24 Ekim 2023 Salı

İslam İle İlgili Olarak Doğru Bilinen Yanlışlar

 1- Yüce Allah’ın, “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” ve “(Ey Muhammed!) Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” dediği doğru mudur?

            Cevap: Kudsi hadis, yani manası Allah'a, ifadesi Nebimiz Muhammed’e ait olduğu iddia edilen ve Kur’an’a aykırı olan bu iki söz, bilinen hiçbir meşhur hadis kitabında yer almamaktadır. 

“Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” sözü, Nebimiz Muhammed’in vefatından 1044 yıl sonra doğmuş olan İsmâil b. Muhammed el-Acluni’nin kitabında yer almaktadır (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/132).

“(Ey Muhammed!) Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” Sözünün kaynağı da ne ilginçtir ki bir önceki uydurma sözün kaynağı ile aynıdır  (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/164).

Öyleyse Bizler Ne için Yaratıldık?

Her şey milyarlarca yıl önce, Yüce Allah’ın yüksek rütbeli yaratıklarından biri olan Şeytanın, bir egemenlik alanını Yüce Allah’tan bağımsız, bir ilah (tanrı) olarak yönetebileceği konusunda bir fikir geliştirmesiyle başladı. Oysa şeytan, yalnızca Yüce Allah’ın bir ve tek ilah olma kabiliyetine sahip olduğunu, tanrı olmanın da kendi idrakinden çok daha fazlası olduğu gerçeği konusunda cahildi. Şeytanı, bir egemenlik alanının sorumluluğunu bir tanrı olarak üstlenebileceğine ve onu hastalık, yoksunluk, savaş, kazalar ve kargaşa olmadan yönetebileceğine inandıran şey bencilliği ve kibriydi.

Ancak Yüce Allah’ın yaratmış olduğu varlıkların ezici çoğunluğu Şeytan’la aynı fikirde değildi. Yine de çeşitli derecelerde onunla aynı fikirdeki sayıca çok az olan bencil azınlık, milyarlarca sayıda idi.

Böylece, Göksel Topluluk içinde büyük çekişme patlak verdi: (Deki:) “Onlar tartışırlarken mele-i ala (yüceler meclisi) hakkında bir bilgim yoktu.” (Sad, 38:69)

Şeytan ve yandaşlarının, Yüce Allah’ın mutlak otoritesine karşı olan bu haksız meydan okuması en etkin şekilde karşılanıp çözüldü ve onlara suçlarını kınamaları ve Allah’a teslim olmaları için yeterince şans verildi. Ardından, Yüce Allah, en inatçı isyancıları kendilerini günahtan kurtarmaları için onlara bir şans daha vermek üzere, Dünya adında bir uzay gemisine sürgün etmeye karar verdi.

“Böylece, bütün dünyayı saptıran eski yılan, İblis ve Şeytan denilen büyük ejder aşağı atıldı. Evet, yeryüzüne atıldı ve melekleri de onunla birlikte atıldılar.” (İncil, Vahiy 12:9)

  Eğer bir uçağı uçurabileceğinizi iddia ediyorsanız, iddianızı test etmenin en doğru yolu size bir uçak vermek ve onu uçurmanızı istemektir. Yüce Allah’ın, Şeytanı bir tanrı olabileceği iddiasına yanıt olarak yapmaya karar verdiği şey de tam da buydu. Böylece, Yüce Allah, Şeytanı minik zerre olan Dünya’da halife (temsilci, geçici bir tanrı) olarak atadı:

“Hani Rabbin meleklere ‘Ben, yeryüzünde bir halife (sorumlu, vekil, temsilci) tayin ediyorum.’ demişti…”  (Bakara, 2:30)

Oysa melekler, şeytanın bozgunculuk yapan, yalancı ve katil biri olduğunu biliyorlardı:

“… (Melekler) ‘Orada fesat çıkaracak, kan dökecek olanı mı yaratacaksın? Oysa biz seni hamd (övgü ve şükür) ile tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz (kutsuyoruz).’ dediler. (Allah) ‘Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.’ dedi.” (Bakara, 2:30)

Yukarıdaki ayete benzer bir ifade İncil’de de yer almaktadır: (İsa onlara şöyle dedi): “Siz, babanız İblistensiniz ve babanızın arzularını yerine getirmek istiyorsunuz. O, kendi yolunda yürümeye başladığında katil oldu; hakikat yolunda kalmadı. Çünkü içinde hakikat yoktur. Yalan söylediği zaman, karakterine uygun davranır; Çünkü hem yalancıdır (Tevrat, Yaratılış 3:4,5) hem de yalanın babasıdır.” (İncil, Yuhanna 8:44)

Bu nedenle de isyancıların ve liderinin Allah’ın hükümranlığından sürgün edilip cezalandırılmaları gerektiği kanaatindeydiler. Fakat Merhamet Edenlerin En Merhametlisi Olan Yüce Allah, isyancılara suçlarını kınamaları, tövbe etmeleri ve O’nun mutlak otoritesine teslim olmaları için bir şans vermeyi irade etti.

Şeytan ile aynı fikirde olanlara gelince; onlara egolarını öldürmeleri ve Yüce Allah’ın mutlak otoritesine teslim olmaları için bir şans verildi. Suçlu yaratıkların ezici çoğunluğu bu fırsattan yararlanırken, yaklaşık 150 milyar yaratıktan oluşan küçük bir azınlık bu tekliften yararlanmakta başarısız oldu:

“Biz, emaneti (sorumluluğu) göklere, yere ve dağlara sunduk. Fakat onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Fakat onu insan yüklendi. Doğrusu o, zalimdir, cahildir. (Ahzab, 33:72).


Göksel Topluluktaki çekişme, Allah’ın yaratıklarının farklı kategorilere sınıflandırılmasına yol açmıştır: 

(1) Melekler: Allah’ın mutlak otoritesini asla sorgulamayan yaratıklar melekler olarak sınıflandırıldı; yalnızca Allah’ın, tanrı olma yeteneğine ve niteliklerine sahip olduğunu biliyorlardı. Allah’ın yaratıklarının ezici çoğunluğu bu kategoriye aittir. Sayıları o kadar muazzamdır ki, meleklerin kendileri bile kaç kişi olduklarını bilmezler; onların sayısını ancak Allah bilir:

“… Rabbinin ordularını O’ndan başkası bilmez. Bu, beşer için zikirden (hatırlatmadan) başka bir şey değildir.” (Müddessir, 74:31)           

(2) Hayvanlar ve Diğer Varlıklar: Yukarıdaki şemada gösterildiği gibi, asilerin büyük çoğunluğu Yüce Allah’ın krallığına yeniden katılma yönündeki lütufkâr tekliften faydalandı. Egolarını öldürüp, küfürlerinin bir kefareti olarak teslimiyetçi bir rolü yerine getirmek için bu dünyaya gelmeyi kabul ettiler. Bu dünyadaki teslimiyetçi rollerine karşılık olarak, bu yaratıklar, günahlarından kurtarılarak Yüce Allah’ın sonsuz krallığına geri alınırlar:

“Yeryüzünde hareket eden hiçbir dabbe (canlı) ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler (topluluklar) olmasın. Biz, Kitapta (Tevrat, İncil ve Kur'an’da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar, Rablerinin huzurunda toplanacaklar.” (En’am, 6:38)

At, köpek, ağaç, Güneş, Ay, yıldızlar, aynı zamanda deforme olmuş ve retarde çocuklar, suçlarını kınayan ve tövbe eden zeki yaratıklar arasındadır:

“Göklerdeki ve yerdeki her şeyin; Güneş’in, Ay’ın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların, aynı zamanda birçok insanın Yüce Allah’a secde ettiklerini görmez misin? Bununla birlikte, birçok insan ise azap için mukadderdir.” (Hac, 22:18)

Atın egosu yoktur. Atın sahibi zengin veya fakir, uzun veya kısa, şişman veya zayıf, genç veya yaşlı olabilir ve at hepsine hizmet edecektir. Köpeğin egosu yoktur; sahibi ne kadar zengin ya da fakir olursa olsun kuyruğunu sahibine sallayacaktır. Güneş her gün tam olarak Yüce Allah’ın tayin ettiği zamanlarda doğar ve batar. Ay, Dünya etrafındaki senkronize yörüngesini en ufak bir sapma olmadan takip eder. İnsan vücudu -geçici bir elbise- yeryüzüne aittir; bu bakımdan, o da bir teslim olandır. Kalp, akciğerler, böbrekler ve diğer organlar kontrolümüz dışında fonksiyonlarını yerine getirirler.

(3) Cinler: Suçlu yaratıkların diğer yarısı, Şeytanın bakış açısına daha yakın olup devasa bencillik sergileyenler, cinler olarak sınıflandırıldı.

Dünya üzerindeki cennete yerleştirilmek üzere önce cinler ve ardından da insanlar yaratılır.

Kendisine verilen halifeliğin kalıcı olacağını sanan şeytan, insanın yaratılış sürecinde ilk sınavında başarısız olur (Hicr, 15:26-43) ve ona verilmiş olan bu yetkiyi insanlara kaptırır (En’am, 6:165).

(4) İnsanlar: En inatçı isyancılar (insanlar ve cinler) suçlarını kınamayı reddettiler ve Şeytanın iddiasının gösterisine tanıklık etmeyi seçtiler. Şeytanın iddiasıyla ilgili şüphe duydukları halde, Yüce Allah’ın mutlak otoritesi konusunda sağlam bir duruş sergileyemediler. Bu yaratıkların Yüce Allah’ın her şeye gücü yetmesini takdir etmelerine engel olan şey egodur (bencillik ve kibirdir), kendilerine böylesi bir fırsat teklif edildiğinde teslim olmalarını engelleyen şey nefisleriydi (egolarıydı, bencillikleriydi).

Yaklaşık 150 milyar yaratıktan oluşan bu küçük azınlık (insanlar), Yüce Allah’ın egemenliğine (krallığına) yeniden katılma yönündeki lütufkâr tekliften de yararlanmakta başarısız oldu: “Biz, emaneti (sorumluluğu) göklere, yere ve dağlara sunduk. Fakat onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Fakat onu insan yüklendi. Doğrusu o, zalimdir, cahildir. (Ahzab, 33:72).

Çoğumuz ile Yüce Allah’ın krallığına yeniden giriş arasında duran şey de egodur: Hevasını (arzu ve isteklerini) ilah edineni gördün mü? Sen, ona vekil mi olacaksın?”  (Furkan, 25:43).

Böylece Dünya’da oluşturulan cennete yerleştirilmek üzere çamurdan insan yaratılır:  

“İnsanı, hamein mesnun (belirli bir ölçü ve terkibe göre şekil verilmiş bir balçık) olan salsalden (ses çıkaracak kadar kupkuru bir balçıktan) yarattık. Cinleri ise, önceden semum (maddenin özüne işleme özelliğine sahip zehirli) bir ateşten yarattık. Rabbin, meleklere demişti ki: ‘Ben hamein mesnun olan salsalden bir beşer (insan) yaratıyorum. Biçimlendirip ruhumdan ona (can) üflediğimde, ona secde edin (onun değerini takdir edin, faziletini kabul edin, ona saygı gösterin)!’ Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secde ettiler.” (Hicr, 15:26-30)

            Ancak, minik zerre olan Dünya’da halife (temsilci, geçici bir tanrı) olarak atanan şeytan (Bakara 2:30), tekrar kibrine yenilir ve Allah’ın emrine karşı gelir:  

“… Ancak İblis (sapkın), secde edenlerle birlikte olmayı reddetti. “Ey İblis! Seni, secde edenlerle olmaktan alıkoyan nedir?” dedi. Dedi ki: “Çamurdan, yıllanmış balçıktan yarattığın bir beşere secde etmem!” Dedi ki: “Öyleyse çık oradan! Sen recmedildin (kovuldun, lanetlendin)! Din Gününe (hesap gününe) kadar da lanet senin üzerinedir.

