] Halife Harun Reşid (h. 786-809) tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar, sadece İranlı bir aile –Bermekiler- bu makamı tekellerine almışlardı.
(3) Halifelik merkezinin Şam'dan Bağdat'a nakledilmesiyle sembolize edilen, bütünüyle bir Doğuya yönelme vardı. Aslında Halifelik, dış politikasında yeni bir döneme girmişti; çabalarını -Emevilerin kendi dönemlerinde yaptıkları gibi- Akdeniz, Kuzey Afrika ve Güney Avrupa'ya odaklaştırmak yerine, yeni hakimler doğuya yönelmişlerdi ve özellikle İranlıların etkisi güçlenmişti. Yeni başkent, bir yanda Arabistan, Mısır, Suriye; diğer yanda İran, Horasan ve Kuzey Hindistan v.d. arasında merkezi sayılabilecek bir yerdeydi. Fakat Batı bölgeleri, tam bir kontrolü mümkün kılmayacak kadar uzakta bulunuyorlardı ve Bağdat yetersiz kalmaya başlayınca, Halifelikteki siyasi birlik çözülmeye başladı. Yeni rejimin kurulmasından daha 6 yıl sonra, Müslüman İspanya, Bağdat'tan bağımsız hale geldi. Daha sonra, Kuzey Afrika'da daha pek çok yeni hanedanlık türedi ve Halifeliğin iktidar alanı daraldıkça daraldı. Bu, artık Müslümanların muhtemel bir saldırı tehdidinden kurtulan Avrupa'nın geleceğini de etkiledi.
(4) (El-Mansur'un Huzur Şehri olarak adlandırdığı) Bağdat'ın kuruluşu, Ortaçağdaki İslam Medeniyetinin tam olarak kemale ermesini sağladı. Helenistik, Hristiyan, Yahudi, Zerdüşti ve Hindu fikirler burada -kısmen de ikiz şehirler olan Basra ve Kufe'de- karışarak; edebiyat, ilahiyat, felsefe ve tabii ilimlerin gelişmelerini sağladı. Emeviler döneminde Medine ve Kufe'de başlayan İslam Fıkhi alanındaki yoğun entellektüel faaliyet birkaç on yıl daha buralarda devam etti ve sonra bunlar da yükselmekte olan metropol şehri Bağdat'a taşındı. Aslında Bağdat, ilk Arap fatihlerinin çölden getirdikleri hayat tarzının tamamıyla bir anti-tezini temsil ediyordu.
Halife el-Mansur'dan sonra vazifeyi Yemenli bir Arap prensesinden doğan 33 yaşındaki oğlu el-Mehdi (h. 775-85) devraldı.
Önceki yirmi yıl boyunca, özellikle İranlı köylüler arasında, kökü derinleşmiş tatminsizliklerden kaynaklanan birçok sapık inanışlar çıkmıştı. Bunların en ciddilerinden birisi, Emevilerin saltanatını bitiren şef ajan Ebu Müslim'in taraftarlarından birisi olan ve yüzünü örttüğü için kendisini el-Makanna veya “Peçeli” olarak adlandıran birisinin liderliğinde gelişen hareketti. El-Mukanna aşırı Şiilerin mesihi fikirlerini, İranlıların eski düşünceleri ve sosyal protestoları ile birleştirdi. Taraftarları, hiyerarşik düzene sahip gizli bir topluluk olarak örgütlenmişlerdi; Mukanna bunlara ruh gücünü öğretiyor ve Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Ebu Müslim yoluyla kendisine peygamberlik tevarüs ettiğini iddia ediyordu.
776'de Horasan'ı ele geçirdi ve Arapların karşısında, sıkı bir lider olduğunu ispat etti. Kendisine karşı gönderilen ordulara başarılı bir şekilde karşı koyduğu halde, nihayet bir kalede sıkıştırıldı (780) ve savaşı kazanma ya da kaçma ümidinin olmadığını görerek, halifelik ordusunun eline düşmektense, kendi canına kıymayı tercih etti.
Geçen 70 yıl., boyunca Hariciler, kendi doktrinlerini Kuzey Afrika'da çok faal misyonerlik hareketleriyle yaymışlardı. Artık bu siyasal ve sosyal eşitlikçi dini-siyasi mezhep, eski Arap efendilerinin baskılarına kızan Berberiler arasında çok sayıda taraftar toplamıştı. Ayrıca Hariciler, (çıkış yerleri olan) Irak'taki aşırı şiddet yanlısı yoldaşlarıyla kıyaslandıklarında, Kuzey Afrika'da tamamen mütevazi bir çizgi izlemişler ve bundan dolayı da daha geniş bir kitleye hitab edebilmişlerdi.
Kuzey Afrika, son Emevi hâlifesi II. Mervan İle ihtilalci Abbasiler arasında çıkan iç savaştan bu yana bir kargaşa içerisindeydi. Ne iktidarı esnasında Mervan, ne de iktidarı ele geçirdikten sonra Abbasiler, bu uzak vilayet için ayıracak zaman ve kaynak bulabilmişlerdi. Bunun sonucu olarak yüksek Atlas Bölgesinde, pek çok bağımsız Harici prensliği kurulmuştu. Bunlardan en önemlileri (bugün Cezayir sınırlarında dahil olan Atlas Dağlarındaki Tiaret) Tahert prensliği idi ve isminden anlaşıldığı kadarıyla, soyu İranlı olan Abdurrahman bin Rüstem liderlik ediyordu. Rüstem, dini bir unvan olan İmam'ı aldı ve yeni bir hanedanlık olan Rüstemi Hanedanlığını (777-909) kurdu. Bu küçük dağ krallığının tebası, ileri gelenlerin çoğunun riyazetle yaşadığı ve sofuca bir ahlakın en yüksek standartlarına uymaya çalıştığı, koyu Haricilerdi.
Her ne kadar Rüstemilerin hakimiyetindeki topraklar hiç bir zaman genişlememişse de, bunlar yerleştikleri bölge ve dış politikalarıyla, Kuzey Afrika İslam tarihinde önemli bir rol oynamışlardı. Akdeniz kıyılarında her iki tarafından da düşmanla -Batıda Şii İdrisiler, Doğuda Sünni Ağlabiler- sarılı olan Harici Rüstemiler, İspanya Emevileri ile ittifak yaparak, sonuçta büyük bir bölümün Bağdat'tan kopmasını sağladıkları bölgede siyasi bir satranç oyunu oynadılar. Rüstemiler; başkentleri Tahert'e büyük bir zenginlik sağlayacak çok sayıda göçmeni çeken ve bir eğitim merkezi yapan Büyük Sahra ticaret yolunu açtılar. Bu küçük devlet, 909'da Fatimilerin başkentlerini ele geçirmesiyle son buldu.
Emevi Emiri Abdurrahman'ın iktidara geçtiği 20 yıldan beri Müslüman İspanya, Araplarla Berberiler arasındaki didişmelerle parçalanmaktaydı. Bu kargaşa ve anarşi döneminde, bu fırsatı iyi değerlendiren Hristiyanlar ülkenin Kuzey bölümünü ele geçirmişlerdi. Frenklerin hırslı kralı Şarlman (742-814), artık İspanya'nın Müslümanların elinden alınabileceği şartların olgunlaştığına inanıyordu ve muazzam bir orduyla Pireneleri geçti (778); ayrıca bölgede merkeze küskün Arap liderleri, özellikle de Barselona valisi, Şarlman'ı destekliyorlardı.
Epeyce ilerleyen Şarlman, Saragost surlarının dibine kadar geldi, fakat burada felaket bir bozguna uğradı. Geri çekilmekte olan, Varl Martel'in (ykl. 688-74) torunu Şarlman'ın ordusu saldırıya uğradı ve askerlerin büyük bir bölümü kılıçtan geçirildi. En meşhur asilzadesi (Paladin) ve yeğeni Kont Roland, 3.000 fit üzerinde bir yükseklikteki Roncesvalles geçindinde ölümcül bir şekilde yaralandı. Bunun kahramanca savunması daha sonra, 11. veya 12. asırda muhteşem bir Fransızca destan, Chansonde Roland (Roland'ın Şarkısı) ile ölümsüzleştirilecekti.
Hakimiyetleri boyunca Emeviler, özellikle iki imparatorluğu ayırarak stratejik bir önemi olan Toros Dağları boyunca, Bizanslılara karşı askeri üstünlük sağlamaya çalışmışlar ve buldukları her fırsatta bölgeye saldırmışlardı. Fakat Halife Hişam'ın ölümünden beri (743), daha sonra Abbasileri iktidara geçiren iç savaşlardan dolayı Emevilerin düşüşü sebebiyle, bu ihtiyat sürdürülememekteydi. Bu fırsatı değerlendiren imparator V. Konstantin (h.741-75), durumu Müslümanların aleyhine çevirmişti. Toros geçitlerini ele geçirdi ve İslam ordusu sıradağların 25 mil Doğusunda kötü bir yenilgiye uğradı (778).
778'de, Toroslardaki yenilginin intikamını almaya ve savaştaki üstünlüklerini tekrar kazanmaya kararlı, 95 bin kişilik muazzam bir İslam ordusu hazırladı. Halife el-Mehdi, bu ordunun komutasını daha sonra halife olacak olan Harun'a verdi. Harun, Bizanslıları Anadolu'dan, Konstantiniyye'nin karşısına Bosfor'a (İstanbul Boğazı) kadar takip etti.
Bizanslılar tarafında en son dini tartışma konusu, resimlerin veya ikonoların, Hristiyan ibadetlerinde kullanılmasıyla ilgiliydi. İmparator III. Leo (h. 717-41) tarafından başlatılan ikonaklast (anti-ikon) hareketi, zirvesine, Leo'nun halefi V. Konstantin (h. 741-75) zamanında ulaştı ve bu dönemde ikonoları savunanlar yaygın ve merhametsizce zulümlere uğradılar. Bu dini bölünmeler, başkentte olduğundan daha çok vilayetlerde görünüyordu ve devamlı olarak taraf değiştiren imparatorların desteğine bağlı olarak değişiyordu. Bu dönemde (782) başta olan İmparatoriçe İrene (yaşı küçük olan oğlu VI. Konstantin'in vekili olarak: 780-5 ve kendi adına: 797-802), ikonoların tutkulu bir destekçisiydi[53] İmparatorluğunu böyle bir kargaşa içerisinde bulunduğu ve epeyce zayıfladığı bu dönemde İrene, Halife'ye yıllık 70 bin altın dinarlık bir cizye ödemeyi kabul etti ve aşağılayıcı bir barış anlaşması imzalamak zorunda kaldı.
Bu, Osmanlı Türklerinin şehri fethederek (Fatih II. Mehmed, h. 1444-6 ve 1451-81), Bizans (veya Doğu Roma) İmparatorluğuna son verdiği 1453 yılına kadar, Konstantiniyye önlerinde görülen son İslam ordusu oldu. Boğaz'ın kenarında yedi tepe üzerine kurulan bu büyük şehir (kuruluşu 330), daha sonra İstanbul olarak adlandırıldı ve Mustafa Kemal Atatürk 1923'te Ankara'ya nakledinceye kadar, Osmanlı İmaratorluğunun (1342-1924) başkenti olarak tekrar zenginleşti. Şehrin adı resmi olarak 1930 yılında Konstantiniyye'den İstanbul'a çevrildi.
İspanya Emevileri Emiri, I. Abdurrahman, Guadalquivir Nehri üzerindeki Roma köprüsü yakınlarında Kurtuba U!u Camiinin temellerini attı (785). Camiin yerinde önceden Vizigotların bir katetrali bulunuyordu. II. Abdurrahman (h. 822-52) ve II. el-Hakem (h.961-76) dönemlerinde yapılan başarılı eklemelerden sonra, II. Hişam döneminde (h. 976-1009), kudretli Hacip (haznedar anlamında) el-Mansur yönetiminde 976'dan kısa bir süre sonra tamamlandı. Bu camiin önemi, sadece muhteşem bir ibadethane oluşundan değil, İspanya ye İspanya vasıtasıyla Avrupa'da entellektüel hayattaki İslam hakimiyetinin sembolü haline gelmesinden de kaynaklanmaktadır.
Cami, Kurtuba'nın 1236'da düşmesiyle bir Hristiyan Katedraline dönüştürüldü. Bina, halen bu şekliyle kullanılmasına rağmen, halk arasında “La Mezquita” (Cami) adıyla meşhurdur. Müslümanlar zamanında bu muazzam caminin (570x425 fit) yirmibir girişi vardı, fakat bunların bir kısmı daha sonra dolduruldu veya yıkıldı.
785'de, bu defa Hicaz'da bir başka başarısız Şii isyanı yapıldı. Ayaklanma kısa sürdü, fakat ayaklanmaya katılanlar arasında önemli bir şahsiyet olan İdris bin Abdullah (ö. 793), önce Mısır'a, sonra da Fas'a kaçtı. İdris, Hz. Peygamberin (s.a.v.) torunlarından birisi olma prestijini kullanarak (Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'ın torununun oğlu),[54] bölgede yaşayan ve Müslüman oldukları halde Bağdat'a muhalefet eden Berberi kabilelerinin desteğini almayı başardı.
Nihayet burada, başkenti Fez[55] olan, bağımsız bir prenslikle İdrisi Hanedanlığını (789-926) kurdu. İdrisilerin kurduğu devlet, Şia doktrinlerinin ılımlı bir şeklini savunan ilk Şii hanedanlığın yönetimindeydi.
Bölge, daha önceleri eşitlikçi Haricilerin etkisi altında olduğu halde, imparatorluğun bir bölümünü oluşturuyordu. Abbasiler idareyi aldıktan sonra 40 yıldan daha az bir zaman içerisinde bölge, imparatorluktan ayrılan üçüncü devlet oldu. Fakat Halife ve Emir el-Müminin unvanları yine de Bağdat'taki Abbasi hükümdarlarına bırakıldı.
Beşinci Abbasi Halifesi Harun Reşid'in (h. 786-809) mükemmel ve müreffeh idaresi Eylülde başladı ve imparatorluk, onun idaresinde şöhretinin, zenginliğinin ve kültürünün zirvesine ulaştı. Yirmiiki yaşındaki Harun, kardeşi el-Hadi'nin halefiydi ve bu ikisi, kuvvetli bir şahsiyet ve hem kocası hem oğlu döneminde devlet işlerinde etkili birisi olan, azatlı bir köle Hayzuran Hatun'un oğluydular.
Harun, çocukluğunda, Bermeki Yahya (ö. 805) denilen bir İranlı tarafından eğitilmiş ve bu ikisi arasında kuvvetli bir ilgi bağı kurulmuştu. Halife olması üzerine Harun, annesinin sadık bir destekçisi olan bu güvenilir adamına sınırsız idari yetkiler vererek, onu vezir (başbakan) yaptı ve kendisi uzak vilayetleri ziyaret ederek devlet işlerini kontrol etti. Büyük babası Belhli bir budist olan Yahya, yetenekli bir örgütçü ve hırslı bir adamdı. Makamını tam anlamıyla kullandı ve yavaş yavaş Halife'nin idari fonksiyonlarını ele geçirdi.
Müslüman İspanya, Abbasilerin merkezi otoritesinden ayrılıp kendi başına kaldığından beri, Frenk krallarının kışkırtmalarıyla, sınırdaki Hristiyan kabileler devamlı Kuzey İspanya'ya saldırarak, bölgede tahribata ve zarara yol açıyorlardı. Artık kendi topraklarındaki isyanları bastırmış ve barışı sağlamış olan ikinci Emevi hükümdarı I. Hişam (h. 788-96), dikkatini Kuzeye çevirdi. Buralara bir ders vermek amacıyla, ordusunu iki kola ayırarak bölgeye gönderdi (792) ve her iki kol da zaferle geriye döndü. Bunlardan birisi (759'da Frenklerin eline geçen) Narbana'yı geri alarak Tulüz (Toulouse) Kontuna ağır bir mağlubiyet tattırırken, diğeri Galisya (Galicia) kabilelerini büyük bir katliamla yola getirerek baş eğdirdi.
Müslüman fakih ve kendi adıyla anılan bir fıkıh ekolünün kurucusu olan Malik bin Enes (daha çok İmam Malik olarak bilinir), hayatının büyük bir bölümünü yaşadığı Medine'de vefat etti. İmam Malik, İslam'ın ilk dönemlerindeki şer'i (kanuni) doktrinlerin düzenlenmesinde önemli bir rol oynadı.
Alevilerin, 762'de Medine'deki başkaldırılarında faal bir rol oynamamakla beraber, Halife el-Mansur'a yapılan biatin, cebirle gerçekleştiğinden, dini olarak bağlayıcı olmadığını ilan etti. İsyan başarısız olunca, bu açıklamasından dolayı had cezasına çarptırıldı, fakat bu sadece onun prestijini yükseltti. Daha sonraki yıllarda ise merkezi hükümetle iyi geçindi ve halife el-Mehdi (h. 755-85) ve Harun Reşid'in (h. 786-809) saygısını kazandı.
Halife Harun Reşid, İmparatorluğun Doğu bölümüyle meşgul olduğundan, Rüstemilerin ve İdrisilerin bağımsız devletler kurdukları Kuzey Afrika'ya daha az ilgi gösteriyordu. Horasanlı bir ordu komutanı olan İbrahim bin Ağlab, Halife'ye Ifrikiye'de[56] düzenin sağlanarak, bölgenin Bağdat'ın kontrolüne alınması için kendisine, önemli bir otonomi ile, bölge valiliği verilmesini teklif etti. Teklifi, yıllık 40.000 dinar vergi ödemesi şartıyla kabul edildi (800). Bu durumda Ifrikiye, imparatorluk içerisinde özerklik kazanan ilk vilayet oldu.
Müstesna bir kabiliyete ve enerjiye sahip olan İbrahim, Bağdat'tan emin bir uzaklıkta olduğundan, yeni bir (Sünni) hükümdar hanedanlığı Ağlabileri (h. 800-909) kurdu. Halifeyi sadece ismen tanıyarak, Tunus'taki Kayravan'ı başkent yapıp, bağımsız ve mirasla geçen bir hükümdarlık uygulamaya başladı. Ondan sonra, Abbasiler, Mısır'ın Batı sınırlarından öteye otorite sahibi olamadılar. Her ne kadar İbrahim'in haleflerinden bazıları sefahate dalarak, devlet işlerinden çok eğlence peşinde koşmakla ilgilendilerse de, Ağlabi idaresinin hakim olduğu asır, 8001ü yıllardan önce arkası gelmez Arap-Berberi iç savaşlarıyla parçalanmış olan bölgeye barış ve refah getirdi.
Her ne kadar daha 670'te Müslümanlar tarafından feth edilmiş olsa da, bölgenin Roma Afrikası karakterini tamamen Müslüman Ifrikiye'ye çeviren Ağlabilerdi. Arapça, daha çok büyük şehirlerde konuşulan Latincenin yerini almıştı ve İslam sadece Hristiyanlığın yerini almakla kalmamış, çok daha büyük ölçüde kabul edilen bir din olmuştu. 50 yıl süren seferlerden sonra Sicilya'yı fethetmeleri, Batı medeniyetinin geleceği açısından çok büyük sonuçlar doğurdu. Ağlabi hakimiyeti sonunda, hızla büyüyen Fatimi güçleri için kolay bir lokma oldu. (909)
Mamaafih, bu olay gelecekte Kuzey Afrika'da ve çevre vilayetlerde bir dizi yerel hanedanlığın kurulmasına ve en sonunda halifeliğin etkili olduğu hakimiyet alanının sadece Irak sınırlarına sıkışmasına zemin hazırladı. Büyük hanedanlıklarla birlikte, sonradan daha az dikkati çeken pek çok örnek daha Abbasi ülkesinde görülecekti. Bunlar, daha çok yerel valilerle yönetilen ve Halifenin etkili olamadığı küçük, yarı oligarşik devletlerdi.
Halife Harun Reşid 786'da iktidara geçer geçmez, eski hocası ve güvenilir adamı Yahya Bermeki'yi başbakan olarak atamıştı. Daha sonra Yahya'nın iki oğlu, İmparatorluğun idaresinde bir daire oluşturarak babalarına katıldılar. Çok yetenekli idareciler ve kültür seviyesi hayli yüksek bir İranlı ailenin üyeleri olan Bermekiler, yıllar geçtikçe müthiş bir zenginlik ve güç kazandılar. Şii eğilimleri olduğu düşünülen Bermekiler ismi, koruyuculuk, cömertlik ve zengin bir hayat tarzı ile eşanlamlı bir hale geldi. Bunun neticesinde, Halife kendisini bunların baskısı altında hissetmeye başladı ve abartılmış pozisyonlarından sıkıldı. Bundan dolayı, ailenin sahip olduğu muazzam zenginliğin derhal haczedilmesini ve bütün aile üyelerinin tevkif edilmesini emrederek, imparatorluk içerisindeki bu güçlü çekirdekten kurtulmaya karar verdi (803). Böylece hükümetteki bu en meşhur ve güçlü aile, Halife'ye üç nesil hizmet ettikten sonra, bir daha yükselmemek üzere, beklenmedik bir anda düştü.
802'de I. Nicephorus (h. 802-11), maliye bakanlığını yaptığı İmparatoriçe Irene'yi devirerek yerine geçti. İmparatoriçeye yapılan ithamlardan birisi, Doğu sınırlarında barışın sağlanması için büyük bir cizye ödemeyi kabul ederek (782) Halife'ye boyun eğmesiydi. Yeni imparator Halife Harun Reşid'e, kendini övüp durduğu bir mektupla, sadece anlaşmayı tek taraflı olarak iptal etmekle kalmayıp, o zamana kadar ödenmiş olan cizyelerin de geri ödenmesini isteyerek, imparatoriçenin politikasını geri çevirmeye çalıştı. Buna çok öfkelenen Harun, imparatora “Roma Köpeği” şeklinde hitap ettiği, tahkir edici bir cevap yazdı ve aynı zamanda kendisinin komutanlık ettiği muazzam bir ordu topladı. 804'te Bizans topraklarına girdi ve Anadolu'nun büyük bir bölümünü harab ederek, Kara Deniz kıyılarına kadar ilerledi. Bütün bunlar karşısında bunalan ve kendisini, bu herşeyi silip süpüren İslam ordusu karşısında çaresiz hisseden Nicephorus barış dilemeye başladı ve sonuçta daha önce verilen yıllık cizyenin de içinde bulunduğu aşağılayıcı şartları kabul etmek zorunda kaldı.
Müslümanlar çekilir çekilmez, imparator derhal anlaşmayı reddetti ve bu da Harun'un şiddetle gazaplanmasına sebep oldu; ordu tekrar ateş ve kılıçla Anadolu'ya döndü. Bizans ordusu imha edildi ve ülkenin Doğu bölgesi, yakıp-yıkan ve yağmalayan istilacılara kaldı. Müslümanların ordusu Heraklea'ya (Konya Ereğlisi) kadar düşmanlarının bölgesinde ilerlediler (806) ve korkan Nicephorus bir defa daha barış için yalvardı. Bu defa yapılan anlaşmanın şartları öncekinden daha cezalandırıcı ve aşağılayıcıydı; cizye haricinde imparator kendisi ve ailesindeki herkes için küçültücü bir vergi vermek mecburiyetinde kalıyordu. Binlerce Hristiyan esir edilmiş ve daha sonra Suriye pazarlarında esir olarak satılmışlardı. Denizde de, geçici bir donanma birliği Kıbrıs'a ulaşarak bereketli bir zafer yaşamış ve adayı çabucak Bizanslılardan geri almıştı.
Bu saldırı, hem tarz hem de ölçü bakımından Harun'un ve Abbasiler döneminin, imparatorluk sınırları dışında giriştiği en büyük askeri macera oldu.
Emevi Emirliğinin başkenti Kurtuba'ya taşındığından beri, daha önceleri İspanya Vizigotlarının başkenti olan Tuleytula, yerli Hristiyan ahalisinden kaynaklanan problemlerin sürekli kaynadığı bir kazan olmuştu. 808'de Emir I. Hakem (h. 796-822), şehri en kanlı şekliyle, bütün bölücü güçlerden kurtarmaya karar verdi. Oğlunu Tuleytula'ya gönderdi ve o da şehrin bütün ileri gelenlerini, bir gün öncesi hendekler kazandırdığı kalede yemeğe davet etti. Gelen her misafirin, içeri girer girmez soğukkanlılıkla başı kesiliyor ve vücudu hendeğe atılıyordu. Birkaç yüz lider bu şekilde katledildi ve Tuleytula halkı -tabii olarak- bütün isyan tiklerinden vazgeçti. Katliamın yapıldığı gün, daha sonraları 'Hendek Günü' olarak tanındı.
Uzak bir geçmişin meşhur doktorları Galen (ykl. 130-201) ve Hipokrat'ın (ö. ykl. 485 M.Ö) tıbbi eserlerinden Arapçaya yapılan ilk tercümeler, kısmen pratikteki apaçık öneminden, kısmen de İranlılara ait olan eski tıp geleneklerinin Bağdat'a çok uzak olmayan Cümdüşapur ya da Gondeşapur (ykl. 555'de büyük Sasani hükümdarı Anuşirvan tarafından kuruldu) şehrindeki büyük tıp okulu -hastanede muhafaza ediliyor olmasından dolayı- tıp ilmine-Arapları çeken ilk Yunan bilimi- canlı bir İlgi uyandırmıştı. Şimdi ise İslam dünyasındaki ilk parasız amme (kamu) hastanesinin temelleri Bağdat'ta atılıyordu (809) ve bundan sonra böyle bir hastaneye sahip olmayan hiç bir büyük şehir kalmayacaktı. Bu hastaneler, aynı zamanda tıp öğrencilerinin yetiştirilerek, diploma sahibi edildikleri eğitim kurumları olarak da işlev görüyorlardı. Böylece hükümetin onayladığı bu diplomaya sahip olmayan hiç bir doktorun çalışmasına müsaade edilmiyordu. Eczacılar da bir imtihandan geçmek zorundaydılar.
Her ne kadar Abbasilerin iktidarı ele geçirmesinde kendilerine birinci derecede yardımcı olan Horasan ordusu idiyse de, vilayetteki muhalefet, Emeviler döneminde olduğu gibi devam etti. Bunun sebebi de, yeni hükümdarların ihtilal öncesi propagandasını yaptıkları merhamet ve adalet rejimini kurmadıklarının görülmesiyle, halkın hayal kırıklığına uğramış olmasıydı; aslında, bölge halkına göre Abbasiler, daha kötü değillerse bile, seleflerinden daha iyi de değillerdi.
807'de, valiliğini Ali bin İsa'nın yaptığı ve görevde bulunduğu 10 yıl içerisinde büyük bir servet yaparak, kötülüğüyle ün salmış bir Tiran olduğu Horasan vilayetinde bir isyan çıktı. İsyan yavaş yavaş vilayetin her tarafına yayıldı ve bir sonraki yıl Halife Harun bölgeyi bizzat ziyaret etmeye karar verdi ve aynı zamanda oğlu el-Memun'u (daha sonra halife oldu), Horasan valisi olarak Merv'e yerleştirdi. Fırat kıyısındaki Rakka'da bulunan sarayından yola çıkarak, nihayet Horasan'daki Tus'a (İran'da bugünkü Meşhed yakınlarında) ulaştı, fakat sıhhati hızla bozuluyordu. Şehre ulaştıktan kısa bir süre sonra, 45 yaşında olan Halife, yirmiüç yıllık iktidardan sonra, 809 Martında öldü. Halifelik görevini kendisinden sonra sırayla üç oğlu, el-Emin, el-Me'mun ve el-Mutasım yürüttüler.
Harun Reşid, imparatorluk içerisinde durmadan seyahat ederek, seferlerin sekizinde ordularına bizzat komutanlık ettiği çeşitli savaşlarla Bizans fethini devam ettirerek ve çölde uzun ve monoton deve yolculuğu demek olan dokuzdan fazla hac yaparak çok faal bir hayat yaşamıştı. Kendisi bütün zevklerden vazgeçerek, hayatını dolu dolu sürdürmüştü. Onun idaresinde Abbasi imparatorluğu (yüz ölçümü küçülmüş de olsa) şöhretin, zenginliğin ve kültürün zirvesine erişti. Bağdat, lüksü ve zarafeti ile tek rakibi olan Konstantiniye'yi bile çok geride bırakarak, dünyanın en zengin şehri olmuştu. Sanayi ve hem imparatorluk içinde hem de deniz aşırı ülkelerle yapılan ticaret, altın devrini yaşıyordu. Araplar, yol üzerinde bulunan Hindistan, Seylan ve Endonezya ile alışveriş yaparak Çin'deki Kanton'a kadar düzenli seferler yapan büyük bir ticaret gemisi filosu kurmuşlardı. Rusya ve buradan da (putperestlerin yaşadığı) İskandinavya ile ticari bir bağlantı vardı. Fakat Avrupa'nın geri kalan yerleriyle ticaret yapılmıyordu.[57] Bunun sebebi de, kısmen İslamiyet ve Hristiyanlık arasındaki bitimsiz düşmanlık, kısmen de -dünya ticaretinin en büyük yolu olan- Akdeniz'in, savaş gemileri ve korsanlarla dolu olmasıydı. Böylece, Batı Avrupa'nın, Asya ile ticareti, karadan ve denizden Müslümanların blokajıyla kesilerek, Avrupalıların kendi zirai ekonomileriyle yetinmek zorunda kalmalarına sebep olmuş ve bu da Avrupa'da bir şehir taciri sınıfı yerine, orta sınıf toprak sahipleri ile feodal bir sistemin kurulmasına katkıda bulunmuştu. Bu durum, Hristiyanlığın Doğuda yayılmasını da sınırlamıştır.[58] Beynelmilel ticaret, tabii olarak bir bankacılık sistemi gerektirmiş, bunun çıkışına sebep olmuş ve öyle geliştirmişti ki, imparatorluğun bir ucunda alınan bir çek, bir diğer ucunda paraya çevrilebiliyordu. Fakat bu dönem sadece bir bolluk dönemi olarak kalmamış, aynı zamanda bir zarafet, kültür, edebiyat ve sanat dönemi olmuştur. Dünyayı fethetme düşüncesi, pek çoğu için mazide kalmıştı. Eğitilmiş insanlar çoğaldı ve bunlar arasındaki halka açık entellektüel tartışmalar, büyük ölçüde savaş planlarının yerini aldı. Fakat yine de ülkenin iç ve dış düşmanlara karşı nasıl savunulacağını düşünenler yok değildi. 804'teki, geniş çaplı Anadolu seferi haricinde, Deylem'de (792), Suriye'de (ykl. 792-6), Mısır'da (794), Kayravan'da (798) ve Semerkant'ta (805) içerdeki ayaklanmaları bastırmak için de -pek çok- savaşlar yapılmıştı.