Lanetlenmiş ve halifelik görevini kaybetmiş olan şeytan, sapmasına neden olan insandan intikam almak için, Yüce Allah’tan kıyamet gününe kadar izin ister:

“Rabbim! O halde (insanların) yeniden döndürülecekleri güne (hesap gününe) kadar bana mühlet ver.” dedi. Dedi ki: “Sen, mühlet (süre) verilenlerdensin. Bilinen vaktin gününe (Hesap Gününe) kadar.” Rabbim! Sapmama neden olduğun için, ben de yeryüzündeki her şeyi onlara cazip göstereceğim, hepsini de saptıracağım. Onlardan, muhlis (ihlaslı, samimi, erdemli) olan kulların hariç.” Dedi ki: “Bu, Bana varan sırat-ı müstakimdir (dosdoğru olan yol budur)! Kullarım üzerinde senin sultanın (yetkin ve otoriten) yoktur; azgınlaşıp sana uyanlar hariç. Onların hepsinin varacağı yer de cehennemdir. (15:31-43)

“(İblis) dedi ki: “Senin izzetin (yüceliğin, onur ve şerefin) üzerine andolsun ki onların hepsini saptıracağım. İçlerinden, muhlis (ihlaslı, erdemli) kulların istisna.” (Allah) dedi ki “Hak (gerçek, hakikat) olan işte budur ve Ben, hak (gerçek, hakikat) olanı söylerim! Cehennemi senden (cinlerden) ve onlardan (insanlardan) sana uyanlarla dolduracağım.” (38:82-85)

Ardından, yeryüzündeki cennete (bahçeye) yerleştirilen insan, şeytanın aldatması sonucu Allah’ın ilk emrini çiğner:

“Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin ve dilediğiniz yerde, ondan (nimetlerinden) bolca yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz!” dedik. Fakat şeytan onları oradan (kandırarak) kaydırdı ve içinde bulundukları yerden çıkardı. Biz de “Birbirinize düşman olarak inin. Belirli bir süreye kadar, yeryüzü size barınak ve geçinme yeri olacak.” dedik. (2:35, 36)

“Böylece, onları yalanlarla aldattı. Ağacı tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennetin yapraklarıyla üstlerini örtmeye başladılar. Rableri de onlara seslendi: “Sizi o ağaçtan menetmedim mi, şeytan da sizin apaçık düşmanınızdır demedim mi?” “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz.” dediler. Dedi ki: “Birbirinize düşman olarak inin. Belirli bir süreye kadar, yeryüzü size barınak ve geçinme yeri olacak.” Dedi ki: “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan (hesap vermek üzere) çıkarılacaksınız.” (7:22-25)

Şeytanın Adem ve Havva’yı kandırması hadisesi, Tevrat’ta ayrıntılı olarak anlatılmaktadır:

“Allah (el ilah, tanrı olan) Yehova, Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu. Allah olan Yehova, doğuda Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu… Allah olan Yehova, Aden bahçesine bakması ve onu işlemesi için Adem’i oraya koydu. Allah olan Yehova, ona “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu. “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” Sonra Allah olan Yehova dedi ki: “Adem’in yalnız kalması iyi değil. Kendisine karşı bir yardımcı yaratacağım. Allah olan Yehova, yerdeki hayvanların ve gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne isim vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem, her birine ne isim verdiyse o canlı o isim ile anıldı. Adem, bütün evcil ve yabanıl hayvanlara ve gökte uçan kuşlara isim koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. Allah olan Yehova, Adem’e derin bir uyku verdi ve (Adem) uyudu.  (Adem uyurken), Allah onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı. Allah olan Yehova, Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. Adam “Şimdi bu, kanım ve canımdır. İsmi Kadın (İşa) olsun; çünkü adamdan (İş) alındı.” dedi. Bu nedenle Adem, annesini ve babasını bırakacak, karısına bağlanacak ve onlar tek beden olacaklar. Adem ve eşi çıplaktılar, ancak (bu durumdan) utanmıyorlardı. (Yaradılış 2:8-25)

“Allah olan Yehova’nın yarattığı yabani hayvanlarının en kurnazı (hilekarı) yılandı. Yılan kadına, “Allah gerçekten, ‘Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?” diye sordu. Kadın, “Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, Ancak Allah, “Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin ve ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz” dedi. Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi. “Çünkü Allah, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacağını ve Allah gibi iyiyle kötüyü tanır hale geleceğinizi biliyor.” Kadın, ağacın güzel, meyvesinin yemeğe uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyvesinden aldı ve yedi. Yanındaki kocasına da verdi ve (o da) yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları diktiler ve kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün rüzgarıyla bahçe içinde dolaşan Allah olan Yehova’nın Sesi’ni duydular. Adem ve karısı, (kaçıp) bahçenin ağaçları arasında Yehova’dan gizlendiler. Allah olan Yehova, Adem’e “Neredesin?” diye seslendi. Adem, “Bahçede sesini işitince korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim” dedi. Yehova dedi ki: “Çıplak olduğunu sana kim söyledi? Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?” Adem dedi ki: “Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan (meyvesinden) bana verdi, ben de yedim”. Yehova, kadına “Nedir bu yaptığın?” dedi. Kadın, “Yılan beni aldattı ve (o yüzden) yedim.” dedi. (Bunun üzerine) Yehova, yılana dedi ki: “Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabani hayvanların en lanetlisi sen olacaksın. Karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.” (Yehova) kadına, “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim” dedi. “Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.” Adem’e de dedi ki: “Eşinin sözünü dinlediğin ve sana, meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lanetlendi; ondan (topraktan) zahmetlerle yiyecek çıkaracaksın. Ve (Toprak) sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, ondan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin.” Adem, karısına Havva adını verdi. Çünkü o tüm insanların annesiydi. Allah olan Yehova, Adem’e ve karısına deriden giysiler yaptı ve onları giydirdi. Sonra da Allah, “Adem, iyi ve kötüyü tanıma konusunda bizden biri gibi oldu. Artık elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasını.” dedi. Böylece Allah olan Yehova, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere onu (Adem’i) Aden bahçesinden çıkardı.” (Yaradılış 3:1-22)

Böylece hem cinlere hem de insanlara kendilerini yeniden ıslah etmeleri, nefislerini kınamaları ve Yüce Allah’ın mutlak otoritesine teslim olarak kendilerini günahlarından kurtarmaları için bu dünyada değerli bir şans verilmiştir.

Doğumdan ölüme kadar her insana bir cin atamak Yüce Allah’ın planıydı. Cin, yoldaşı olduğu şeytanı temsil eder; onun bakış açısını destekler ve eşlik ettiği insanı saptırmak ister:

“Ey Ademoğulları! Şeytan, ana babanızın mahrem yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın! O ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları iman etmeyenlere evliya (yoldaş, yol gösterici) kıldık.” (Araf, 7:27)

“Ey Ademoğulları! Ben, size ‘Sizin için apaçık düşmanınız olan şeytana kulluk (ibadet ve hizmet) etmeyin.’ diye sizinle ahdetmedim mi?” (Yasin, 36:60)

“… Benim yerime onu (İblisi) ve onun soyunu mu evliya ediniyorsunuz? Oysa onlar düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişimdir!” (Kehf, 18:50).

Yoldaşı, “İşte yanımdaki hazır” der.” Atın cehenneme, her inatçı kâfiri; Hayra engel olanı, azgını, şüpheciyi. O, Allah ile birlikte başka ilah edindi. Onu şiddetli azaba atın!” Yoldaşı, “Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Zaten kendisi derin bir sapkınlık içindeydi.” dedi. Dedi ki: “Huzurumda çekişmeyin! Sizi daha önce yeterince uyardım. Katımda söz değiştirilmez, kullara zulmeden de değilim!” (Kaf, 50:23-29)

Halifelik artık insanlara geçmiştir (6:165). Ancak bu yetki, İblis gibi sınavı kaybedenlerden alınır ve o göreve layık kişilere veya topluluklara devredilir. Sırasıyla Nuh ve gemidekiler (10:73), ardından Semud kavmi (7:73), ardından İsrailoğulları (7:129), ardından da Muhammed ve ona iman edenler (35:39) halife kılınır.

Ardından da yeryüzünün halifeliği başkalarına vadedilir: Allah, içinizden iman edip salih amel (doğru, yapıcı, iyi fiiller) işleyenlere; kendilerinden öncekileri halife (sorumlu, egemen) kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacağını, onlar için uygun gördüğü ve razı olduğu dini, kendileri için sağlamlaştıracağını ve ardından korkularını emniyete dönüştüreceğini vadetmiştir.(Nur, 24:55)

“Resulleri (elçileri) kendilerine beyyinelerle (apaçık delillerle) geldiği halde, iman etmeyip zulmettikleri için, sizden önce nice nesilleri helak ettik. Mücrim (azılı suçlu) topluluğu işte böyle cezalandırırız.” (Yunus, 10:13)

 

2- Peygamberliğin sona erdiği doğru mudur?

            Yusuf Nebi, Mısır halkına beyyinelerle (apaçık kanıtlarla) geldiği halde ondan şüphelendiler ve ona inanmadılar. Vefat edince de “Allah ondan sonra asla resul göndermez!” (40:34) dediler.

Musa Nebi tebliğ için o topluma geldiğinde de onların çoğu “Bizi büyülemek için hangi ayeti (kanıtı) getirirsen getir, sana iman edecek değiliz.” (Araf, 7:132) dediler.

Musa’ya uyanlar da onun vefatında onun için 30 gün yas tuttular ve “O günden bu yana İsrail'de Musa gibi Yehova’nın (Allah’ın) yüz yüze görüştüğü bir nebi çıkmadı.” (Tevrat, Yasanın Tekrarı 34:1-10) iddiasında bulundular.

Sonraki Yahudi nesiller ise “Musa en büyük nebidir ve nebilik çağı Malaki ile son bulmuştur, yeni bir nebiye ihtiyaç yoktur.” (Talmud, Sanhedrin, 11a; Bava Batra, 12a) iddiasında bulunarak hem İsa Nebi’yi reddettiler hem de İsa Nebi’nin öğretilerinin kendilerinin uydurmuş olduğu Yahudiliğin Esas İnancına ters düştüğünü iddia ettiler.

Hristiyanlar da Tevrat’a iman edip uydukları halde, İncil’e göre “Tanrı’nın Sözü olan kitaplar, İbrahim’in soyu olan Yahudilere emanet edildi.” (Romalılar 3:2) ve yine İncil’de yer alan “Alfa ve Omega, birinci ve sonuncu, başlangıç ve son Ben’im.” (Vahiy 22:13) ayetini gerekçelendirerek İsa’nın Allah’tan gelen son Nebi olduğunu iddia ederek Muhammed Nebi’yi reddetmektedirler.

Maalesef gelenekçi Müslümanlar da Yahudi ve Hristiyanların kendi kutsal kitapları olan Tevrat, Zebur ve İncil’i değiştirdiklerini ve kafir olduklarını, son peygamberin de Muhammed olduğunu iddia etmektedirler. Bu hususların da Kur’an’da yazıldığını iddia etmektedirler.

“Son Peygamber Muhammed’dir” iddiası ile ilgili olarak ise;

Kur’an’da “peygamber” sözcüğünün geçmediğini, Allah’ın göndermiş olduğu elçiler için “nebi” ile “resul” şeklinde iki farklı ifadenin kullanıldığını; ancak yapılan tercümelerde ve yorumlarda ise “nebi” ve “resul” terimlerinin peygamber kavramıyla manipüle edildiğini görüyoruz.

Nebi ve resul terimleri ile ilgili yapılan araştırmada; Kendilerine bildirilen vahyi (vahyi) bildirmekle görevlendirilenlerin “resul” olduğunu “Maide, 5:67, 99; Araf, 7:68; Ahzab, 33:39; Yasin, 36:17 ve Cin, 72:23” ayetlerinden; bu resullerden kendilerine kitap (ayet, mushaf) verilenlerine aynı zamanda “nebi” denildiğini de Enam, 6:89 ayetinden anlıyoruz.

Kur’an’da adı geçenlerden 22 tanesinin (Adem, İdris, Nuh, İbrahim, İshak, İsmail, Yakub, Eyyub, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Yusuf’, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, Elyesa, Yunus, Lut, Zülkifl ve Muhammed) “nebi” olduğunu (3:3; 6:83-89; 7:157; 16:44, 64); 3 tanesinin (Hud, Şuayb ve Salih) ise sadece “resul” olduğunu yine Kur’an’dan öğreniyoruz (26:124, 125, 142, 143, 177, 178).

Kur’an’da, Ahzab, 33:40 ayetinde geçenMuhammed… Allah’ın Resulüdür ve nebilerin hatemidir (mührüdür).” mealindeki ifadeden de Nebimiz Muhammed’in, kendisine kitap verilen nebilerin sonuncusu olduğunu, ancak tevhit inancını anlatan resullerin sonuncusu olmadığını anlıyoruz. Nebimiz Muhammed için kullanılmakta olan “hatemel enbiya-i velmurselin” (Nebilerin ve resullerin sonuncusudur) ifadesinin de uydurma olduğunu da böylece öğrenmiş oluyoruz.

Yine Yüce Allah’ın, her ümmete (topluma, topluluğa) müjdeleyici ve uyarıcı elçiler (resuller) gönderdiğini de yine Kur’an’dan öğreniyoruz (Bkz Fatır, 35/24; Nahl, 16:35, 63; Yunus, 10/47).

“Ey Ademoğulları! Kendi içinizden size ayetlerimi anlatacak resuller geldiğinde kim takvalı (erdemli, sorumluluk bilincine sahip) davranırsa ve (kendini) ıslah ederse, artık onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler.” (Araf, 7/35) ayetinde de resullerin geleceğinin belirtildiğini görüyoruz.

Resullerin (elçilerin) Uyduğu Kriteler Nelerdir?