Her ne kadar Bizans'a karşı, Abbasi, ihtilali sırasında kaybedilen askeri üstünlük yeniden kazanıldıysa da, önemli ve kalıcı bir bölgesel yayılma olmadı. Hatta tam tersine, Harun'un başa geçtiği sıralarda, Güney Batı Asya ve Afrika'nın Kuzey bölümü imparatorluk sınırları içerisindeydi. Fakat Harun'un halifeliği bittiğinde, Mısır'ın Batısında Bağdat otoritesi tamamen silinmişti.
Harun, imparatorluğun Batı kanadına karşı açık bir ilgisizlik gösteriyordu.
Harun'un ismi sık sık Hind, İran, Arap ve Mısır orijinli, yazarı ve tarihi belli olmayan ve Alaaddin'in Sihirli Lambası, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Gemici Sinbad gibi popüler masalları ile folklorun bir parçası haline gelen, bir dizi büyüleyici hikayeden oluşan bir kolleksiyon olan Binbir Gece Masallarında (Arap Geceleri olarak da bilinir) geçer. Avrupa ve Asya'da konuşulan pek çok önemli dile tercüme delirmiş olan Binbir Gece Masallarında, Harun ve avanesi, mükemmel tasvirlerle, romantikleştirilerek idealize edilirler. Harun'un aslında -özellikle Batılı okuyucular arasında- eğer İslam Devletinin Hz. Peygamberin (s.a.v.) 632'deki vefatından, 1253'te Moğollar tarafından yıkılışına kadar başında bulunmuş olan 55 halifenin değilse bile Abbasi halifelerinin en meşhuru olması, bu masallar sayesindedir.
İslami idare başladıktan 200 yıl sonra bile, Halifeliğin kimin olacağı konusunda düzenli bir sistem kurulamamıştı ve zaman zaman, Emeviler döneminde olduğu gibi iktidar kavgaları çıkmaktaydı. Son Halife Harun Reşidin isteğine uygun olarak, meşhur Zübeyde Hanım'dan olan oğlu el-Emin, 809'da, Bağdat'ta Halife ilan edildiğinde, diğer oğlu el-Me'mun 808'den beri Horasan valiliğindeydi. Fakat her ne kadar Horasan Ordusunun başkente yürüyerek, Rey (Tahran'ın Güneyinde çok uzak olmayan eski bir İran şehri) yakınlarında 50 bin civarında bir kuvvetten oluşan Halifelik ordusuna ağır bir yenilgi verdirmesiyle (811) bitmiş ise de, Harun'un iki oğlu arasında çıkmasından korktuğu iç savaş gerçekleşmişti. Asiler ordusu Bağdat'ı, 812'de, bir yıl süren korkunç bir muhasara altına aldı ve bu sırada güzelim şehir büyük hasar gördü. Sonunda mukadderat gerçekleşti; 37 yaşındaki Halife el-Emin öldürüldü ve başkent el-Me'mun'un ordusunun eline geçti. Hanedanlığın 63 yıl önce başa geçmesinden sonra, pek çok karışıklıklar olduğu halde, ilk defa bir Abbasi halifesi alenen öldürülüyordu. El-Emin, aynı zamanda bir Arap anneden doğan halifeydi.
Böylece büyük bir ilim ve sanat hamisi olan, fakat siyasette fazla bir yetenek gösteremeyen el-Me'mun (h. 813-33), yıkıcı bir iç savaştan sonra Halife oldu. El-Me'mun idaresinde, babası zamanında ulaşılmış olan ihtişamla aynı seviyede bir entellektüel ihtişama ulaşıldı. 819'da Bağdat'a taşınıncaya kadar, 6 yıl daha karargahını Horasan'da tuttu. Aradan geçen dönem, Mekke, Medine ve Irak'ta çeşitli Şii grupların başlattığı bir dizi isyanla, genel bir karışıklık dönemi olarak tarihe geçti.
İspanya'daki İslami idarenin ilk 90 yılında, adaya kök salan ve takip edilen, İslam'ın genel akış çizgisiydi. Fakat bu durum 800 yılı civarında, ilk defa, Yahya bin Yahya (ö. 847) adında bir Berberi ile arkadaşlarının, hukuki konularla ilgili özel soruları ve bunlara verilen cevapları içeren bir kitap vasıtasıyla, esas olarak Medine'de Malik bin Enes (ykl. 715-95) tarafından geliştirilen İslam fıkhıyla ilgili Maliki Doktrinini getirmeleriyle değişti.[59] Hareket yavaş yavaş, dini gaye edinen, üyelerinin çoğunluğunu Medine'deki ileri gelen din alimlerinin yetiştirdiği Berberi ve İspanyol mühtedilerinin (hidayete erenlerin) oluşturduğu, birbirlerine bağlı ve etkili bir öğretmenler ve hukukçular grubunun doğmasına sebep oldu. Bu fanatikler, en küçük bir şikayette bile, hükümdarı dinsiz gibi davranmakla suçluyorlar ve halinden şikayet edenleri, dini bir destekle, kendi seçtikleri metodlarla, hükümete muhalefet etmeye yöneltiyorlardı.
Patlama, 814'te (bazı kaynaklara göre, 817), Kurtuba'nın Güney tarafındaki dış mahallelerde Emire karşı, son derece şiddetli bir şekilde bastırılan ciddi bir ayaklanmanın çıkmasıyla gerçekleşti. Neticede, el-Hakim'in emirleriyle yerle bir edilen mahallede oturanlar toptan sürgüne gönderildiler. Bu dini-siyasi huzursuzluk, halkının bir bölümü, tabiatlarına aykırı bir şekilde yobaz bir söylemle ortaya çıkan, Kurtuba etrafında yoğunlaşıyordu. Bu olay daha sonraları “Suburb Vakası” adını aldı. Merhametsiz bir şekilde yapılmasına rağmen, bu olayın batırılması, El-Hakem idaresinin kalan yıllarında, İspanya'nın acilen ihtiyaç duyduğu barış ve düzeni sağladı.
Çeşitli ırkların -Araplar, Berberiler, İspanyollar ve -Gotlar- bir karışımı olan halk, Emevi hakimiyetini kabul ederek, nispeten homojen bir yapıya sahip bir millet haline gelmişti. İspanyollar ve Gotlar büyük oranda Müslüman oldukları halde (Muvallodun olarak bilinirler), bölge hakinin önemli bir bölümü eski dinleri olan Hristiyanlığa bağlı kaldılar (Mozarabs olarak bilinirler). Fakat bunlara hep tolerans gösterildi ve Endülüslü kabul edildiler.[60] Fakat Kuzeyde, Leon ve Navar gibi küçük Hristiyan krallıklar, içerdeki her türlü direnişe destek vererek, sınırda bir problem kaynağı olmaya devam ettiler.
Abbasi idarisinin parlak dönemlerinde Kufe'de yetişen meşhur Arap kimyacı Cabir bin Hayyan (Geber) 93 yaşında öldü. İhtilal öncesinde Abbasilerin aktif bir destekçisi olan babasının bulunduğu Tus şehrinde doğan Cabir (daha sonraları Avrupalılar kendisini, eserlerinin Latinceye yapılan tercümeleriyle tanıdılar.), Arap kimyacıların ilki ve aynı zamanda en iyisiydi. Hayat iksirini veya hayatın sırrını ve basit metalleri (yani kurşun, demir, kalay, bakır gibi, kararan veya paslanan metaller) altına dönüştürdüğüne inanılan “felsefe taşını” keşfetme arzusundan esinlenerek pek çok deney yaptı. Yaptığı değerli kimyasal deneylerin tarifleri, detaylı ve çok titiz bir şekilde yazdığı ve bugün 22 kadarı Arapça olarak mevcut olan, çok sayıda kitabında bulunmaktadır.
Her ne kadar Cabir çok sayıda kitap yazmışsa da, adını taşıyan (Arapça ve Latince) 100 kadar kitabın hepsinin gerçekten onun tarafından yazılmış olması şüphelidir.
El-İksir denilen mucizevi ilacın, hayatı sonsuza kadar uzatabileceği ve her derde deva olduğu zannediliyordu.
780'de, Horasan'da sapık el-Mukanna'nın isyanı, dehşetli bir savaştan sonra, nihayet bastırılabilmişti. Fakat Halife el-Emin'in ölümünün ardından ortaya çıkan genel anarşi ortamında, yeni Halife el-Memun hala Horasan'da iken, Mukanna'nın kalan taraftarlarının başlattığı daha ciddi ve popüler bir isyan daha çıktı. Hürremiye mezhebine bağlı, Babek isminde bir İranlının liderliğindeki yeni ayaklanmanın merkezi Azerbaycan'dı. Babek'in fikirleri, Sasani dönemlerinin Mazdehizmi tarafından savunulan bazı komünist fikirlerle de bağlılığı olmasına rağmen, temelde el-Mukanna'nın öğretilerine dayanıyordu. Bütün monoteist dinlerin telkin ettiği ahlak kurallarını reddeden taraftarları, (Hürremileri, yani, zevk arayıcılar) yaşadıkları İran'ın geçit vermez dağları etrafındaki kırsal bölgelerde tam bir terör havası estirerek, erkekleri zalimce öldürdüler, kadınları ve çocukları götürüp zalimce esir hayatı yaşattılar. Daha sonra kargaşalık, Azerbaycan, Ermenistan ve İran'ın Kuzey bölgelerindeki büyük bölgelerde de yayıldı ve isyancılar 20 yılı aşkın bir süre, kendilerine karşı gönderilen devlet ordularına karşı direnmeyi başardılar. Babek ancak, kendisi de iyi bir asker olan Halife el-Mu'tesim zamanında yakalanıp öldürülebildi (838). İran'da ortaya çıkan bütün sapıklar arasında Babek, liderliğinin etki alanı, süresi, kendine bağlaması, vahşiliği ve gücü ile merkezi otoriteyi en çok tehdit eden kişi oldu.
Zerdüştilik, Maniheizm,[61] Mazdehizm[62] gibi eski İran dinlerinin İslamiyet öncesi günlerde popüler olan gizemli inançlarla birleşmesiyle ortaya çıkan bu tür mezhepler, halifelik kaynakları üzerinde etkili olmuş ve neticede İran'ın Bağdat'tan kopmasına götüren, ayrılıkçı eğilimlerin tohumlarını da ekmişti.[63]
Bir önceki yıl, Şiiler, Mekke, Medine, Vasıt ve Basra şehirlerini alarak, Abbasilere karşı hareketlerini yoğunlaştırmışlardı. İktidardaki aile ve bunların destekçileri üzerinde genel bir şiddet dalgası vardı.
Halife el-Me'mun, son yüzelli yıldır, kendilerine ait olduğuna inandıkları iktidar uğruna sabırlı, fakat verimsiz bir şekilde savaşmakta olan Şia'ya karşı derin bir sempati duymaya başladı. Halen, İranlı baş veziri Fazl bin Sehl'in Bağdat'ta sebep olduğu geniş çaplı siyasi karmaşadan ve sivil düzensizlikten habersiz olarak, Merv'de ikamet etmekteydi. Halife'nin Bağdat'ta olmadığı dönemde bütün güç Fazl'ın elinde görünüyordu.[64] Alevileri tekrar kazanma çabasıyla el-Me'mun, veliaht atamada alışılmadık bir tavır sergileyerek, oğullarından birisi yerine, bir Alevi olan Ali Rıza'yı[65] (ö. 818), Halifeliğin varisi tayin etti. Ali'ye biat alınmasını emretti. Hareketini tamamlamak için de Abbasiler'in rengi olan siyah yerine, üniformaların artık Şia'nın rengi olan yeşile çevrilmesini emredecek kadar ileri gitti. Fakat bu yeni haberler Bağdat'taki Abbasi ailesini dehşete düşürdü ve Halife Merv'de bütün bunlardan habersiz yaşarken, başkentte zaten var olan anarşi iyice arttı. Bir kaç ay sonra, Bağdat halkı, el-Me'mun'un amcası İbrahim bin el-Mehdi'yi rakip halife tayin etmeye karar verdi. Fakat zayıf bir şahsiyete sahip olan İbrahim sadece Bağdat'ta hüküm sürebildi ve bu da Halife el-Me'mun'un sarayını Merv'den Bağdat'a taşımaya karar vermesine kadar (819) ancak iki yıl sürdü.
El-Me'mun, şehri hiç savaşmadan aldı ve İbrahim kaçtı. 825'te teslim olup (veya yakalanıp) affedilinceye kadar altı yıl saklandı. El-Me'mun, iktidarı boyunca isyancılara ve siyasi muhaliflerine karşı büyük bir müsamaha gösterdi. Onun dönemi gerçekten, geçmişte çok yaygın olan insafsız işkencelerden ve sakatlamalardan uzaktı; halifenin affetmekten zevk aldığı söylenir. Ayrıca halkın genel isteği üzerine, milli renk olan Alevi yeşilinin Abbasi siyahına geri çevrilmesi konusunda da akıllıca bir karar verdi; tabi, bu arada Ali Rıza ölmüştü (818).
Halife Harun'un ölümünü müteakiben, oğulları el-Emin ve el-Me'mun arasında çıkan uzun kardeş kavgası sırasında, daha önceden tanınmayan Tahir bin Hüseyin adında bir İranlı, enerjisi, kararlılığı ve askeri kabiliyeti ile kendisini gösterdi. Tek gözlü Tahir (d. 775) savaş sırasında kılıcı iki eliyle de o kadar kuvvetli kullanabiliyor ki, sonunda efendisi el-Memun, ona “Usta” (iki elini de aynı şekilde kullanabilen) lakabını taktı. El-Memun'un, halifelik için üvey kardeşi (anneleri aynıydı) el-Emin ile yaptığı savaşta elde ettiği zaferi borçlu olduğu iki komutandan birisi olan Tahir, savaşın kazanılmasında önemli bir rol aynayarak, şehrin düşmesinden sonra (813), Fırat kenarındaki Rakka'ya gönderilmeden önce, geçici olarak, Bağdat ve Kuzey Mezopotamya valiliği ile mükafatlandırıldı.
820'de, o zamana kadar Merv'den idare ettiği, Bağdat'ın Doğusundaki bütün vilayetleri yönetmek üzere Horasan'a gönderildi. Daha yirmi yıl önce, Halife Harun'un, İbrahim bin Ağlab'a, Kuzey Afrika'da neredeyse bağımsız bir Ağlabi hanedanlığı kurması için verdiği izin gibi, aynı olay Doğu'da gelişiyordu. Tahir, Abbasilerin iktidara gelmesini sağlayan bölgenin göbeğinde o kadar güçlendi ve başına buyruk öldü ki, sonunda, 822'deki ölümünden kısa bir süre önce, bağlılık göstergesi olan Cuma hutbesinde iktidardaki Halife el-Mem'un'un adının okunması adetini kaldırdı. Fakat buna müsamaha gösterildi ve o. ölünce boş kalan yerine oğlu Talha geçti. O sıralarda aile bulundukları yerden çıkartılamayacak kadar genişlemiş ve güçlenmişti. Talha'nın kardeşi Abdullah, halifelik ordusunun başkomutanlığı gibi etkili bir makamda bulunuyordu ve Halife'ye Mısır'da hizmet ettikten ve bir önceki yıl (827) İskenderiye'yi, İspanya'dan göç eden Müslümanların işgalinden kurtararak kendini ispatladıktan sonra 828'de Talha'nın yerine geçti. Ayrıca, Babek isyanı Azerbaycan'da hala bütün şiddetiyle devam ediyordu; bu şartlar altında, halife akıllı bir hareketle durumu kabul etti ve böylece Tahiri Hanedanlığı -Doğuda (sınır bölgelerindeki küçük devletçilikler haricinde) etkili bir otonom devlet kurmayı başaran ilk hanedanlık- bilfiil kuruldu ve halifeliğe düzenli bir haraç ödeyerek, başkenti Nişabur'da, Bağdat'tan bağımsız olarak hüküm sürmeye başladı.
Uzak vilayetleri “kiraya vererek” idare ile uğraşmadan, buralardan haraç alarak gelir elde etmek, merkez için her ne kadar çözümü zor bölgesel problemlerden kurtulma konusunda “uygun” bir yol olsa da, uzun vadede bu, halifeliğin dağılmasına götüren esas faktörlerden birisi oldu. Ayrıca, haraç vs “zekattan elde edilen gelir, merkezi hükümet için bir başka problem olan vergiden daha az oluyordu. Bu valiler, Bağdat'ın şemsiyesi altındaydılar fakat bu sözde kalıyordu ve 10. aşırın ortalarında bunlar o kadar çoğalmış ve öyle kendi başına olmuşlardı ki, Halife bütün idari otoritesini yitirmişti. (Daha 9. asır ortalarında güçlü Türk saray muhafızlarının kontrolüne giren) merkezi hükümetin etkisi, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan küçük hanedanlıklarınkinden daha az olmaya başlamıştı. Bütün bunlar Abbasilerin güçlerini kaybetmesine sebep olduğu halde, karakteri değişse de İslam'a kuvvetli bir şekilde bağlı olan imparatorluğun sonu daha gelmemişti. İmparatorluk, aynı dine inanan, Müslüman bir topluluk olmaktan doğan ve telkin edilen belli adetleri paylaşan devletlerin bir kolleksiyonu haline gelmişti.
İslam'daki fıkıh ekollerinden Şafii ekolünün kurucusu olan Muhammed bin İdris el-Şafii (genellikle İmam Şafii olarak tanınır), Fustat'ta öldü. İmam Şafii, 767'de Gazze'de doğmuş ve İmam Malik'in derslerine devam etmek için Medine'ye gittiği 20 yaşına kadar Mekke'de yetişmişti. 814'de ömrünün geri kalanını geçirdiği Mısır'a gitti.
İmam Şafii'den önce, yürürlükteki kanunlar üzerinde İmam Malik ve İmam Ebu Hanife gibi büyük fıkıhçıların öğretileri hakimdiler. Fakat kuralların dayandırıldığı temeller veya bunların istidraç edilmesinde takip edilen metodlar konusunda sistematik bir uygulama yoktu. Bu görevi, dini konularda olağanüstü yeteneklere sahip olan İmam Şafii üzerine aldı. Fıkıh konusuna yaptığı en büyük katkı, yeni bir ilim dalını, Usul-ü Fıkh'ı (Fıkhın temelleri) kurması oldu. Fıkhi konulardaki teorilerini, ömrünün son 16 yılı içerisinde yazdığı halde, pek çoğuna bugün bile Müslüman alimlerinin büyük bir saygı gösterdikleri rekor miktarda eser telif etti. En önemli talebeleri arasında, daha sonraları kendi adıyla bilinen ayrı bir fıkıh ekolünün kurucusu, İmam Hanbel (780-855) de vardı, İmam Şafii'nin Kahire'deki mezarı, bugün çok sayıda dindar mü'mini çeken, bir türbedir.
Daha 8. asırda, İslam Devleti sınırlarının, özellikle de Orta Asya'daki uzak sınırların, korunması işini, inancı için savaşarak mükafat kazanmak isteyen dindar kişilere (Gaziler) bırakmıştı. Bu olayın önemli bir sonucu olarak, ribat[66] olarak bilinen ve bu gazilerin yoğun dini duygularla devamlı veya geçici olarak ikamet ettikleri, askeri talimlerini yaptıkları, ibadet ettikleri, tefekküre daldıkları özel kaleler yapıldı. Ribatların garnizonları, hayatını dine vakfetmese de, dini bir inzivaya çekilen sıradan Müslümanlardan oluşuyordu.
Ağlabiler, ribatlar aynı zamanda gözetleme kulesi ve ikaz feneri görevi de yaptıklarından, Akdeniz kıyıları boyunca, etkili bir alarm sistemi oluşturan, farklı bir İslami mimari tarzında olan bu ileri karakollardan çok sayıda yaptılar. Bu ribatlar servisinin en önemlisi 821'de, Tunus şehrinin 60 mil Güney Doğusunda (Güney daha yakın) bir kıyıda bulunan Susa[67] da kurulmuştu; Sicilya'nın alınmasıyla sonuçlanan başarılı sefer Susa'dan başlatılmıştı.
Meşhur tarihçi Vakidi (tam adı: Muhammed bin Ömer el-Vakidi), Bağdat'ta öldü. 747'de Medine'de doğan Vakidi, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) risaletinin çeşitli yönleriyle ve İslam'ın ilk dönemlerindeki fetihlerle ilgili çok miktarda malzeme toplayarak, bunları Kitabü'l-Megazi adında muazzam bir kronoloji olarak yayınlamıştır. Bu kitap daha sonraki tarihçiler için faydalı bir başvuru kaynağı olmuştur. Vakidi, bunun haricinde çoğunluğu tarihle ilgi olan 20 kadar daha kitap yazmıştır.
İspanya'dan çıkarılan Müslüman mültecilerin bir kısmı 814'te Fez şehrine sığındılar. Fakat bunların yaklaşık 15.000'i İskenderiye Limanına gittiler ve burayı vali Abdullah'ın (Doğudaki Tahiri Hanedanlığının kurucusu olan Tahir'in oğlu) gelip kendilerini yenerek kaçmaya zorladığı 827 yılına kadar, Abbasi valilerine karşı ellerinde tutmayı başardılar. Bunun üzerine, Akdeniz'deki dördüncü büyük ada olan Girit'i fethederek, adanın 961'de tekrar Bizanslıların eline geçmesine kadar 150 defa ayakta kalan kendi devletlerini kurdular. Girit'in ikinci defa Müslümanlar tarafından fethedilmesi -birincisi 674'te kısa süren bir fetihti- bunlara Ege Denizine hakim olmayı sağladı.
Akdeniz kıyılarının Mısır tarafında bu olay olurken, biraz daha Batıya hakim olan Ağlabiler (800-909), kendilerini güçlü bir deniz kuvveti ile donatmakla meşguldüler ve yaklaşık 827'de, Akdeniz'in en büyük adası olan Sicilya'yı Bizanslılardan almak için, yaklaşık yarım asır süren bir dizi sefer başlattılar. Arapların adada sağlam olarak ayak bastıkları yer, 831'de[68] ele geçirerek başkent yaptıkları Palermo oldu. Orta Akdeniz'in üstün gücü olan Ağlabi donanması, Sicilya'yı bir deniz üssü olarak kullandı ve daha sonra Kuzeydeki Sardinya ile güneydeki Malta'yı fethetti. Daha sonraları Sicilya'nın fethi, buranın, Arap kültürünün Batıdaki önemli bir merkezi haline gelmesiyle ve İspanya'dan sonra, Avrupalıları Arapların ilmi zenginliklerine ulaştıran ikinci kanal olmasıyla, Ağlabilerin en parlak zaferi olduğunu ispat etti.[69] Arap İmparatorluğunun Doğuda Türk ve Tatar aşiretleri tarafından vahşice parçalanmakta olduğu bir dönemde, Arapların mahareti, maarifi ve ilmi -ki kaynağı Doğu idi- Avrupa'da yayılmaya ve burayı zenginleştirmeye başlamıştı. Ada, Normandiyâlıların işgaline kadar (1060-91), önce Ağlabilerin, 909'dan sonra da Fatimilerin olmak üzere, İslam kültürünün Hristiyan Avrupa'ya geçişini sağlayan bir merkez olarak, Müslümanların elinde kaldı.
Bizzat Sicilya'da da Müslümanlar ziraatte, ticarette, ilim ve sanatta ilerleyerek, adayı zengin ve mamur bir yer haline getirdiler.
Abbasi halifelerinin, Yunan ilmine duydukları ilgi 750'de hanedanlıklarının kurulmasından kısa bir süre sonra başlamıştı. Mesela Calinos ve Hipokrat'ın tıbbi eserlerinin ilk tercümeleri, İkinci Abbasi Halifesi el-Mansur'un (h 754-5) himayesinde, resmi tercümanı Ebu Yahya ibn-i Betrik'e (ö. 796-806 arasında) yaptırılmıştı.
Bundan seksen yıl sonra, Halife el-Memun kendisini ilim peşinde koşmaya adadı ve Hinduların, İranlıların,
Suğdların (Maveraünnehir bölgesinden), Türklerin, Arapların, Rumların, Kıptilerin, Berberilerin ve hatta Çinlilerin ortak bir buluşma yeri haline gelen kozmopolit Bağdat şehrinde, meşhur Beyt-ül Hikme'yi (Erdem Evi) kurarak (830), ilme karşı duyduğu bu ilgiyi kuvveden fiilen çıkardı. Beyt-ül Hikme, çok çeşitli fikir alışverişlerinin bolca yapıldığı bir yerdi.
Beyt-ül Hikme, zengin bir kütüphane, bir okul, bir tercüme odası ve çok sayıda rasathaneden oluşmaktaydı. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinden getirilen ücretli Müslüman ve Hristiyan alimlerin görev aldığı bu ilim merkezinde, (şiir, tiyatro ve tarih konulu olanlar haricindeki bütün felsefi ve ilmi) orjinal Yunanca metinlerin Arapça'ya çok titiz bir şekilde tercüme edilebilmesi için, çok iyi düzenlenmiş çalışmalar yapılıyordu. Tercüme, iki safhada yapılıyordu: Önce Yunanca'dan Süryanice'ye, sonra Arapça'ya. Bunun sebebi de, Süryanice konuşan Hristiyan toplulukların Arapça'dan çok Yunanca öğrenme eğiliminde olmaları, Müslüman alimlerin ise Yunanca öğretmektense, Arapça'ya çok yakın olan Süryanice'yi tercih etmeleriydi. Bir kelimenin Arapçada karşılığı bulunamıyorsa, Yunanca terimler, Arapçaya aktırılıyordu; bu da, Arapça'ya, felsefe, usturlap, jeometri, coğrafya gibi pek çok yeni kelime kazandırdı. Daha önce birçok Yunanca kitap, özellikle de Öklid'in (ykl. M.Ö. 300'de derisi yüzülerek öldürüldü) en meşhur eseri olan Elementleri[70] (Anasır) getirten el-Mansur'un da yaptığı gibi, Yunanca el yazması kitapları istemek için, Konstantiniye'de bulunan Bizans imparatorunun bizzat kendisine elçiler gönderildi. Tercüme heyetinin başkanı, Yunanca okumuş ve çok kaliteli bir doktor olan Huneyn bin İshak (809-73) adında Hireli tecrübeli bir Nasturi idi. Daha sonraları ailesinin bazı genç üyeleri de ekibine katıldı. Yeni yapılan tercümeler haricinde, önemli eserlerin daha önce yapılmış olanlarının tekrar tercüme edilmesi, 9. asır İslam dünyasının ilmi faaliyetlerinden birisiydi ve 12. asra kadar belli ölçüde devam etti. Bu arada başka tercümeler, özellikle bazıları daha önce Pehlevi diline tercüme edilmiş olan Hintçe kitaplar da vardı elbette. Bu tercüme dalgası, hemen hemen Abbasi idaresinin ilk aşırına yayılmıştır (750-850).
Bu eserlerin büyük bir kısmı daha sonra -en çoğu İspanya ve Sicilya'da olmak üzere- esas olarak Latinceye ve bazıları İbranice'ye de tekrar tercüme edilecek ve böylece Ortaçağ Avrupa'sında tanınacaktı. Başlangıçta Araplar Yunanlıların talebeleri olmuştu; fakat Yunanlılardan öğreneceklerini öğrendikten sonra ilim ve felsefe alanında kendileri de önemli ilerlemeler yapmaya devam ettiler. Tabii olarak, Huneyn, Yuhanna bin Maseveyh (777-857), Sabit bin Rurra (ykl. 836-901) ve Kuşta bin Luka (ö. ykl. 922) gibi pek çok mütercim aynı zamanda müelliftiler. İbni-i Maseveyh'in gözle ilgili incelemesi, bu konuda günümüze kadar gelebilen en eski arapça eserdir.[71]
Bu dönem, ilmi faaliyet geleneğinin İspanya'da da çok iyi oturduğu bir dönemdir; sadece kurtuba şehrinde, yetmişin üstünde kütüphane vardı.
Kültür seviyesi hayli yüksek ve ilmi konularda faal birisi olan el-Me'mun, felsefi ve dini tartışmalarla çok yakından ilgilenmekteydi ve 827'de, Kur'an-ı Kerim’in yaratılmış olduğu konusundaki görüşü desteklediğini resmen açıklayarak bu konuda bir bildiri yayınladı. Mutezileye ait olan bu fikrin resmen tanınması, el-Me'mun hakimiyetinin sonlarına doğru, yaklaşık 833'lerde ileri gelen ilahiyatçı ve hukukçunun bu görüşü alenen benimsemesine sebep oldu. Bu görüşü kabul etmeyerek, eskiden beri süregelen inançlarına sadık kalanlar tasfiye edildiler; Bu olay Minha (Soruşturma) olarak tanındı. Bu soruşturmanın en önemli kurbanı; Hanbeli fıkıh ekolünün kurucusu olan ve dövülerek hapse atılan, meşhur din alimi ve gelenekçi Ahmed bin Hanbet'di (780-855). Mutezilenin görüşleri, Sunnüere yapılan baskılarla birlikte, Halife el-Mütevekkil tarafından reddedilip, Müslümanlar arasında yaygın olarak inanıldığı şekilde, Kur'an'ın bir yaratık olmadığı kabul edilinceye kadar geçen daha sonraki on beş yıl boyunca devletin resmi ideolojisi olarak devam etti. Halife'nin dini zıtlaşmalara karışması, diğer faktörlerle de birleşerek, Halifeliğin otoritesini ve imparatorluğun birliğini sarstı. İslam'ın dini prensipleriyle ilgili olarak, ilk defa devlet destekli baskıları yapılıyordu ki bu, Hristiyanlıkta çok yaygın bir olaydı ve Hristiyanlığın zayıflama sebeplerinden de birisiydi.
Müslümanlar, Yunan mantığı ve felsefesini daha yakından tanıdıkça, dine de, inançlarını daha akılcı (rasyonel) temellere oturtma gayretiyle bakmaya başladılar. Fikirlerin ince tartışmalarda teknik terimlerle ifade edilmesine hayran olan Rumlar, üç asırdan biraz fazla bir süre önce, Hristiyanlığı da tartışma konusu yapmışlar ve bu da Kilise'yi çok sayıda hiziplere bölmüştü. Önceki dönemlerde, merkezi Arabistan'ın şüpheci olmayan saf Araplarına kıyasla, daha sonraki Müslümanlar bazı temel soruları irdelemeye başladılar. Bu sorular Allah'ın tabiatı ve sıfatları, vahyin anlamı ve alanı, hür irade ve kader konularındaydı. Din felsefecileri arasında, genel olarak, görünüşte rasyonalist olan ve kaderin, din için tehlikeli olduğunu savunan bir gurup vards. Bunlar Mutezile olarak tanınmışlardı ve isimleri özellikle dini bir tartışma konusu olan, Kur'an'ın mahluk olup olmadığı sorunu ile birlikte anılıyordu. Mutezile'yi benimseyenler, genel inanışının hilafına, Kur'an'ın mahluk olduğunu savundular, yani Kur'an Allah'ın bir mahlûkuydu fakat onun sözü değildi. Zamanla sınırlı olan vahyin, ebedi olan ilahi kelamı ihtiva etmesi mümkün değildi. Kur'an, eğer yaratılmışsa, emirleri akılla anlaşılabilir ve ilahi ilhamlar alan kişilerce değişen şartlara göre uyarlanabilirken, eğer yaratılmamışsa, bu onun ebedi olduğuna delalet eder ve bundan dolayı değiştirilemezdi. Dıştan göründüğü kadarıyla bu çok detayda kalan bir tartışma, fakat Kur'an'ın değiştirilebilirliği konusundaki İmalar çok ciddi idi. Bu görüş, halife el-Me'mun tarafından resmen kabul edilince, Müslümanlar arasında şiddetli bir reaksiyona sebep oldu, çünkü Müslümanlar, Kur'an'ın Cennet'te muhafaza edilen bir levhanın (Levh-i Mahfuz, çev.) kopyası olduğuna inanıyorlardı (ve halen de inanıyorlar). Mutezile'nin görüşünün özü, insanoğlu için ebedi bir kanun olmadığı ve vahyin akla tabi olduğuydu.
Dini açıdan Mutezile, yaklaşık bir asır önce, büyük günahlardan (kebair) birini işleyen bir Müslümanın dini bakımdan durumunu tespit etme teşebbüsüyle ortaya çıkmıştı. Daha liberal ve müsamahakar olan Mürcie gibi diğerleri, böyle bir kişinin nihai durumunun Hesap Gününe, yani Allah'a bırakılıp, en azından geçici olarak, Müslüman sayılması gerektiğini savunurlarken, Haricilerin hükmü, böyle birisinin tamamen kafir olacağı yolunda idi. Kimin gerçek bir Müslüman olup, kimin olmadığına ancak Allah karar verir. Mutezile uzlaştırıcı bir yolu savundu: Böyle birisi iman ve imansızlık konusunda “orta bir yerde” bulunurdu, yani başka bir ifadeyle tövbe ederek kendisini kurtarabilirdi. Zaman geçtikçe bunlar görüşlerini geliştirdiler ve el-Me'mun zamanında Kur'an'ın mahluk olduğu görüşüne ulaştılar. İrade hürriyeti konusundaki görüşlerini pek çok akidevi meseleye soktular ve bundan dolayı da Sünni tenkitçilerin müthiş saldırılarına uğradılar.
Harun'un 804-6 arasındaki seferinden sonra, Araplar Bizans topraklarına bir daha saldırmamışlardı. Halife el-Me'mun ve oğlu Abbas, 830 yazında Anadolu'ya başarılı saldırılar başlatarak, pek çok şehir ele geçirdiler fakat müteakiben gelen son baharda geri çekildiler. Bu tür saldırılar, müteakiben gelen üç yıl boyunca yıllık olarak tekrarlandı. Fakat bunlar Bizans bölgesinde kalıcı yollar açacak ciddi teşebbüslerden çok, Arapların geleneksel saldırıları şeklindeydi.
Halife, yine böyle bir seferle meşgul iken, 833 Ağustosunda, Toros yakınlarındaki kampında aniden hastalanarak, 47 yaşında öldü. Yerine, kendisinin tayin ettiği kardeşi el-Mutasım (h. 833-42) geçti. El-Mutasım -Harun'un halife olan üçüncü oğlu- etkili bir fiziğe ve büyük bir cesarete sahip birisiydi. Fakat eğitime ve kültürel olaylara ilgisizliği ile el-Me'mun'un tamamen zıddıydı.
Hz. Muhammed'in (s.a.v.) hayatı ile ilgili ilk temel eseri yazan İbn-i İshak'ın (ö. 767) kitabının genişleterek düzenleyen Müslüman tarihçi İbn-i Hişam, Kahire'de öldü.
Aşağı Irak'ta Basra ile Vasit arasındaki bataklıklarda, Sasaniler zamanından beri asırlardır bölgede yaşamakta olan Zutlar adında bir Hindu topluluğu bulunmaktaydı (bunların tam olarak neden ve ne zaman İrak'a göçtükleri bilinmiyor). Bunlar birkaç yıldır yoldan geçenleri soyarak trafiği aksatmakta ve şehirleri yağmalamaktaydılar. Yavaş yavaş durum öyle tehlikeli bir hal aldı ki, Bağdat ile deniz arasında iletişim tamamen engellenmeye başlandı. Bundan dolayı, halife el-Mutasim (h. 833-42), isyanı bastırmak için bir ordu göndermek mecburiyetinde kaldı. Bunların neredeyse 70 bin kadarı yakalanarak Anadolu'daki Bizans sınırlarına yerleştirildi.
Bazı otoriteler, göçebe bir hayat yaşayan esmer Kafkasyalıların, yani Çingenelerin daha sonraki savaşlarda Bizanslılar tarafından esir edilerek Avrupa'da satılan Zutların neslinden olduğuna inanırlar. Çingeneler, sık sık sivil ve dini otoritelerin zulmüne uğramış, ülke gezerek, 16. asır başlarında bütün Avrupa'ya yayılmışlardı.
Kureyşli rakiplerinden korkan Abbasiler, genel olarak -Araplar yerine- İranlılar ve Horasanlıların desteğine dayanıyordu. Fakat daha önceki asker kaynağı olan İranlılar, Tahiriler lehine kaybedilince, yavaş yavaş Türklere kayma oldu. Kendisi Harun'un bir Türk köleden doğma oğlu olan el-Mutasım (h. 833-42), Sami ırkından olmayan Orta Asyalı bu Türklerden ücretli asker toplayarak alaylar oluşturma işini o kadar yoğunlaştırdı ki, ordudaki esas gücü bunlar oluşturmaya başladı. Sadece kendi şahsi muhtafızının emrinde on binden fazla Türk vardı. Halifenin (Samanilerin idaresinde olan) Maveraünnehir'deki barbar kabilelerden köle olarak satın olduğu bu cesur savaşçılar ve muhteşem biniciler, çok küstahlaşmışlar ve sarayın himayesini, bölge halkının kendilerinden nefret ettirecek kadar sistimal etmişlerdi.
Ciddi bir iç kargaşadan korkan halife el-Mutasım, başkenti Bağdat'tan Dicle'nin 70 mil kadar daha yukarısında bulunan Samara'ya taşıdı (836). Fakat imparatorluk merkezinin değiştirilmesi, olayların akışında hiç bir değişiklik yapmadı. Yeni ve güzel bir şehir olan Şamara, daha sonraki sekiz halifeye daha başkentlik yaptıktan sonra 862'de Bağdat statüsünü geri aldı.
El-Mutasım'ın paralı Türk askerlerine olan aşırı tutkusu, daha sonraları halifelik otoritesi açısından felaket oldu. Zor şartlara dayanıklılıkları ile meşhur olan bu adamların pek çoğu arapça konuşmuyordu ve hatta Müslüman bile değildi. Bazıları da, inandıkları için olduğundan çok siyaseten bu yeni dini kabul etmişlerdi. Böylece bunlar, imparatorluğa kuvvetli bir hissi veya manevi bağla bağlanmadıkları halde, neticede gerçek hakimleri olacaklardı. Öyle büyük bir güce sahip olmuşlardı ki, halifeleri, kendi ellerinde, istedikleri şekilde tahta çıkardıkları ve azlettikleri (hatta katlettikleri) basit kuklalar haline getirmişlerdi. Sadakatleri, otorite makamında bulunan “yabancılar” yerine genellikle aynı etnik kökenden olan kendi komutanlarına meyilliydi.
Müslümanlar Sicilya'nın fethine 827'de Ağlabilerin bayrağı altında başlamışlardı. Fakat hareket, Kayravan'da dinamik bir idarenin olmaması ve adanın sıkı bir şekilde direnmesi nedeniyle yavaş ilerliyordu. Yine de Müslümanlar, fethin tamamlanmasını beklemeksizin, adanın kontrolleri altında bulunan bölümünü, Akdeniz'deki saldırı seferlerini desteklemek için kullanmaya başlamışlardı.
846'da Güney İtalya'dan ana karaya saldırdılar ve Ostia'yı ele geçirerek Roma kalesinin önlerinde görünmeye başladılar. Şehirden çekildiler, fakat önce St. Peter türbesini yağmaladılar. Başkent, 849'da tekrar tehdit edildi, fakat ele geçirilemedi. Müslümanlar, her ne kadar Güney İtalya'nın hiç bir bölgesini kalıcı olarak kontrollerine alamamışlarsa da, burası için dokuzuncu ve onuncu asırlarda sürekli bir taciz ve saldırı kaynağı oldular. Ana karadan sadece birkaç mil genişlikteki Messina Boğazı ile ayrılan Sicilya'dan farklı olarak, Arap-İslam Medeniyeti İtalya'da hiç bir iz bırakmadı.
Müslümanlar, Akdeniz'de bir zamanların üstün gücü Bizans Deniz kuvvetlerinin yerini etkili bir şekilde almışlardı, fakat bir sonraki asırda, denizde karşı konulamaz üstünlüklerini kurdular. Müslümanlar Doğuda da düzenli bir şekilde Çin'e kadar giderek güçlü bir denizci millet olmuşlardı.
Halife el-Vasık (h. 842-7) kendisinden sonra veliaht tayin etmeden öldü. Artık önemli ölçüde bir etkileme gücüne sahip olan ve saray entrikalarında faal olarak yer alan bir grup Türk ordu komutanının tercihiyle, Vasık'ın oğlu yerine, 27 yaşındaki kardeşi Cafer halife yapıldı. Saltanat unvanı olarak el-Mütevekkil'i alan Cafer, safahate dalarak vaktinin çoğunu Samarra'da etrafındaki Türk muhafızları ve diğer yaltakçılarıyla, yarı izole edilmiş bir şekilde geçiren, zalim ve kinci bir hükümdar oldu.
On beş yıllık iktidarının ilk zamanları, seleflerinin Mutezile, Şia ve gayri müslimlerle ilgili politikalarının yumuşak bir şekilde tersine çevrilmesiyle kayda geçti. Genç birisi olarak; önemli bir siyasi ya da askeri pozisyona sahip değildi ve münakaşa yapmaya meyyal oluşu, seleflerinin ve çevresinin kendisine karşı olan uygunsuz davranışlarına sert bir tepki olarak yorumlandı. Güç kazanır kazanmaz, önceki hükümetin bakanlarını azletmeye, hapse atmaya ve onlara işkence yapmaya başladı.
849'larda, önceki üç halife döneminde resmen desteklenen Mutezile doğmasının ihtilaflı konusu feshedildi ve Kur'an-ı Kerim’in “yaratılmamış” veya ebedi olduğu tekrar kabul edildi. Durum tersine döndü: Artık sapık olduğu iddiasıyla zulüm görme sırası, baş kadı İbn-i Ebu Duad (hapishanede öldü) gibi Mutezili liderlere gelmişti. Sünnilik, bundan önceki 20 yıl boyunca gördüğü baskılarla aynı ölçüde, Sarayın himayesiyle eski haline getirildi.
Aynı şekilde, son otuzbeş yıldır takip edilen Şia taraftarı politika da, Aleviliğe karşı, Halife'nin emriyle Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki mezarı yıkılarak (850) toprağı sürülecek kadar duygusuzbir düşmanlığa dönüştü. Daha da ötesi, Şiilerin, kutsal saydıkları bu yeri ziyaret etmeleri, ağır bir şekilde cezalandırılacağı tehdidiyle yasaklandı. Hz. Muhammed'den (s.a.v.) kalan Fedek'teki Alevilere ait mülk, kamulaştırıldı. Aynı zamanda Sünnilik siyasetini yeniden canlandırma ve bunları ön plana çıkarma konusunda, planlı çalışmalar yapıldı. El-Mütevekkil, (o zamana kadar çoğu hükümetin yüksek makamlarına kadar gelebilmiş olan) Hristiyanlara ve Yahudilere karşı da, eski ayrılıkçı kanunları etkin bir şekilde kuvvetlendirerek ve yeni kanunlar koyarak, müsamahasız davrandı. Bunların, kamu hizmetlerinde çalışmaları yasaklandı, özet kıyafetler giyme mecburiyeti kondu ve umumi sıkıntılara maruz bırakıldılar.
Bütün bunlara rağmen, el-Mütevekkil döneminde ciddi bir savaş ve açık bir isyan olmadı. İmparatorluk, zinde olduğu dönemlerdeki nüfuzunu sürdürdü; ekonomisi gelişti ve eğitim yaygınlaştı.
Önemli bir Müslüman matematikçi olan el-Harezmi (tam adı: Muhammed bin Musa el-Harezmi) 850 civarında öldü. Yaklaşık 780'de, Harezm'de (bugün Rusya'da bulunan Kiev) doğan el-Harezmi, İslami ilimlerin ilk altın Çağında, Bağdat'taki meşhur ilim merkezi Beyt-ül Hikme'de çalıştı. Arapça adı Hesab-ül Cebr ve'l Mukabele (Geçişme ve Çıkarım Matematiği) olan kitabı, Cebir ilminin temeli oldu. Algebra (Cebir) kelimesi, el-Cebir'in (geçişme anlamında) Latinceye aktarılmasından doğdu. Kitap, doğrusal ve ikinci dereceden denklemlerin aritmetik çözümleri, temel geometri ve paranın paylara uygun olarak dağıtılabilmesiyle ilgili miras problemleri ile ilgili kuralların bir derlemesidir.
Tuleytula'lı ünlü tercüman Gerard of Cremons (ykl. 1114-1187) tarafından 12. asırda Latinceye tercüme edildikten sonra, Cebir konusu Avrupa'da tanındı ve el-Harezmi'nin bu eseri, 16. aşıra kadar bu konuda okutulan temel kaynak oldu.
El-Harezmi'nin çok büyük öneme haiz etkilerinden birisi de, Yunan matematiğinden tamamen bağımsız olarak gelişmiş olan eski Hint matematiği ile ilgilenerek, bu ikisini birbiri içerisinde eritmesidir. Sıfırı da içeren Hind rakamlarını kullanarak matematikte bir devrim yaptı ve bu rakamlarla, bugün bildiğimiz hesaplama metodlarını geliştirdi.
El-Harezmi ayrıca, büyük ölçüde, Sanskritçe bir eser olan Brahma Sinddhanta'nın Arapça bir versiyonu olan Sindhinde'e dayalı bir çok astromi ile ilgili tabloyu bir araya getirdi. Bu ilmi inceleme 771 yılı civarında bir Hintli sayyah tarafından Bağdat'a getirildi ve Muhammed bin İbrahim el-Fazeri (ö. ykl. 800) tarafından, Halife el-Mansur'un emriyle Arapça’ya tercüme edilmişti. El-Harezmi, yıldızların ve gezegenlerin gelecekteki pozisyonlarını gösteren tablolarını; bu eski Hind eseriyle bağlantılarını göstermek için Zilal-Sindhind şeklinde adlandırdı.
Harezmi, rakamlarla ilgili eserini, rakamların Hind kökenli olduğunu göstermek maksadıyla, Hind Rakamları olarak adlandırdığı halde, bu eserin Latinceye ilk tercümesini yapan 512. yy.) İngiliz Bath'lı Adelard (ykl. 1090-ykl. 1150) bu rakamlara “Arap Rakamları” adını verdi. Hristiyan Avrupa bu hesaplama sistemini benimsemede çok yavaş kaldı. Bu yeni semboller ve aritmetik sistem ancak, kendisi de bir Müslüman tarafından yetiştirilen ve Müslüman Kuzey Afrika'nın büyük bir bölümünü dolaşan İtalyan matematikçi Leonardo Fibonacci'nin (ykl. 1170-ykl 1230) kabul ettirmek için giriştiği büyük çabalardan ve 1202'de kendi kitabı olan Liber Abaci'yi (Abaküs Kitabı) çıkarmasından sonra, İtalya'da, Yunanlılarla Romalıların eski ve hantal sistemi olan, alfabedeki harfleri kullanma metoduna tercih edilmeye başlandı. Fibonacci aslen Pizalı (Pisa) idi ve böylece İtalya, sıfırın da dahif olduğu Hint rakamlarının kök saldığı ilk Avrupa ülkesi oldu.[72] Bu yeni hesap yapma metodu, metamatiksel işlemleri muazzam derecede basitleştirdiğinden, matematik, astronomi ve fizik gibi ilim dallarında müthiş bir ilerleme sağladı. “Hiç birşey”in veya “sıfır'ın göstergesi olan “cypher” (sifer okunur) kelimesi, yine aynı anlama gelen, Arapça sıfır kelimesinden alınmıştır.[73]
Rakamlarla ilgili eserinin Latince tercümesinde, el-Harezmi'nin kendi ismi, Avrupa'da kullanılan “algorizm”in (aritmetik için kullanılan eski terim) çıktığı Al-Goritimi şeklinde aktarılmıştı.
Bizanslılar, Nil deltasındaki zengin sanayi şehri Dimyat'ı ele geçirmek için, Halifeliğin Irak'taki merkezinde devam eden huzursuzluk ve hükümetin Akdeniz bölgesini ihmal etmesi gibi fırsatları değerlendirdi.
Tuleytula şehri, sürekli Kurtuba hükümetine karşı mütekerrir isyanların merkezi ve ayrılıkçılığın yuvası olmuştu. Şehir III. Abdurrahman (h. 912-61) otoritesini kabul ettirinceye kadar, hayatiyetini 80 yıl daha sürdüren, kendi yarı bağımsız cumhuriyetini kurarak, Müslüman İspanya'nın merkezi idaresinden ayrıldı.
İslam fıkıhında Hanbeli ekolünü kuran Ahmed bin Hanbel (daha çok İmam Hanbel olarak bilinir), doğum yeri Bağdat'ta, 75 yaşında iken öldü. İmam Hanbel, her şeyden önce, fıkhın temelinin Kur'an ve Sünnet olduğunu ve ilahi kanunun hiç bir şekilde insan mantığına bağlı olmadığını savunan Ehl-i Sünnet hareketine mensup birisiydi. Mutezile, Şia ve diğer bütün Ehli Sünnet dışı düşünürlere karşı muhalefette öncülük etti. 833 civarında da halife el-Memun tarafından, o zamanların resmi inancına muhalif olarak, Kur'an-ı Kerim'in ebediyetini savunan bir kampanya başlattığı için, soruşturma kurbanı olmuştu. Bundan sonra İmam Hanbel, kitlelerin hükümdarlarına karşı muhalefetlerinin bir sembolü oidu; işkencelere karşı sabırlılığı, Selçuklu Türkleri Hanefi ekolünü bölgeye getirinceye kadar, öğretilerinin gayri ilmi görünüşüne rağmen, halkın büyük çoğunluğunca takip edildiği Irak'ta, büyük bir itibar kazanmasını sağladı.
Halife el-Metevekkil (h. 847-61), kendisinden el-Mutez adında bir oğula sahip olduğu bir Rum cariyeye özellikle bayıldı. Bu cariye onu, daha önce tayin ettiği veli-ahtı azlederek el-Mutez'ı kendisinden sonra halifeliğe ataması konusunda ikna etti ve bu da en büyük oğlu ve veliahtı el-Muntasır'ın, artık sarayda, bir zamanlar Roma imparatorluğundaki saray muhafızlarından (Pretoryan Muhafızlar) daha az sayılamayacak derecede güçlü ve belirleyici olan Türk saray muhafızları ile işbirliği yapmasına sebep oldu. Ordu da, içerisinde para için savaşan batılı barbarın bulunduğu Roman Ordusuna benziyordu. Halifenin güvendiği adamlardan olan küçük Boğa adında bir Türk komutanın başlarında bulunduğu 6 kişilik bir asker gurubu Aralık ayında bir gece el-Mütevekkil'in şahsi dairesine girerek onu, öldürdüler. Boğa, bu yüksek göreve gelmeden önce bir köle ve sarayın baş uşağı idi. Sabahleyin Samarra'da Muntasır halife oldu ve el-Mutez hapse atıldı. Fakat kısa bir süre sonra, 25 yaşındaki yeni halife ile işbirlikçilerinin arası açıldı ve halife 6 ay sonra ölü olarak bulundu. Boğa'nın hızlı yükselişi, bir İslam devletinde, cesaret, yetenek ve hırsın bir araya gelmesiyle insanın nerelere gelebileceğinin çarpıcı bir göstergesidir.
Daha sonraki olayların da göstereceği gibi, bu sadece bir saray kavgası değil, Türklerin halifelikle ilgili konularda durmadan artan güçlerinin bir neticesi olan tarihi bir olaydı; daha da kötüsü, artık kendi güçlerinin ve hükümdarlarının zayıflığının tamamen farkına varmışlardı. Mütevekkilin ölümü, daha bir asırdan biraz fazla bir süredir iktidarda olan, bir zamanların kudretli Abbasi hükümdarlarının hızlı bir şekilde gerilemelerinin başlangıcı oldu. Bunlar daha sonra, kendi muhafız kölesi tarafından tahta çıkarılıp, tahttan indirilen ve hiç bir etkiye sahip olmayan sembolik liderler haline getirildiler. Bunların görevleri, Türklerin seve seve kendilerine bıraktığı, törenlere nezaret etmek, şeref unvanları vermek ve dini temsilcileri kabul etmek gibi işlerle sınırlandırılmıştı. Fakat Türkler de Sünni olduklarından aralarında inanç bazında bir çelişki ve sürtüşme yoktu.
El-Mütevekkil'in öldürülmesi, kısa ömürlü halifeler ve bunların Türk muhafızları arasındaki bir kavgalar döneminin başlangıcı oldu; daha sonraki dokuz yıl boyunca, bir biri ardına tahta çıkan ve hepsi de öldürülen en az 4 halife geçti. Kargaşayı ve istikrarsızlığı artıran yeni bir faktör de saraylı kadınların köleler vasıtısıyla siyasi meselelerde artan etkileriydi.
740'ta, Aleviler adına Kufe'de Emevilere karşı ayaklanan Zeyd bin Ali'nin (Hz. Hüseyin'in torunu) neslinden bir kısım 791'de, Hazar Denizi'nin Güney Batı kıyısındaki küçük, uzak, putperest Deylem Krallığına iltica etmişlerdi. Bunlar 864 yılında burada İmamlar olarak hüküm sürmeye başladıkları yeni bir Zeydi devleti kurdular. Fakat 928'de Sünni Sammaniler (819-1005) tarafından buradan sürülünce devlet çöktü. Her ne kadar Zeydi hakimiyeti kısa süreli ve kargaşalı geçti ise de, Hazar bölgesinin, İran'daki Şii ideolojisinin -nihayetinde farklı bir şekilde (onikililerden) olsa da- bir merkezi haline gelmesiyle, İslam tarihinde sürekli bir iz bırakmıştır.
Sarayda bazı kıdemli Türk komutanlar arasında bir çekişme başladı ve Halife ei-Mustein (h. 862-6) kendisini destekleyen bir grup liderle, bu arada, el-Mütevekkil'in (h. 847-61) ikinci oğlu hapisten çıkarılmış ve Samarra'da halife ilan edilmişti. Samarra'dan, hala Arap askerlerin hakim olduğu Bağdat'a kaçtı. El-Müstein Bağdat'a gelince, halktan biraz destek almak ümidiyle bazı Alevi taraftarından tedbirler aldı. Fakat bu arada Samarra'daki asıl Türk kuvvetleri, peşine düşerek, bu güzel şehri dokuz ay muhasara altında tuttular ve el-Müstein'i kendisini halifelikten azletmeye zorladılar (Ocak 866). Kısa bir süre sonra da el-Müstein öldürüldü.
Bundan önceki beş yıl boyunca, Irak gibi Doğu İran da kargaşa içindeydi. İki selefinin münevver ve nispeten müreffeh idarelerinden sonra sıra, 862'de babasının ölümü üzerine tahta çıkan, Tahiri ailesinin beşinci hükümdarı Muhammed'de idi. Zayıf ve önemsiz bir şahsiyet olan Muhammed, bu işe uygun birisi değildi, Durumu iyice kötüleştiren bir başka konu da, Güneydeki Sicistan vilayetinde hızla bir rakip iktidarın, Muhammed'in iktidara gelişiyle aynı zamana rastlanmasıdır.
Halife el-Mütevvekil'in kendi paralı askerleri tarafından öldürüldüğü 861 yılında, Es-Saffar (bakırcı) olarak bilinen ve 27 yaşında bir tacir olan Yakup bin Leys (ö. 879), kendi memleketi olan Sicîstan'da, hareketini meşru göstermek için hiç bir dini ya da toplumsal sebep veya istek belirtmeksizin ayaklandı. Adi bir eşkıya ama aynı zamanda doğuştan bir savaşçı lideri olan es-Saffar, halifeyi reddeden çok sayıda kaçak Harici ve bölgedeki çeşitli sebeplerden dolayı isyana hazır insanları saflarına çekerek büyük bir ordu hazırladı. Çok disiplinli olan bu ordu yeni bir tarzda, her hangi bir dini ya da fikri kavramdan çok, liderine sadık olarak şekillendi. Kısa bir zaman İçerisinde, Doğuya doğru yayılıp, bağımsız bir hükümdar olarak hareket etmeye başladığı putperest Afganistan'ı fethederek itibar kazandı.
867'de, Tahinlerin ülkesine saldırarak, Herat (867), Kirman (869) ve daha sonra da zirai yönden zengin bir vilayet olan Fars'ı ele geçirerek Batıya yöneldi. Nihayet, başkent Nişabur'u eline geçirdi (873) ve Abbasi yanlısı Tahiri Devletini yıktı. Yakup böylece bir hükümdarlar hanedanlığı, Saffariler'i (867-ykl. 1495) ve bu imparatorluk en geniş olduğu dönemlerde Horosan, İsfahan, Fars, Kirman, Sicistan ve Kabil vadisinde hüküm sürdü. Fakat, 900'de, hanedanlık Samaniler (819-1005) tarafından felaket bir yenilgiye uğradılar ve bu yenilgiden sonra ülke Samaniler'in kontrolüne girdi. Affarilerin etkisi (nispeten geri planda kalarak) 15. asrın sonuna kadar, ama sadece Sicistan'da sürdü.
İlahiyatçı, düşünür ve meşhur bir nesir yazarı olan el-Cahız (tam adı: Ebu Osman Amr bin Bahr, fakat daha çok el-Cahız, “patlak gözlü” lakabıyla tanınır.) ykl. 776'da doğmuş olduğu Basra'da öldü. Geçmişi sıradan insanlardan olmasına rağmen, ince zekası ve anlayışı ile edebiyat çevrelerinde ve yüksek sosyetede kabul gördü. Halife el-Me'mun döneminde (813-33), Bağdat'a, başkentin Samarra'ya taşınmasıyla da oraya gitti. Hiç bir zaman sarayda resmi bir mevkisi olmamışsa da, kitaplarını zengin ve güçlü memurlara ithaf ederek, bunun karşılığında aldığı bağışlarla geçindi, en meşhur eseri olan Kitab el-Hayvan'ın (Hayvanların Kitabı) ithaf ettiği memurdan 5.000 altın dinar aldı.
Bir rivayete göre, çalışmalarında kullandığı bir yığın yıkıcı kitap yüzünden ölüme mahkum edildi. Rivayet bile olsa, hikaye el-Cahız'ın 92 yıllık uzun bir ömrü geçirdiği dünyanın portresini çizmektedir. Ne kadar çeşitli merakları olduğu, Arapça olarak, çeşitli uzunluklarda ve teoloji tezleri (Mutezile'nin bakış açısıyla), cimriler, gıda, kamu hizmetlileri, eşekler ve hırsızlar hakkındakiler de dahil olmak üzere, çok çeşitli konularda yazdığı, neredeyse iki yüzü bulan kitaplarından anlaşılmaktadır. Fakat gerçek şaheseri, adı Hayvanların Kitabı olmasına rağmen, Zoolojiyle çok az ilgili fakat esasında atasözleri, espriler, fıkralar, gelenekler, batıl inançlar v.s. gibi konularla ilgili bir hazine olan 7 ciltlik eseridir. Eserlerini bir araya getirerek, daha sonraki alimler dokuzuncu asırdaki çeşitli toplumsal sınıflar hakkında bir fikir edinmek için hepsine başvurdukları beşeri ilimlerin kapsamlı bir kaynağı olmasını sağladı.
Mısır valisinin, kendi menfaatlerini garantiye almak için, gündelik idari işleri bir vekile bırakarak Halifeliğin Bağdat'taki ya da Samarra'daki sarayında kalması normal bir uygulama haline gelmişti. 868'de, Ahmed bin Tulun adında 33 yaşında bir asker Türk, Mısır'a vali vekili olarak gönderildi, fakat Ahmet bir yıl içerisinde, vilayette kendine askeri ve mali yönden destek sağlayacak bir zemin oluşturmayı başararak, ilk bölgesel hanedanlığı, Mısır Tulunoğlulları devletini (868-905) kurdu ve daha sonra Filistin ve Suriye'yi Mısır'a kattı.