1- Elçiler apaçık kanıtlarla gelirler: “Bu, resuller kendilerine beyyinelerle (apaçık kanıtlarla) geldikleri halde inkâr etmelerindendir. Allah da onları cezalandırdı.” (Mümin, 40:22)

2- Elçiler, tevhide davet ederler ve indirilmiş olan vahye (Kitaba) uyarlar:

“De ki: “Ben, ancak Rabbimden bana indirilene uyarım. "Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (gerçeği gösteren bilgiler ve kanıtlardır); iman eden bir toplum için hidayet (kılavuz) ve rahmettir.” De ki “Onu, kendi nefsime göre değiştirecek değilim. Ben, bana vahyedilene uyarım. Rabbime isyan edersem, azim (azametli, büyük) bir günün azabından korkarım.” (Araf, 7:203)

Ayetlerimiz açıkça tilavet edildiğinde (okunup aktarıldığında) bizimle karşılaşmayı ummayanlar, “Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir.” dediler. De ki “Onu, kendi nefsime göre değiştirecek değilim. Ben, bana vahyedilene uyarım. Rabbime isyan edersem, azim (azametli, yüce, büyük) bir günün azabından korkarım.” (Yunus, 10:15)

3- Elçiler, yaptıkları bu görev nedeniyle insanlardan herhangi bir karşılık beklemezler: “Ey halkım, gönderilmiş olan resullere uyun! Sizden bir ecir (karşılık, ücret) istemeyen bu kimselere uyun.” (Yasin, 36:20, 21)

Yakın Bir Zamanda Bir Elçi Gelmiş Midir?

1974 yılında, Kur'an'ın 19 sayısı ve katları üzerine kurulu bir matematiksel sistem ile yazılmış olduğunu bilgisayar ile ispatlayan ve Amerika’da Biyokimya Alanında doktora yapmış olan Reşat Halife, 1988 yılında kendisinin, Kuran'da (Ali İmran, 3:81) ve Tevrat’ta (Malaki 3:1-3) belirtilen “Yüce Allah’ın Antlaşma Elçisi” olduğunu, Kur’an’daki matematiksel sisteme dayalı mucizeyi açıklamanın da kendisinin beyyinesi (apaçık kanıtı) olduğunu belirttiğini görüyoruz.

Yüce Allah’ın da bu matematiksel sistem ile korumuş olduğunu, Hicr, 15:9 ayetinde yer alan “Zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik, onu koruyup gözeten de Biziz.” İfade ile de bunun kastedildiğini belirtmektedir.

Yüce Allah’ın Antlaşma Elçisi Reşat Halife, kendi misyonunun, mevcut tüm kutsal yazıları doğrulamak, onları arındırmak ve tek bir ilahi mesajda birleştirmek olduğunu söylemektedir. Kuran’ın ifadeleriyle de Allah’ın mesajını bozulmamış saflığına onarmak vasıtasıyla, doğruluk üzere olan imanlıları ve bütün insanlığı karanlıklardan aydınlığa yönlendirmek (Maide, 5:19 ve Talak, 65:11), İslam’ın, Allah tarafından kabul edilebilir tek din olduğunu ilan etmek (Ali İmran, 3:19) ve herkesi Yüce Allah’ın Son Ahit Kitabı olan Kur’an’a uymaya davet etmekle görevlendirildiğini söylemektedir.

Kur’an’daki matematiksel sisteme dayalı mucize sayesinde “Huruf-u Mukattaa”lar ile ilgili olarak tespit edilen hususlardan bazıları:

No

Başlangıç Harfleri

Açıklamalar

1

Elif, Lâm, Mîm.

6 surede bulunmaktadır: 2:1, 3:1, 29:1, 30:1, 31:1 ve 32:1. Bu 6 surede; 8945 tane “Elif”, 6493 tane “Lâm” ve 4436 tane de “Mim” harfi vardır.  Bu harflerin toplam sayısı 19874’tür. Bu sayı da 19’un tam 1046 katıdır.

Kur’an’da 48/24 ayetinde “Mekke” ifadesi doğru kullanılırken; “Elif, Lam, Mim” harflerinin geçtiği surelerdeki “Mim” harflerinin toplam sayısı 19’un katı olsun diye; 3/96 ayetinde “Mim” harfi içeren “Mekke” ifadesi yerine, “mim” harfi içermeyen “Bekke” ifadesi kullanılmıştır.

Tevrat’ta, Nuh’un 950 yaşında olduğu belirtilmektedir (Tekvin/Yaratılış 9/29). Kur’an’da ise Nuh’un yaşı; “Elif, Lam, Mim” harflerinin geçtiği surelerdeki “Mim” harflerinin toplam sayısı 19’un katı olsun diye; 29/14 ayetinde 2 tane “Mim” harfi içeren “tis’amiayat wahamsin seneten” (dokuzyüz elli yıl) yerine 1 tane “Mim” harfi içeren “elfe senetin illa hamsine” (bin seneden elli yıl eksik) ifadesi kullanılmıştır.

2

Elif, Lâm, Mîm, Sâd.

1 surede bulunmaktadır: 7:1. Bu surede; 2510 tane “Elif”, 1530 tane “Lâm”, 1164 tane “Mim” ve 97 tane de “Sad” harfi vardır.  Bu harflerin toplam sayısı 5301’dir. Bu sayı da 19’un tam 279 katıdır.

3

Elif, Lâm, Râ.

5 surede bulunmaktadır: 10:1, 11:1, 12:1, 14:1 ve 15:1.  Bu 5 surede; 5091 tane “Elif”, 3295 tane “Lâm” ve 1095 tane de “Râ” harfi vardır.  Bu harflerin toplam sayısı 9481’dir.  Bu sayı da 19’un tam 499 katıdır. 

4

Elif, Lâm, Mîm, Râ

1 surede bulunmaktadır: 13:1. Bu surede; 605 tane “Elif”, 480 tane “Lâm”, 260 tane “Mim” ve 137 tane de “Râ” harfi vardır. Bu harflerin toplam sayısı 1482’dir. Bu sayı da 19’un tam 78 katıdır.

5

Kâf, Hâ, Yâ, Ayn Sâd

1 surede bulunmaktadır: 19:1. Bu surede 137 tane “Kaf”, 175 tane “Ha”, 343 tane “Ya” ve 117 tane “Ayn” ve 26 tane de “Sad” harfi var.  Bu harflerin toplam sayısı da 798’dir. Bu sayı da 19’un tam 42 katıdır.

6

Tâ Hâ

 “Ta, ha” 1 surede (20:1), “Ta, Sin” 1 surede (27:1), “Ta, Sin, Mim” ise 2 surede (26:1, 28:1) bulunmaktadır. Bu 4 surede; 107 tane “Ta”, 426 tane “Ha”, 290 tane “Sin” ve 944 tane de “Mim” harfi vardı.  Bu harflerin toplam sayısı 1767’dir. Bu sayı da 19’un tam 93 katıdır.

7

Tâ, Sîn.

8

Tâ, Sîn, Mîm.

9

Yâ Sîn.

1 surede bulunmaktadır: 36:1. Bu surede 237 tane “Ya” ve 48 tane de “Sin” harfi vardır.  Bu harflerin toplam sayısı da 285’tir. Bu sayı da 19’un tam 15 katıdır.

10

Sâd.

3 surede bulunmaktadır: 7:1, 19:1 ve 38:1. Bu 3 suredeki “Sad” harfinin toplam sayısı 152’dir. Bu sayı da 19’un tam 8 katıdır.

11

Hâ Mîm.

7 surede bulunmaktadır: 40:1, 41:1, 42:1, 43:1, 44:1, 45:1 ve 46/17.  Bu 7 surede 292 tane "hâ” ve 1855 tane de “mîm” harfi var. Bu harflerin toplam sayısı 2147’dir. Bu sayı da 19’un tam 113 katıdır

12

Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf.

1 surede bulunmaktadır: 42:2. Bu surede 98 taneAyn”, 54 tane “Sin” ve 57 tane “Kaf” harfi bulunmaktadır. Bu harflerin toplam sayısı 209’dur ve bu sayı 19’un tam 11 katıdır. (98+ 54+57=209)

13

Kâf.

1 surede bulunmaktadır: 50:1. Bu surede 57 tane “kaf” harfi vardır. Bu sayı da 19’un tam 3 katıdır.  Bu suredeki “kaf” harflerinin toplam sayısı 19’un katı olsun diye; 50/13 ayetinde “kaf” harfi içeren “Lut kavmi” ifadesi yerine, (قَ) harfi içermeyen “ihvanu lut” (Lut’un Kardeşleri) ifadesi kullanılmıştır.

14

Nûn.

1 surede bulunmaktadır: 68:1. Bu surede 133 tane “Nun” harfi vardır. Bu sayı da 19’un tam 7 katıdır.

Bu suredeki “Nun” harflerinin toplam sayıyı 19’un katı olsun diye 68/48 ayetinde, Yunus Nebi’nin ‘nun’ harfi içeren “Yunus” ismi yerine, ‘nun’ harfi içermeyen “sahibil hut” (balık sahibi) kelimeleri kullanılır.

Açıklama: Bu inceleme için Kur’an’ın “Uthmani Mushaf”ına bakınız.





















 
























Yüce Allah, Neden Şimdi Bir Elçi Gönderdi?

Allah, nebilerden “Ben, size Kitap ve hüküm (doğru hüküm verme yeteneği) verdikten sonra yanınızda bulunanı (size verilen kitabı) tasdik eden (doğrulayan) bir resul geldiğinde ona mutlaka iman edecek (inanıp güvenecek) ve ona yardım edeceksiniz.” diye misak (söz) aldı. “Bunu ikrar (kabul) ettiniz mi ve bu ağır yükü üstlendiniz mi?”ı dediğinde, “ikrar ettik.” dediler. (Allah) “O halde şahit olun, Ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim.” dedi.(Ali İmran, 3:81)

Yüce Allah, bir başka ayette de nebilerden misak (söz, antlaşma) aldığını bildirmektedir: “Nebilerden misak (kuvvetli ahit, söz) almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan. Onlardan sapasağlam bir misak almıştık.” (Ahzab, 33:7)

 “İşte, habercimi gönderiyorum; önümde yolu açacak. Aradığınız Bey ve sevinçle beklediğiniz antlaşma habercisi, mabedine ansızın gelecek. Evet, işte geliyor!” Göklerin hâkimi TANRI böyle diyor. “Onun geldiği güne kim dayanacak, ortaya çıktığında kim ayakta kalacak? Çünkü o, maden arıtanın ateşi, çamaşırcının küllü suyu gibi olacak. Madeni eriten, gümüşü arıtan biri gibi oturup Levioğullarını arındıracak, onları altın, gümüş gibi saflaştıracak ve onlar TANRI’ya doğrulukla sunular veren bir halk olacak.’ (Tevrat, Malaki 3:1-3)

Ali İmran Suresi 3:81 ayetinde belirtildiği gibi, Allah tüm nebilerin ilettiği mesajları (ayetleri) tasdik etmek (doğrulamak), sağlamlaştırmak, arındırmak ve onları tek bir din olan İslamiyet’te (Allah’a Teslim Olmakta) birleştirmek için bir elçi olarak gönderdi. (Bkz: Reşat Halife Ek 2)

Şu nedenlerden ötürü, bu önemli kehanetin gerçekleşmesi için zamanlama kesinlikle uygundur:

1. Yüce Allah, ‘Eski Ahit’ olan Tevrat ve ‘Yeni Ahit’ olan İncil’deki hususlara da açıklık getiren ve tüm mesajlarını içeren “Son Ahit” Kuran ile iletti.

2. Yahudiler ve Hristiyanlar gibi Müslümanlar da tevhitten uzaklaştılar.

Bazıları şunu merak edebilir:

Allah, mesajını tamamlamak ve birleştirip sağlamlaştırmak için neden bunca zaman bekledi? veya;

Âdem’den bu yana kutsal yazıların tamamını almamış insanlara ne olacak?

Kuran, bu soruya Musa’nın sözleriyle açıklık getirmişti: (Firavun) “Sizin Rabbiniz kim, Ey Musa?” dedi. (Musa) dedi ki: “Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra onu hidayete erdirendir (yol gösterendir).”  (Firavun) “Öyleyse önceki nesillerin durumu ne olacak?” dedi. (Musa) dedi ki: “Onun bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabbim, şaşırmaz ve unutmaz.” (Taha, 49-52)

3- Dünya nüfusu, yaratılıştan bugüne (1990 yılına) kadar 7 milyarı aşmadığı basit bir istatistiki meseledir. Şu andan itibaren dünyanın sonu olan 2280 yılına (Ek 25) kadar toplam dünya nüfusunun 75 milyarı geçeceği tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, insanların büyük bir çoğunluğu, şemada görüldüğü gibi Yüce Allah’ın arındırılmış ve birleştirilip sağlamlaştırılmış mesajını almaya mukadderdir.


3- Nebiler ve Resuller niçin gönderilmektedir?

Nebimiz Muhammed de dahil bütün resuller ve nebiler, toplumlarını tevhit inancına davet ettiler.

Yani kendi halklarını “la ilahe illallah” “Allah’tan başka ilah (tanrı, yaratan, hüküm koyan) yoktur” söylemine davet ettiler.

Bu ifade Kur’an’da 29 defa geçtiği halde gelenekçi Müslümanlar bunu tahrif ettiler. Sünni Müslümanlar, namaz da dahil olmak üzere her ortamda kelime-i tevhidi “Lailaheillallah, Muhammedun Resulullah”; Şii Müslümanlar ise “Lailaheillallah, Muhammedun Resulullah, Aliyen Veliyullah” şeklinde söylemekle yetinmez, aynı zamanda bu ifadeyi kendi dinlerine girişin şartı olarak görürler.

 

4- Allah’ın varlığına iman edenler Cennete mi girecek?

“Ne demek ‘senin Rabbin (tanrın) kim? Benim Rabbim (tanrım) göklerin ve yerin Yaratıcısıdır.”

İnsanların çoğu, Allah’ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ilan etmektedirler. Ancak bu söylemin lafta kalan bir bağlılıktan fazlası olmadığını, kendilerinin de Cehennem için mukadder olduklarını öğrendiklerinde şok olacaklardır:

            Onların çoğu da Allah’a şirk koşmadan iman etmezler. Onlar, hiç beklemedikleri bir anda, Allah’ın her şeyi kaplayan azabının gelmeyeceğinden veya onlar farkında değilken, ansızın o saatin (kıyametin) kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?” (12:106, 107).

            Zamanın çoğunda zihninizi kim veya ne meşgul ediyorsa sizin ilahınız (tanrınız) odur. Sizin tanrınız çocuklarınız (Araf, 7:190), eşiniz (Tevbe, 9:24), işiniz (Kehf, 18:35) yahut nefsiniz (egonuz) (Furkan, 25:43) olabilir.

Ruh kurtarıcı alışkanlıklar edinmemizde yol gösterici olan yegane kaynak Kuran’dır. Bu için de Yüce Allah’ın zihinlerimizi her şeyden daha fazla meşgul etmesini garanti ettiğimiz belli alışkanlıklar edinmeliyiz. Örneğin;

1. Kuran’daki en önemli ve en çok tekrarlanan buyruklardan birinin her işte Yüce Allah’ı hatırlamak ve anmak olduğunu fark görüyoruz:

            “Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin (anın, hatırlayın). Ve O’nu, (günün) başında ve sonunda (yani gece gündüz) tesbih edin.” (Ahzab, 33:41, 42)

             2. Yemek yerken, günlük işleri yaparken, rızık kazanırken ve ticaret yaparken sürekli Yüce Allah’ı anın;

“Bismillahirrahmanirrahim, lailahe illallah”. Yani; Rahman (En Lütufkâr) ve Rahim (En Merhametli) olan Allah’ın adıyla; Allah’tan başka ilah (tanrı) yoktur.

“Üzerine Allah’ın adı anılmamış olan şeylerden de yemeyin.” (En’am, 6:121)

“Hiçbir şey için de “Yarın bunu yapacağım.” deme. İnşallah (Allah isterse) de. Unuttuğunda da Rabbini an ve “Rabbim daha iyisini yapmak için bana irşad et (doğru yolu göster).” de.” (Kehf, 18:24, 25)

“Benim, senden daha az mal (servet) ve evlada sahip olduğumu da görüyorsan; bahçene girerken, “Mâşaallah, le kuvvete ille billâh.” (Allah’ın istediği olur, güç ve kudret ancak Allah iledir) demen gerekmez miydi?” (Kehf, 18:39)

 

5- Nebimiz Muhammed okuma-yazma bilmiyor muydu?

Nebimiz Muhammed okur-yazardı ve kendisine gelen vahiy ayetlerini kendi elleriyle yazdı.

            İlk vahiy “Oku” idi ve “Allah kalem yoluyla öğretir.” (Alak, 96:1-4) ifadesini içeriyordu. İkinci vahiy de “Kalem” idi (Kalem, 68:1). Kalemin de tek fonksiyonu yazmaktır.

            Kuran’dan sonraki ilk iki asrın cahil gelenekçi Müslüman din bilginleri, Kuran’ın kendisi gibi bir şey üretmeye dair meydan okumasını anlayamadılar. Kuran’ın matematiksel kompozisyonu hakkında hiçbir fikirleri yoktu ve biliyorlardı ki birçok edebiyat devi Kuran’la karşılaştırılabilir yapıtlar meydana getirebilirdi. Aslında böyle birçok edebiyat devi, Kuran kadar mükemmel bir edebi eser üretme kabiliyetini iddia ettiler.

Ardından da bu din bilginleri, Muhammed’i okuma-yazma bilmeyen bir adam olarak ilan etmeye karar verdiler. Bunu yaparken de Kuran’ın olağanüstü edebi mükemmelliğini gerçekten mucizevi hale getireceğini düşündüler. Bunun için de “ümmi” sözcüğünü okuma-yazma bilmemek şeklinde tahrif ettiler ve özellikle de önceki kutsal yazılarla ilgili olan şu ayeti suistimal etmektedirler:

“Sen de bundan önce bir kitaptan (Tevrat-İncil) okuyan değildin, onları elinle de yazıyor değildin. Öyle olsaydı, batılda olanlar kuşkulanırlardı.” (Ankebut, 29:48)

Oysa küçük bir araştırma yapıldığı takdirde, bu sözcüğün “Kitap Ehli olmayan” veya herhangi bir kutsal yazıyı (Tevrat ve İncil) takip etmeyen kişi anlamına geldiği görülmektedir. Ayrıca “ümmi” sözcüğünün “okuma-yazma bilmeyen” anlamına gelmediğini Kur’an ayetlerinden de anlamaktayız:

“Onlardan bir kısmı da ümmidir (vahiyden habersizdir). Kuruntu ve söylentiler dışında kitabı (Tevrat’ı) bilmezler ve sadece zanda bulunurlar.” (2:78)

“Seninle tartışırlarsa de ki: “Ben, kendimi Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da.” Kitap verilenlere ve ümmilere de ki: “Siz de İslam (teslim) oldunuz mu?” Eğer İslam olurlarsa hidayete ermişlerdir. Dönerlerse (yüz çevirirlerse); sana düşen sadece tebliğdir (vahyi duyurmaktır). Allah, kullarını görmektedir.” (Ali İmran, 3:20)

Kitap ehlinden bazılarına yüklerle (yığınla) mal emanet etsen, onu sana (eksiksiz) öder. Onlardan bazılarına da bir dinar emanet etsen, başına dikilmediğin sürece onu sana ödemez. Bunun nedeni, onların “Ümmiler hakkında bizim için bir yol (sorumluluk) yoktur” demeleri ve bile bile Allah hakkında yalan söylemelerindendir.” (Ali İmran, 3:75)

“O, ümmilere kendilerinden olan, O’nun ayetlerini tilavet eden (okuyup aktaran), onları arındıran ve onlara Kitabı (Tevrat’ı, İncil’i, Kur'an’ı) ve hikmeti öğreten bir resul gönderdi. Oysa onlar önceden apaçık bir delalet içindeydiler. (Cuma, 62:2)

            Nebi başarılı bir tüccardı. Okuma-yazma bilmeme yalanını uyduran sözde Müslüman alimler, Nebimiz Muhammed’in yaşadığı dönemde sayı olmadığını unuttular. Oysa söz konusu dönemlerde alfabenin harflerinin, sayı olarak kullanılıyordu. Her gün sayılarla uğraşan bir tüccar olan Nebi’nin alfabeyi bilmesi gerekiyordu.

            Kuran da bize Kuran’ı Muhammed’in yazdığını söyler:

Ve dediler ki: “O yazdığı, öncekilerin masallarıdır. Onları yazdı, sabah akşam da ona dikte ediliyor (yazdırılıyor).” (Furkan, 25:5).

Okuma-yazma bilmeyen bir kişiye söylediklerinizi yazdıramazsınız.  

 

6- Hadislere İman etmek, İslam’ın şartlarından biri midir?

Antlaşma Elçisi Reşat Halife, “hadis” ve “sünnet” adıyla bilinen ve çok değer verilen öğretilerin Muhammed Nebi ile bir alakası olmayan, büyük bir bölümünün de uydurma olduğu herkesçe bilinen ve kabul edilen sözler olduğunu belirtmektedir.

Bunlara uymanın da Allah’a ve Nebimiz Muhammed’e karşı yapılan çok büyük bir isyan olduğunu da söyleyerek şu ayetleri delil olarak göstermektedir:

“Her nebiye, insan ve cinlerden olan şeytanları (sapkınları) düşman kıldık. Onlardan bir kısmı, diğerlerini aldatmak için yaldızlı sözler vahyederler (fısıldarlar). Rabbin isteseydi onu yapamazlardı. O halde onları uydurdukları şeylerle bırak.” (En’am, 6:112)

“Resul de, “Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı terk etti.” dedi. Ve böylece her nebi için mücrimlerden (azılı suçlulardan) düşman yaptık. Hadi (Hidayet eden, yol gösteren) ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Furkan, 25:30, 31)

Yukarıda yer alan tabloda da görüldüğü üzere;  Nebimiz Muhammed’in vefatından en az 150 yıl sonra doğmuş müellifler, topladıkları yüzbinlerce hadisi, kendi belirledikleri kriterler doğrultusunda eleyerek bazı kitaplar yazmışlar. İlginç olan husus, topladıkları hadislerin en az % 95’inden fazlasının güvenilir olmadığını kendilerinin de itiraf etmesidir. İlginç olan diğer husus da söz konusu müelliflerin yazdıkları kitapların hiçbirinin de aslının günümüze kadar ulaşmamış olmasıdır.

Daha ilginç olan ise; o müelliflerin vefatından 250 ila 400 yıl sonra yazılmış olan bazı kitapların, tabloda sözü edilen müelliflere ait kitapların aynısının olduğunu iddia edilmesidir. Ancak sonradan yazılmış kitapların hadis sayısı da birbirini tutmamaktadır.

Buna rağmen, alim olduklarını iddia eden birileri de kaynağı belli olmayan bu sözlerin Nebinin sözleri olduğunu savunmakla yetinmez; bunların vahiy olduğunu ve bunlara inanmayanların da kafir olduğunu iddia etmektedirler.   

Bu tür kişiler için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun.’ denildiğinde, ‘Bilakis! Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız.’ derler. Ataları akıl etmeyen ve hidayete erenlerden olmasalar da mı?” (Bakara, 2:170)

(Resul) dedi ki: “Babalarınızı üzerinde bulduğunuz yoldan daha doğrusunu getirmişsem de mi?” Dediler ki: “Biz sizinle gönderileni tekfir (inkâr) ediyoruz!” Biz de onlardan intikam aldık. Bir bak! yalanlayanların akıbeti nasıl oldu!” (Zuhruf, 43:23, 24)

Ayrıca; Gelenekçi Müslümanların yaklaşık 200 milyonunu oluşturan Şiiler, Sünnilerin bu hadis kitaplarına inanmazlar. Onlar da tıpkı Sünniler gibi Nebimiz Muhammed’in vefatından yaklaşık 13, 14 asır sonra yazılmış olan ve elimizde orijinalleri de bulunmayan “el-Kâfî”, “Men lâ yaḥḍuruhü’l-faḳīh”, “Tehẕîbü’l-aḥkâm” ve “el-İstibṣâr” adındaki 4 hadis kitabına inanırlar. Sünniler de Şiilerin gerçek olduğuna inandıkları bu hadislere inanmazlar. Bununla da kalınmamış, süreç içerisinde dinlerine farklı unsurlar da ekleyerek Kur’an’dan gittikçe uzaklaşmışlar.


7- Namaz bir çok dinde ve mezhepte farklı kılınmaktadır. Hangi dine veya mezhebe mensup olanlar namazı doğru kılmaktadır?

Salat, Yüce Allah’ı sadece birkaç dakikalık ibadet esnasında değil, aynı zamanda gün boyu Allah’ı hatırlamamıza yardımcı olur. Bu hareket kişinin Allah hakkında düşünmesine neden olur ve kişi buna göre kredilendirilir (20:14).

Gelenekçi Müslümanlar, İbrahim Nebiden günümüze kadar tüm nebilere ve resullere emredilmiş olan salatı (iletişim duasını) değiştirdiler.

İletişim duasında Fatiha’dan sonra zammı sure (ekleme sure), oturuşta da okunması gerekirken “Eşhedu en lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh” sözü yerine tahiyyat ve allahümme salli ile barik dualarını ekleyerekBen Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk (itaat, ibadet ve kulluk) et ve beni zikretmek (anmak) için salatı ikame et (namazı kıl).” (20:14) ayetine muhalif hareket etmektedirler.