Bu girişken asker-siyasetçi döneminde ziraat, ticaret ve sanayi gelişti, hükümet maliyesi yeniden düzenlendi ve geniş çaplı bir kamu binaları programı gerçekleştirildi. 869'da Güney Irak'ta çıkan Zenci isyanı Tulunoğlu'na iki yönden yardımcı oldu: Merkezi hükümeti meşgul etti ve aynı zamanda Doğu ticaret yollarını, Mısır'ın zenginleşmesini sağlayan Kızıl Deniz istikametine çevirdi. 879'da, başkent Fustat'ta, kendi adını taşıyan meşhur camiyi yaptırdı. Tulunoğlu ayrıca, 878'de ele geçirdiği Suriye'yi elinde tutmasını sağlayan kuvvetli donanmanın yanında, Rum, Türk ve Nubiyanlı (günümüzdeki Sudanlı) kölelerden oluşan kuvvetli bir ordu kurdu. 884'te ölmesinden sonra, yerine geçen dört Tulunoğlu hükümdarı da onun kadar etkili olmadı ve Abbasiler 905'te Mısır'ı tekrar kontrol altına aldılar, fakat bunlar da daha otuz yıl geçmeden, bu defa devamlı olmak üzere tekrar kaybettiler. Mısır'ı Abbasilerden alanlar da yeni başlayan bir başka hanedanlık olan İhşidilerdi (935-69):
Bu zengin vilayetin ne kadar kolay idare edilebilir bir yapıda olduğunu burayı ziyaret etme ihtiyacı hisseden ilk Halifenin el-Memun olması gösterebilir. El-Memun, 832'de İspanya'dan gelen Arap mültecilerin sebep olduğu bir huzursuzluk üzerine bölgeye gelmiş ve buraya bir Horasan ordusu yerleştirmişti; Halife o dönemlerde Suriye'de bulunuyordu. Çok uzun bir süre yabancıların hakimiyetinde bulunan Kıptilerin, Doğuda İranlılarda olduğu gibi, kendilerine farklı bir kimlik sağlayacak kuvvetli milli duygular geliştirmiş olmadıkları görülüyor. Kıptilerîn ara sıra kendilerini yönetenlere başkaldırmaları ise herhangi genel bir dini hareket veya milli canlanmadan çok, bölgelerde vergilendirme sistemine karşı kızgınlıklardan doğuyordu. Mısır, hakikaten, İslam dünyasının bütününde -mali ve stratejik önemi olsa da- en az baş ağrıtan vilayet oldu. Tulunoğlulları ile Mısır, bölgedeki Batlamyüs idaresinden beri (M.Ö. 30) ilk defa bağımsız bir devlet oldu.
Halifeliğin değeri o kadar düşürülmüş, Türk askerleri Halife'ye o kadar hakir görücü davranmaya başlamışlardı ki, artık bunlar başkent Samarra sokaklarında, kalan alacaklarını isteyerek kargaşa çıkarıyorlardı. İstedikleri gerçekleşmeyince de, önce hazine memurlarını dövdüler, sonra da Halife Mu'tez'in kendisini zindana attılar (869) ve Mu'tez burada öldü. Bu arada, el-Vasık'ın (h. 842-7) oğlu olan el-Muhtedi'yi seçtiler. Fakat beklenilenin aksine el-Muhtedi birden kararlı, cesur ve çok dindar birisi oluvererek farklı şartlarda olsa çok büyük bir halife olabileceğini gösterdi. Fakat Türk komutanların siyasi meselelere karışmalarına ve hazineyi yağmalamalarına karşı çıkmayı deneyince bu gerçekleşmedi ve 870'de, bir yıldan daha az süren bir iktidardan sonra, o da ele geçirilerek öldürüldü.
El-Mühtedi'den sonra, el-Mütevekkil'in (h.l 847-61) oğullarından bir başkası, el-Mutemid (h, 870-92) unvanıyla, halife ilan edildi. Yeni halife zayıf birisiydi, fakat bunun hakimiyeti kendisinden önceki dört selefine kıyasla, özellikle kendisinden çok daha yetenekli olan kardeşi el-Müvaffak'ın (ö. 981) iktidarı yavaş yavaş Halifenin adıyla üstlenmesinden dolayı, 20 yıldan fazla sürdü. Sarayın durumu da, bu dönemde beklenmedik şekle giren nispeten huzurlu ve zengin ortamda değişikliklere uğradı. Bu kadar uzun bir süre gücü ellerinde bulunduran Türk muhafızlar yaşlanmışlar ve yerlerine Araplardan oluşan daha genç bir nesil yerleştirmişler, daha da önemlisi artık ayrı birlik olmaktan öte kendi içlerinde hiziplere bölünmüşlerdi.
892 yılının sonunda, imparatorluğun genel yapısını değiştiren pek çok yeni değişiklikler gerçekleşti. Halifeliğin sadece ordu üzerindeki etkisi değil, aynı zamanda, İslam dünyasının bu kadar zamandır üzerinde bulunduğu yapı olan yarı dini atmosferi de kayboldu. Halifenin siyasi yönden kendi sarayında bir mahkum olduğunu ve hükümetin bir gurup okuma-yazma bilmez barbar askerin eline, hem doğudaki, hem de batıdaki bazı vilayetler yavaş yavaş ayrılarak imparatorluğun parçalanmasına sebep oldular.
Zenci İsyanının Çıkışı
İslamiyet öncesi Arabistan'da yaygın olan kölelik, her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından bir müessese olarak Kabul edildiyse de, O (s.a.v.), kölelere karşı yumuşak davranma hususu üzerinde kuvvetle durmuştu; kölelerin azad edilmesi dindar bir hareket olarak kabul ediliyordu; Kur'an-ı Kerim'de de [74]kölelere insanca davranılmasını emreder. İmparatorluk içerisinde, halen çoğunluğu savaşlarda esir edilmiş veya barış zamanlarında satın alınmış değişik milletlerden çok sayıda esir vardı. Bunların bir kısmı siyasi, diğerleri de Türk ve diğer beyazlardı. Beyaz köleler çoğunlukla, Rum, İslav, Ermeni ve Berberilerdendi. Her savaştan sonra, düşman bölgelerde esir edilmiş binlerce, bazen de onbinlerce esir, köle olarak satılmaktaydı. Fakat Roma İmparatorluğunda olduğu gibi, bunlar üretimde temel tabanı oluşturmuyordu. Köleler kamu işlerinde ve ekimde istihdam edilmekten muaftılar; bunun yerine, genellikle ev içindeki hizmetlerin görülmesinde veya askeri hizmetlerde istihdam ediliyorlar ve bunlara iyi davranılıyordu.
Güney Irak'ta Basra'nın Doğusundaki tuz yataklarında çok çetin şartlarda yapılan kazılarda istihdam edilen çok sayıda Doğu Afrikalı siyahi kölenin çalıştığı, kölelerin toplu olarak çalıştırıldığı ender projelerden birisi devam ediyordu. Hz. Ali bin Muhammed adında bir İranlı, siyahilere zenginlik vaad ederek, kuvvetli ve hızla büyüyen bir isyan tertipledi. Daha sonra haricilerin isyankar tavrını benimsemesiyle çağrısı çok daha çekici bir hale geldi: Tek vasfı dindarlık olan herkes 'siyah bir köle ile olsa' halife seçilebilir, buna karşı gelen Müslüman bile olsa kendilerine karşı cihad edilebilir, kafirlerdir. 869'da, Basra'da halifenin ordusunu yendiler ve bir sonraki yıl İran körfezindeki bir limanı ele geçirip Basra ile buradan da Bağdat ile bağlantı kurarak Güney Irak'ın kontrolünü ele geçirdiler ve böylece bölgeden geçen ticaret yollarını da kestiler. İsyan tehlikeli bir biçimde yayıldı; daha sonraki 14 yıl boyunca, Güney Irak bunların, kötü bir sarsıntı geçiren hükümetin (hükümet aynı zamanda kendini İran'daki Saffarilerin saldırılarına karşı da savunmak zorundaydı) engel olamadığı tahribatlarıyla uğraştı. Basra'yı yağmaladılar (871), Vasıt'ı ele geçirdiler (878) ve hatta Bağdat'ı tehdit ettiler.
Buhara'da doğan Arap alimi ve Müslüman aziz el-Buhari (tam adı Muhammed bin İsmail el-Jufi el-Buhari), Semerkand yakınlarında, 60 yaşında iken öldü. Sünnet, Kur'an-ı Kerim'den sonra, kanunların ikinci kaynağı olduğundan, yaygın olanlarının doğruluğu hayati önem taşımaktaydı. Çünkü bazı mezhebi ve siyasi görüşleri meşrulaştırmak için sünnet icat etme veya şüpheli rivayetlere başvurma yollarına teşebbüs edilmekteydi. Bu sünnetlerin doğruluğunu ispat etmek gibi zor bir görevi, el-Buhari, bu yıldırıcı vazifeyi başarmak için gerekli olan, tek amacı edinerek üzerine aldı. Güvenilir Hadisleri toplamak için, 16 yıl boyunca yorulmak nedir bilmeden İslam Dünyasının her tarafını dolaştı. 600.000'den fazla Hadisi (şüphesiz bunlar arasında, pek çok tekrar ve aynı anlamda olan vardı) eleyerek ve tenkitçi bir şekilde değerlendirerek, bu geniş külliyeti gayretle sadece 7.000'den biraz fazla Hadis içeren bir derleme haline getirdi. Vazifesini öyle büyük bir ciddiyet ve sorumluluk duygusu içinde yapıyordu ki, bir hadisi yazmaya başlamadan önce abdest alır ve namaz kılardı. Yaptığı derleme es-Sahih (“hakiki” ya da “otantik” anlamında) unvanıyla şereflendirildi ve halen belli başlı tefsirlerden sayılır. Eser sadece, tam bir itimat kazanmakla kalmamış, aynı zamanda büyük bir itibar kazanarak, kendisinden sonra islam ile ilgili bütün eserlere kaynak olmuştur ve olmaktadır.
El-Buhari'nin mezarı Semerkand'dadır.
Bir Hadis'in aslına uygunluğu ve değeri hakkında Hz. Peygamber'in (s.a.v.) kendisine kadar uzanan, her birinin inanılırlığı iyice incelenen isnadı ile (raviler zinciri) hüküm veriliyordu. Her Hadis “salih”, “mevzu” ve “zayıf” olarak belirleniyordu. Altı “sahih” Hadis kitabının içerisinde Buhari'ninki ilktir ve Müslümanlar arasında, hüküm vermede Kur'andan sonra geldiği kabul edilir. Müslim bin el-Haccac'ın (ö. 875) Sahih'i, Buhari'ninkine en yakın olanıdır. Diğer dört Hadis kitab da İbn-i Mace (ö. 886), Ebu Davud (ö. 888), el-Tirmizi (ö. 982), el-Nesei (ö. 916) tarafından hazırlananlardır. Sünniler bu altı kitaba uyarlar.
Şiiler, Hadisleri kendi bakış açılarıyla ele almışlar ve sadece Hz. Ali ve taraftarlarının rivayet ettiklerini güvenilir kabul etmişlerdir. Bu sebeple de kendilerine has bir sünnet anlayışları ve sırasıyla Muhammed bir Yakub el Kuluni (ö. 939) Ali bin Babuya et-Kammi (ö. 991), Muhammed el-Tusi (ö. 1067-iki tane) ve Ali bin Tahir el-Şerif el-Murtaza (ö. 1044) tarafından hazırlanan beş Hadis kitapları vardır (bunlara özellikle hürmet gösterirler.)
Bazı Avrupalılar bu kitaplardan 'canonica' (dini esaslara ait; kabul edilmiş) diye bahsederler. Fakat İslam'da hiç kimse, Hıristiyanlıktaki birleşik kilise konseylerinin yaptığı gibi, dini meselelerde kanun koyma yetkisine sahip olmadığından, bu yanlıştır.
Bağdat'taki meşhur Beyt-ül Hikme'deki tercüme ekibinin başkanı olan Huneyn bin İshak (d. 809), Bağdat'ta öldü. Hireli bir Hiristiyan olan Huneyn, tıp eğitimi görmüş ama Yunan dilini de öğrenmişti. Abbasi Halifelerinin himayesi altında, bu önemli ilim adamı, hem velud bir yazar hem tercüman olarak eğitim alanına muazzam bir katkıda bulundu. Yunan eserlerini güvenilir ve ilmi bir şekilde tercüme edebilmek için, tercümeye başlamadan önce, el yazmasının aslına uygunluğunu, aslı ile karşılaştırarak okumak ve kontrol etmek için uzun yolculuklara çıkardı. Huneyn, ekibi ile birlikte, Hipokrat, Aristo, Dioscondes ve Calinus'un eserleri gibi pek çok muazzam Yunan eserlerini Arapçaya tercüme ettiler ve bunların daha önce yapılan tercümelerini gözden geçirerek, bunlara şerhler yazdılar. Huneyn'in tercüme alanındaki esas başarısı, Calinus'un bütün tıbbi eserleri ile Eflatun'un Cumhuriyetini ve Dioscorides1in Materia Medica'sını Arapçaya kazandırması oldu. Huneyn, daha sonraları, Biyoloji alanındaki, kendine ait en az yirmi dokuz orijinal eseriyle de hatırlanacaktı. Özellikle göz ile ilgili on incelemesi -gözle ilgili şekillerin de bulunduğu ilk sistemli kitap- daha sonraki birkaç asır bu dalın gelişmesi üzerinde çok büyük bir etki yapacaktı. Huneyn, Halife el-Mütevekkil'in (h. 847-61) şahsi doktoru olarak şereflendirildi. Eserlerinin ve tercümelerinin pek çoğu daha sonra Avrupa'da Latince olarak çıktı.
“Arapların ilk filozofu” olarak bilinen ilk meşhur Müslüman filozof El-Kindi, 70 yaşlarında iken, (ykl. 873) yılında Bağdat'ta öldü. Kinda kabilesinden asil bir Arap ailenin çocuğu olarak doğan el-Kindi, Halife el-Me'mun (h. 813-337) ve el-Mu'tasım'ın (h. 833-42) saygısını kazandı. Basra ve Bağdat'ta eğitim gördü ve Doğu halifeliğinin, Aristo'nun (M.Ö. 384-322) eserlerinin hepsini bilen ve İslam'ın temel inançlarını açıklamak için onun mantığını kullanmaya çalışan ilk alimlerinden birisi olarak dikkat çekti. Allah'ın adaleti ve birliği üzerinde durdu ve Yaratıcı'nın kendisi vahiy yoluyla açıklamasının akia uygun bir gerçek olduğunu ve bunun bilginin en üst seviyesi olduğunu kabul etti. El-Kindi sadece İskenderiye'nin Aristo'su Neoplatonistleri tarafından tartışılan felsefi sorunlarla ilgilenmekle kalmadı, ayrıca astroloji, tıp, aritmetik, müzik astronomi, kılıç yapımı, ahçılık gibi daha pek çoğunun bulunduğu hayret edilecek genişlikte farklı konularla uğraştı. Aristo'nun eserlerinden yaptığı tercümeler ve bunlara yazdığı şerhler haricinde, çok çeşitli konularda 250 kitap yazdığı sanılıyor, fakat bunların sadece birkaçı günümüze gelebilmiştir. Bu eserler Arapça asıllarından çok, Latince tercümeleriyle yaşamışlardır. EI-Kindi'nin optik ile ilgili esas eserinin Latince tercümesi Röger Bacon'ın (ykl. 1214-92) etkilemiştir.
868'de, Mısır'da otonom Tulunoğulları Devletinin kurulmasıyla, ondan sonra Kahire ve Bağdat'taki hükümdarlar arasında kavga konusu olan Suriye'nin tarihinde yeni bir sayfa başladı. El-Muvaffak (Halife el-Mutemid'in kardeşi fakat perde arkasındaki idareci), tamamen Irak'taki zenci isyanıyla meşguldü. Ahmed bin Tulün (h. 868-84), Suriye valisinin ölümüyle doğan fırsatı değerlendirerek, bu vilayeti derhal ele geçirdi ve kendi topraklarına kattı (878). Bu ilk olay, daha sonra Mısır'daki bağımsız hükümdarın neredeyse hepsi tarafından denenecek, bazıları Suriye'nin bütününü tahakküm altına almaya çalışırken, bazıları Filistin'deki köprübaşı ile yetinerek, bölgenin kalanını Bağdat'a veya küçük yerel beyliklere bırakacaktı.
Böylece, vali olarak atanmasında sadece on yıl sonra, Tulunoğlu bütün vilayet hükümdarları arasında en güçlü ve daha sonra Tarsus yakınlarındaki bir sınır çarpışmasında yeneceği (883) Bizanslılarla sınır komşusu oldu.
882'de el-Muvaffak'ın komuta ettiği halifelik ordusu, Zenci kölelerin 14 yıllık isyanına karşı büyük bir saldırı başlattı ve bunları ele geçirdikleri bütün topraklardan çıkardı. Fakat bunlar liderleri Ali bin Muhammed öldürülünceye kadar (883) tam olarak bir yıl daha yenilmediler.
İsmaili mezhebi (Şia'nın) içerisinden sapık ve yıkıcı bir hareket çıktı ve üyeleri, Hamdan Karmat adındaki liderlerinden dolayı, Karmatiler olarak tanındılar. Hamdan, Güney Irak'taki Zenci isyanının hala kuvvetli olduğu bir dönemde Kufe'ye gelerek bunlara katılmaya çalıştı, fakat bir anlaşmaya varamadı. Zenci isyanının kötü bir şekilde sonuçlanması, Abbasi topluluğunun maruz kaldığı siyasi düzensizlik ve toplumsal huzursuzlukla birleşerek, yeni bir hareket için uygun bir ortam doğurdu.
Hem zenginliğin, hem siyasi gücün kutuplaşmasından dolayı imtiyazlarını kaybedenler arasında hoşnutsuzluk duyguları mayalanıyordu. Halifeler bir fasit dairede hapsolmuşlardı; kendi tebaları kendilerinden soğuyor ve halifeler sayıları epeyce çok olan itaatsiz vilayet yöneticileri ile uğraşmak için paralı askerler bulmak mecburiyetinde kalıyorlardı. Paralı askerlerin kullanılması, ne kadar çok para harcanırsa Halifeliğin o kadar büyük bir askeri güce sahip olduğunu doğruladı. Bu aynı zamanda halkın sırtına ağır bir vergi yükü yüklenmesi ve hükümete karşı kaçınılmaz bir kızgınlığın doğması demekti. Gelirin diğer bir kaynağı da emniyete bağlı olan ticaretti, fakat emniyet de ancak askerle sağlanabilirdi. Hatta vergilerin tam olarak toplanabilmesi için bir askeri desteğe ihtiyaç vardı. Daha sonra, el-Muktedir (h, 908-32) idaresinde, vergi toplama hakkı bu paralı askerlerin liderlerine veya tükenen halifelik hazinesi yerine, askerleri yerel idare fonlarından finanse eden valilere kiraya verilecekti. Fakat bu da yeni baskı numuneleri doğuracaktı.
Iraklı bir kabileden olan yobaz Hamdan, toplumsal hastalıkları iyileştireceğini vaad ederek yaptığı etkili propagandayla, kendi halkından çok sayıda taraftar toplamayı başarmıştı. 890'da, Kufe'nin doğusunda komünizm sistemine dayalı yeni hareketin karargahlarının (bunlara iltica evi anlamında, Dar-ül Hicre diyordu) kurdu ve bağışlarla desteklenen ortak bir fondan bunları finanse etti. Bu şiddetli eşitlikçi topluluğun gerçek fikirleri gizli tutuluyor ve sadece çeşitli safhalardan geçirilen uzmanlara açıklanıyordu. İslam'ın dış şekline karşı gelmekten başka hiç birşey göstermiyorlardı; Sünniler ise bunların hareketlerini aşırı bir zındıklık olarak görüyorlardı. Bunların ifret derecedeki fikirleri; terörleri, tahribatları ve merhametsizlikleriyle de eşit bir seviyede idi. Düşmanlarını, hatta kendilerine muhalefet eden Müslümanları bile, acımadan kıyımdan geçirebilirlerdi.
Kısa bir süre içerisinde Karmati hareketi güçlendi ve tahribatları ve Müslümanlar arasında estirdikleri terör havası, tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar bir asır sürdü. Zenci isyanından sonra Aşağı Irak'taki düzensizlikten doğan fırsatı değerlendirerek, başkenti el-Ahsa olan güçlü ve bağımsız bir devlet kurmayı başardıkları (889) Bahreyn'de önemli ölçüde güç kazandılar. Bahreyn bundan sonra, bunların propaganda merkezi olduğu kadar, ülkede sürekli kargaşalara sebep oldukları askeri seferleri için de bir üs oldu. Hareket, inatçı bir isyan kaynağı oldu ve Suriye'de (903) ve Irak'ta (906) bastırılmaları ancak uzun bir savaştan sonra mümkün oldu, fakat hükümet bunları Bahreyn'den çıkaramadı.
Hz. Ali Şia'sının (Şia: parti anlamında kullanılan müşterek bir terim) daha İslam'ın ilk zamanlarında ortaya çıkışı, Hz. Peygamberin (s.a.v.) vefatından (632) sonra, Müslümanlar topluluğunun liderliği ile ilgili bir siyaset ve hanedanlık sorunundan kaynaklanıyordu. Partizanlar Hz. Peygamber (s.a.v.) sonra, ancak Hz. Peygamber'in (s.a.v.), Hz. Ali ve Hz. Fatma kanalından olan neslinin, O'nun (s.a.v.) meşru halefi (veya halifesi) olabileceklerini ve bunları birincisinin de Hz. Ali olduğunu savunuyorlardı; bu nedenle de ilk üç halifeyi, Hz. Ebu Bekir'i, Hz. Ömer'i ve Hz. Osman'ı gaspçı olarak kabul ettiler. Fakat yıllar geçtikçe, bütün Müslümanların yaklaşık yüzde onunu oluşturan Şia, yavaş yavaş farklı görüşleriyle dini bir hareket olarak gelişti. Her ne kadar Muhtar'ın (685-7)'deki kısa ömürlü isyanı bunları belirli bir istikamete yöneltmişse de, sonuçta bunların Sünnilerinki ne muhalif bir dini ve fıkhi yapıya sahip bir dini mezhep kalıbına girerek ayrılmalarının sebebi mükerreren uğradıkları siyasi mağlubiyetlerin ve uzun süren zulümlerin doğurduğu hayal kırıklığıydı. İnançlarının özünde, sadece Hz. Ali -Hz. Fatıma çizgisinde Hz. Muhammed’in soyundan olmakla kalmayan, ayrıca özel vasıfları da olan İmam (Arapçada lider, örnek) fikri vardı. Şiilik hareketinin bazı aşırı kolları imamın ilahi vasıflara sahip olduğunu iddia ederken, genel kabul gören görüş daha mütevaziydi ve bugünkü Şiilik'te de benimsendiği gibi, verasetle intikal eden imam'ın günahsız olduğu, olağanüstü bir bilgi ve güce sahip olduğu, hatta yapmaktan münezzeh olduğundan Kur'an'ın gerçek ve gizli (hususi) anlamını kavramaya muktedir olduğu gibi. Buna bir de, dünyada yeni bir adalet ve huzur düzeninin kurucusu olması beklenen Mehdi (veya “Gizli İmam”) inancı eklendi. Mehdi, ahir zamanda dünyaya dönünceye kadar, insanoğluna her nesilden seçtiği vekilleri vasıtasıyla yol gösterir ve böylece İmamet de sona ermemiş olur. Şia'nın farklı kanatları, çeşitli derecelerde, İmam'ın uluhiyetine inanır. Böylelikle Şii imamları, Müslüman toplumunun sadece dünyevi meselelerdeki lideri olan Sünni halifelerden temelde ayrılır.
Hayati bir mesele olan, hak sahibi İmam'ın kim olduğu konusunda yapılan tartışmalar Şiiliği kesin çizgilerle üç ana mezhebe ayrılmıştır: Zeydiye, İsmailiye ve İmamiye. Zeydiler ilk beş imamı kabul ederken İsmaililer yedi, imamiye mensupları ise on iki imama inanırlar. Bundan dolayı da bu mezhepler sırasıyla “Beşliler”, “Yedililer” ve “Onikililer” olarak adlandırılmışlardır. Bu ana bölünmelerin yanında, bazı kaynaklara göre, toplam 32'den az olmayan (hatta daha fazla) çok sayıda ait bölünme vardır.
Zeydiye mezhebini diğerlerinden ayıran nokta, bundan beşinci imam olarak Zeyd bin Ali (740'da Emevilere karşı savaşırken şehid edildi) kabul edilirken, diğerlerinin kardeşi Muhammed el-Bakır'ı beşinci imam olduğuna inanmalarıdır. Zeydiler İmam'ın, Hz. Ali -Hz. Fatıma neslinden olmasını isterler. Ancak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in çocukları arasında bir ayırım yapmazlar. Yani verasetle intikal yoktur, fakat İmam'ın gerektiğinde askeri güç kullanarak hakimiyetini kurabilecek kapasitede olduğuna inanırlar; bu nedenle de “Gizli İmam” fikrini reddederler, aynı şekilde bir çocuğun İmam olabileceğini de düşünmezler. Bunların imamına doğru yol gösterilmiştir, fakat imam ilahi güçlere sahip değildir. Bütün Şii mezhepleri arasında, inançlarında Sünnilere en yakın ve siyasi konularda en mütevazı olanı bunlardır. Diğer Şii guruplarından farklı olarak bunlar, ilk iki Raşit Halife, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i gaspçı olarak görmezler.
İsmaililer ve bunların alt gurupları, en radikal Şii inancının temsilcileri olarak; İslam tarihinde siyasi olarak en faal olan guruptur. Bunlar adlarını, altıncı imam Cafer es-Sadık'ın en büyük oğlu (İsmail)'den alırlar, İsmail 760'da, kendisinin ifrata düştüğü anlatılınca onu mirasından mahrum eden babası daha hayatta iken öldü. Cafer'in ölümünden sonra (765), Şia'nın büyük çoğunluğu ikinci oğlu Musa el-Kazım'ı yedinci imam olarak kabul etti. Fakat bazı Şiiler, İsmaili yedinci imam kabul ederek ayrıldılar. Bunlar, İsmail'in imam tayin edildiği için günahsız olduğunu ve ona karşı yapılan suçlamaların doğru olmayacağını iddia ettiler. Bu hararetli inançlarıyla, İsmail'in ölmediğini, “Gizli İmam” olarak karşı konulmaz otoritesini uygulayacağı vakte kadar gizlenmek üzere çekildiği ve Mehdi olarak döneceğini açıkladıkları halde, onun öldüğünü kabul eden, fakat geride, Harun Reşidin zulmünden Hindistan'a kaçarak, burada “ortadan kaybolan” oğlu Muhammed'i bıraktığını ve beklenen Mehdi'nin o olduğunu söyleyenler de vardı. Daha sonraları İsmailîler, hepsi de isyana teşvik edici olan en aşırı unsurları ve aykırı fikirleri benimsediler ve çeşitli kollara ayrıldılar. Bunların en önemlileri, Irak, Suriye ve Ürabitan'daki Karmatiler, Kuzey Afrika ve Mısır'daki Fatimiler, Kuzey İran'daki Alamut Dağındaki Haşhaşiler ve Güney Lübnan'daki Dürzilerdir. İsmailiyenin (Yedililer) bugünkü durumları, mezhep kurulduğunda İsmail'in, Tanrının mücessem hali olduğuna inanan atalarına nazaran çok daha mütevazidir.
İmamiye (Onikiler), Şiilerin en kalabalık bölümünü oluşturur. Bunlar İsimlerinin Muhammed el-Mehdi'yi, 878'de daha çocukken “çekilmiş” veya “gizlenmiş” olan ve Mehdi olarak geri dönüp, dünyayı doğruluk ve adaletle dolduracak olan onikinci imam olduğuna inanmalarından alırlar. O zamandan beri “Gizli İmam”ın kılavuzluğunda Müçtehidler (Şii ilahiyatçılar) kanuni ve akidevi meselelerde hüküm sahibidirler, yani bunların kararları Şiiler arasında, bir yerde, Suniler arasındaki icma ve kıyas ile aynı statüdedir.
Pek çok hükümdar Şia'dan etkilenmişse de, Şiilik, imamiye'nin Safevi hanedanlığı (1501-1732) tarafından İran'da devlet dini olarak tesis edildiği -ve devam ettirildiği- 1502' ye kadar bir azınlık inancı olarak kalmıştır. Bu hanedanlığın tarafları halk arasında, giydikleri kırmızı başlıklardan dolayı Kızılbaşlar (Türkçe) olarak tanındılar.
Sekiz halifeye başkentlik yaparak 56 yıl hükümet merkezliği yapan Samarra'dan sonra, Abbasi başkenti Samarra'dan tekrar Bağdat'a taşındı. Samarra yavaş yavaş bir harabe olmaya terkedildi;
Zayıf bir şahsiyet olan Halife el-Mutemid (h. 870-92) öldü ve yerine, 816'den beri, güçlü Türk ordu komutanlarının elinde, yalnızca bir gölge haline gelen halifeliğin prestijini ve gücünü tekrar dağlama vazifesine kendisini adayan yetenekli ve enerjik yeğeni el-Mutedid (h. 892-902) geçti. 900 yılında Karmatilerin isyanı, devleti bir defa daha çözülmenin eşiğine getirinceye kadar, epeyce başarılı da oldu.
Emir II. Abdurrahman'ın hakimiyetini (852'de bitti) müteakiben, İspanya'da 60 yıl süren bir kriz dönemi yaşandı. Kurtuba'nın zayıf ve yetersiz liderliği sırasında, vilayetlerdeki pek çok hırslı insan, şu veya bu sebeple idareye kızgın olan tatmin edilmemiş insanlardan destek buldu.
Merkezi hükümete karşı çıkan isyanların en şiddetli ve uzun olanı belki 984'te başlayanıdır. Bu isyana, Malaka yakınlarındaki dağlarda durumlarını sağlamlaştıran Ömer bin Hafsan (İspanyol asıllı bir Müslüman) ve oğulları liderlik ediyordu. Bu çok iyi tahkim edilmiş hükümet karşıtı kale, daha sonraki 35 nci boyunca, Kurtuba hükümeti için sürekli bir sıkıntı kaynağı oldu.
Hazar Denizinin Kuzey-Batı kıyılarında, 864'te bir Zeydi devleti kurulmuştu. 987'de Zeyd'in torunlarından bir başkası daha, merkezi Seda daha sonraları da Sena olan bir başka prensliği de Yemen'de kuruyordu.[75] Ülkelerini korumak için, Yemen İmamları (hükümdarlara böyle deniyordu), bölgedeki Haricilere, Harmatilere ve diğer muhaliflere karşı olduğu kadar, Mısır hükümdarlarına ve Halifelere karşı da sayısız savaşlar yapmak mecburiyetinde kaldılar. Daha sonraları Zeydiye inancı Yemen'de kalıcı bir yer buldu.