Ayrıca; Kur’an’da “dua ve istiğfar” (24/41; 9/84, 103), “ta’zim, ibadet” (5/58; 8/35; 20/14; 107/4), “ibadethane” (22/40); “din ve dindarlık” (11/87), tabi olma, “yardım etmek, destek olmak” (9/99, 103; 33/43,56; 20/14; 75/31-32;), “iletişim duası” (2/43, 83, 110, 238; 2/239; 4/101, 162; 5/12; 7/205; 11/114; 17/78; 24/58), “cenaze duası” (5/106) gibi anlamlarda kullanılan “salat” sözcüğünün de anlamını değiştirmişler.

Örneğin Onları temizlemek ve (günahlarından) arındırmak için mallarından sadaka al ve onlara salât et (dua et, destek ol); senin salâtın (duan, desteğin) onlara sekinet (huzur, güven) verir.” (9:103) ile “O (Allah) ve melekleri sizi zulümattan nura (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmak için size salât eder (size destek verir).” (33:43) ayetlerinde açıkça görüldüğü gibi “desteklemek” anlamında kullanılan “salat etmek” ifadesi “Allah ve melekleri, Nebi’ye salât ederler (destek verir). Ey iman edenler, siz de ona salât edin (destek verin) ve tam teslimiyet gösterin.” (33:56) ayetindeki “siz de ona salât edin (destek verin)” emri; Nebimizin adı anıldığında Allahümme salli ala Muhammed ve ala âli Muhammed” şeklinde hem Muhammed hem de ailesi için okunması gereken ve “salavat” adı verilen bir dua emrediliyormuş gibi bir anlama dönüştürülmüştür.

 

8- Zekatı doğru mu veriyoruz?

Maalesef zekat ve sadaka kavramları Nebimizden sonraki dönemde tahrif edilmiş. Zekatın ne zaman verileceğini hususu En’am Suresi 6:141 ayetinde belirtildiği halde, Kur’an dışından delil getirerek değiştirmişler. Zekatın kimlere verileceğini belirten Bakara Suresi 2:215 ayeti yerine de sadakanın verileceği sınıfların sayıldığı Tevbe Suresi 9:60 ayetindeki sınıflara zekat verilmesi gerektiğini iddia etmektedirler.

 

9- Hac, yılda birkaç gün içinde yapılan bir ibadet midir?

Tevbe 9/36,37 ayetinde “Gökleri ve yeri yarattığı zaman koyduğu yasasında, Allah'ın yanında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü haram aylardır. İşte kayyum olan budur. Bu aylarda, kendinize haksızlık yapmayın… (Haram ayları) ertelemek (yerlerini değiştirmek), küfürde ileri gitmektir. Onunla, kâfir olanlar saptırılır. Onlar, Allah'ın haram kıldığı aylara denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helal sayarlarken bir yıl sonra haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal saymış oluyorlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” şeklinde Allah uyardığı ve haram ayların yerlerini değiştirenleri şiddetle kınadığı halde Emeviler döneminde siyasi çıkarlar nedeniyle haram ayların yerleri değiştirilmiş ve “Haram (kutsal) Aylar” olan  Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rebiülevvel ayları (Hicri takvime göre 12, 1, 2 ve 3. ayları) yerine Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarını haram (kutsal) aylar olarak belirlemişler.

Yine Kur’an’da yer alan “Hac, bilinen aylardır…” (2:197) ayetine rağmen, Emeviler döneminde, bazı siyasi çıkarlar nedeniyle Nebimiz Muhammed adına uydurulan bazı rivayetlere dayanarak, haram (kutsal) aylarda, yani 4 ay boyunca yapılabilen hac vazifesini de yılda birkaç güne indirmişler.

Hatta bununla da yetinmemişler,  Nebimiz’in eşi Aişe tarafından rivayet edildiği iddia edilen aşağıdaki hadislere rağmen, Nebimiz Muhammed’in mezarını ziyaret etmeyi gelenek haline getirmişlerdir, ki orada en küstah putperestlik eylemlerini işlerler ve böylece haclarını geçersiz hale getirirler.

Resulullah, hastalığı sırasında şöyle dedi: 

“Allah Yahudilere ve Hristiyanlara lânet etsin. Peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirdiler.” [Buhârî, Salât 54; Müslim, Mesâcid 20, (530); Ebû Dâvud, Cenâiz 76; Nesâî, Cenâiz 106, (4, 95, 96).]

"Allah'ım, kabrimi ibâdet edilen bir put kılma" (ve devamla dedi ki): "Nebilerinin kabirlerini mescidler haline getiren bir kavme Allah'ın öfkesi artmıştır." [Muvatta, Kasru's-Salât 85, (1, 172).]

 

 

10- Her mezhep farklı hayvanların etinin haram olduğunu söylemektedir. Bunlardan hangisi doğru söylemektedir?

Yüce Allah, Kur’an’da haram kılmış olduğu domuz eti, leş, akıtılmış kan ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş hayvan olduğunu Bakara, 2:173, Maide, 5:3 ve Nahl, 16:115 ayetlerinde tekrarlanmaktadır. Enam, 6:145 ayetinde de Nebiye “De ki: ‘Bana vahyedilenler arasında; leş, akıtılmış kan, domuz eti (ki şüphesiz o pistir) veya fısk (sapkınlık) olarak Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanlar dışında, yiyen bir kimse için haram kılınmış bir şey bulamıyorum.” Demesi emredilmektedir. Buna rağmen, maalesef Nebi adına uydurulmuş hadislerle başka hayvanların da haram kılmakla yetinmemişler, mezhepler kendi zanlarına göre ayet ve hadislerde olmayan birçok hayvanın da haram olduğu iddiasında bulunmuşlar.

 

11- Riba ile faiz aynı anlama mı gelmektedir? Kur’an’a göre bunlardan hangisi haram kılınmıştır?

Bakara 2:275 ayetinde haram kılınmış olan riba kelimesinin anlamı tahrif edilerek konu çarpıtılmıştır.

Oysa İbranicede yüksek faizle borç vermek ve tefecilik gibi anlamlara gelen rabah” kelimesiyle Kur’an’daki “riba” kelimesi aynı anlama gelmektedir. Ayrıca riba (tefecilik) “תַּרְבִּית (rabah) ile faiz נֶשֶׁךְ (nashak) sözcüklerinin anlamlarının farklı olduğunu da yine Tevrat’ta her iki kelimenin de aynı cümle içinde kullanıldığı birçok ayetlerden anlıyoruz (Bkz Özdeyişler 28:8; Hezekiel 18:8, 13, 17; 22:12).  

“Faiz” kelimesi ise “kazanç” anlamına gelmektedir ve Kur’an’da en 4 ayette de cennetlikler için “humul faizun” (kazançlı olanlar onlardır) şeklinde kullanılmaktadır.  Ancak “faiz” kavramı tahrif edilmekte ve Türkçe Kur’an çevirilerinde riba (tefecilik) kelimesi yerine kullanılmaktadır. (Tevbe, 9:20; Müminun, 23:111; Nur, 24:52; Haşr, 59:20).

Reşat Halife de bu konuya şöyle açıklık getirmektedir: Kredilerdeki aşırı faizin bütün bir ülkeyi tamamen yok edebileceği yerleşmiş ekonomik bir ilkedir. Son birkaç yılda aşırı faiz uygulanan birçok ülke ekonomisinin mahvoluşuna tanık olduk. Kimsenin mağdur edilmediği ve herkesin tatmin olduğu normal faiz (% 20’den az) tefecilik değildir. Reşat Halife bu oranı söylerken, yaşamakta olduğu ABD’nin yıllık enflasyonunun % 2 civarında olduğu görülmektedir.

12- Nebiler, resuller, din adamları, ruhani liderler veya ölüler, hesap gününde kendilerne uyan insanlara şefaat mi edecekler?

Kur’an’da hesap gününde kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğine dair bir çok ayet bulunmaktadır: “Öyle bir günden sakının ki; (o gün) hiçbir nefis bir başkasının yerine geçmez, hiç kimseden şefaat kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 2:48) (Benzer mesajlar: Bakara, 2:123, 254, 255; En’am, 6:51; secde, 32:4; Yasin, 36:23; Zümer, 39:44)

Yine Kur’an’da birçok nebinin, kafir olan kendi eşi, çocuğu ve babası için şefaat edemediği de görülmektedir. (Tevbe, 9:113, 114; Hud, 11:45, 46, 76; Meryem, 19/41-50)

Yüce Allah’ın, razı olduğu ve nimet verdiği kişiler (Nebe, 78:38) olan nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih (Nisa, 4:119; Maide, 5:69) kimselere şefaat etme yetkisini vereceğini, ancak bunların da kendi isteklerine göre şefaat edemeyeceklerini (Bakara, 2:205; Taha, 20:109); sadece Allah’ın izin verdiği kişilere şefaat edebileceklerini (Enbiya, 21:28) görüyoruz. 

Buna rağmen; Merhamet Edenlerin En Merhametlisi olan Yüce Allah’a inanıp güvenmeyen birçok kişi, şefaat dilendikleri elçilerin, din adamlarının veya ölülerin hesap gününde kendilerine şefaat edeceklerini umuyorlar. Yine bu konuda da hadisler uydurmakla da yetinilmemiş, din adamları ile mezhep imamları da kişinin yapacağı sünnetlerin, kıyamet gününde Resulullah’ın kendisine şefaatçi olmasına vesile olacağı iddiasında bulunmuşlardır.

13- Dua ederken Allah’ın yanı sıra başka bir insan veya varlıktan yardım istenebilir mi?

Yüce Allah, kendisinden başkasına dua edilmemesi gerektiğini ve başkasına dua etmenin şirk olduğunu Kur’an’da defalarca belirtmektedir.

“De ki: “Allah’ın yanı sıra bize faydası da zararı da olmayan şeylere mi dua edelim? Allah, bize hidayet (kılavuzluk) ettikten sonra, topuklarımız üzerinde geri mi dönelim?..” (En’am, 6:71).

Bir sıkıntı dokunduğunda, O’na (Allah’a) yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı sizden kaldırdığında; içinizden bir grup hemen Rablerine ortak koşar.” (Nahl, 16:53, 54). (Benzer mesajlar: Yunus, 10:12; Nahl, 16:54; İsra, 17:67; Ankebut, 29:65; Rum, 30:33; Zümer, 39:8; Fussilet 41:51; Şuara, 42:48; Lokman, 31:32)

Ancak bir çok gelenekçi Müslüman, türbelerde ölülere dua etmekle yetinmiyorlar, Nebimiz Muhammed’in şu uyarılarına rağmen mescide dönüştürülen türbesine gidip dua etmekte ve kendisinden şefaat dilemektedirler: “Allah Yahudilere ve Hristiyanlara lânet etsin. Peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirdiler.” (Buhârî, Salât 54; Müslim, Mesâcid 20, (530); Ebû Dâvud, Cenâiz 76; Nesâî, Cenâiz 106 (4,95,96). "Allah'ım, kabrimi ibâdet edilen bir put kılma" (ve devamla dedi ki): "Nebilerinin kabirlerini mescidler haline getiren bir kavme Allah'ın öfkesi artmıştır." (Muvatta, Kasru's-Salât 85 (1,172).

14- Nebimiz Muhammed, miraca çıktığı gece Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya da uğramış mı?

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan (Kabe’den), kendisine apaçık ayetlerimizden (kanıt, mucize) göstermek için çevresini mübarek kıldığımız Aksa Mescidine yürüten Allah Subhan’dır (her türlü türlü kusur ve nitelemeden, benzetmeden münezzehtir, uzaktır).(İsra, 17:1)

Antlaşma Elçisi Reşat Halife, bu ayette geçen Aksa Mescidi’nin, milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki “secdenin olduğu en uzak yer” anlamında olduğunu ve Nebimiz Muhammed’in ruhunun, en yüksek cennette bulunan Aksa Mescidi’ne götürüldüğünü söylemektedir. Halbuki Nebimiz Muhammed’in, söz konusu gece ilk önce Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya gittiği, oradan da sonra gökyüzüne çıktığı şeklinde çok sayıda rivayetler anlatılmaktadır.

Biraz araştırma yapıldığında; Süleyman Nebi tarafından Kudüs’te yaptırılmış olan mabedin adının, Nebimiz Muhammed döneminde de “Beytü’l-Makdis” olduğu ve söz konusu binanın yalnızca kalıntılarının kalmış olduğu görülecektir. Ayrıca, Nebimiz Muhammed’in vefatından yaklaşık 70 yıl sonra, Emevi halifesi 1. Velid b. Abdülmelik tarafından, “Beytü’l-Makdis’in kalıntıları üzerine bir mescit yaptırıldığı ve o mescide de “Mescid-i Aksa” isminin verildiği de görülecektir.

Dolayısıyla Nebimizin miraçta götürülmüş olduğu Aksa Mescidi’nin, Nebimizin vefatından 70 yıl sonra yaptırılmış olan Kudüs’teki Mescid-i Aksa ile bir ilgisinin olmadığı da anlaşılmaktadır.