Sekizinci asrın ilk yarısında, Belh vilayetinde bir toprak sahibi olan Saman Huda adında, Müslüman olmuş birisi Emevilerin Horasan genel valisi ile dostluk kurmuş ve ona 737'de Türk istilacıları yenmesinde yardım etmişti. O zamandan beri bu İranlı aile, Arap dostlarına sadık kalmıştı; oğlu Esad ilk dönem Abbasilerine hizmet etmişti. Bir asır sonra, aile, Esad'ın dört oğlunun hem Abbasiler hem de Tahiriler tarafından Semerkand, Fergana, Şaş ve Herat vilayetlerinin valileri olarak atanmalarıyla, bölgede önemli bir nüfuz ve ayak basacak bir yer kazanmışlardı.
873'de, taraftarlarının çoğunluğu eşkiya ve sapık fikirli kişiler olan Yakup el-Saffar, hızlı bir şekilde güçlenerek Tahiri Devletini yıkıp bunu Horasan'a bağlamasıyla ciddi bir tehdit unsuru olmaya başlamıştı. 875'de Yakup Bağdat'a bile saldırmaya cüret ederek başkentin 50 mil yakınına kadar geldi, fakat bir sonraki yıl yenilerek geri püskürtüldü. Samani ailesi o kadar büyük bir önem kazanmıştı ki, Halife el-Mutemid (h. 870-92), Saman'ın dört torunundan birinin oğlu olan Nasr bin Ahmet'i, Saffarilerin yayılmalarını kontrol altına almak amacıyla Maveraünnehir valiliğine atadı (875). Nasır bu görevi 892'deki ölümüne kadar sürdürdü ve aile böylece bağımsız bir statü kazandı.
Tahiriler gibi Samaniler de Abbasiler'in sadık destekçisi oldular. Bunlar da, (914-43 arasında hüküm süren II. Nasr muhtemelen bir istisnaydı.) genel statükoyu temsil eden Sünni inancına sahiptiler. Fakat Bağdat'tan gelen tayin nişanı haricinde, otonomdular. Topraklar ancak kılıçla kazanılabildiğinden, bu atamalar her ne kadar toprak artışı sağlamıyorsa da, bunlar pek çok insanın gözünde büyüttüğü meşruiyetin yerel idarecilere Halife tarafından verildiğinin bir göstergesi de bu sebeple de otoritenin sağlanması ve emniyet altına alınmasında önemli bir araçtı. Samaniler, devletin Kuzey sınırlarını, bozkırlardan gelen putperest Türk kabilelerinin saldırılarına karşı emniyet altına alarak ve bu bereketli ve zengin vilayette iyi bir iç idari sistem kurarak, hakimiyetlerini sağlam bir temele oturtmuşlardı.
Yakup ve Nasr'dan sonra, ikisinin de yerlerine kardeşleri Amr ve İsmail geçmişlerdi. 900'de, İsmail kuvvetli bir orduyla Amu Derya'yı geçti ve daha sonra Bağdat'taki halifeye gönderilerek, orada esir iken ölen liderleri Amr'ı esir ederek, Saffarileri dağıttı. Saffari Devleti böylece yıkıldı ve sırasıyla Samaniler, Gazneliler, Selçuklular ve Moğollar zamanlarında altı asır daha varlığını bir gölge gibi sürdüren hanedanlık ailesinin statüsü, Sicistan'ın yerel ve tebadan yöneticileri durumuna düşürüldü.
Samaniler -üçüncü İranlı hanedanlık- güçlerinin zirvesine, ailesinin en büyük hükümdarı olan II. Nasr'ın, Doğu İran'ın bütününe (Doğuda Hindistan sınırına varıyordu), Maveraünnehir'e ve Taberistan'a hükmettiği dönemde ulaştı. Bunların akıllı ve enerjik hakimiyetleri döneminde sanayinin ve ticaretin gelişmesi, İran'ı, Çin, Irak, Doğu Avrupa ve İskandinavya'ya bağiayan kervan yolunun merkezinde bulunan bölgeye zenginlik getirdi. Samaniler aynı zaman da büyük sanat, edebiyat ve ilim hamileriydiler ve Arap ve İran düşüncelerinin bir araya gelerek, Bağdat'a rekabet edebilecek bir ilmi seviyeye ulaşan Semerkand'ın yanında, başkent Buhara'yı da mükemmel bir ilim merkezi yaptılar. Buhara Sarayında, hepsi de büyük Buhara kütüphanesinde çalışan, ilk eserlerini bu dönemde veren ve en meşhur İranlı şairlerden birisi olan Firdevsi (ykl. 934-1020), “Yeni Farsça'da” ilk defa şiir yazmakla tanınan Rudaki (ö. 940), hemşehrisi el-Taberi'nin (839-923) muazzam Dünya Tarihi'nin özel bir versiyonunun Farsça'ya tercüme eden (963) Belami, eserlerinin büyük bir bölümü tıp hakkında olan Razi (ykl. 865-925) ve meşhur doktor-alim İbn-i Sina (980-1037) gibi pek çok büyük ilim adamı yetişti. Arapça Üİm dili olarak kaldı, fakat asil bir Sasani ailesinden geldiklerini ı iddia eden ve İran kültürünün ateşli bir hayranı olan Samaniler, iki buçuk asırdır Arapça'nın gölgesinde kalan İran dili ve edebiyatını[76] ihya edilmesini de teşvik ettiler. Bu dönem, İranlıların milli duygularını yeniden canlandırarak öne çıkardıkları bir dönem oldu.
Asırlık Samani hakimiyetinin diğer iki özelliği de, putperest Türkleri Müslüman yapmaları ve bu dönemde de zirveye ulaşan köle ticareti idi. Samanilerin bu iki olayda oynadıkları rol, daha sonraki asırlarda, dünya tarihi açısından çok önemli sonuçlar doğurdu. Bütün Türklerin sonunda Müslüman olmaları bunların çabaları sayesinde oldu. Samanilerin Sünniliğe yakınlıklarından dolayı, Türklerin çoğunluğu da Sünniliğin taraftarı oldu. Ayrıca, Bağdat ve diğer yerlerde askeri hizmetler için revaçta olan Bozkır Türkü köleler, sınır kasabalarına yapılan saldırılarda esir alınıyor ve ihraç ediliyorlardı.
İslam ordusuna girdikten sonra, bir köle en üst seviyede komutanlığa kadar çıkabiliyordu ve bazıları bunu yaptılar, hatta kendi hanedanlıklarını bile kurdular. Abbasiler gibi Samaniler de, çok sayıda Türk köleyi memur ve asker olarak istihdam etme hatasını yaptılar ve bu köleler yavaş yavaş güçlendiler, hatta efendilerinden daha güçlü oldular. Sürpriz bir şekilde Orta Asya'dan kalkıp, Sünni oldukları için kendilerine karşı cihat etmek için yeterince destek sağlanamadığından ciddi bir direnişle karşılaşmadan 999'da Buhara'yı ele geçirenler, Müslüman olmuş Karahanlı (veya İlek Han) Türk komutanlarıydı. Altı yıl sonra, Doğudan Karahanlılar, Güneyden Gazneliler (asker-köle kökenli) tarafından sıkıştırılan son Samani hükümdarı II. İsmail, savaşta hayatını kaybetti. O dönemlerle Gazneliler, meşhur komutanları Gazneli Mahmut (h. 998-1030) idaresinde, müthiş bir hızla topraklarını genişletmekteydiler. Samani hakimiyeti bittikten sonra, bölge Karahanlılar ve Gazneli Mahmut arasında paylaşıldı. Amu Derya sınır olarak belirlendi ve Karahanlılar Maveraünnehir'i alırken, Gazneliler Horasan'ı topraklarına kattılar.
Matematikçi, filozof ve 9. asırda parlamakta olan Arap -İslam kültürünün bir temsilcisi olan Sabit bin Kurra öldü. Yaklaşık 836'da, Hellenistik dönemde astronomi alanında açılan çığırın devamlı merkezi ve felsefe ve tıp okulları şehri olarak tarihe geçen Harran'da (bugünkü Türkiye'de) yerleşmiş olan köklü bir ailenin çocuğu olarak doğan Sabit, çoğunluğu kendi dindaşları olan Sabiilerin (yıldıza tapanların) oluşturduğu tercüme heyetine başkanlık etti. Harran okulundaki takımıyla birlikte, Arşimed'inkilerin (ö. M.Ö. 212) de dahil olduğu çok sayıda Yunanca matematik ve astronomi eserlerini tercüme etmekle, yapılmış olan tercümeleri de yeniden gözden geçirmekle tanındı. Daha önce tercüme edilmiş olduğu halde kendisinin geliştirdiği eserler arasında, Bağdat'ta bir grup Nasturi Hristiyana başkanlık eden Huneyn bin İshak (809-73) tarafından tercüme edilmiş olan Öklid'in ve Batlamyüs'ün astronomi kitapları (el-Mecisti) da vardı. Tekrar tercüme ettiği eserlerden birisi de, daha sonraki alimlerin değersiz bulduğu, içerisinde diğer ilgilerin yanında, bazı yerlerin enlem ve boylamlarını gösteren bir kataloğun da bulunduğu, Batlamyüs'ün Coğrafya'sı idi. Batlamyus'u takip eden daha sonraki Müslüman coğrafyacılar, genel olarak, boylamları, bugün Kanarya Adaları olarak bilinen adalardaki ana meridyenden ölçtüler. Sabit, yaptığı faydalı tercümelerin yanı sıra, matematik, astronomi, astroloji, tıp, fizik, felsefe, etik ve müzik gibi çok çeşitli konuların işlendiği, yetmişten fazla orijinal eser telif etti. Yıldızlara tapmalarından dolayı, Sabiiler devamlı astronomi ve buna çok yakın bir dal olan matematikle ilgilendiler. Sabit, Halife el-Mukeddid'in (h.892-902) himayesini ve dostluğunu kazanmıştı. Sabitten sonra yerini, bir tercümanlar ve alimler hanedanlığı kuran oğulları doldurdu.
Yeni Halife el-Muktefi'nin (h. 902-8) esas meşguliyetlerinden birisi, selefi plan babası el-Mutedid'den kendisine kalan ve büyümekte olan Karmati isyanıydı. Bahreyn'de bir üstleri olan Karmetiler, komşuları olan Küfe ve Basra'yı tehdit etmekte iken, 903'te Suriye'de (o dönemde Tulunoğulları hakimiyetinde) ortaya çıkarak, aralarında Şam'ın da bulunduğu bazı şehirleri ele geçirdiler. Bu olay Muktefi'nin doğrudan müdahalesi için bir bahane oldu. 903 yazında, Tulunoğullarının valisine Karmatilerle savaşında yardım etmek amacıyla bir ordu gönderdi ve Karmatiler yenildi. Fakat Irak'ın bazı bölümleri ile Bahreyn'de faaliyetlerine devam ettiler.
Suriye'yi kontrol altına aldıktan sonra, son zamanlarda taht kavgasına düşmüş olan Tulunoğullarını yeteneksiz hükümdarlarından Mısır'ı geri almak için, muzaffer öncü kuvvetler buraya karadan ve denizden bir saldırı başlattılar. Tulunoğlu hükümdarı kendi adamları tarafından öldürülünce, Abbasi ordusu başkent Fustat'ı almakla hiç zorlanmadı. Böylece Tulunoğlu hanedanlığı 37 yıllık kısa bir hakimiyetten sonra, aniden sona erdi.
El-Muktefi idaresinin (902-8) büyük bir bölümü Karmatiler sorunuyla uğraşmakla geçmesine rağmen, daha önce babası el-Mutedid'in (h. 892-902) epeyce iyileştirdiği halifelik makamının prestijini yükseltti. Bu da, Mısır ve Suriye'nin Tulunoğullarından geri alınmasıyla gerçekleşti. Fakat el-Muktefi’nin 32 yaşında iken ölmesi üzerine, 12 yaşındaki kardeşi onun yerine geçirildi ve ülke yeniden bir kargaşanın içine atıldı. Bağdat birbiri ardınca çıkan ayaklanmaları ve hükümet darbelerine şahit oldu.
Son imamlarının ortadan kaybolmasından sonra geçen yaklaşık bir asır boyunca İsmaililer, hiç bir siyasi isteği almayan önemsiz bir Şia kolu olarak kaldılar. Fakat bu durum, 873 yılında Abdullah İbn-i Meymun el-Kaddah (ö.ykl. 875) adında birisi kendisinin ve haleflerinin Mehdi'nin seçilmiş elçisi olma makamında olduğu iddiasıyla sahneye çıkarak, mezhebin liderliğini üzerine almasıyla değişti. Sözde kendisine ilham geliyordu ve mucize yaratma gücüne sahipti. Siyasi konularda uzak görüşlü bir adam olduğundan, kısa zamanda, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde Sünni hakimiyetine ve Abbasi halifeliğine karşı ihtilal propagandası yapan geniş ve faal bir gizli teşkilat ağı kurdu. 893'de Ebu Abdullah adında birisi, Yemen'deki bu tür bir teşkilattan (bazı kaynaklara göre Suriye'deki Selemye), İsmaili inancının propagandasını yapma ve Berberileri Sünni Ağlabi hükümdarlarına karşı isyana teşvik etme göreviyle Tunus'a gönderildi. 902 ve daha sonra 904'te, Humus yakınlarında yaşayan ve Ubeydullah adını alarak imamlık iddiasında bulunan Said bin Ahmed de Suriye'de ayaklanmıştı fakat bunlar çabucak bastırılmıştı. Ubeydullah daha sonra Abdullah'a katılmak üzere Kuzey Afrika'ya gitti takat, harici olduğu için, iktidarın verasetle intikaliyle ilgili her fikri reddeden Rüştemiler tarafından Sicilmase'de yakalanarak hapse atıldı.
Bu arada Fatımi dai'si (propagandisti) Ebu Abdullah, misyonerliğine faal bir şekilde devam ediyordu ve Mehdi'nin (halkı buna “hazırlıyordu”) yakında zuhur ederek, dünyada huzur ve adalet dolu bir rejim kuracağı konusunda verdiği söz, Ağlabi hükümdarı III. Ziadetullah'ın (h. 903-909) zulmünden kaçmaya çalışan saf Berberiler arasında dini bir heyecan yarattı. Kendini sıkı bir şekilde tahkim ederek, kendi görüşünü benimseyen Berberi Ketame kabilesinin yardımıyla, 909'da, asırlık Ağlabi hanedanlığını yıktı ve Kayravanlı ele geçirdi. Altı ay sonra, Rüstemilerin küçük beyliğine girip, bunların hakimiyetini sona erdirerek, Ubeydullah'ı Sicilmase'den kurtardı. İsmail'in oğlu Muhammed'in doğrudan torunu (“Gizli İmam” çizgisinden) olduğunu iddia eden Ubeydullah, Kayravan'a yerleştirildi ve hem Mehdi, hem de Halife unvanını aldı.[77] Artık İslam dünyasında, her ikisi de aynı zamanda devlet başkanı olan iki rakip halife vardı.
İlk Fatimi hükümdarı Ubeydullah (h. 909-34) koltuğa oturur oturmaz, Ubeydullah'ın seçilmesi için durmaksızın çalışan ve Berberi Ketameliler arasında da sınırsız bir sadakate sahip olan Ebu Abdullah ile aralarında bir çatlak oluştu. Abdullah'ın, hükümdarı tarafından 911 'de idam edilmesi, Ketameliler ve Atlas Haricilerinin ayaklanmalarına yol açtı. Fakat bunlar iki yıl süren ağır savaşlardan sonra bastırıldı. Bunlarda Fatimilerin Ifrikiye ve Sicilya'da yayılmaları için yollarının açılmasını sağladı.
Fatimilerin ortaya çıkışı, İslam tarihindeki önemli olaylardan birisidir. Rakip bir dini hareketin başı olarak, bunlar, kendilerini İslam'daki tek meşru otorite saydılar. Bağdat'a siyasi ve ideolojik düşman gözüyle bakarak, yeni bir sahil şehri olan kale başkent Mehdiyye'yi (Kayravan'ın 30 mil kadar doğusunda, 916'da kuruldu.) Merkez burada kendi halifeliklerini (909-1171) kurdular. Fatimilerden önce, hem Doğudaki hem de Batıdaki vilayet idarecileri, fiilen bağımsız da olsalar, Abbasi halifelerinin hükümdarlığını, en azından Müslüman topluluğun sembolik bir lideri olarak kabul ediyorlardı; hatta bu, Harici olan Rüstemiler için bile geçerliydi. Fakat bu durum, Hz. Peygamberin (s.a.v.) kızı ve Hz. Ali bin Ebu Talibin hanımı ve kuzeni olan Hz. Fatma'nın (hanedanlığın adı da buradan gelir) torunları olduğunu iddia eden, Abbasi karşıtı Fatımiler tarafından tamamen değiştirildi. Bu iddiaları onlara, neseplerinden dolayı ve gerçek dinin muhafızlığı için ilahi bir seçimle her ikisinin de kendilerine verildiğine inandıkları imamlık ve bundan dolayı da Halifelik statüsünü kazandırdı. İmam olmakla, bunların Tanrı'nın, insanoğluna doğru yolu göstermek için, vücut bulmuş şekli olduğuna inanılıyor ve böylece İmamlar hem bir hükümdar hem de dini bir lider olarak görülüyorlardı. Fatimi imparatorluğu zirvede olduğu dönemde, Kuzey Afrika, Sicilya, Afrika'nın Kızıl Deniz kıyıları, Hicaz (Mekke ve Medine dahil) Yemen, Filistin ve Suriye'yi sınırlarına katmıştı. Özellikle, kutsal şehirler olan Mekke ve Medine'nin kontrolünü ellerinde bulundurmaları, bunlara muazzam bir dini prestij ve siyasi kuvvet sağlamıştı.
912'de, İspanya Emevi Emirliğinin, hem iç savaşlarla başının dertte olduğu, hem de Kuzeyde kavgacı Leon kralı II. Ordono tarafından tehdit edildiği bir çöküş döneminde, 23 yaşındaki III. Abdurrahman, dedesi Abdullah'tan (h. 888-912) sonra tahta çıktı. Yaylalardaki Berberi kabileleri, bereketli sahil bölgelerini harap etmişlerdi. Halkın yeni olan bir bölümü ve Hristiyanlar, bir kısım yobaz rahibin kışkırtmasıyla şehitlik arayışı içinde isyan ettiler. Hatta bunlara ilaveten, Kuzey Afrika'da yeni ortaya çıkan saldırgan bir güç, Fatimiler de Fas'ı ve İspanya'yı almaya karar vermişlerdi. Her tarafından tehlikelerle sarılmış olan nazik ve akıllı genç prens, (ancak Kurtuba'nın birkaç etrafında etkili olabilecek kadar küçülmüş olan)Emirliğin otoritesini Yarımadanın Güneyinde tekrar kurma çalışmalarına girişti. Fakat o bu konuyla meşgul iken, II. Ordono bu fırsatı değerlendirerek 914'te Meride'ye (Kurtuba'nın 100 mil Kuzeyinde) kadar ilerlemiş ve bu antik şehri harabeye çevirmişti. Abdurrahman buna, kralın kendi bölgesine bir saldırı düzenleyerek misilleme yaptı. Maride'yi tekrar aldı, fakat Müslümanların ordusu Kuzeydeki Son Esteban'da yenildi.
918'e kadar Güneyde ayaklanan bölgelerin çoğunluğu kontrol altına alınmıştı. Özellikle son 24 yıldır Malak yakınlarındaki dağlarda kuvvet toplayan ve Kurtuba'ya meydan okuyan Ömer bin Hafsun'un ölümüyle (917) Abdurrahman'ın üzerindeki bakışlar hafifledi; fakat İbn-i Hafsun'un kalesi ele geçirilip, yıkılıncaya kadar bir onyıl daha geçti. 918'de yönünü Hristiyan Leon ve Navare kırallıklarına çevirdi ve bunlara karşı, kendisinin bizzat komutanlık ettiği başarılı bir sefer gerçekleştirdi. Fakat Kuzey sınırlarını emniyet altına alabilmesi için, altı yıl süren planlı bir sefer hazırlaması gerekti. (Bu arada Hristiyanlar arasındaki iç savaşlardan da istifa etti) ve aynı zamanda (924) Balensiye ve Ebro vadisindeki isyancı kaleleri de kontrol altına alındı. Geriye sadece eski Vizigot başkenti olan Tuleytula'daki asiler kaldı ve onlar da 932'de yenildi.
Fez şehri bir Fatimi ordusu tarafından ele geçirilmiş ve İdrisi hükümdarı IV. Yahya (h.905-22), Fatımi Halifesi Ubeydullah'ın (h. 909-34) hükümdarlığını kabul etmeye zorlanmıştı. Bir sonraki yıl, Fatimiler gibi kendisi de Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın torunlarından olduğunu iddia eden Yahya, şehirden çıkarıldı ve Fas'taki İdrisi hakimiyeti bitti.
O zamanlardan sonra Fas da Fatımilerin kontrolüne girerek bunların on iki yıl gibi kısa bir sürede Kuzey Afrika'nın (Mısır'ın Batısı) ve Sicilya'nın efendisi olmalarını sağladı. Fatımiler, aşağı yukarı aynı ayarda üç yerel hanedanlığı (Ağlabiler, Rüstemiler ve İdrisiler) ortadan kaldırarak bölgedeki güç dengesini bozup, Müslüman İspanya için bir tehdit unsuru olmaya başladılar.
Meşhur, fakat tartışmalı Müslüman mutasavvıf-sufi el-Hallac (tam adı: Ebu el-Muğis el-Hüseyin bin Mansur el-Hallac), görüşlerinden dolayı, Bağdat'ta çarmıha gerilerek, vahşi işkencelerle öldürüldü.
Dedesi bir Zerdüşti olan Mansur, 858 yılı civarlarında İran'ın Fars vilayetinde doğmuştu. Daha küçük yaşlarda Dervişane bir hayat yaşamaya başladı. Kur'an'ı hıfzetmiş olmakla yetinmeyerek, Kur'an'ı derin ve gizli manalarını anlayabilmek için kuvvetli bir heves geliştirdi ve bunun için Bağdat'ta çok itibar gören bir Sufi'den, el-Cuneyd'den (ö. 910) ders almak üzere oraya gitti. İlah ile mistik ilişkiler kurmanın yolları hakkında vaazlar, dersler vererek ve yazılar yazarak uzun seyahatler (Hindistan'a kadar) yaptı. Vecde geldiği bir anda, küfürle suçlanarak tutuklanmasına sebep olacak bir cümle söyledi: Ene'l-Hak[78] fakat daha sonraki sufiler ve şairler için, dini inançlarına sadık ilahiyatçılar tarafından öldürülen bir meczup, mükemmel bir “aşk şehidi” haline geldi.
El-Hallac'ın Bağdat'taki mezarı pek çoğu tarafından kutsal kabul edilir.
Sufizim, daha İslam'ın ilk dönemlerindeki zühd'den, bir yandan Emeviler dönemindeki zengin sınıflar arasında yaygın olan masraflı lüks ve aşırı serbestliğe karşı püritence bir tepki, öbür yandan da ortodoks İslam'ın şekilciliğinden dolayı ortaya çıkmıştı. Her ne kadar zahidlik hareketi esas şeklini 8. asrın başlarında aldığı halele (ilk zahidler arasında en meşhuru, aynı zamanda bir din alimi olan Hasan el-Basri, ö. 728, idi.), bu konuya meyledenler çok daha önce ortaya çıkmışlardı. (İlk zahidlerden birisi, üçüncü Halife Hz. Osman'ı tenkit eden meşhur Sahabilerden Ebu Zerr idi.)
Dokuzuncu asrın ortalarına doğru, zahidlik hareketi, tam manasıyla mistisizme, yani ruhun “Allah'ın varlığında yok olarak (fena)” Allah ile birleşmek için vecd ile yaptığı bir sıçrama şeklinde tarif edilebilecek bir tecrübeye dönüştü. Tasavvuf ehlinin bu nihai amacına giden yol, kendi varlığından vazgeçip ruhu temizleyerek bilginin saf şekli olan Allah'ın ilmine ulaşmaktan geçiyordu. Fakat fena, çeşitli şekillerde düşünülüyordu: ifrat derecede, insanın, kendisini terk edip, Allah'ın yüceliğiyle dolduğuna inanılıyordu. Nefsin bu fizik ötesi bir zevk veren terkine “mest olma” veya “sarhoşluk”, nefsin ölümü deniyordu. Fena'ya doğru ilerlerken, bazı mutasavvıflar tecrübelerini öyle mübalağalı bir şekilde tarif ettiler ki, bu ulama (“eğitilmiş kişiler”, din ve şeriat alimlerinin hepsi) tarafından İslam dışı ve sapıkça görüldü. Ebu Yezid el-Bestami (ö. 875) vecd halinde iken “Kendimi tesbih ederim! Benim şanım ne büyüktür!” derdi ve rüyasında Cennet'e yükseldiğini iddia ediyordu. Bu vecd halinde iken, Sufilerin kendilerinin Allah olduklarını iddia ettikleri, Allah ile ruh planında bir birleşme idi. “Ben” ile “Allah” arasında bir ayrım yapmak, Allah'ın birliğini inkar etmekti. Fakat Muhasibi (ö.857), Zünnun (ö.861), Kharraz (ö.899) ve el-Cüneyd (ö.910) gibi daha temkinli mutasavvıflar, mistik tecrübelerini daha az yumuşak ifade ederek, şüpheden ve dışlanmaktan kurtulmasalar da, ortodokslardan gelecek ölümcül saldırılardan kaçınmışlardı. Tasavvuf cereyanı içerisinde panteist eğilimler de vardı. Fakat her ne kadar Allah'la birleşme fikrini, İslam'daki, Allah'ın bütün mahluklarından farklı olduğu inancıyla bağdaştırmak zor da olsa, sufi, İslam ilahiyatına sadıktır. Mamafih, sufiler kendilerini savunma noktasında, Mukaddes Kitapta kendilerini teyit eden, mesela, Allah'ın “ona (insana) şahdamarından daha yakın” olduğunu bildiren ayet [79]gibi pek çok ayette Kur'anî tasdik bulunduğunu iddia ederler. Fakat sufilerin, İslami kanunların dış görünüşüne ehemmiyet vermeyen karakteristik eğilimleri ve vecd halinde iken söyledikleri, bunların Ortodoks Sünnilerin gözüne çirkin görünmelerine sebep oldu. Nihayet sufi doktrinini İslam'ın resmi çerçevesiyle bağdaştırmayı başaran, İranlı büyük fakih, filozof ve ilahiyatçı Ebu Hamid el-Gazali eserlerini Arapça yazmıştır. Sufilik, İslam edebiyatında, özellikle şiirde, her zaman büyük bir ilham kaynağı ve devamlı bir tarz olmuştur. Birinci sınıf İranlı şairlerin, neredeyse hepsi, özellikle mutasavvıftırlar. Bu, mesela Ömer Hayyam (ykl, 1048-ykl, 1124), Mevlana (1207-73), Sadi (ykl. 1184-ykl. 1292) ve Hafız (ykl. 1a325-1390) gibi büyük İranlı şairlerin eserlerinde görülebilir. Sufi (Arapça,” yün” anlamındaki suf kelimesinden) teriminin bu mistikler için kullanılmasının sebebi, bunların, dünyayı ve dünya zevklerini terk edişlerinin sembolü olarak, ham yünden yapılmış urbalar giymeleridir.
İsminden de anlaşılabileceği gibi, Taberistan (Hazar Denizinin Güneyinde) vilayetinden olan, olağanüstü bir tarihçi ve müfessir, el-Taberi (tam adı: Ebu Cafer Muhammed İbni Cerir el-Taberi), Bağdat'ta 84 yaşında iken öldü. Taberi, içerisinde önceki nesillerden olan Müslüman alimlerin elde ettiği muazzam zenginlikteki tarihi bilgileri topladığı, yaradılıştan 915 yılına kadar geçen dönemi kapsayan vakayinamesi, Kitabü'l-Ümmem ve'l-Mülük İle meşhurdur. Bu eser, olayları kronolojik bir sırada anlatan tipik Arap üslubuyla yazılmıştır. İslami dönem, yine İslami takvime uygun olarak yıl yıl anlatılmıştır. Taberi, pek çok ciltten oluşan eserindeki[80] bilgileri toplamak ve teyit etmek için, İran, Irak, Suriye, ve Mısır'a uzun seyahatler yapmıştır. Bu verimli ve çok yönlü alimin diğer bir önemli eseri de, tarih hakkındaki eserine başlamadan önce yazmış olduğu Kur'an tefsiridir. Taberi, bütün eserlerini Arapça olarak yazmıştı.
İlk meşhur Müslüman doktor olan Razi (tam adı Ebu Bekir Muhammed er-Razi), ykl. 865'te, bugün Tahran yakınlarında bulunan Rey (Raz)'da doğmuştu ve memleketinde öldü. 987'de İbn-ül Nedim tarafından hazırlanan Rhrist'te Razi'nin (Avrupalılar Rhazes olarak tanır.) 113 büyük, 28 küçük eseri listelenmişse de, o, en çok, içerisinde çiçek hastalığı ile kızamık arasındaki farkı açık bir şekilde ortaya koyduğu, çiçek hastalığı ile ilgili ilk kitabın yazarı olarak hatırlanır. Bu kitap Venedik'te Latinceye çevrilmişti. (1562) Daha sonraları da Razi'nin Ortaçağdaki en orjinal doktorlardan birisi olarak tanınmasını sağlayan diğer modern dillerdeki tercümeler çıktı. Razi'nin büyük eserlerinden birisi de, ölümünden sonra müsveddelerinden derlenen el-Havi'dir. Bu eser daha sonra Sicilyalı bir Yahudi doktor olan Ferec bin Salim (1279) tarafından, Kıtalar veya Kapsamlı (kitap) adıyla Latinceye tercüme edilmiştir. Bu eser, yalnızca o zamanlar bilinen tıp ilminin bir ansiklopedisi değil, aynı zamanda, değişik hastalıklar hakkında Yunanlı, Suriyeli, Hintli, İranlı ve Arap doktorların görüşleri ile ilgili bir kıyaslama çakışmasıdır. Bütün kıyasları yaptıktan sonra, o konuda kendi klinik gözlemlerini ve nihai fikrini de eklemiştir. Eser 1486'dan sonra tekrar tekrar basılmış ve Latin Avrupa'da tıp ilminin gelişmesi konusunda önemli ölçüde etki yapmıştır. Razi'nin eserlerinden toplam 70'den fazlası günümüze kadar ulaşmıştır.
Razi, aynı zamanda yaptığı deneysel çalışmaları metodik bir şekilde tarif etme konusunda o kadar yetenekliydi ki, anlattığı deneyleri başka alimler tarafından tekrarlanarak, elde ettiği sonuçların kontrol edilmesini mümkün kılıyordu.
Razi'nin tıp ilmine yaptığı katkıların anısına, Princeton Üniversitesi'ndeki kilisenin vitraylı pencerelerinin birisine resmi işlenmiştir.
Bu zamana kadar İspanya Emevileri, Halife unvanını zımnen Abbasilere bırakarak, daha mütevazi olan Emir unvanıyla yetinmişlerdi. Fakat artık III. Abdurrahman, Kuzey Afrika'daki rakiplerinin -Fatımiler- tehdit edici iddialarına muhalefetten, Müminlerin Hamisi ve Halife unvanlarını birleştirerek kabul etti. Bu aslında, bütün İslam ülkesinin hakimi olduğunu iddia etmek maksadıyla değil, daha çok kendinden yukarda hiç bir Müslüman otoriteye bağlılığı tanımadığının bir ifadesi olarak kabul edilmişti. Bu yeni paye Abdurrahman'a Kuzey Afrika'daki siyasi manevralarında ilave bir diplomatik ağırlık kazandırdı; bu ağırlık kendisini, askeri ve siyasi başarılarında da hissettirdi. Böylelikle İslam Dünyasında Müslümanlardan biat almak için birbiriyle yarışan ve birbirine karşılıklı düşman olan üç halife oldu; Bağdat'ta Abbasiler, İspanya'da Emeviler ve Ifrikiye'de Fatımiler.
En büyük Müslüman astronomlardan ve matematikçilerden birisi olan Muhammed bin Cabir el-Battani (Lat:K Albategnius) 70 yaşında iken Samarra'da öldü. Harran'da doğan el-Battani, ömrünün büyük bir bölümünü, 877'den itibaren ilmi çalışmalarını (neredeyse kesin olarak doğru olan astronomik gözlemleri de dahil olmak üzere) sürdürdüğü, Fırat kenarındaki Rakka'da (Suriye) geçirdi. Özellikle sinüs[81] tablosunu ilk defa kullanarak, trigonometrinin dahil olduğu yeni bir hesaplama tarzını, Batlamyüs'ün[82] astronomik hesaplamalarından kullandığı geometrik metotların yerine koyarak, bunları kontrol etti, ve geliştirdi. Yazdığı dört temel kitabın en meşhuru, Kitab el-Zic'dir. Bu eser, pek çok astronomik hesaplar, faydalı tablolar, güneş ve ayla ilgili kendi gözlemleri ile birlikte, bunların hareketlerini anlatan ve daha önce Arapçaya tercüme edilmiş olan Batlamyüs'ün el-Macesti'sinin de bir tashihini içeriyordu. Yaptığı diğer önemli katkılar arasında, yılın uzunluğunu, Yunanlıların basit aletleriyle başardıklarından daha doğru olarak tahmin etmesi ve dünyanın devrettiği düzlem ile ilgili hesaplaması o kadar doğru idi ki, yedi asır sonra Jülyen takviminde yapılan Gregoryen reformunda kullanıldı. Küresel trigonometriye yaptığı katkılar da az değildi.
Al-Battani'nin tespitleri, sadece kendi içlerinde değil, bu tespitleri yaparken kullandığı matematiksel tekniklerde de, daha sonraki nesiller tarafından yaygın olarak kullanılacak kadar değerliydi. Batı Avrupa'da, bunlar, 15. ve 16. asırların meşhur astronomları Kopernik (1473-543) Kepler (1571-630), Tycho Brahe (1546-601) ve Galile (1546-642) için kaynak oldu.
Belirgin pratik faydaları olan tıp ilminin yanında, astronomi de sırf dini törenler için zorunlu bir yardım olan semavi varlıkların incelenmesi olduğundan Müslümanların ilgisini çekiyordu. Bu, Ramazan ayım, namaz vakitlerini ve camilerin yapımında Kabe istikametini (Kıble) belirlemelerde yardımcı oluyordu. Ayrıca, Kur'an'da mü'minlere, yarattığı kainata bakarak Allah'ın büyüklüğünü görmeleri tavsiye ediliyordu. Bütün bunların yanında ticari ve askeri faaliyetlerinden dolayı Müslümanları yakından ilgilendiren denizcilikte de astronomi bilgisi gerekiyordu.
Bahreyn'de zengin ve küçük bir devlet kuran ve İsmaililerin aşırı uçtaki kollarından biri olan Karmatiler, birkaç on yıldır Mekke'ye giden hac kervanları tedhiş etmekteydiler. 930'da mukaddes şehrin kendisine saldırarak yağmaladılar ve binlerce mü'mini öldürdüler. Geleneksel dini değerlere karşı saygısızlıktan öyle büyüktü ki, kutsal Zemzem suyunu cesetlerle kirlettiler; dönüşlerinde de, batıl bir inancın objesi olarak gördükleri, Kabe'deki kutsal Hacerü'l-Esved'i yerinden çıkararak, başkentleri el-Ahsa'ya götürdüler, Hacerü'l-Esved ancak yirmi yıl sonra, ama Fatımi hükümdarı el-Mansur'un (h. 946-53) ricasıyla geri getirilerek yerine konuldu.
Meşhur ilahiyatçı el-Eş'ari (tam adı: Ebu'l-Hasan Ali bin İsmail el-Eş'ari), 60 yaşlarında iken Bağdat'ta öldü. Köklü ve asil bir Arap ailesinin çocuğu olarak Basra'da doğan el-Eş'ari (657'deki Sıffİn Savaşından sonraki Hakem olayında Hz. Ali'yi temsil eden Ebu Musa el-Eş'ari atalarından birisiydi.) dini çatışmaların merkezi olan memleketinde, Mutezile doktrinin yaşayan en büyük temsilcisi olan el-Cübbai'nin talebesi olarak koyu bir Mutezili oldu. Fakat 40 yaşında bu görüşünü terketti ve eski hocası el-Cübbai'ye karşı çok sayıda münazaraya katılarak, karşı kamp olan Sünnileri savunmaya başladı. El-Eş'ari, Kur'an ve Sünnetle ilgili çok çeşitli konularda, ama en çok sapıklara ve inançsızların her türlüsüne saldıran yazılar yazan velud bir yazardı.
El-Eş'ari'nin asıl önemi, bütün tartışmalarda soruları cevaplamak için ayet ve hadisleri (tabii ki el-Eş'ari her ikisine de kalpten inanmaktaydı) bıkmadan tekrarlamak yerine, rasyonalistlerin daha önce etkili bir şekilde kullandıkları akıl yürütme metodu olan diyalektiği, sün-ni doktrinleri savunmak için kullanan ilk önemli alim olmasıydı. El-Eş'ari, daha sonra fikirlerini geliştirerek kendi adını taşıyan bir ekol oluşturacak olan taraftarlar topladı. Onun formülleştirdiği akideler daha sonra Sünniliğin standart çatısını oluşturacaktı.
Abbasi dönemi vezirlerinden ve ileri gelen hattatlardan birisi olan İbn-i Mukle (tam adı: Muhammed bin Ali bin Mukle), memleketi olan Bağdat'ta, 54 yaşında iken öldü. Hat sanatı İslam sanatı içinde iki sebepten dolayı en üst sanat türüydü: Bu sanat hem Kelamullahı ebedileştirmek hem de, canlı varlıkların tasvir edilmesi dinen yasaklandığından, estetik hislerini ifade etmek için bir Müslüman'ın kullanabileceği bir araçtı. İbn-i Mukle, Arap harflerinde neshi yazı denilen ve daha sonra yerine, standart İslami hat olarak, yavaş yavaş köşeli Kufi yazıya bırakan el yazısı tarzını (kavisli çizgiler ve yuvarlak şekillerle) ilk icad eden kişi olarak önem kazandı.
Neshi yazı, her ne kadar aslında çok takdir gören bir iş olan Kur'an kopyaları çıkarmak niyetiyle icat edilmişse de, 11. asra doğru bu yazı tarzı yazışmalarda ve mimari dekorasyonlarda da geniş bir çapta kullanılmaya başlandı.
Hanefi ekolünün Semerkand'da ileri gelen şahsiyetlerinden birisi ve el-Eş'ari'nin (ö. 935) çağdaşı olan el-Maturidi (tam adı: Ebu Mansur Muhammed bin Muhammed el-Maturidi), 944'te öldü. Maturidi, aralarında küçük farklar olmasına rağmen, temel düşüncelerinde el-Eş'ari ile aynı olan bir Sünni idi. El-Eş'ari gibi, el-Maturidi de bütün fiillerin Allah'ın istemesiyle (iradesinde) gerçekleştiğini kabul etti. Fakat İslam Dünyasında genel olarak kabul edildiği gibi, kötü fiillerin de Allah'ın iradesiyle gerçekleştiğini, fakat bunu murad etmediğini savunarak el-Eş'ari'den ayrıldı. El-Eş'ari gibi, el-Maturidi de İslam’ın Sünni mezhebinde topladı.
İkinci Fatımi hükümdarı olan el-Kaim, 946'da öldü. El-Kaim, 934'te babası Ubeydullah'ın ölümü üzerine tahta çıkmış ve dini görüşlerinde ondan daha fanatik, yayılmacı politikasında da daha saldırgan olmuştu. Tahta çıktıktan bir yıl sonra, Mısır'ı ele geçirmek için üçüncü Fatımi saldırısını başlattı, fakat önceki ikisi (914 ve 921) gibi bu teşebbüs de akim kaldı. Oniki yıllık hükümdarlığı döneminde, Fatımi donanmasını güçlendirdi, Fransa ve İtalya sahillerine saldırdı, Cenova'yı yağmaladı; bütün Akdeniz'de Fatımiler korkulan bir güç oldu.
Bütün bunların bedeli, ağır vergi yükü olarak halkın omuzlarına bindi ve Sünniler arasında bu (inançlarına) aykırı (bölge halkının çoğunluğu Sünni veya Harici idi) idareye duyulan kızgınlığı arttırdı. 944'te Fatımi idaresine karşı, Tahertli koyu bir Harici olan Ebu Yezid liderliğinde karınca gibi kaynaşan hararetli bir Berberi kitlesi tarafından cihad ilan edildi. İsyan, çığ gibi her yeri sildi, süpürdü. Çaresiz kalan el-Kaim, asilerin Kayravan'a çekildiği 945 yılı sonbaharına kadar 10 ay Mehdiye kalesinde mahsur kaldı. 946'da el-Kaim öldü ve yerine, neredeyse Ifrıkiye'deki Fatımi hakimiyetini ortadan kaldırmak üzere olan isyancıları ağır bir mağlubiyete uğratan oğlu el-Mansur (h. 946-53) geçti. El-Mansur, isyanı bastırırken, daha önce de Mehdiye'nin kurutulmasına yardım eden Berberi Benhace kabilesinden büyük destek gördü. Ebu Yezid kaçtı fakat bir yıl sonra mehametsizce avlanarak, cesedi iftiharla el-Mansur'a getirildi.
Ebu Yezid ayaklanmasının başarısızlıkla sonuçlanması, Fatımileri daha önce olduklarından daha güçlü bir hale getirdi ve bunların dizginlere daha sıkı sarılmalarını sağladı. Hükümdar artık kendini Mehdiye'deki sahil kalesinden çıkacak kadar emniyette hissediyordu ve 947'de Kayravan'ın dışında hükümeti için yeni bir saraylar kompleksi inşa ettirmeye başladı.
Batıdaki Berberi isyanı, Bağdat'ın, aslen Hazar Denizi'nin Güney-Batı kıyılarındaki dağlık bir bölge olan Deylem'den gelen Büveyhiler tarafından istila edilmesiyle aynı döneme rastladı. Deylemliler de Türkler gibi, Bağdat'ın da dahil olduğu İslam Dünyasına paralı asker sağlayan vahşi dağlılardı. Büveyhi hanedanlığı adını, Deylemli bir kabilenin reisi olan Ebu Şüca el-Büveyp'den alıyordu ve bu şahsın üç oğlu, Ali, Hasan ve en küçüğü Ahmet'in paralel çabalarıyla kuvvet kazanmıştı. Güçlü yerel maceraperestlerden bir başkası olan ve Kuzey İran'ın büyük bir bölümünü Sasanilerin elinden alarak, Güneyde İsfahan ve Hemedan'a kadar genişleten Merdaviç bin Ziyar'ın, 935'te bir suikastle öldürülmesinden sonra, toprakları (Hazar Bölgesi haricinde) bu üç kardeşin eline geçti. Bir sonraki yıl çıkan karışıklıkta, üç kardeş kontrol altına aldıkları bölgeyi genişletmeye devam ettiler: Ali, İsfahan ve Fars'ta kendi gücünü pekiştirdi; Hasan Rey ve Hemedan'ı ele geçirirken, Ahmet, Güney Doğuda Kirmanı ve Güney Batıda Kuzistanı aldı.
Aralık 945'te, Ahmet Bağdat'a yürüdü ve Abbasiler kendi komutanlarının en aşağılayıcı hakaretlerine maruz kalacak kadar düştükleri ve hiç bir savunma pozisyonu alacak durumda olmadıklarından hiç bir direnişle karşılaşmadan şehri ele geçirdi. Türk komutanlarından oluşan Abbasi emirleri ise, iktidar kavgaları ile meşguldüler ve sivil ve askeri meseleleri sıkı bir şekilde ele alacak kimse bırakmamışlardı. Biçare ve korkak Halife el-Müstekfi (h. 944-6), saklandığı yerden çıktı ve Ahmet'e Emirü'l-Ümera[83] (Başkomutan) unvanı ve Muiz-üd-devle (devleti güçlendiren) şeref payesi ile bütün iktidarı devretti. Aynı zamanda Ali ve Hasan da, sırasıyla, İmamü'd-devle (devletin direği) ve Rüknü'd-devle (devletin desteği) unvanlarını aldılar. Başkentteki yeni iktidar tamdı ve Büveyhi ailesi içerisinde verasetle intikal eden kalıcı bir emirlik kuruldu. Birkaç hafta sonra, Ocak 946'da, barbar bir kabileden olan Muiz, zavallı halifeyi kör ederek; yerine, el-Muktedir'in (h. 908-32) oğullarından birisi olan el-Muti'yi (h. 946-74) geçirdi; el-Muti'ye harçlık olarak sadece az miktarda bir yevmiye bağlandı.
Bütün bu olaylar, özel bir durum ortaya çıkardı. İstilacı Büveyhiler Şii inancına bağlıydılar ve bu nedenle Sünni halifelerin dayandığı dini temelleri kabul etmiyorlardı, fakat gerçekte bunların kalan bağımsızlık fonksiyonlarını ve imtiyazlarını ellerinden alarak, kendi siyasi amaçları için kullanmak üzere varlıklarını devam ettirdiler. Gerçek iktidarı İranlı Şii komutanlar kullandığı halde, emirler, Sünni inancının komutanları olan ve kendilerine şahsi bir maaş bahşedilerek, Şii komutanların merhametiyle kuklalar olarak tutulup hakaretlere uğrayan Abbasi halifelerinin adıyla veriliyordu. Halifeliği dini bir müessese olarak kabul eden, fakat diğer yönlerden bağımsız olan vilayet hükümdarları, bu tasdiki, cemaatle kılınan Cuma namazlarında ve diğer merasimlerde okunan hutbelere, iktidarda olan halifenin adından bahsederek gösteriyorlardı. Fakat Bağdat'ta okunan hutbe, ayrıca siyasi hakimiyetin de sembolüydü. Şimdi ise, halifenin bu ayrıcalığına da gizliden tecavüz ediliyor ve başkentteki camilerin minberlerinden okunan hutbelerde halifenin adıyla birlikte yeni emirin adı da kullanılmaya başlıyordu. Büveyhiler, hakimiyetin açık bir sembolü olan, Bağdat'ta basılan madeni paraların bir yüzüne kendi isimlerini bastırıyorlardı. O zamana kadar siyasi prestijleri olmamasının sıkıntısını çeken Şiilik, Büveyhiler tarafından, Bağdat'ta iktidarı ellerinde bulundurdukları sürece (1055'e kadar), korundu ve teşvik edildi. Muizü'd-devle, Bağdat'ta basılan madeni paraların bir yüzüne kendi isimlerini bastırıyorlardı. O zamana kadar siyasi prestijleri olmamasının sıkıntısını çeken Şiilik, Büveyhiler tarafından, Bağdat'ta iktidarı ellerinde bulundurdukları sürece (1055'e kadar), korundu ve teşvik edildi. Muizü'd-devle, Bağdat'ta iyice yerleşir yerleşmez, nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan Şii unsurunu ön plana çıkarmaya çalıştı.
Aristocu ve neoplatonist filizof-ilahiyatçı Farabi (Latince: Alpharabius; tam adı: Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzalağ el-Farabi) öldü. Türk anne-babadan, Maveraünnehir'de doğan Farabi, Bağdat'ta Hristiyan bir doktor ile Hristiyan bir tercümandan eğitim aldı. Hamdani hükümdarı Seffü'd-devle'nin (h. 945-67) davetini kabul ederek, bunu Halep'teki muhteşem sarayına gitti ve ölünceye kadar burada gözde oldu.
Dokuzuncu asırda, el-Kindi (ö.ykl. 873), ağırlıklı olarak Aristo felsefesini Arap dilinde tanıtan ve Yunan felsefesini İslam ile uyumlu hale getirmeye çalışan ilk önemli alim olmuştu. Bu süreç, pek çok eserinde kendisinin de ifade ettiği gibi, esas olarak Aristo ve Eflatun'a (Platon) dayandırdığı ve kendisine “İkinci hoca” (birincisi Aristo idi) unvanını kazandıran felsefi sistemi ile Farabi tarafından sürdürüldü ve açıklandı. Farabi'nin felsefi fikirleri, onuncu asır Bağdat'ını, Aristocu eğitiminin Arapça mirasından beslendi. Yunan mirasını, Arapların bildiği şekilde alıp, bunun, Müslümanların boğuşmakta olduğu soruları cevaplamak için nasıl kullanılacağını gösterecek, İslam'a büyük bir hizmette bulundu. Aristo ve diğer Yunan filozoflarına yazdığı çok sayıda şerhin yanında, Farabi, siyaset, metafizik, tıp, matematik ve müzik konularıyla da ilgili, kapsamlı eserler yazdı. Eflatun'un Cumhuriyet'i ve Aristo'nun Siyasetinden esinlenerek yazdığı “Mükemmel Şehir” adlı kitabından, hiyerarşik bir organizma olarak insan vücuduna benzettiği model bir şehir tasvir etti. Mükemmel şehirde, yönetici, kalbe karşılık gelir ve kedisine, kademeli olarak her birisi kendi üstündekine hizmet eden memurları yardımcı olurlar. Amaç vatandaşların mutluluğudur ve idareci hem ahlaken, hem de ilmen mükemmeldir. Mükemmel Şehir, belki etik şehircilik -ideal şehir dini ve ahlaki temeller üzerine kurulmalı ve buradan fiziki içyapıya doğru genişlemelidir- olarak adlandırılabilecek bir denemedir. Kitap, Grek düşüncesinin, Müslümanlarca önce asimile edilip sonra geliştirilerek nasıl kendi silinmez damgalarıyla üstünün örtüldüğünün bir göstergesidir. Döneminin meşhur bir müzisyeni de olan Farabi, aynı zamanda en büyük Arap müzik teorisyeni olarak da kabul edilir.
Müslümanlar için esef duyulacak bir olay olan Abbasi imparatorluğunun iç sürtüşmelerden dolayı hızla gerilemesi, Bizans İmparatorluğunun, özellikle imparator VIII. Konstantin (h. 912-59) ve halefi II. Romanus (h.959-63) dönemlerinde büyük bir askeri güç kazanmasıyla aynı döneme rastladı. Müslümanlar, paralı Türk askerlerin Bağdat'ta birbiri ardınca yaptıkları hükümet darbeleri ve Karmetilerin aşağı Irak ve Suriye'yi harabeye çevirmelerinden muzdaripken, Bizans'ın yeni saldırgan imparatorları savunmalarını güçlendirmekle ve kendilerini güçlü bir ordu ve donanmayla teçhiz etmekle meşguldüler. Bizanslıların eline, neredeyse üç asır boyunca hem büyük savaşlarda, hem de “Savaşçı” (kafire karşı) anlamındaki “gazi” şeref payesini taşıyan kendilerini dine adamış sınır muhafızları tarafından yapılan geleneksel yıllık saldırılarda, Müslümanların elinde yaşadıkları korkunç felaketlerin Öcünü alma fırsatı verilmişti. Stratejik öneme haiz Toros geçitlerini tahkim edip emniyete aldıktan sonra, Makedonyalı imparatorlar Müslümanlara saldırdılar ve savunmasız bir şekilde merhametlerine kalmış olan Kuzey Suriye ve frak ovalarında; Müslümanlara çok sayıda mağlubiyet yaşattılar.
Romanus, 961'de dikkatlerini, Müslümanların kuvvetli bir nüfuza sahip oldukları Akdeniz'e çevirdi. 827'den beri Müslümanların kontrolünde olan ve Bizanslıların tekrar ele geçirmek için yaptıkları çok sayıda teşebbüsün akim kaldığı Girit adasını kurtarmak için, çıkılan seferin komutasını daha sonra imparator olan (963-9) Niceporus Phocus'a verdi. Necephorus, neredeyse 24.000 adamla, bütün Bizans Donanmasını bu teşebbüs için harekete geçirdi ve Müslümanların bütün direnişlerini merhametsizce bir kıyımla kırarak adayı aldı.
Adanın ele geçirilmesi Bizanslılara Akdeniz’de bir dizi saldırılar daha yapmak için avantajlı bir durum sağladı; ada, o zamandan itibaren, 1669'da Osmanlıların eline geçinceye kadar, Hristiyanlarda kaldı.
Kurtubalı III. Abdurrahman, 49 yıllık muhteşem bir idarecilikten sonra 72 yaşındayken öldü. İdareyi, 912 yılında, iktidarda olan ailesi tarihten silinmek üzereyken, başkentin etkili bir kontrolünün kalmadığı ve ülkesinin kabile reisleri arasında paylaşıldığı bir dönemde devraldı. Uzun ve verimli hükümdarlığı sırasında, kaybedilen vilayetleri tekrar aldı, merkezi hükümeti kuvvetlendirdi ve huzuru sağladı. Milletlerarası tanınmış bir devlet adamı olarak, hem Bizans imparatoru, hem de Fransa, Almanya ve İtalya krallarıyla diplomatik bağlar kurdu; Müslüman İspanya büyük bir güç oldu. Abdurrahman'ın müsamahakar idaresinde, bütün Hristiyan, Yahudi ve Müslüman topluluklar geliştiler ve İspanya'nın zenginliğine ve ilmi hayatına katkıda bulundular. Ülke, çok çeşitli zirai faaliyetler (verimli olduğu kadar maharetli bir şekilde yapılıyordu), sanayi mamulleri, gelişmekte olan bahçecilik ve çok karlı deniz ticareti ile kökleşen ve o zamana kadar görülmemiş olan bir zenginlik yaşadı. Kamu hazinesindeki önemli miktarda rezervler Halife'ye hakimiyetine muhteşem bir görüntü kazandırma ve sanatı koruma imkanı sağladı. 21 mahallesi, 70 kütüphanesi, çok sayıda kitap dükkanı, alim çevreleri, 900 halk hamam, güzel camileri ve bahçeleriyle, Kurtuba; Bağdat'ın rakibi oldu. Kilometrelerce uzunlukta, taş döşeli ve ışıklandırılmış[84] sokakları vardı. Kuzeyin Hristiyan kralları bir cerraha, bir mimara veya iyi bir şarkıcıya ihtiyaç duyduklarında ilk başvurdukları yer Kurtuba idi. Abdurrahman başkentin yakınında, en sevdiği cariyesi ez-Zehra (Parlayan)adına, 10.000 işçinin 20 yıl çalıştığı söylenen muhteşem bir saray yaptırdı. En kuzeyindeki küçük bir bölümü haricinde İspanya'nın bütünü kapsayan ülkesinde, Emevi hakimiyetinin prestijini yükseltti ve daha sonraları, İspanya Emevileri hanedanlığının en büyük hükümdarı olarak kabul edildi.
Kuvvetli bir ordu ve donanma kurdu ve Kuzeydeki Hristiyanlara karşı mütemadiyen devam eden bir dizi başarılı sefer gerçekleştirdi. Abdurrahman1 in Berberi, Arap ye “Slav'lardan (Slav; Fransa'dan, Almanya'dan veya İtalya'dan köle olarak satın alınıp, Müslüman edildikten sonra askere alınan erkek çocuklara verilen isimdi.)-oluşan ordusu, döneminin en kuvvetli ve en disiplinli ordusuydu. Ordu içerisinde bulunan yabancı unsurlar, Halifenin ellerinde, ülkeye barışı ve huzuru getiren güçlü bir vasıta olmuştu. Mağrur Arap asillerinin korktukları kadar nefret de ettikleri, Abdurrahman'a körü körüne bağlı olan yabancı askeri köleler, her türlü itaatsizlik fikrini ve ihaneti engelleyerek, köylüyü, zanaatçıyı ve taciri, baskıcılardan ve eşkiyalardan korudular. Bu, aslında, Abbasilerin de kullandığı bir teknikti fakat onlarda felaketlerle sonuçlanmıştı; tam bir asır önce Halife el-Mütevekkil kendi asker köleleri tarafından öldürülmüştü. Abbasilerin hatası, ordularını, sonunda kendi güçlerinin farkına varacak kadar çok sayıda paralı Türk askerlerle doldurulmalıydı. Fakat Abdurrahman daha basiretli idi ve “Slavlar”ın sayısını üçte bir oranında tutarak hem yeterli istikrarı sağladı, hem de muhtemel tehlikeyi engelledi.
Bağdat'ta devlet meselelerinin Büveyhlileri eline geçmesiyle, Muaviye ve Hz. Peygamberin (s.a.v.) ailesine haksızlık yapanlara -ince bir ima ile ilk üç halife- sövme geleneği emredildi. (962). Bir sonraki yıl, Muizü'd-devle (h. 945-67) Şii bayramlarını başlattı. Özellikle Hz. Hüseyin'in 680'de Kerbela'da katledilmesinin yıldönümü hatırasına, Muharremin 10. günü genel yas tutma adeti ve Zilhiccenin 18. günü Gadir Hum[85] bayramının kutlanmasına başlandı.
Yaklaşık yarım asır önce Bizans Ordusunda başlayan canlanma, Girit'i alan (961) imparator Nikafor Fokas (h. 9634-9) idaresinde devam ederek arttı. Nikafor, 965'de, Akdeniz'de çok uzun bir süredir üstünlüğü ellerinde bulunduran Müslümanlar için ağır bir darbe olan ve kendisine denizde de hakimiyeti sağlayan, Kıbrıs'ın işgalini gerçekleştirdi. Kıbrıs, Osmanlı Türklerinin adayı fethetmesine kadar (1571), Ortaçağın kalan dönemlerinde Hristiyanlartn elinde kaldı. Adadaki Osmanlı hakimiyeti, bundan sonra iki asır daha sürecekti.[86]
Karada, istilacı Nikafor'a karşı en güçlü muhalefeti, Hamdanilerin (905-91 arası Musul'da, 945-1004 arası Halep'te) en meşhur üyesi olan Seyfüddevle gösterdi. Ilımlı Şiilerden olan Hamdani prensliği, mensupları saf kan Arap olmakla övünen Arap Tağlib kabilesi tarafından, Musul başkent yapılarak, el-Cezire'de (Dicle ve Fırat arasındaki toprakların Kuzey bölgesi) kurulmuştu (905). Seyfüddevle 944'de Suriye'ye doğru ilerledi ve bölgede hakim olan Mısır ihdişidilerinden Halep ve Hu-mus'u alarak bir yıl sonra burada hanedanlığın başka bir kolunu kurdu.
Seyfüddevle, daha sonraları, Bizans imparatorluğunun silahlı kuvvetlerine karşı verdiği kahramanca savaşla meşhur olacaktı. Hakimiyetinin büyük bir bölümünü korumayı başardı. Fakat Seyfüddevle'nin 51 yaşında iken ölmesinden sonra, Bizans saldırılarını engelleyecek ciddi bir direniş kalmıyordu. 968'de, Nikafor Suriye'ye girerek Humus'u yağmaladı ve Lübnan kıyılarını Trablus'tan Tarsus'a kadar yerle bir etti. 969 yılı sonlarina doğru, Yunan ve Romalılara Suriye başkentliği yapmış olan antik Antakya şehri (ykl. M.Ö. 300'de I. Seleucus tartından kuruldu) ele geçirildikten sadece bir ay sonra, Bizanslıların asırlardır yetiştirdiği en büyük asker-imparator Nikafor, kendisinden sonra imparator olan yeğeni Jean Zimeskıs (John Tzimisces-Araplar İbnu'ş-Şimşekik derler) tarafından öldürüldü. Bir an için, Suriye'nin bütünüyle Bizans hakimiyetine gireceği sanıldı. Fakat Seyfüddevle'nin oğlu ve halefi olan Sa'düddevle Bizanslılarla Fatımileri birbirlerine düşürerek bölgesini elinde tutmayı başardı; Fatımiler, aynı yıl Mısır'ı ele geçirerek, topraklarını Filistin'den Suriye'nin ortalarına kadar genişletmişlerdi. Nihayet 997'de, Fatımi hükümdarı el-Hakim (h. 996-1021) ile imparator Bfasil (h. 976-1025) arasında Suriye'nin büyük bölümü (neredeyse hepsini) Fatımilere bırakan bir anlaşma yapılacaktı. Hamdani hanedanlığı ise 1004'te sona erecekti.