Bu tarihi verilere rağmen birçok tefsirde, Nebimizin miraçta götürülmüş olduğu Aksa Mescidi’nin, Nebimizin vefatından 70 yıl sonra yaptırılmış olan Kudüs’teki Mescid-i Aksa bilgilerin olduğu, hatta bir çok hadis dahi uydurulmuş olduğu anlaşılacaktır. 

15- Kur’an-ı Kerim, onu ezberlemiş olan hafızlar tarafından korunmuş mudur?

Yapılan araştırmalarda; Nebimiz Muhammed’in vefatından 19 yıl sonra, Osman’ın halifeliği döneminde, yeni fethedilmiş topraklara gönderilmek üzere Kuran’ın birkaç kopyasını yapmak için bir yazıcı komitenin atanmış olduğu görülmektedir.

Bu komiteye bir kişi gelir ve “Bu iki sözü Resullullah bana okumuştu.” diyerek Tevbe Suresinin 128 ve 129’uncu ayetlerinde yer alan sözlerin Kuran’a sokulmasını talep eder. İlginç olan önemli bir husus da Nebimiz Muhammed’in yaşamış olduğu döneme ait tarihi kaynaklarda bu kişi hakkında herhangi bir bilgi yer almadığı için, söz konusu kişinin adının da tam olarak bilinememektedir.  Sayrafi, kitabında bu kişinin adının “Huzeyme”; Zerkeşî, “Ebû Huzeyme el-Ensari”; Buhari, Ahmed bin Hanbel ve Tirmizi ise “Ebû Huzeyme el-Ensari” demiş. İbn Ebî Dâvûd ise; “Ebû Huzeyme el-Ensari”, “Huzeyme bin Sabit” ve “Haris bin Huzeyme” şeklinde üç farklı isim zikretmiştir.

Ayrıca; Sahih-i Buhari’de ve Suyuti’nin ünlü İtkan’ında Kuran’daki her ayetin çok sayıda tanık tarafından teyit edildiğini okuyoruz. Ancak, “Sure 9’un 128 ve 129. Ayetleri hariç; onlar sadece Huzeyme bin Sabit El-Ensari’de vardı.” Bazı insanlar bu uygunsuz istisnayı sorguladığında, birileri şunu söyleyen bir hadis ortaya attılar: “Huzeyme’nin tanıklığı iki adamın tanıklığına eşittir!!!”

Bir başka rivayette şunlar yer alır: Ebu Bekir halife seçildikten sonra Ali b. Ebi Talib evine çekildi. Ebu Bekir'e, onun seçilişinden hoşlanmadığı için Ali'nin böyle bir tavır gösterdiği biçiminde yorumlar ulaştı. Bunun üzerine Ebu Bekir Ali'ye birini göndererek durumu soruşturdu: "Ebu Bekr'in seçimine mi karşı çıkıyorsun?" diye sorulunca Ali, "Yok vallahi" diye cevapladı. Ali'ye tekrar soruldu: "Neden evinden dışarı çıkmıyorsun?" Cevap verdi: "Görüyorum ki Kuran'a ekleme yapılıyor ve ben Kuran'ı derleyinceye kadar namaz dışında sokak kıyafetlerimi giymemeye yemin ettim." (El-Itkan Fi Ulum-il Kuran, El-Ezher yayınları, Kahire, Mısır, H.1318, C. 1, Sayfa 59)

Übeyy b.Kab yoluyla gelen bir başka rivayette ise şunlar anlatılır: “Ebu Bekr'in hilafeti zamanında Kuran derleniyordu. Yazım işlemiyle görevli sahabeler Beraet (Ültimatom) suresinin sonuna, 9:127 ayetine gelince, onun son ayet olduğunu sandılar. Bunun üzerine Ubey b. Kab kendilerine, "Resullullah bana iki ayet daha okudu" diyerek 9:128,129 ayetlerini okumaya başladı ve "Bu iki ayet, Kuran'ın en son inen ayetleridir" diye ekledi.” (El-Itkan Fi Ulum-il Kuran, El-Ezher yayınları, Kahire, Mısır, H.1318, C. 1, Sayfa 28)

Yüce Allah’ın Antlaşma Elçisi Reşat Halife, kendisinin başlıca görevlerinden birinin de “Tevbe Suresinin 127 ayetten oluştuğunu; 128 ve 129’uncu numaralarda bulunanların ise Kur’an’a eklenen sözler olduğunu ifşa etmek olduğunu belirtmektedir.

Kuran’a 9:128 ve 129 ayetleri olarak sokulan bu 2 sözün Kuran’dan olmadığına dair en büyük delillerden birisi Allah’ın sıfatlarından olan Rahim (رحيم) ve Rauf (رَءُوفٌۢ) sıfatlarıdır. Yüce Allah, Kuran’da tam 114 yerde Rahim (رحيم) kelimesini kullanmış ve istisnasız olarak sadece ve sadece kendisi için kullanmıştır. Yine Kuran’da 10 yerde Rauf (رَءُوفٌۢ) kelimesini kullanmış ve istisnasız olarak sadece ve sadece kendisi için kullanmıştır.

Tevbe 128 ve 129 sözlerin ayet olmadığı hususu, Kur’an’daki matematiksel sistem ile de bir çok yolla tespit edilmektedir. Konu ile ilgili olarak “Yüce Allah’ın Sözü İle Oynamak“ başlıklı Reşat Halife Ek 24’ü okuyabilirsiniz.

Peki, Yüce Allah neden Kuran’a 2 sözün girmesine izin vermiştir?

Bunun cevabı çok açıktır; Kuran’daki matematiksel sistemin, aynı zamanda Kuran’ı koruduğunu da herkese göstermek.

Kuran’daki bu matematiksel sistem, Kur’an’ın hafızlar (onu ezberleyenler) tarafından korunmamış olduğunu da ortaya çıkarmıştır. Örneğin; 7:69’daki “Bastatan” kelimesinin “Sin” yerine bir “Sad” ile yazılmış olan mushafların hatalı olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca Türkiye’de de dahi bazı ülkelerde basılan kimi Kur’an mushaflarında Fatiha suresi 4’üncü ayette مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ   (meliki yevmid diyn) ifadesinin مَالِكِيَوْمِالدِّينِ” (Maliki yevmid diyn) şeklinde yanlış yazılmış olduğunu da ortaya çıkarmıştır. (Mushaflardaki farklılıkları incelemek için bakınız: http://elktb.net)

Buna benzer birçok farklılığın da Kuran’daki bu matematiksel sistem ile düzeltilebileceğine inanıyoruz.

16- Nebiler ve Resuller hatasız ve kusursuz insanlar mıdır?

Davut Nebiyi Kutsal Kitaplardan, günahkar ve bazı hatalar yapmış insanlar iken tevbe edip kendilerini ıslah eden ve Allah’a yönelen insanlar arasından resul ve nebi seçildiğini görüyoruz. Davut Nebiyi buna örnek verebiliriz (Bkz Tevrat, 2. Samuel 12:1-31).

Bazı elçilerin, görevleri esnasında büyük hatalar yaptıklarını Kur’an’dan da öğreniyoruz. Şeytana uyup yasaklanmış meyveden yiyen Adem (7:19-22) ile vazifesini bırakan ve görev yerini terk eden Yunus Nebi’yi (21:87) buna örnek verebiliriz.

Bu husus ile ilgili en çarpıcı örnek ise 7:175 ayetinde bize aktarılmaktadır: “Onlara, kendisine ayetlerimizi (kanıtlarımızı) verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp ayrılan kişinin haberini de tilavet et (oku ve aktar). Şeytan da (onu) kendine tabi etti ve böylece azgınlardan oldu.”

 

17 - Günümüzdeki Tevrat ve İncil’in değişikliğe uğradığı doğru mudur?

Kur’an’ı incelediğimizde; sadece Yahudilerin bir kısmının Tevrat’ın kelimelerini tahrif ettiğinden söz edildiğini görüyoruz (Bakara, 2:75; Nisa, 4:46; Maide, 5:13, 41). “Tahrif” kelimesinin de “iki şekilde yorumlanması mümkün olan bir sözü bir tarafa çekmek” veya “kelimenin veya sözün anlamını benzer anlamlarla değiştirmek” anlamlarına geldiğini de en çok itibar edilen ki sözlükten (Râgıb el-İsfahâni’nin el-Müfredât’ından ve Lisânü’l-ʿArab’tan) öğreniyoruz.

Buna rağmen gelenekçi Müslümanların, hem “tahrif” kelimesinin anlamını tahrif ettiklerini hem de Tevrat ile birlikte Zebur ve İncil’in de değiştirildiğini iddia ettiklerini görüyoruz. Bu iddialarını da ayet ve hadislerle kanıtlayamadıklarını da görmekteyiz.

Oysa Nebimiz Muhammed’in Yahudi ve Hristiyanların ellerindeki kitapları tasdik ettiğini bir çok Kur’an ayetinde görüyoruz (Bkz Bakara, 2:41, 89, 91, 101; Nisa, 4:47).

17.a- Mevcut Tevrat’ın Tasdik Edildiğini Gösteren Kanıtlar:

a- Kuran’ın “beyne yedeyhi” yani “ellerindekini, yanlarındakini” ifadesiyle Yahudilerin yanındaki Tevrat’ı tasdik ettiği görülmektedir (Bakara, 2:41, 89, 91, 101; Nisa, 4:47).

b- Birçok ayette Muhammed’e “Sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan, senden önce Kitabı okuyanlara sor.” Denildiği görülmektedir. (Bakara, 2:111; Araf, 7:163; Yunus, 10:94; Nahl, 16:43; 17:101; Enbiya, 21:7; Ahzab, 33:45)

c- Kuran’da mevcut Tevrat’tan,  Kuran’ın misli (benzeri) (Ali İmran, 3:73; 46:10), Allah’ın Kitabı (Bakara, 2:101), ilim (bilgi) (Ali İmran, 3:7; Nisa, 4:162; 34:6 ), zikir (Nahl, 16:43; Enbiya, 21:7), bir nur (ışık) (Maide, 5:44; En’am, 6:91) ve bir hidayet (kılavuz) (Maide, 5:44; En’am, 6:91; Kasas, 28:49) olduğunun belirtildiği görülmektedir.

d- Ali İmran, 3:93 ayetinde; Yahudilerden Allah adına uydurdukları (bazı yiyeceklerin sonradan yasaklanmadığı şeklindeki) iddialarını ispatlamak için de Tevrat’ı getirip okumalarının istendiği görülmektedir.

e- Ali İmran, 3:23 ayetinde; Yahudilerin arasında hüküm verilmesi Allah’ın Kitabına (Tevrat) davet edildiği görülmektedir.

f- Maide, 5:43 ayetinde; içinde Allah’ın hükmünün bulunduğu Tevrat ortada iken Nebi Muhammed’den hakemlik talep etmesinin eleştirildiği ve Yahudilerden Tevrat ile hükmetmelerinin istendiği görülmektedir.

g- Bakara, 2:44, 85, 121; Maide, 5:66 ve 68 ayetlerinde; Yahudilerin, Tevrat’a tabi olmadıkları için yerildikleri, Cuma, 62:5 ayetinde de Tevrat’a uymayanların kitap yüklü eşeğe benzetildiği görülmektedir.

h- Allah’ın indirdikleri (Tevrat ve İncil) ile hükmetmeyenlere kafir (Maide, 5:44), zalim (Maide, 5:45) ve fasık (sapkın) (Maide, 5:47) olduklarının belirtildiği görülmektedir.

17.b- Mevcut Zebur’un tasdik edildiğini gösteren kanıtlar:

“Davut’a Zebur’u bahşettik.” (Nisa, 4:163; İsra, 17:55)

“Biz, zikirden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da yeryüzüne salih kullarımızın varis olacağını yazdık.” (Enbiya, 21:105) ayetleriyle Zebur’un övüldüğünü görmekteyiz.

Kuran, Tevrat’ı tasdik ederken, Zebur’un da dolaylı olarak tasdik edildiği kanaatindeyiz. Çünkü hem Yahudilikte hem de Hıristiyanlıkta Tevrat lafzı, genel olarak Zebur’u da dâhil edecek şekilde kullanılmaktadır.

17.c- Mevcut İncil’in tasdik edildiğini gösteren kanıtlar:

“Biz sana bu kitabı (Kur’an’ı) hak (gerçek) olarak, yanlarındaki kitabı (Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u) tasdik eden ve ona müheymin (güven sağlayıcı) olarak indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.” (Maide, 5:48)

a- Kur’an’da; Meryem oğlu İsa’ya içinde hidayet (kılavuz)  ve  nur (ışık) bulunan İncil’in verildiği belirtilmektedir (Maide, 5:46)

b- Kur’an’ın, İncil’in de tasdik ettiği ve ona da müheymin (güven sağlayıcı) dediği görülmektedir (Maide, 5:48).

c- Yüce Allah’ın, İncil ehline İncil’de indirilenler ile hükmetmelerini (Maide, 5:47); Allah’ın indirdikleri (Tevrat ve İncil) ile hükmetmeyenlerin kafir (Maide, 5:44), zalim (Maide, 5:45) ve fasık (sapkın) (Maide, 5:47) olduklarının belirtildiği görülmektedir.

d- Hıristiyanların, İncil’e tabi olmadıkları için yerildikleri de görülmektedir (Maide, 5:66 ve 68).