Seyfüddevle, bir savaşçı olmanın yanında, büyük bir sanat, özellikle edebiyat hamisi olmakla şöhret bulmuştur. İslam Devletinin merkezi idaresinin dağılması, pek çok vilayet merkezinde edebiyatın gelişmesini sağladı. En parlak merkezlerden birisi de, kendisi de bir şair olan Seyfüddevle tarafından cömertçe teşvik edilen Halep'ti. Meşhur filozof Farabi (ö. 950), şair Mütenebbi (Ö.965), edebiyat tarihçisi ve muazzam bir eseri olan Kitabü'l-Egani (Şarkı Kitabı) müellifi İsfehani (ö. 967) gibi tanınmış isimler, muhteşem Hamdani sarayında ilmi faaliyetlerle meşgul olan “Seyfüddevle'nin dairesine” mensub olanlardan sadece üçüydü.
Kuzey Afrika'da Ağiabileri, Rüstemleri ve İdrisileri ortadan kaldıran Fatımiler, iki hükümdarları döneminde en az üç defa (914, 921, 935) ciddi bir şekilde Mısır'ı ele geçirmeye çalışmış, fakat başarılı olamamışlardı. 958'de, dördüncü ve en büyük Fatımi hükümdarı el-Muiz (h. 1953-75), Mısır'ı ele geçirmek için yapılan büyük planı yürürlüğe koymadan önce, Ifrıkiye ve Mağrib üzerinde tam bir otorite kurmaya karar verdi. Bu görevi, Sicilya'dan alınmış eski bir Rum köle olan ve esas olarak, sadakatlerini Ebu Yezid isyanının bastırıldığı zaman (944-5) ispatlamış olan Senhace Berberilerinden oluşan kuvvetli bir ordu kuran başkomutanı Sicilyalı Cevher'e verdi. Cevher, eski Rüstemi bölgesindeki bütün artık direnişleri tamamen yok ederek, önceden idrisilerin başkenti olan Fez'i ele geçirdi. Böylece Atlantik kıyılarına kadar olan bölge, kesintisiz bir hareketle itaat ettirildi.
Altmış yıllık savaşlardan sonra, Fatımiler, Kuzey Afrika'da, tekrar en başa dönüp, Doğuya doğru yayılma konusundaki büyük planlarına dönebilecek kadar kaynak ve istikrar kazandılar. Nihayet Abbasileri yıkarak, halifelik hakkına sadece kendilerinin sahip olacağını ümit ediyorlardı. Mısır'da Bağdat'a biat etmiş olan İhdişiler 935'ten beri hakimiyetlerini sürdürüyorlardı. Fakat bunlar dördüncü hükümdarları Kafur'un 968'de ölmesiyle, devletin içine düştüğü şiddetli anarşi ve istikrarsızlık nedeniyle, hızla güç kaybediyorlardı. Kendileri de Bağdat'ta Büveyhilerin elinde kukladan farkı kalmayan Abbasilerde bunları kurtarmaya gelecek durumda değillerdi; üstüne üstlük, ülkede bir de kuraklık hüküm sürmekteydi. Bütün bunların zamanlaması, Fatımilerin hevesleri için idealdi. Neticede, ülke parlak komutan Cevherin iyi planlanmış saldırısı karşısında çok kolay bir lokma oldu (969) ve başkent Fustat, hiç bir fiili direniş göstermeden teslim oldu.
Çok geçmeden, Mısır, Abbasi halifelerini tanımayı ortadan kaldıran yeni hükümdarlara sahip oldu; para birimi değiştirildi ve artık Cuma namazlarında Muiz'in ismi okunmaya başlanarak, namaz (ezan da dahil) tedrici olarak Şiilerin kıldığı şekilde kılınınca başlandı. Zaferlerinin bir hatırası olarak, Cevher, Filistin'i ve Suriye'nin bir bölümünü almak üzere tekrar yola çıktı. El-Muiz, muazzam ülkesine girdiği yeri, Kahîre'yi yeni başkent yaptığı sıralarda Fatımi imparatorluğu Fas'tan Suriye'ye kadar uzanıyor ve bir an için Abbasi iktidarı en büyük rakibi tarafından yıkılmanın eşiğine gelmiş görünüyordu fakat bu hiç gerçekleşmeyecekti. Mamaafih, Muiz bu gururu yaşamadan önce, Fatımiler daha dehşetli bir güçle, Arabistan'ı kontrollerinde tutan ve kendilerine yaklaşmakta olan yeni gücü haber almış olan Karmatilerle karşılaşmak zorunda kalıyordu. Kahire yakınlarında şiddetli bir savaş oldu (972), Mısır kurtuldu; ama bu oldukça pahalıya mal oldu.[87] Fatımiler, her ne kadar, iki asırlık parlak idareleri boyunca Mısır halklarının (bunlar Kiptiler haricinde, Sünnilerin Maliki ekolüne mensupturlar ve az sayıda da Harici vardı) inançlarını değiştirmeyi başaramamışlarsa da, pek çok diğer ülkede, hareketlen için geniş bir misyonerlik ağı kurmuşlardı. Bunların hakimiyetinde bulunan Kuzey Afrika'nın başka yerlerinde de benzer durumlar vardı; sahil şeridindeki halk Sünni kaldı, Atlas bölgesindekiler ise katı püriten cumhuriyetçiler olan Haricilerdi.
Fatımi hakimiyetindeki Mısır [88] büyük bir zenginlik yaşadı; Hindistan, İtalya, Batı Akdeniz ve hatta zaman zaman Bizanslılara yapılan ticaret gelişti. Rejimin müsamahakar tavrı, (bu açıdan, 996-1021 arasındaki el-Hakim idaresi, Fatımilerin bütün dönemlerindeki tek istisnadır.) ülkede büyük bir ilmi canlılık sağlandı.
Kahire'deki büyük el-Ezher Cami/Üniversitesi, bir önceki yıl şehrin kuruluşunu başlatmış olan Fatımi komutanı Cevher tarafından kuruldu. Aslında sadece yeni şehire cami olarak hizmet vermek üzere yapıldığı halde, el-Ezher, yavaş yavaş her yaşta talebeye eğitim veren, İslami eğitimin ana merkezlerinden birisi olarak gelişti. 1925'e kadar burada verilen dersler sadece, Kur'an, Sünnet ve bunların tefsirine dayalı dini konularıydı.
Kurtuba'daki emevi Halifesi II. el-Hakem (h. 971-76), Fatımiler'i Faştan çıkararak, bunların Kuzey-Batı Afrika'daki hakimiyetlerine son verdi ve Fatımiler, bundan sonra Mısır'da yoğunlaştılar.
Bizanslıların, Müslüman Suriye ve Kuzey Irak'a yaptıkları saldırı dalgası silsileleri, İmparator İbn-i Şimşekik (h. 969-76) zamanında da devam etti. İbn-i Şimşekik, 974'te, bütün gücüyle Kuzey Irak'ı istila etmeye başladı ve bir sonraki yıl Suriye'ye yürüyerek, fiili bir direnişle karşılaşmadığı halde, bütün ülkeyi acımasızca yakıp yıktı, Şam'ı, Sayda'yı (Lübnan), Beyrut'u ve diğer önemli şehirleri aldı. Fakat insan gücü eksikliğinden dolayı, alınan şehirler Bizanslılar tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmedi. İbn-i Şimşekik'in 976'da ölmesiyle, Suriye, Bizanslıların amansız istilasından kurtuldu.
Büveyhi iktidarı baştan beri, çeşitli akrabalarının ülkeyi aralarında paylaşarak ortaklaşa yönettikleri ve birbirlerini tanıdıkları bir ailevi müessese idi ve öyle de kaldı. Fakat aileye olan bağlılık değişken bir yapıda olduğundan bu hem kuvveîlilik, hem de zayıflık demekti. Çıkan savaşta üç kardeşin ölmesinden sonra, ailenin üçüncü ve de belki en önemli ferdi olan ve 976'da bütün büyük rakiplerini yenerek, bütün aile servetinin tek efendisi haline gelen Azududdevle (h. 949-83), Büveyhilerin otoritesini kurtardı. Fakat onun 983'te ölmesiyle birlikte, Büveyhi devleti tamamen yıkıldı ve yerin İranlı ve Kürt idarecilerin yönettiği çok sayıda küçük beylikler türedi. Bu bölünme, nihayetinde Doğu yarısının 1029'da Gaznelilerin eline düşmesine, kalanının da 1051'de İsfahan ele geçirildiğinde, Selçuklular tarafından alınmasına sebep oldu. 1055'de Selçuklular Bağdat'ı alarak hakimiyetlerini halifeye tasdik ettirdiler.[89]
Kurtubalı II. El-Hakem 15 yıllık bir iktidardan sonra öldü. Kendisi de bir edebiyatçı olan ilim ve sanatları himaye eden el-Hakem, Kurtuba'yı, önemli bir eğitim merkezi haline getirmişti. El-Hakem, 400.000 (dörtyüzbin) civarında kitabın bulunduğu büyük bir kütüphane ve babası tarafından kurulmuş olan Üniversiteye bağlı olan ve sadece İspanya'dan değil, Batı Avrupa'dan, Asya'dan ve Kuzey Afrika'dan da, Müslüman ve Hristiyan pek çok insanı çeken çok sayıda okul kurdu. Eğitim imkanlarının genişliği ve eğitimin teşvik edilmesi halk arasında okur-yazarlık oranını şaşılacak bir seviyeye ulaştırdı. Bazı fakir ailelerin çocuklarını eğitemediklerini duyması üzerine, aydın Halife fakir ailelerin çocuklarını eğitemediklerini duyması üzerine, aydın Halife fakir ailelerin çocuklarının eğitildiği 27 ilkokul açtı. Bu dönemde, hemen Pirenelerin ötesindeki Hristiyan Avrupa'da çoğu krallar ve asiller bile okuma-yazma bilmiyordu; burada eğitim, büyük ölçüde papazlar sınıfının yetiştirilmesiyle sınırlıydı. Aynı dönemde Avrupa'daki en büyük kütüphane Saint Gali (İsviçre) Manastırındaydı ve toplam elli ciltten daha az ciltlik muazzam bir koleksiyona sahip olmakla övünüyorken Kurtaba kütüphanesinin sadece katoloğu 44 cilt dolduruyordu. Müslüman İspanya'da 10. asırda erişilen eğitim standardına Batı Avrupa'da ulaşılıncaya kadar bir kaç asır geçecekti.
El-Hakem'den sonra yerine oğlu II. Hişam geçti (h. 976-1009). Hişam'ın yaşı küçük olduğu için idareyi, Basklı bir cariye olan annesi Aurora (Subh: Fecir, seher) ve içtimai konulardaki kabiliyeti ile, onun itimadını kazanmış olan, Yemen Arapları soyundan Muhammed bin Ebi Amir (d. ykl. 938) adında birisi yürütmeye başladı. Müstesna bir idari ve askeri kabiliyetin yanında manipülasyon gücüne de sahip olan İbn-i Ebi Amir sonunda devletteki en büyük memuriyet olan Hacib (bugünkü Maliye Bakanı) makamına kadar çıkarıldı. Halifenin Slav muhafızlarını dağıtıp Kuzey Afrika'dan paralı Berberi askerler getirerek bunları geleneksel kabilevi yapının yerine koydu ve orduyu, kendi ellerinde istediği gibi yönetebileceği bir şekilde güçlendirerek yeniden örgütledi. Bir kaç yıl içerisinde ülkenin yegane hükümdarı haline gelerek 981'de el-Mansur (“muzaffer”) unvanını aldı ve 1002'deki ölümüne kadar, Kutuba'da üstün bir hakimiyet sürdü.
Hakimiyeti boyunca, el-Mansur (İspanyollar almanzor derler), Kuzeydeki Hristiyan devletlere karşı bir dizi başarılı sefer düzenledi. Yaptığı önemli kahramanlıklar arasında Leon (981 ve 988) ve Berşelune'nin (985) ele geçirilmesi ile yabani Galisya dağlarındaki, Saint James tha Aposthe'in (Saint Yakup ya da Aziz Yakup) gömüldüğü yer olarak bilinen, muhkem Santiago de Compestela mabedini yıkması sayılabilir. İspanya'daki en meşhur ziyaret yeri olan azizin mezarı ise korunmuştu. 25 yıl boyunca, yorulmadan yaptığı saldırılarla, Hristiyan krallıklarını korkudan titretmiş; fakat bu ayrı bir merhametsizliğe dönüşen dindarlığıyla, sürekli bir intikam duygusunu doğurmuştu. Fas'ta da, Fez şehrinin de fethedildiği (986), çok sayıda askeri keşif seferleriyle Emevi etkisini kuvvetlendirdi. El-Mansur 52. seferinden dönerken yolda öldü. Davasında o kadar heyecanlıydı ki, mezarına vasiyeti üzerine, katıldığı savaşların yapıldığı yerlerde zırhı içinde topladığı toprağın içerisinde mezarına gömüldü. Bunu yaparken maksadı, Hesap gününde, Hristiyanlarla yaptığı savaşların bir delili olarak kaydedici meleklerin önüne koymaktı.
Bir asker olmanın yanında, yollar ve su kanalları yaptırarak, ticaret ve sanayiyi geliştirerek, halkın maddi refahını sağlama konusunda da çok faaldi. Fakat sahip olduğu mutlak güç bir açıdan da ülkesinin nihai çöküşünün tohumlarını da atmış oldu. Mansur, Halife Hişam'ı tamamen gölgesi altına almış ve böylece de Emevi ailesini gözden düşürmüştü. Sonuçta, ölümünden sonra Hacib'lik makamına oğlunu bıraktıysa da, gerçek hükümdar olan Hişam, otoritesini kurmayı başaramadı ve İspanya'ya da anarşi başladı. Emevilerden hak iddia edenlerin birbiri ardınca hızlı bir şekilde tahta çıkmalarıyla hanedanlık 1031'e kadar eriyerek bitti ve ülke, her birisi şehirlerden birini merkez edinen prensleriyle, 30 kadar küçük devlete bölündü.
Samani hükümdarı Abdül Melik, 961'de ölünce, Kabil bölgesinde yeni bir kuvvet yükselmeye başladı. Bu kuvvetin başında, Samani devletinin sınırındaki Gaz-ne'de küçük bir şehir devleti kuran, (962) Samani ordularının köle Türk komutanı Alp-Tiğin vardı. Şimdi bunun yerine, kendisinden daha maceraperest olan ve topraklarını genişleterek, adını başkenti Gazne'den (bugün Afganistan'da, Kabil'in 65 mil Güney Batısında bulunan Gazne) alan Gazneliler hanedanlığını kuran damadı Sebüktekin geçti. Sebüktekin'den sonra ise hepsi kendi çizgisinden olan 16 Gazne hükümdarı tahta geçti. Daha sonraki yirmi yıl boyunca, Sebüktekin Batıda Samanilerden Horasan'ın büyük bir bölümünü ve Doğuda Peşaver'e kadar olan bölgeyi aldı. Hindistan'a yapılan saldırıların gelenek haline gelmesi bunun zamanına rastlar. Bu seferler, daha sonra, oğlu ve hanedanlığın en meşhur üyesi olan Mahmud (998-1030) tarafından daha kuvvetli ve düzenli bir şekilde devam ettirildi.
İran'daki topraklarını Selçuklular'a (1038-1194) kaptırdıktan sonra Gazneliler en sonunda Orta Afganistan'dan olan ve 1186'da Gaznelilerin Pencap'taki kalan topraklarını da alan Gurlular (ykl. 1000-1215) tarafından Gazne'den çıkarıldılar.
Bir kitapçı olan İbn-i Nedim (ö. 995), itinalı bir çalışma sonucunda, yazarların biyografileri ve diğer bilgilerle birlikte çok sayıda kitap içeren ilmi bir derleme olan Fihrist'î (Katalog anlamında) tamamladı. Fihrist, filolojiden kimyaya kadar her konuda yayınlanmış pek çok kitabı içeriyordu ve o dönemlerde tedavülde olan literatürün çeşitliliği ve bolluğu hakkında bir fikir veriyordu.
El-Azik'in Mısır'daki zenginlik ve huzur dolu idaresinden (975-96) sonra sıra 11 yaşındaki oğlu el-Hakim'e (h. 996-1021) ve uzun bir huzursuzluk dönemine gelmişti. El-Hakim daha sonra tuhaf, keyfi ve gaddarca politikaları ile tanınacaktı; muhtemelen akli dengesi yerinde değildi. Kamu hayatını etkileyen beyanatlarında ifrat ile tefrit arasında gidip gelmekteydi. Dini zulümleri Hristiyan ve Yahudilere olduğu kadar Sünni Müslümanlara yönelikti.
Her şeyden öte, günden güne daha aşırı İsmaili bir tavır takınarak sonunda, mensuplarını gerçekten kendi Hanlığına inandıkları Dürzi dininin[90] çıkmasına neden olan ilahlık iddiasına başladı.
İslam tarihindeki önemli şahsiyetlerden birisi olan Yeminüdevle Mahmud (daha çok Gazneli Mahmud olarak bilinir, ö. 1030), babasının Gazneliler hanedanlığı için veliaht tayin ettiği ağabeyi İsmail'i kovduktan sonra, 27 yaşlarında iken, Gazneliler devletinin (Afganistan ye Kuzey İran) hükümdarı oldu ve 32 yıl hüküm sürdü. İslam Devletinin içinden çıkan bütün küçük krallıklar gibi, Gazneliler de her açıdan bağımsız oldular. Fakat sahip oldukları topraklarda hakimiyetlerinin meşrulaştırması karşılığı olarak, Bağdat'ta bulunan Abbasi halifesi el-Kadir'e (h. 991-1031) biat etmişlerdi. El-Kadir, Mahmud'a Yeminüddevle (devletin sağ kolu) unvanını verdi.
Önemli bir askeri ve siyasi lider olduğu kadar, gayretli bir Müslüman ve Sünniliğin destekçisi (bütün Türkler gibi) olan Mahmud, kabul edilmiş dini naslara aykırı olanlar ve kafirler için bir felaket oldu. Esas gayretlerini, İslam'ın, iik kez 711'de Araplar tarafından getirildiği halde, önemli bir gelişme kaydedemediği Hindistan üzerinde yoğunlaştırdı; burada, Multan bölgesi civarında sadece iki küçük tecrit edilmiş Müslüman devleti vardı. Mekran'dan gelen Araplar, Güney İndus vadisini Multan'a kadar fethetmişler. Fakat, 1000 yılında Lahor'un Hindu hükümdarı Çaypal'ın hakim olduğu Kuzey Pencab'ı hiç ele geçirememişlerdi. İslam'ın Hindistan'a girdiği yolu açan, ne bir Arap, ne de Araplaştırılmış halklardan değil de, ataları İranlı Samaniler tarafından Müslüman edilen bir Türk, yılmaz bir irade ve mükemmel bir idare gücüne sahip olan Mahmud'du. Mahmud, 1001'den 1026'ya kadar ilkini, muazzam Hind ordusunu korkunç bir kıyımdan geçirerek Peşaver yakınlarında Caypal'ı yendiği, Kuzey Devleti Pencab'a (Kasım 1001) olmak üzere toplam 17 Hindistan seferi gerçekleştirdi. Savaştan sonra Cypal, mağlubiyetin utancından doiayı kendisini bir cenaze töreni ateşine atarak yaktı. Mahmud, bu saldırılarda, Hindu tapınaklarını yıktı, İslam'a giriş konusunda halkı zorladı ve büyük bir ganimet ve çok sayıda esir aldı. Bu seferlerin arasında en meşhuru, Ocak 1026'da Kathiavvar yarımadasındaki (bugün Hindistan'daki Gucerat eyaletinin bir bölümü ) Sumenat'ta bulunan ve Şiva putuna adanmış olan muazzam, zenginlikteki tapınağa karşı yaptığıdır. Neredeyse bir düzine Hind devleti, bu tapınağı korumak ve düşman bölgesinde, esas karargahı Gazne'den 100 mil kadar uzakta olmak gibi bir dezavantajı bulunan Mahmud'a karşı savaşmak için bütün kaynaklarını bölgeye yığmışlardı. Dini bir heyecanla yanıp tutuşan Hind askerlerinin pervasız cesaretlerine rağmen, Mahmud, 50 bin Hinduyu öldürdüğü şiddetli bir savaştan sonra savaşı kazandı. Üç ay sonra muzaffer bir şekilde, tapınağın inanılmaz zenginlikleriyle yüklü olarak Gazne'ye döndü. Putperestlikten öylesine nefret ediyordu ki, Hinduların çaresizlik içinde yalvarmalarına rağmen, put kırıldı ve bir kısmı Gazne'ye getirilerek, belki ebediyyen Müslümanların ayakları altında çiğnenmek üzere, Ulu Caminin eşiğine kondu. “Put kırıcı” lakabını taşımakla büyük bir gurur duyuyordu. Mahmud'un arzusu kuvvetli bir intikam uyandırdı ve Hindistan'daki Hindularla Müslümanlar arasında nefret tohumları ekti.
Anlamlı bir şekilde, hem Mahmud, hem de kendisinden sonraki hükümdarların hakimiyetindeki Hindistan'da kök salan, Arapçılık değil, İslam olmuştur.
Samanilerden Amu Derya'nın Güneyindeki toprakları alarak (999), Batıya doğru yayılmak için emin bir üs kazanmıştı. 1029'da, Büveyhileri İran platosunun Batısına sürerek, hakimiyetini Rey ve Hemedan üzerine yaydı; Mahmud öldüğü zaman imparatorluğunun sınırları, Hindistan'da Pencap ve İndus vadisini, Afganistan'ın tamamını ve Doğu İran'ı kapsayacak şekilde genişlemişti. Fakat ölümünden kısa bir süre sonra, oğlu Mesud'un hakimiyeti sırasında, Selçukluların Horasan'dan hızla yayılmaya başlayınca, İran vilayetleri de birden elden çıktı.
Mahmud'un hakimiyeti boyunca esas meşgalesi, devletinin askeri yayılması ve bunun sonucu olarak İslam'ın tebliğ edilmesi olduğu halde, ilim ehlini himaye etmiş ve Hind seferlerinden elde ettiği muazzam zenginliklerde başkent Gazne'yi güzelleştirmiştir. Sarayına pek çok meşhur alim davet edildi; bunlar arasında en kayda değer olanları, meşhur şair Firdevsi (ykl. 934-1020),[91] bilim adamı-tarihçi el-Biruni, Farsçanın yanında en az dört dil (Türkçe, Sanskritçe, İbranice ve Süryanice) daha bildiği halde, eserlerini Arapça yazmıştır. Daha sonraları İslam Dünyasında yetişen en kapsamlı alimlerden birisi olarak tanınacak olan el-Biruni, tabii ilimler, matematik, matematiksel astronomi ve kronoloji alanlarına önemli katkılarda bulunmuştur. Ayrıca, ilgilendiği bir ülke olan ve Hindu felsefesinden dolayı üzerinde derin bir cazibesi olan Hindistan'da da bulundu. 1030'da, yerel kaynaklara ve kendi gözlemlerine dayanarak hazırladığı ve Mahmud'a ithaf ettiği, şümullü ve bilgi dolu eseri Tarihü'l-Hind'i (Hindistan Tarihi) yazdı.
El-Biruni Şii inancına sahipti fakat agnostik eğilimleri vardı.
Mahmud, Gazne'de bir üniversite kurmuş ve şehri, aralarında granit ve mermerden yapılan Ulu Caminin de bulunduğu çok sayıda muhteşem binayla süslemişti.
[1] Ortodoks veya Raşid Halifeler: Osman (644-56), Ali (656-61).
[2] Bu olaya, Axumite ordunun önünde bir fil bulunduğu için, böyle adlandırılan Kur'an-ı Kerim'in 105. Suresinde ("Fil") atıfta bulunulmuştur. Hicaz bölgesinde bulunan Araplar, daha önce hiç fil görmediklerinden, bu olaydan çok etkilenmişlerdi. Bu olaya öyle büyük bir önem verildi ki, bazı Arap vakayinamelerinde 570 yılından "Fil Yılı" olarak bahsedildi.
[3] Siyasi temayüllerinden dolayı Sünniler ve Şiiler, bu ilk müminlerin sırasıyla ilgili inanışlarında birbirlerinden ayrılırlar.
[4] Bazı kayıtlara göre, göç bir biri arkasına iki ay arayla giden iki grup olarak yapıldı. Birinci grup 15, ikinci grup ise 100 kişiden oluşuyordu.
[5] Hz. Peygamber putperestler ile vahy kaynaklı (veya kutsal) kitap sahiplerini ayırmıştı. İkinci grup, Yahudiler ile Hristiyanlardan oluşuyordu ve bunlara, savaşmazlar ve belli bir oranda cizye verirlerse, emniyet ve dinlerinin gereklerini yerine getirme izni sağlanmıştır.
[6] Bazı tarihi kaynaklara göre, bu evlilik 622'deki Hicret'ten sonraya kadar gerçekleşmedi.
[7] Hz. Peygamberin (s.a.v.), Hz. Arşe haricindeki bütün hanımları dul idiler ve bu evliliklerin siyasi olduğu düşünülebilir. Daha 25 yaşındayken, sadece kendisinden oldukça yaşlı olan ilk hanımı Hz. Hatice (r.a.) vardı. Bütün diğer evlilikleri, Hz. Hatice'nin (r.a.) ölümünden sonra, ellili yaşlarındayken gerçekleşti.
[8] Medine'çieki Peygamber Mescidi, Mekke'deki Kabe'den sonra, İslam'ın ikinci kutsal binasıdır.
[9] Bedir ismi, sure Ali İmran 3/123'de geçmektedir. Kuran-ı Kerim'deki bazı başka surelerde de bu savaşa dolaylı yönden atıflar vardır.
[10] Bazı tarihi kayıtlara göre, bu evlilik 625'teki Uhud savaşından sonra gerçekleşti.
[11] Şii geleneğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) yerine yeğeni ve damadı Ali İbni Ebu Talib'i atamıştı.
[12] O dönemde Irak, Fırat-Dicle Havzasının Güney bölümü, yani Mezopotamya'dan oluşuyordu ve bugünkü İrak Devletinden çok daha küçüktü.
[13] Bazı tarihi kaynaklar, II. Yezdicird'in bu tarihten 2 yıl sonra tahta çıktığını kaydeder.
[14] "Mü'minlerin Emiri" unvanı, milliyetçi Türk lideri Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) tarafından resmen kaldırıldığı ve son Osmanlı padişahı II. Abdülmecid'in (h. 1922-4) tahttan indirildiği 1924 Mart'ına kadar kullanıldı.
[15] İran ve Irak'ta yapılan fetihlerin tarihi sırası kesin değildir.
[16] Bugünkü Farsça'nın eski bir şekli; "Orta Farsça" da denir.
[17] Kadisiye'deki bu önemli ve şiddetli savaşın kendisi gibi, Kufe'nin kurulduğu yıl da kesin değildir. Bazı kaynaklara göre, bu olaylar 640 yılı civarında oldu.
[18] Bazı tarihi kaynaklara göre, Hz. Ömer daha Medine'de iken, Ebu Ubeyde bin Cerrah, kendisine olayla ilgili bir mesaj gönderdi ve Halife bundan sonra Suriye cephesini ziyaret etmeye karar verdi. İlk önce, yeni fethedilen bölgedeki kimi sivil meselelerdeki bazı konulan halletmek için Cebiye'deki askeri üsse geldi, oradan da Kudüs'e yola çıktı.
[19] Hz. Ömer'in ne kadar basit bir hayat yaşadığını ve İslam'daki insan eşitliği kavramını vurgulamak için, Halifenin Kudüs'e çıplak ayakla, her zamanki eski elbiseleriyle, devesine kölesiyle dönüşümlü olarak binip gelmesinden İslam tarihçileri gururla bahsederler. Bu, Bizans İmparatorlarının debdebeli merasimlerine alışık olan bölgedeki Hristiyan Rum nüfusu arasında büyük bir şaşkınlığına sebep oldu.
[20] Bu bina 691'de Halife Abdül Melik (h. 685-705) tarafından inşa edilen ve bazı Avrupalı yazarlar tarafında yanlış bir şekilde Ömer Camii olarak adlandırılan muhteşem Mescid-i Aksa binasıyla karıştırılmamalıdır.
[21] Hz. İsa'nın gerildiği gerçek çarmık olduğuna inanılan Kutsal Haç, İmparator Herakliyus (h. 610-41)'un İranlılardan geri almasından (530) sonra Kudüs'te yeniden dikilmişti.
[22] Önemini göstermek açısında, Arap vakayinamelerinde Nihavend Savaşma "Zaferlerin Zaferi" atfında bulunur.
[23] İranlıların eski dini olan Zerdüşt'ün (Yun. Zoroaster) canlandırılıp devlet dinî yapılması I. Ardeşir döneminde gerçekleşmişti.
[24] Hz. Osman idaresinde yapılan en önemli ve verimli iş olarak bu hatırlanır ve Kur'an-ı Kerim'in Hz. Osman döneminde derlenen nüshası, bugün İslam dünyasında Allah'ın sözlerini içeren en önemli kaynaktır.
Kur'an (Arapçada: okuma veya ezberden okuma), Müslümanlarca, Allah'ın hatadan arınmış sözü; insandan ve dünyadan önce var olan, Cennette muhafaza edilen ebedi bir levhanın mükemmel bir kopyasıdır. Bu nedenle de, şekil ve muhtevada saftır. Kur'an, Hz. Muhammed'e, büyük meleklerden Cebrail (a.s.) aracılığıyla, yaklaşık 22 yıllık bir dönem içerisinde (610-532) bir dizi vahiy halinde indirilmiştir. İbadetlerde (namaz) geniş çapta okunmasının ve dindarlık için ezberlenmesinin yanında, hemen hemen her Müslümanın Arap dilinde okumayı öğrendiği ilk metin kitabıdır. Bu da Kur'an-ı Kerim'i, şimdiye kadar yazılmış olan kitapların en çok okunanı haline getirmiştir. Kur'an-ı Kerimin değeri, sadece öğrettiği konulardan değil, bizzat kendisinin mukaddes olmasındandır da. Kur'an'dan bahseden sure Vakıa: 56/79'de "O'na temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz." demektedir. Bu sebeple, iyi bir Müslümanın, O'nun bir kopyasına dahi dokunmadan önce abdest alması gerekir. Kur'an-ı Kerim, birbirine eşit olmayan 114 Sureye (veya "bolüme") ayrılmıştır. Bir sayıma göre, kitabin tamamı, 6.236 ayet, 77.934 kelime ve 323.621 harf vardır, fakat bunların farklı olduğunu gösteren başka sayımlar da vardır. Bilhassa Arapça indirilen Kur'an'ın başka dillere tercüme edilip, edilemeyeceği sorusu, Müslüman alimler arasında çok tartışılmış ve Kur'an, Allah'ın "yaratılmamış" sözleri olduğundan ve tercümenin de tabiatı icabı, hiç bir zaman aslıyla aynı olamayacağında, Kur'anın tercümesi geleneksel olarak yasaklanmıştır. Bundan dolayı, bütün dünya Müslümanları, Arapçayı konuşmasa, hatta anlamasa dahi, sureleri Arapça olarak okumaya devam etmişlerdir. Yapılan bütün tercümelere de, ibadet amacıyla kullanılabilecek tercümeler olarak değil, Kutsal kitabı anlamayı kolaylaştıracak “tefsirler” olarak bakılmıştır,
Kur'an-ı Kerim, sayısı kırka varan, dünyanın bütün önemli dillerine tercüme edilmiştir. Yabancı bir dile yapılan ilk tercüme, Ketonlu Robert tarafından Latinceye yapılmıştı (1143). Cluny baş rahibi Muhterem Peter, Toledoyu (Tuleytula) ziyaretinden sonra, korktukları ama aynı zamanda hayran oldukları en büyük düşmanları olan İslam inancını çürütmek amacı güden bir dizi çalışma yapmaları için, bir grup alimden oluşan bir komisyon hazırladı. Latince tercüme, bu dizinin bir bölümüydü, fakat şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, İslamla ilgili bu çalışmalar, onları hiç bir ilmi gelişmeye götürmedi. İlk İngilizce tercüme ise, 1649'da Alexander Ross tarafından yapıldı, fakat bu tercüme, doğrudan Arapça değil, Fransızca bir başka tercüme temel alınarak yapılmıştı. Arapça orijinalden İngilizce'ye yapılan ilk tercüme, 1734'te George Sale'in yaptığı tercümeydi. O zamandan beri İngilizceye ve diğer dillere, hem Müslüman, hem gayri Müslim alimler tarafından pek çok tercümeler yapıldı.
[25] Araplar Rodos'a birden fazla akın yaptılar. Bunlar 672, 717 tarihlerinde oldu.
[26] Hz. Osman'a karşı ayaklanmanın başlaması ile Hz. Ali'nin öldürülmesi arasında geçen, İslam'ın birbirine rakip olan ve durmadan savaşan hiziplere bölündüğü bu dönem, İslam tarihinde genellikle, ilk iç savaş olarak kaydedilmiştir. Bu nedenle tarihi kayıtlar, tarihçinin aldığı siyasi tavıra ve tarihin yazıldığı döneme bağlı olarak, oldukça şaşırtıcı ve ihtilaflıdır.
[27] Bazı tarihi kaynaklarda, 659 tarihi verilmiştir.
[28] Bazı tarihçilere göre buluşma, Suudi Arabistan'da, bugün El-Cevf denilen, Duma'da gerçekleşmiştir.
[29] Şii geleneğine göre bu metruk yer, Hz. Ali'nin, cenazesinin bir deveye yüklenerek, devenin çöktüğü yere gömülmesi konusundaki vasiyetinin yerine getirilmesi için seçilmiştir.
[30] İslam'ın ilk dönemlerindeki, bize kadar ulaşmış olan Arap Tarihi, Arap tarihçiler tarafından yazıldı ve çoğunluğu Emevilerin rakibi olan Abbasiler döneminde (750-1258) genişletildi. Bu nedenle, genel olarak, sadece II. Ömer (Ömer bin Abdülaziz - h. 717-20) haricindeki bütün Emevi hükümdarlarını, İslam dünyasının gerçek liderleri olmaktan çok, dinsiz ve ehli dünya kralları olarak tasvir ederler ve düşman görürler. II. Ömer haricinde, Muaviye ve haleflerinin idareleri için Halifelik unvanını kullanmayı reddederler.
[31] Ebu Süfyan'ı küçük düşürecek bir ima yapılmadı, çünkü İslam'a girmeden önce işlenen bütün günahlar, Müslüman olunduğunda affolunmuştu.
[32] Bu seferlerin tam tarihleri kesin değildir.
[33] Annesi, İran Sasani Hanedanlığının son kralı III. Yezdicird'in kızıydı.
[34] Hz. Peygamberin ölümünden (632) hemen sonra, Müslümanlardan küçük bir gurup Hz. Ali, Hz. Peygamberin, damadı (Hz. Fatıma ile olan evliliğinden dolayı) ve yeğeni olduğu için, O'nun (s.a.v.) tek meşru halifesi olabileceğini düşündüler. Bunlar, halifeliğin sadece, Hz. Ali ve ilk hanımından olan, Hz. Peygamberin torunlarına ait olabileceğine inanıyorlardı. O zamanlar 30 yaşlarında olan Hz. Ali atlanılınca, bunlar daha sonra Şiiler, -"(Ali'nin) parti(si)" anlamına gelen Şia'dan- olarak tanınan bir grup oluşturdular. Başlangıçta, inançla ilgili tartışma yoktu, tartışma sadece halifenin kim olacağı sorunuyla ilgiliydi. Fakat zamanla, bu gruba, devletin içerisinde ikinci sınıf muamelesi gören ve Arap olmayan, daha çok İran kökenli, Müslümanları çekmişti. Bu grup yavaş yavaş hem yönetimle ilgili görüşleriyle, hem de inançlarıyla İslam'ın ana çizgisinden (Sünniler) ayrılarak ayrı bir mezhep oluşturdular. Hz. Hüseyin'in kanı, Şii hareketi için, babası Hz. Ali'den daha önemli bir kurban ve canlandırıcı etken oldu. Miladi 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) deki Kerbela Faciası asla unutulmadı ve 1300 yıl sonra bugün bile, bu olayı anmak için, bir sahnesi, her yıl milyonlarca Şii tarafından çılgınca üzüntü ve kızgınlık dolu bir şekilde canlandırılır.
[35] Son dönemlerdeki Sünni Mehdilerden biri, Sudan'da 1882-1898 arası yaşayan din egemenliğine dayalı bir devlet kuran Muhammed Ahmed'tir.
[36] Taif şehrindeki Sakif kabilesi, Emevi hakimiyetinde, Irak tarihinde elem izler bırakan dört tane merhametsiz fakat yetenekli asker yetiştirdi. Bunlardan üçü, Muğire, Ziyad ve Haccac, Emevilerden taraftarıyken, Muhtar onlara karşı savaştı.
[37] Araplar'ın fethettiği bölgelerde yaşayan bütün ırklar içerisinde, en şiddetli direnişi Kuzey Afrika'daki Berberiler yaptılar. Müslüman olduktan sonra bile Arapların hükümdarlığına baş eğmediler.
[38] Tarık'ın Dağı anlamına gelen Cebel-i Tarık (Gibraltar) Kayası, ismini Tarık'a borçludur. Bu bölgenin alanı 2,5 mil-karedir (Tarık'ın günlerinden bu yana olan önemli ölçüde büyük yıpranmaya rağmen) ve yüksekliği çok dik bir şekilde 1400 fit'e kadar (yaklaşık 420 m.)
[39] Endülüs isminin, etimolojik olarak, bir başka Alman kabilesi olan Vandallara atfen söylenen 'Vandalusya' (Vandalicia) ile bağlantılı olduğu zannedilmektedir. Vandallar, 409 yılında Fransa'dan gelip İspanya'yı istila ederek, 20 yıl sonra Afrika'ya geçmişler ve nihayet burada, 439'da, başkenti Kartaca olan bir Afrika imparatorluğu kurmuşlardı; bunların bazıları halen yarımadanın Güneyinde yaşamaktadırlar. Araplar Endülüs ismini, sadece bugün İspanya'nın bir Güney vilayeti olan Andalusia'ya değil, Iber Yarımadası'nın (bugünkü İspanya ve Portekiz) tümüne vermişlerdi.
[40] Daha sonraları, meşhur el-Hamra (kırmızı) Sarayı ile tanınan buraya Gırnata (Granada) denilecektir. El-Hamra, dik bir tepenin üzerinde, Nasri krallarının ilki olan I. Muhamrned el-Galib (h.1232-1272) tarafından 1238'de yapımına başlanmış ve kendisinden sonra gelenler tarafından bitirilmiştir. Bu saray İspanya'daki İslam sanatının en güzel örneğidir. Bu muazzam külliye Gırnata'yı, Aragonlu II. Ferdinand (1452-1516) ve Kastini İzabel (1451-1504)'in Hristiyan İspanya'yı tek idarede birleştiren 1469'daki evliliklerinden sonra, kuvvetlerini birleştirerek 1492'de ele geçirinceye kadar, Arapların en son kalesiydi.
[41] Bu II. Jüstinyen'in ikinci defa tahta çıkışıydı (birincisi 685-95 arası). Bu vahşi imparatora, burnu kesik olduğundan, Araplar tarafında "kesik burunlu" lakabı takılmıştı.
[42] İlk ikisinde de olduğu gibi, bu kuşatmanın da tam tarihi kesinleştirilememiştir.
[43] Aslında 'Zımmi' statüsü sadece 'Ehl-i Kitab' olarak adlandırılan Hristiyanlar ve Yahudiler için geçerliydi. Fakat imparatorluk genişleyince bu imtiyaz, İran'da ateşe tapan Zerdüştleri (Kur'an'da, sadece bir defa, Mecusi olarak geçmektedir.), Maveraünnehir'de Budistler!, Hindistan'da Hinduları ve Kuzey Afrika'da putperest Berberileri kapsayacak şekilde genişletilmişti; hatta, fethedilen ülkelerdeki dinlerin pek çoğu yavaş yavaş bu kategoriye sokuldu. İstisnalardan birisi, Arabistan'daki putperest kabilelerdi, fakat bunlarda uzun zaman önce İslam'a girmişlerdi.
[44] Zamanının en güçlü adamı olan Hz. Ömer (h. 634-44), yalın ayak, eski elbiselerle gezerdi ve bir kerpiç kulübede yaşardı.
[45] Sunni ("adet", "alışkanlık" anlamına gelen ve özellikle Hz. Peygamber'in alışkanlıkları ve adetleri için kullanılan, Arapça "sünnet" kelimesinden), Müslümanlar arasındaki iki büyük guruptan birinin adıdır (diğeri Şia). Sünnet, "Hadis"ten (gelenek) çıkarılır.
Bütün Müslümanlar Hz. Peygamber'in hayat tarzını takip ettiklerini İddia eder ve dindarlar bunu ideal olarak görürken, her ne kadar, İslam dünyasının geri kalanının da bunun kabullenmesiyle, uygulamada iyice yerleşmiş olan, Sünni kelimesinin bir grubun özel adı olarak kullanılması, tam manasıyla doğru değildir. Bu, aslında İslam'ın hiç bir mezhebince düşünülmediği halde, bazı gayri Müslimlerce Şia'nın Sünneti reddettiğine inanmalarına sebep olmuştur. Sünniler, Hz, Muhammed'in (s.a.v.) meşru halifeleri olarak, ilk dört halifeyi tanırlar; "altı sahih" Sünnet kitabı kabul ederler (Şiilerin kendi hadis kitapları vardır) ve sırasıyla imam Hanife, Şafii, Malik ve Hanbel'in kurdukları İslami mezheplere (fıkıh ekollerine) bağlıdırlar.
[46] Şehid edilen Hz. Hüseyin'in oğlu olan Ali, Zeyne'l-Abidin olarak da bilinir. Zeynel Abidin, Kerbela Faciasından (680) kurtulanlardan ve Şia'nın imamlarından birisidir.
[47] Zeydiler, birisi, Hazar Denizi'nin Güney kıyılarındaki Deylem'de yaklaşık 864-928 arası yaşayan, diğeri 997'de Yemen'de kurulan iki devlet kurdular. Bunlar, başka Müslüman ülkelere de yayılmışlardı.
[48] Arap, arasında himar (=eşek), aptallığı ile değil, tahammülü ve inadıyla meşhurdur.
[49] Siyah ve beyaz, sırasıyla, Abbasilerin ve Emevilerin renkleriydi. Halk bunlardan herhangi birine bağlılığını, bu renklerden birisinde giyinerek gösteriyordu. Siyah, aslında Hz. Peygamberin (s.a.v.) rengiydi ve daha önce de Emevilerin muhalifleri tarafından kullanılmıştı.
[50] El-Seffah'ın annesi Yemenli bir Arap idi. III. Yezid haricindeki (bunun annesinin, İran'ın son Sasani kralı III. Yezdicird'in soyundan olduğu iddia edilir.) bütün Emevi halifelerinin anneleri Arap iken, Abbasilerin, toplam 37 halifesinden sadece üçü -el-Seffah, el-Mehdi, el-Emin- saf kan Arap’tı. Diğer bütün Abbasi halifelerinin anneleri ise, Berberi, İranlı, Türk, Rum, Ermeni v.s. gibi, Arap olmayan kölelerdi. Bundan dolayı Abbasi halifeleri, her ne kadar Arap kabul edilseler ve resmi dilleri sadece Arapça olsa da, bir biri ardına tahta çıkarak, Arap ırkı kimliklerini hızla kaybetmeye başladılar ve dokuzuncu asrın ortalarına doğru, genetik olarak, Araplıkları neredeyse bitti.
[51] Kendi imajlarını kuvvetlendirmek için, göreve gelirken, idarelerinde ilahi destek aldıklarını iddia eden sultanlık unvanları almak, Abbasi halifeleri arasında yaygın bir uygulama haline geldi, bu uygulamanın diğer misallerinden bazıları da şöyleydi: "kendisine, doğru rehberlik edilmiş kişi" anlamında el-Reşid, "güvendiği Allah olan" anlamında el-Mütevekkil Alallah v.s. Genellikle bu dini-siyasi fikrin, -Mısır'daki Firavun da olduğu gibi- bir kralın ilah olduğu düşünülmese bile, onun her halükarda Ahura Mazda (Zerdüştilerin ilah için kullandıkları terim olan "Bilge Efendi" anlamında) tarafından, haklıyı her zaman destekleyip, kötüye muhalefet etmesi için seçildiğine inanılan, İslam öncesi Zerdüşti İran'dan alındığına inanılmaktadır. Eski İran kralları, bu inançtan dolayı, kutsal bir şöhret atmosferiyle çevrili olarak yaşıyorlardı.
[52] “Vezirlik makamının icadının genellikle et-Mansur'un oğlu -halefi- el-Mehdi'ye affedilmesine rağmen, el-Mansur'da, sivil idarenin bütünüyle güvenilebileceği bir idareci fikri, genel bir eğilim olmuştu; el-Mehdi zamanında bu makamın ilk sorumlusu, el-Mansur zamanında vergilerin genel tahsildarlığı gibi etkili bir makamı elinde bulunduran Halid Bermeki idi.
[53] İkonolar sonunda, Ortodoks Doğu Kilisesi tarafından halen bir bayram olarak yıl dönümlerinde kutlanılan Paskalya'nın birinci Pazar günü restore edildiler.
[54] İdris, Abbasiler tarafından sükutu hayale uğratılan ve 762'de başarısız bir isyana liderlik eden Muhammed Nefsü'z Zekiyye'nin kardeşlerinden birisiydi.
[55] Fez şehrini, eski bir Roma şehri olan Volubilis'in (Araplar, Vekili olarak bilir) İdris'in kendisi mi, yoksa oğlu Mutay İdris'in mi kurduğu konusunda bir belirsizlik vardı. Bazı otoritelere göre, şehri 808'de kuran İdris'in oğludur.) Fez, İslam için hem dini, hem ilmi yönden oldukça büyük bir önem kazandı. Cami/Üniversitesi 14. asırda şöhretinin zirvesine ulaştı ve burası halen sahip olduğu İslam'ın ilk dönemlerine ait, paha biçilmez el yazmalarıyla meşhurdur.
[56] Rornalılar döneminde, Afrika ismi sadece Kartaca'nın merkezinde bulunduğu ve aşağı yukarı bugünkü Tunus'un bulunduğu bölgeye veriliyordu; Fas (Mağrib) ise Moritanya olarak biliniyordu. Araplar bölgeyi fethettikten sonra, Afrika kelimesini Ifrikiye şeklinde değiştirdiler ve bugünkü Cezayir'in Doğu bölümünü de kapsayan, merkezi Akdeniz kıyılarının daha büyük bir bölümü için kullandılar. Moritanya da, Afrika kıyılarının Batı bölümünü içine alan el-Mağrib şeklinde değiştirildi. Ne Afrika ne de Ifrikiye, kıtanın Sahra çölü Güneyinde kalan kısım için kullanılmıyordu.
[57] Rusya'dan, Finlandiya ve İsveç'e kadar uzanan bölgelerde bulunan çok sayıda Arap madeni parası, Müslümanların bu ve daha sonraki dönemlerde ne kadar geniş bir bölgede ticari faaliyetlerde bulunduklarının bir ispatıdır. Bu paralardan bir bölümü Helsinki Müzesindedir.
[58] Bu durum, Fatirnilerin Kuzey Afrika'da rakip bir halifelik kurmalarıyla değişti; bunlar, kafirlerle savaşmaktan çok, Abbasilerin yerine geçme hevesindeydiler. Avrupalı Hristiyanlarla diplomatik bağlar kurdular ve uzun süren bu blokajın sonu göründü.
[59] Maliki düşünce ekolünün gelişi, İspanya'daki Emevi idaresinde, dini konulardaki başlıca entellektüel faaliyetti. Bütün İslam fıkhı ekolleri Doğu'da geliştirilmişti.
[60] Her ne kadar, o dönemlere ait, nüfusla ilgili güvenilir istatistikler olmasa da, Müslüman İspanya'daki Arap ve Berberi unsurlarının hiç bir zaman azınlıktan öte bir şey olamadığını söylemek mümkündür.
[61] Maniheizm: M.S. 3-5. asırlarda rağbet bulan, Zerdüştilerden esinlerek hem Allah'a hem şeytana inanan bir inanç sistemi. (Çev.)
[62] Mazdehizm: Mecusilik
[63] H. U. Rahman, İslam Tarihi Kronolojisi 570-1000, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995: 206-207.
[64] Bu olay, daha sonra gerçek gücün baş vezirlerin veya ordu komutanlarının eline geçerek halifeliğin sadece sembolik bir başkanlık olarak kaldığı kukla halifeler döneminin bir başlangıcı gibi görünmektedir.
[65] İmamiye'nin (oniki imama inanılan Şiilik kolu) sekizinci imamı Ali Rıza; Şiilerin, el-Me'mun'u, İmamı zehirlemekle suçlayarak, daha sonraları Meşhed, Şehadet yeri olarak adlandırdıkları Tus'da (İran) ölmüş ve oraya gömülmüştür. Burası, Şiilerin, İran'daki en büyük ziyaret yeridir.
[66] Fas'taki Rabat şehri, başlangıçta bir ribat olarak kurulmuştu (12. asır).
[67] Bugüne kadar ulaşabilen ribatların çoğu Tunus'dadır.
[68] Yedinci asrın ortalarından itibaren "Sicilya'ya çok sayıda münferit yağmalama saldırıları yapılmıştı. Fakat Ağlabilerin teşebbüsü, adayı ele geçirmek için planlanmış ilk ciddi hareketti.
[69] Sicilya'nın İspanya'dan ayrılan yönü, bugün, geçmişteki bu İslami etkiden hiç bir iz taşımamasıdır.
[70] Öklid'in elementler'i, belki gelmiş geçmiş en meşhur matematik kitabıdır ve bazı değişikliklerle çok yerde hala bir geometri kitabı olarak kullanılmaktadır; bundan dolayı, adı geometri ile eşanlamlı bir hale gelmiştir. Öklid'in kitabının 1482'deki ilk baskısı, Arapça'dan Latince'ye yapılmış bir tercümedir.
[71] Bunun bir kopyesi Kahire'deki Teymur Paşa Kütüphanesinde, bir başkası da Leningrad'dadır.
[72] Batılıların İspanya'daki Müslümanlara karşı başlattıkları Haçlı Seferi, ilmi Yunan-Arap eserlerinin Arapçadan Latinceye tercüme edilmeye başlanmasıyla önem kazanan Tuleytula'nın düşüşüyle neticelendi (1085). Halkı, çift lisanlı müslümanlar ve Hristiyanlar ile sayıları oldukça kalabalık olan üç lisanlı Yahudilerden oluşan İspanya, bu özelliğinden dolayı, Avrupalılar ile Müslümanlar arasındaki en önemli irtibat merkeziydi. Tercümenin en faal bir şekilde yapıldığı dönem, Tuleytula'da, Başpiskopos I. Raymond'un (1126-52) başkanlığında, İslami ilimleri öğrenmek isteyen pek çok meşhur alimi Avrapa'nın çeşitli bölgelerinden buraya çeken düzenli bir tercüme okulunun kurulmasıyla başladı. Kur'an'ın ilk defa, bir İngiliz olan ketonlu Robert (Lat robertus Retenensis) tarafından latinceye tercüme edildiği yer burasıydı. En önemli tercüman, İtalyan olan ve ömrünün büyük bir kısmını Tuleytula'da, kilisenin himayesinde çalışarak geçiren Lombardiyali Gerar'dı. Öldüğünde, İslami ilimlerin her alanındaki Arapça eserlerden yaptığı tercümeleri 71 maddede toplayan bir liste -ki, bu detaylı bir liste de değildi- yaptılar.
[73] Almanca'daki "Ziffer" (rakam, siffer şeklinde telaffuz edilir) kelimesi de, İtalyanca vasıtasıyla Arapçadan ki, bu detaylı bir liste de değildi- yaptılar.
[74] Nisa: 4/36 ve Nur: 24/33.
[75] Tarih hakkında büyük bir belirsizlik vardır. Hanedanlıklarının adı Rasiler olan Yemenin Zeydi İmamları, ülkeyi, askeri bir darbe ile Cumhuriyetin ilan edildiği 1962'ye kadar, belli aralarla idare ettiler.
[76] Yaklaşık M. Ö. 3. aşıra kadar konuşulan "Eski Farsça", çivi yazısı ile yazılmaktaydı. M. Ö. 3. asırdan M. S. 9. aşıra kadar konuşulan "Orta Farsça" (Pehlevi) Arami işaret yazısıyla yazılıyordu; çok çeşitli literatürün yanında Zerdüştilerin ve Manisilerin dini geleneklerini anlatan metinlerin büyük bir kısmının yazıldığı dil de bu idi. Bu dil daha sonra yavaş yavaş, çok daha basit bir şekli olan, Arap alfabesiyle yazılan ve Arapça'dan pek çok kelime almış olan bugünkü "Modern Farsça'ya (veya Farisi) yaklaşmaya başladı. Modern Farsçanın bir edebi dil haline gelmesi, Samaniler dönemine rastlar ve o zamandan beridir de çok değişikliğe uğramıştır.
[77] Ubeydullah'ın Hz. Ali-Fatıma neslinden (İsmail'in, altıncı göbekten atası olmasından dolayı) olduğu iddiası, İbn-ül Esir, el-Makrizi ve İbni Haldun gibi Arap tarihçileri tarafından doğru kabul edilmiştir. Fakat Fatımilerle Alevilerin bağlantısını inkar eden bazı çağdaş muhalif Sünniler, bu iddiayı ya şüpheli görmüşler, ya da reddetmişlerdir.
[78] Anlamı: “Ben Hakk'ım” yani, “Allah'ım”(?); Hakk, Allah'ın 99 isminden birisidir.
[79] Kaf: 50/15.
[80] Taberi'nin muazzam tarihi, İslam tarihinin ilk dönemleriyle ilgili bilgiler için başvurulan temel kaynaktır. Bu eser, Miske-veyh (ö. 1030), İbnü'l-Esir (1160-1234) ve Ebu'l-Fida (1273-1331) gibi daha sonraki Müslüman tarihçilere de kaynak olmuştur. Eserin 1879-1901'de yapılan meşhur Leiden baskısı, aslının sadece kısa bir versiyonu olduğu halde, 12 cilt tutmakta, aslının ise bundan 10 kat daha uzun olduğu sanılmaktadır. Taberi'nin, tarihini yazmak için faydalandığı eski eserlerin pek çoğu orjinal şekilleriyle günümüze kadar gelmeyi başaramamıştır.
Yapılan baskıların birisinde 30 cilt tutan Kur'an tefsiri de aslında daha uzundu. Bu eserinde, önemli ölçüde şahsi katkılarda bulunurken, aynı zamanda daha önceki alimlerin eserlerinin de büyük bir bölümünü muhafaza etmiştir.
[81] Sinüs kelimesi Arapça ceb kelimesinin Latinceye tercümesi olan sinüs kelimesinden gelir, (sinüs, Türkçe'de de ‘'cep"tir.).
[82] Bu Batlamyüs (Latince: Claudius Ptolemaeus), Mısır'daki Makedon kralları olan ve burayı, Büyük İskender'in M.Ö. 323'teki ölümünden, bölgenin bir Roma vilayeti haline getirildiği M.Ö. 30 yılına kadar yöneten Batlamyüslerle karıştırılmamalıdır.
[83] Bu unvan ilk olarak, zayıf halife er-Razi (h. 934-40) tarafından kendisinin tahta çıkmasını sağlayan Basra valisi Muhammed bin Raik için kullanılmıştır. İbn-i Raik, kısa bir süre sonra hakimiyeti ele geçirdi. Daha Büveyhlier gelmeden bile, halifenin dünyevi otoritesi, Bağdat'ta güç kazanmış olan ve halifeye hiç saygısı olmayan çeşitli emirler tarafından gasp edilmişti.
[84] Londra, ilk sokak lambasına ykl. 1680'de kavuşmuştu.
[85] Şii inancına göre, Hz. Peygamberin (s.a.v.) son haccından dönerken, kendisine eşlik eden büyük bir kalabalığın huzurunda Hz. Ali bin Ebu Talibi kendisine halife tayin ettiği yer olan Mekke ve Medine arasında bir pınar. Şiiler, Hz. Ali'ye hilafet hakkının verildiğine inandıkları bu günü ve olayı büyük bir dini bayram olarak kutlarlar; bu da, tabii olarak Şiiliğin temel görüşüdür.
[86] Kıbrıs'ın Müslümanlar tarafından ilk defa fethedilmesi 649'a kadar gider. Ada, iç savaşlarda kaybedilmiş, 804'te tekrar fethedilmişti.
Akdeniz'deki bütün büyük adalar, bölgesel yayılma için yapılan savaşlarda hem Müslümanlar tarafından hem de Bizanslılar tarafından çok defa alınmış ve kaybedilmiştir.
[87] Bu olay, İsmailiyye'nin şekillendiği ilk dönemlerde, iki hareketin bağımsızlığını gösterebilir; hem Karmatiler, hem de Fatımiler, Şiiliğin İsmailiyye koluna mensuptular. Fakat Fatimi hükümdarları, bu davranışlarını belki de İsmaili ideallerine karşı bir ihanet kabul etmiş olan fanatik Karmatilerin ifrata kaçan siyasetlerini benimsemekten kaçınıyorlardı.
[88] 996'dan sonra, Kuzey Afrika çeşitli Berberi hanedanlıkları arasında bölünmüştü ve Fatımi halifeliğinin otoritesi, Barka'dan daha Batıya geçememişti.
[89] Hem Gazneliler, hem de Selçuklular Sünni davasına bağlılıklarını ve Abbasi halifelerini Şii Büveyhîlerin pençelerinden kurtarma isteklerini vurgulamaktaydılar. Bu durum, onlar Büveyhilerin üzerine yürürlerken kendilerine Sünnilerin destek vermelerini sağladı.
[90] Bu yeni mezhebin kurucusu ve isim babası, 1017'de Buhara'dan Mısır'a gelen ve ilahi ruhu Hz. Ali ve İmamlar vasıtasıyla el-Hakim'e intikal ettiğini ve vaazlar vermeye başlayarak onu ilahlaştıran, Muhammed bin İsmail el-Darazi (ö. 1019) adında İranlı bir İsmaili idi. Onun vaazları halk arasında karışıklıklara sebep oldu ve el-Darazi, ilkel dağlıların öğretilerine olumlu karşılık verdiği Lübnan dağlarına kaçtı. Bugüne kadar gelebilmiş olan Dürzilik inancı, Lübnan ve Suriye'de yoğun olan, Arapça konuşan, kapalı ve birbirine sıkınca bağlı bir topluluktur. Mensupları, dinlerinin öğretileri gözleme eğiliminde olduklarından, Dürzilik inancıyla ilgili bilgilerin doğruluğu kesin değildir; aslında, Dürzilerin çoğunluğunun kendileri de dinleri hakkında yüzeysel bilgilere sahiptir. Halk, oranı yüzde on olan ukal (bilgeler veya bilenler) ile cuhal (cahiler) şeklinde iki guruba bölünmüştür. Dürzilerin, inançlarında olduğu gibi, Sünni ve Şiilerinkilere benzemeyen kendi gelenekleri vardı. Bunlar hala Allah'ın yarı deli el-Hakim'in vücuduna girdiğine ve dünyanın son zamanlarında tekrar döneceğine inanırlar. Dürzilerin Müslüman kabul edilmesi çok zordur.
[91] Dünya edebiyatının en büyük eserlerinden birisi olan, İranlıların milli destanı Şehname (Krallar Kitabı)nın, nihayet 1010'da Firdevsi tarafından tamamlanması Mahmud'un himayesinde gerçekleşmişti. Bu eser, yaklaşık 60.000 mısradan oluşan ve Farsça'da yazılmış en popüler eser olarak kalan bir şiirdir. Bu uzun eser İslam öncesi İranlıları hakkında kesin tarihi bilgilerden çok, rivayetlere dayalı romantik ve kahramanlık masallarıyla doludur; kahramanlar da Zerdüştiler ve Sasanilerdir. Eser, daha sonraki İranlı şairleri olduğu kadar, şiirdeki en güzel masallardan birisi olan Sohrab ve Rustum (1853)'u tekrar anlatan Mathevv Arnold gibi Batılı yazarlar için de bir ilham kaynağı olmuştur; bu bölümde, kahraman Rüstem bir savaşta tanımadığı oğluyla karşılaşır ve onu öldürür.