17.d- Biz o kitaplara nasıl inanırız? Çünkü; onlarda kadın peygamberlerin olduğu yazıyor… Allah, insanlara “evlatlarım” diyor… Elçiler Allah’a “baba” diyor… Peygamberler ve aileleri hakkında edebe aykırı şeyler anlatılıyor… vs.

            Aslında din adamlarının, İslam'ın temel iman ve inanç esaslarında bilinçli olarak yaptıkları tahrifatlar neticesinde bizim böyle algılamamızın ve o kitaplardan uzak durmamız sağlandığı kanaatindeyim. Örneğin;

ı- Hanefi mezhebinin itikadi ekolü Maturidiye, peygamberlerin (bu terim Kur’an’da yoktur) erkeklerden seçildiğini iddia etmektedir.

Oysa Yüce Allah, Nahl suresi 43 ve 44 ayetlerinde “Senden önce de ricallerden başkasını resul (elçi) olarak göndermedik; onlara vahyediyorduk. Bilmiyorsanız zikir (Tevrat) ehline sorun. Onları beyyinelerle (apaçık delillerle) ve Zeburlarla (kitaplarla) gönderdik…” demektedir.

Biraz araştırma yapılırsa “rical” sözcüğünün Türkçe karşılığının “adam” olduğu ve erkek-kadın ayırımı içermeyen bir sıfat olduğu görülecektir. AyettekiBilmiyorsanız zikir (Tevrat) ehline sorun.” cümlesindeki “zikir ehli”nin Tevrat’ı bilenler olduğu görülecektir.

Ayrıca; nebilerin anlatıldığı Enbiya (Nebiler) Suresinde Meryem’den söz edildiğini, 66:12 ayetinde de Meryem için “… O, Rabbinin kelimelerini (ayetlerini, sözlerini) ve kitaplarını da tasdik etti (doğruladı)…” ifadesinin kullanıldığını da görüyoruz.

Biraz araştırma yapılırsa; Allah’ın ayetlerini ve kitaplarını tasdik edenlerin Allah’ın elçileri olduğunu yine Kur’an’dan öğreniyoruz (2:101; 3:39; 3:81; 5:46; 37:37; 61:6;  

ıı- Gelenekçi Sünni Müslümanlar, peygamberlerin “ismet” sıfatıyla günahtan korunmuş olduğunu iddia ederler. Gelenekçi Şii Müslümanlar ise Hz Fâtıma ile mezhep imamlarının da masum (günahsız) olduklarını iddia ederler.

Oysa Kur’an’da da elçi olmadan Musa’nın önce adam öldürdüğü, Adem’in de Allah’ın emrine itaat etmek yerine Şeytan’a uyduğu (7:19-22) anlatılmaktadır. Yunus’un da elçi iken görev yerini ve görevini terk ettiği (21:87) anlatılmaktadır.

Yüce Allah’ın, Nebimiz Muhammed’e hitaben “Allah’ın vaadi haktır.  Günahların için istiğfar et (bağışlanma dile)” (40:55) şeklinde hitap ettiğini de görüyoruz.

Hatta, Kur’an’da, kendisine ayet indirilen bir nebinin kafir olarak öldüğünden söz edildiğini de görebiliyoruz: “Onlara, kendisine ayetlerimizi (kanıtlarımızı) verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp ayrılan kişinin haberini de tilavet et (oku ve aktar). Şeytan da (onu) kendine tabi etti ve böylece azgınlardan oldu. (7:175)

Biraz araştırma yapılırsa; Tevrat’ta bir çok nebinin veya akrabasının örnek davranışları gibi hataları da anlatılmaktadır. Yüce Allah’ın bunları kitabında belirtmesinin amacı, dürüstlüklerinin yanında onların hatalarından da ders almamızı istemesidir. Burada bize düşen de büyüklerimizin hatalarını örnek göstererek kendi hatalarımızı savunmamız veya hoş görmemiz değil; onların bu hataları için nasıl tevbe ettikleri ve nasıl seçkin insanlar olduklarını anlayıp kendimize için ders çıkarmaktır.

Yahudi Tevrat yorumcularının da nebilerin bu hatalarını elçi olarak seçilmeden önceki yaşantılarında işlediklerini belirttikleri görülmektedir.

Lut’un kızlarının yaptığı bu çirkin olayda da Lut’un hiçbir suçunun olmadığını ve Yüce Allah’ın insanlara ibret olsun diye bu tür hadiseleri bildirmekte olduğu hususunu günümü gelenekçi Müslümanlarının göz ardı ettiği kanaatindeyiz.

Binlerce yıldır yeryüzüne dağılmış Yahudilerin, kutsal kitapları olan Tevrat’ın bütün nüshalarını toplayarak böyle iğrenç bir şeyleri eklediklerini iddia etmek pek mantıklı durmuyor. Aksine ellerinden gelebilseydi, bu tür hadiseleri inkar eder veya yeryüzündeki bütün Tevratları toplayarak silmek için çaba sarf edeceklerdi.

Ayrıca Tevrat’a inanan Hristiyanların da Tevrat’taki buna benzer hadiseleri inkar etmemeleri, bu hadiselerin doğru olduğunu göstermektedir.

Antlaşma Elçisi Reşat Halife de özetle; bugün basılan İncil’lerin % 90’lık kısmının ilahi bir gerçek olduğunu, ona eklenmiş yanlış öğretiler ve çelişkiler olduğunu; ondaki bu yanlış öğreti ve çelişkilerin de Kur’an sayesinde ifşa edilebildiğini belirtmektedir.  (video:” in defens of the bible”, 10-13’üncü dakikalar)

            17.e- Peki bu kitaplar değişmemiş ise Kur’an neden nazil oldu?

Kendilerine nebiler aracılığıyla kitap indirilerek Yüce Allah tarafından halife (sorumlu, temsilci) olarak seçilen toplumlar, ne zaman vahiyden uzaklaşıp delalete (sapkınlığa) düştülerse Yüce Allah, onları uyarmak için elçiler gönderir. Ancak söz konusu toplumda düzelme olmayınca, başka bir topluma bir nebi ile yeni bir kitap ve yeni bir şeriat göndererek onları halife olarak atar. Ancak bu halifelik hiçbir toplumda ilelebet kalmaz. Kim elçilerin uyarılarına sahip çıkarsa halifelik ona geçer:

“Resulleri (elçileri) kendilerine beyyinelerle (apaçık delillerle) geldiği halde, iman etmeyip zulmettikleri için, sizden önce nice nesilleri helak ettik. Mücrim (azılı suçlu) topluluğu işte böyle cezalandırırız.” (Yunus, 10:13)

“Allah, içinizden iman edip salih amel (doğru, yapıcı, iyi fiiller) işleyenlere; kendilerinden öncekileri halife (sorumlu, egemen) kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacağını, onlar için uygun gördüğü ve razı olduğu dini, kendileri için sağlamlaştıracağını ve ardından korkularını emniyete (güvene) dönüştüreceğini vadetmiştir.” (24:55)

Sonuç olarak: “Allah katında din İslâm’dır.” (Ali İmran, 3:97) Nebiler ve elçiler, farklı şeriat ve yöntem ile tevhit akidesini (İslâm dininin temel kaidelerini) tebliğ ettiler.

Kitap ehlini, kendi vahiy kitaplarıyla amel etmeye ve onun hükümlerini uygulamaya çağıran ayetler (Maide, 5:44-47) bu doğrultuda anlaşılmalıdır.

Kur’an, içerdiği gerçekler yönüyle kendinden önceki vahiy kitaplarını da kapsamaktadır. Bu sebeple aslında Kur’an’ı kabul etmek, diğer ilâhî öğretileri de kabul etmek anlamına gelmektedir.

Ayrıca “Son Ahit” olan Kur’an’ı Kerim, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapları tasdik eder ve onlar hakkında güven verir. Ayrıca onlar için müheymin (koruyup gözeten ve onları kontrol eden) olma özelliğini taşımaktadır.

Aynı zamanda Nahl, 16:101 ayetinde de belirtildiği gibi Kur’an’ın neshedici (önceki kitaplardaki bazı hükümleri, Kur’an ayetlerinde yer alan yeni hükümlerle değiştirme) vasfı da vardır.

Bakara, 2:113 ayetinde yer alan “Yahudiler, … Nasraniler… Kitabı (Tevrat’ı, İncil’i) tilavet ediyorlar. ifadesi ile Yunus, 10:94 ayetinde yer alan “Sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan, senden önce Kitabı okuyanlara sor.” ifadesi de Tevrat ve İncil’in değişmediğini ve Nebimiz Muhammed’in zamanında hak (gerçek) olan Tevrat ve İncil’i okuduklarını, bu iki kitabın ellerinde bulunduğunu göstermektedir. Ayrıca Kur’an’da İncilin değiştirildiğine veya tahrif edildiğine dair hiçbir bilgi de yer almamaktadır.

            Yukarıda açıklanan hususlar ile Yüce Allah’ın, Kur’an ile Tevrat ve İncil’i tasdik eden, onları “Allah’ın Kelamı”, “Furkan”, “hidayet” Allah’tan korkanlar için bir “nur” ve “zikir” şeklinde öven ve onlara uyulmasını emreden bu kadar ayete rağmen onlara inanmamanın, onları okumamanın, Kur’an doğrultusunda onları tahriflerden arındırmaya çalışmamanın ve onlara uymamanın bir sorumluluğu olacağı kanaatindeyiz.

           

18- Kur’an’da, kadınlara başlarını örtmelerini emreden bir ayet var mıdır?

Nur Suresi 31’inci ayette şöyle buyurulmaktadır:Mümin kadınlara da söyle, bakışlarını sakınsınlar ve ferçlerini muhafaza etsinler. Görünen kısımları hariç olmak üzere, ziynetlerini göstermesinler. Örtülerini (hımâr) de göğüslerinin üzerine darp etsinler (vursunlar, salsınlar) …”

Bu ayetten yola çıkılarak İslam’da başörtüsü olduğu, bu nedenle de kadının yüzü ve eli dışındaki tüm vücudunun örtülmesinin emredildiği söylenmektedir. Hatta bazı gruplar da bunu daha ileriye taşıyarak yüzün de ellerin de örtülmesi gerektiğini iddia etmektedirler.

Biraz araştırma yapıldığında, “humur” şeklinde çoğul olarak kullanılmış olan “hımar” sözcüğünün, kadın ve erkeklerin başlarını örtmek için taktığı örtüler için kullanılan genel bir ifade olduğu gelenekçi Müslümanların savunuyor oldukları hadislerle de ispatlanabilmektedir: وعن بل رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أنّ رسولَ اللّهِ مَسَحَ الخُفَّيْنِ وَالخِمَارَBilâl (r.a.) anlatıyor: "Resulullah, mestleri ve örtüsü üzerine meshetti. [Müslim, Tahâret: 84, (275); Ebû Dâvud, Tahâret: 59, (153); Tirmizi, Tahâret: 75, (101); Nesai, Tahâret: 86, 96 (1, 75, 81)]

Bu hadiste anlatıldığı üzere; Nebi’nin hımarının (başındaki örtünün) üzerini meshettiği belirtilmektedir. Arabistan yarımadasında da diğer Arap ülkelerinde de yaşayan kadın ve erkeklerin tamamına yakını, hâlâ güneşten ve kum fırtınalarından korunmak için başlarını örtmektedirler. Bu örtünme, tamamen iklim koşullarından kaynaklanmaktadır. 24:31 ayetinde de Yüce Allah, başörtüsünü emretmemektedir. Dikkat edilirse “uzun olan saçlarınızı örtün” de denilmemektedir. O dönemdeki kadınlara, açık bırakmış oldukları göğüs bölgesini, başlarındaki örtüyü salarak kapatmalarını emretmektedir.

19- Kur’an’a göre savaş esirleri, köleler ve cariyeler alınıp satılabiliyor mu? Bunlarla nikahsız cinsel ilişkiye girilebiliyor mu? 

İslam öncesi Arap toplumunda; savaş esirleri, memleketinden veya kervandan kaçırılmış olanlar, yüksek faiz veya başka bir nedenle borçlu duruma düşmüş kişiler köleleştirilir; alınıp satılır ve kadın olanları (cariyeleri) da her türlü gayri ahlaki iş için de kullanılırdı.  İslam, ilk yıllarından bu kölelik sitemine ve cariyeliğe karşı çıkmış ve tamamen kaldırmıştır.

Ancak Kur’an’da savaş hukuku gereği savaş esirlerinden söz edilmektedir. Onların da bedelli (ücret karşılığı) veya bedelsiz bırakılmaları (47:4), durumu müsait olanlarla özgürlük sözleşmesi yapılması (24:33), bazı kefaret (günah ve hataları örten, telâfi eden) uygulamalarında bazen ilk sıradaki seçenek olarak sunulması (4:92; 5:89; 58:3) gibi hususlar, savaş esirleri için de özgürlük yolları açmıştır. Hatta sadaka verilecek sekiz gruptan biri olması (9:60), iyilik ve takvada (duyarlılıkta) onlara yardımın öne çıkartılması (2:177; 4:36; 24:33) ve akabe denen sarp yokuşu aşmanın boyunduruk altında olanı özgürleştirmek olduğu (90:11-13) gibi ifadeler ile gayrimüslimlerin elindeki kölelerin ve savaş esirlerinin özgürleştirilmesi için müminlerin teşvik edildiğini görüyoruz. Ayrıca 2:221 ayet ile de müminlerin müşrik biriyle evlenmesi yasaklandığını ve müminlerin mümin erkek veya kadın kölelerle nikah kıyarak evlenmesini, 23:32 ayetinde de maddi durumu olmayan kölelere maddi destek sağlayarak evlendirilmelerinin ve özgürlüklerine kavuşturulmalarının teşvik edildiğini görüyoruz.

Benzer hususlar Tevrat’ta da özetle şöyle geçmektedir: Kişi, savaş esiri dul bir kadın ile evlenmesi durumunda artık onun eş ve hür bir kadın olacağı; artık onu hizmetçi olarak kullanamayacağı belirtilmektedir. Kişi, o kadını boşadığında da onu köle olarak satamayacağı ve kadını kendi rızası doğrultusunda serbest bırakması gerekir. (Tevrat, Yasa’nın Tekrarı, 21:11-14)

Ancak maalesef günümüz gelenekçi Müslümanları, Arapların cahiliye dönemindeki kölelik ve cariyelik sistemini meşrulaştırmak için hadisler uydurmuşlar, hatta istedikleri kadar cariye ile nikahsız cinsel birliktelikte bulunmayı bir hak imiş gibi göstermişlerdir. Bununla da yetinmemişler, Kur’an’da 4:25 ve 24:33 ayetinde geçen ve “gençleriniz” anlamına gelen “feteyâtikum” sözcüğünü; 4:3, 21, 24, 25; 16:71; 23:6; 24:31,33, 58; 30:28; 33:50, 52, 55 ve 70:30 ayetlerinde geçen ve “sözleşme ile emriniz altında olanlar” anlamına gelen “ma meleket eymanuküm” gibi ifadelerini de (erkekleri de kapsadığı halde) özellikle “cariye” şeklinde yorumlayarak ayetleri tahrif etmektedirler. Bazı müfessir ve alimler de bununla da yetinmemiş, mahrem konularla ilgili 4:3, 23:6, 24:31, 33:50 ve 33:55 gibi ayetlerde bu ifadelerle sadece “kadın köleler, cariyeler” kastedildiğini iddia ederek kendi görüşlerine yeniden yorum getirmektedirler.

20- Kur’an’da zina yapan erkek ve kadın recmedilmesi ile ilgili ayet var mı?

Nur Suresi 24/2 ayetinde yer alanZaniye (zina eden kadın) ve zaniden (zina eden erkekten) her birine yüz celde (değnek) vurun!şeklinde hüküm ile Tevrat’ta (Levililer 20:11-26) ve İncil’de (Yuhanna 8:3-16) yer alan zina edenlerin recmedilmesi (taşlanarak öldürülmesi) ayetleri neshedilmiştir (iptal edilmiştir). Ayrıca bu ayette evli bekar ayırımı da yapılmamış, hepsine yüzer değnek sopa cezası verilmiştir.

Bir sonraki ayette (Nur, 24:3) yer alan “Zani (zina eden erkek), zaniyeden (zina eden kadından) veya müşrik bir kadından başkası ile evlenmez; Zaniye (zina eden kadın) de zani (zina eden erkek) veya müşrik erkekten (başkasıyla) evlenmez. Bu müminlere haram kılınmıştır.” şeklindeki ifadelerle de iffetli müminlerin zina yapan kadın ve erkeklerle evlenmemeleri gerektiği emredilmektedir.

Nisa, 4:25 ayetinde yer alan İçinizden, mümin muhsenat (iffetli, hür kadınlar) ile evlenecek gücü ve varlığı olmayanlar, eyman ile sahip olduğunuz (sözleşmeyle sahip olduğunuz) mümin gençlerle (bakmakla yükümlü olduğu genç kızlarla, hizmetlilerle ve kölelerle) evlensin. Allah, imanınızı en iyi bilendir. Sizler, birbirinizdensiniz. Öyleyse onlarla sorumlularının (velilerinin) izni ile evlenin. Namuslu yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli arkadaş edinmemeleri şartı ile uygun bir şekilde mehirlerini (ücretlerini) de ma’ruf üzere (bilinen, meşru yollarla) kendilerine verin (böylece köle olan hürriyetine kavuşturacaktır). Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınların cezasının yarısı (kadar ceza verin).” şeklindeki hükümlerle de kendileri ile nikahlanılarak eş yapılmış bakmakla yükümlü olunan genç kızlar, hizmetliler ve hürriyetlerine kavuşturulmuş kölelerin zina yapması durumunda kendilerine 100 celde ceza yerine yarısının uygulanacağı belirtilmiştir.

 Ancak gelenekçi Müslümanlar, uydurma hadislere dayanarak Nur, 24:2 ayetinin bekar olan hür kadın ve erkekler için olduğunu iddia ederek, Kur’an’a aykırı olarak recm (taşlayarak öldürme) cezasını hâlâ uygulamaktadırlar.

Nur, 24:3 ayetindeki hükümleri de “… uygun bir şekilde mehirlerini (ücretlerini) de ma’ruf üzere (bilinen, meşru yollarla) kendilerine verin.”  ifadesinde yer alan ve nikah için mehrin verilmesi emredilen hükmü de görmezden gelerek; kendisiyle evlenilmiş olan ancak yine de köle olan cariyeler için olduğunu iddia etmektedirler.

Nisa, 4:25 ayetindeki hükümleri de “zina yapan evli Müslümanların recmedilir” hükmüne uydurmak için bu ayetteki hükümlerin de gayrimüslimler ve bekarlar için olduğunu iddia etmektedirler.

Ayrıca hadis kitaplarında şöyle garip bir söz geçmektedir. “Recim ayeti ve büyüklerin on defa süt emmeleri konusunda ayet inmişti. Bu ayet, karyolamın altında bir sahifede yazılıydı. Resulullah vefat edince biz onunla meşgul olduk, o sıralarda bir hayvan (keçi) gelip onu yedi.” (İbn Mace, Nikah, 36).

Bu tür sözleri savunanlar, Nebimizin hanımı Aişe’ye iftira atmakla kalmıyor, aynı zamanda Kur’an ayetlerinin yazılmamış, korunmamış ve kimse tarafından ezberlenmemiş olduğunu da dolaylı olarak iddia etmektedirler. Ayrıca bu zihniyetteki insanlar, bir ayetin ayet ile veya hadis ile neshedildiği iddiası yanına keçi tarafından yenilmesin de bir nesih nedeni olarak anlatmaya çalışmaktadırlar.  

Bu kişiler aynı zamanda Allah’a da iftira atıyorlar. Çünkü yüce Allah “Zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik, onu koruyup gözeten de Biziz.” (Hicr, 15:9) ayetiyle Kur’an’ı korunduğunu söylemektedir. Elçisi Reşat Halife’yi de göndererek, Kur’an’ı Matematiksel sistem ile korumuş olduğunu ispatlamıştır.

           

21-  “Hayır ve Şer” Allah’tan mıdır?

            Şer, hayr’ın zıddı olup ş-r-r fiilinin mastarıdır ve sözlükte “kötü olmak, kötülüğe meyletmek, kötülük yapmak” ve “kötü, en kötü, çirkin, zararlı” gibi anlamlara gelen bir terimdir.

“Şer”rin Allah’tan olduğuna dair düşüncenin,  düalist tanrı (hayır ve şer tanrısı) inancına sahip Senevîler ve Mecûsîler’le yapılan ulûhiyyet tartışmalarının ardından Eş‘ariyye ve Maturidiyye gibi ekollere mensup kelamcılar tarafından Nebimizden asırlarca sonra ortaya atmakla yetinmemişler, ayet ve hadislerden kesin bir delilleri olmadığı halde, kendi uydurdukları bu görüşe inanmanın da imanın şartlarından biri olduğunu iddia etmişler.

İmanın şartları ile ilgili hadisler incelendiğinde; Buhârî’nin rivayet ettiği Cebraîl hadisinde, “İman nedir?” sorusuna, “Allah’a, meleklerine, Allah’ın görüleceğine, resullerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır” (Buhârî, “Îmân”, 37) cevabının verilmiş olduğu görülmektedir.  Ahmed B. Hanbel, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, Ebû Dâvûd  ve Nesâî’nin rivayetlerinde ise “İman nedir?” sorusuna “hayrı ve şerri ile birlikte kadere iman” cevabının da eklenmiş olduğu, ama yine de hiçbirinde “şerrin Allah’tan olduğu” görüşü ile bir ifadenin geçmediği görülmektedir.

Bu kelamcılar, “Şer”rin Allah’tandır” şeklindeki iftiralarına Kur’an’dan da doğrudan delil gösteremezler. Bunun yerine Kur’an’da geçen “durr (zarar), fahşâ, fesâd, ism (günah), seyyie (günah, kötülük, çirkin iş, kötü şey), sû (kötü, çirkin)” gibi kelimelerin “şer” sözcüğü ile aynı veya yakın anlamlı olduklarını iddia ederler.

Oysa Kur’an ayetlerinde yapılan incelemelerde; İnsanların, hayır ve şer ile sınandıklarının (21:35) ve zerre miktarı da olsa hayır ve şer işleyen kimsenin mutlaka karşılığını göreceklerinin (99:7, 8) belirtildiği görülmektedir. Ayrıca;

Ali İmran, 3:180 ayetinde yer alan “Allah’ın, lütuf olarak verdiği şeylerden cimrilik eden (infakta bulunmayan) kimseler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu, kendileri için şerdir. Onunla cimrilik ettikleri, Kıyamet Günü boyunlarına dolanacaktır.” Şeklindeki ifadeden, varlıklı olduğu halde cimrilik edip malından infak etmeyenlerin bu yaptığının kendileri için şer olacağı belirtilmektedir.

Bakara, 2:216 ayetinde yer alan “Size kital yazıldı (savaşmak farz kılındı). O, hoşunuza gitmez. Olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ve o sizin için hayırlıdır. Olur ki bir şey hoşunuza gider ve o sizin için şerdir (kötüdür). Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Şeklindeki ifadeden insanın istediği ve hoşuna giden bir şeyin şer olabileceğinin belirtildiği görülmektedir.

Ali İmran, 3:165 ayetinde yer alan “O musibetin iki mislini (Bedir’de düşmana) isabet ettirdiğimiz halde, “Bu da nereden?” dediniz? De ki “O, kendi nefsinizdendir.” şeklindeki ifadeden,  musibetin insanın kendi nefsinden kaynaklandığının belirtildiği görülmektedir.

Nisa, 4:79 ayetinde yer alan Sana isabet eden her hasene (iyi, güzel şey) Allah’tandır; sana isabet eden her seyyie (günah, kötülük, çirkin iş, kötü şey) de nefsindendir. Şeklindeki ifadeden de her seyyienin insanın kendi nefsinden kaynaklandığının belirtildiği görülmektedir.

“Allah’ın, lütuf olarak verdiği şeylerden cimrilik eden kimseler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu, kendileri için şerdir. Onunla cimrilik ettikleri, Kıyamet Günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Ali İmran, 3:180)

            Bu hususu kısaca şöyle anlamamız gerektiği kanaatindeyiz; Başımıza gelen her türlü hayır (her türlü iyilik, güzellik) Allah’tandır; bunun için de Allah’a şükretmeliyiz. Başımıza gelen her türlü şer, günah, kötülük, çirkin, kötü olan her şey bizlerden kaynaklanmaktadır. Başımıza gelen ama bizden kaynaklanmayan ve şer (günah, kötülük, çirkin, kötü…) gibi görülen durumlar da bizim imtihanımız olabilir. Bunlar, Allah’ın belirlemiş olduğu sınırlar çerçevesinde hareket edip sabretmemiz, yani kararlılık gösterip zorluklara dayanmamız durumunda bizim için hayırlı bir şekilde sonuçlanabilir.

 Daha fazla bilgi için bakınız: https://teslimiyett.blogspot.com