Tefsîr
ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebü’l-Hasen olup ismi Ali bin Muhammed
bin Habîb el-Basrî’dir. Mâverdî adıyla meşhûr oldu. Lakabı, Akdâl-kudât’dır
(Kâdılar kadısı).
364 (m. 974) de Basra’da doğdu. Çocukluğu ve gençliği
Basra’da geçmiş, tahsilinin büyük bir bölümünü de orada yapmıştır. Daha sonra
zamanının en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdad’a gelmiş, çeşitli
âlimlerden ders alarak müteaddit ilim dallarında ihtisas sahibi olmuş ve icâzet
(diploma) almıştır. Bağdad’da fıkıh, hadîs ve tefsîr sahasında birçok talebe
yetiştirirken, burada ve diğer yerlerde iftâ (fetvâ verme) ve kaza (hâkimlik)
vazîfelerini de yerine getirmiştir. Hayatını İslâmiyete hizmet etmekle geçiren
Mâverdî, daha sonraki nesillere çok faydalı olan birçok eser bırakmıştır.
Dirayeti ve ilminin yüksekliğiyle devrinin devlet adamlarından büyük rağbet ve
i’tibâr görmüş, Abbasi halîfelerinin mâruz kaldığı siyâsî olayların önüne
geçilmesinde faal bir rol oynamıştır. Siyâsi bunalımların çözümünde büyük bir
ilim ve irfana sâhib olması, tecrübesi, dirayeti ve halîfenin yanında yer
alması ile devlete yardımcı olmuştur.
Mâverdî
450 (m. 1058) senesinin Rebî’ül-âhır ayında Bağdad’da vefât etti. Cenâze
namazını talebesi büyük âlim Hâtib el-Bağdâdî kıldırdı. Birçok âlimi sinesinde
saklayan “Bâb-ı Harb” kabristanına defnedildi. Cenâzesinde birçok devlet adamı
ve ulemâ hazır bulundu.
Ahlâkı
ve şahsiyeti: Mâverdî hazretlerinin ilmî açıdan olduğu gibi, ahlâkî
meziyetlere sâhib olmak bakımından da bütün insanlara örnek olacak bir hâli
vardı. Hayatı boyunca hak bildiğine göre davranmayı şiar edinmiş, küçük veya
büyük herhangi bir menfaat düşüncesiyle dîninden ve şahsiyetinden hiçbir zaman
en ufak bir fedâkârlıkta bulunmamıştır. Her ne pahasına olursa olsun, hakkın ve
haklının yanında olmak, vekar ve haysiyetine leke getirecek her türlü
hafiflikten uzak, nefsin bencilliğinden kurtulup tevâzu sahibi olmak, asâletli
bir iffet ve haya duygusuna sâhib olmak gibi müstesna hasletleri şahsında
toplayan nâdir şahsiyetlerdendir. Kendisini tanıyan bir zât, “Ondan daha vakûr
(ağırbaşlı) kimse görmedim. Kendisinden bir defa bile gayr-i ciddî bir söz ve
hareket meydana geldiğine şâhid olmadım” demektedir, insanlarla olan
münâsebetlerde en çok saygı hâsıl eden ciddiyet, vekar ve edeb hâli mükemmel
bir şekilde kendisinde mevcût idi. Devlet adamlarından saygı ve i’tibâr
görmesinin, hattâ değişik devlet adamlarının aralarındaki ihtilâfların
giderilmesinde sulh vazîfesi görmesinin sebebinin, bu hâli olduğu
bildirilmektedir, insanlarla olan münâsebetlerde çok ölçülü davranırdı.
Yanlarında ilmî ve ciddi mes’eleler konuşulması mahzurlu olanlara karşı, anlayabilecekleri
şeyleri anlatır, onların nefretine sebep olabilecek sözlerden sakınırdı. Bu
konuda “İnsanlara huylarına uygun şekilde muâmelede bulunun. Fakat
câhillerin yanlış davranışlarına da kendinizi kaptırmayın” hadîs-i
şerîfini kendisine düstur edinmişti. Lüzumsuz ve ma’nâsız suâl soranlara ters
cevap vermez, hiddetlenmezdi. Tatlı dil, güler yüz ve ince nüktelerle suâl
soranı ikna edip, yardımcı olurdu. Birgün meclisinde talebelerine ilim
öğretirken, yaşı sekseni aşmış bir ihtiyâr gelerek, “Bana Hazreti Âdem’in ve
İblîs’in yıldızlarından haber ver. Bu mühim bir mes’eledir. Ancak âlimlere
sorulur” dedi. Mâverdî hazretleri ve orada bulunan talebeler, bu suâle hayret ettiler.
Hattâ orada bulunanlardan ba’zıları o kişiyi terslemek istediler ise de,
Mâverdî hazretleri mâni olup, “Bu adam, ancak sorduğu suâl cinsinden bir sözle
tatmin olur” dedi. O kişiye dönerek, “Kardeşim, yıldızlarla uğraşanlar
(müneccimler), bir kimsenin doğum târihi bilinmedikçe onun yıldızı hakkında
birşey söylemenin mümkün olmadığını söylüyorlar. Sen önce sorduğun kimselerin
doğum târihlerini öğren” dedi. O kişi sevinip, teşekkür ederek o meclisten
ayrıldı. Bir zaman sonra gelerek, “Bu güne kadar, Hazreti Âdem ile İblîs’in
yaratıldıkları târihi bilene rastlıyamadım” dedi. Bu hâdiseye şâhid olanlar,
insanlara ters cevap vermenin kına davranmanın bir faydası olmayacağını,
insanları idâre etmek ve hâllerine göre cevap vermek lâzım olduğunu anladılar.
Mâverdî
hazretlerinin firâseti keskin, zekâsı ve engin tercübeleri ile insanların
pekçok özelliklerini teşhis etme kabiliyeti fazla idi. Birgün bir kimse
meclisine gelerek, kendisiyle görüşmek istedi. O kimse ile bir müddet
konuştuktan sonra, “Senin doğum yerin Azerbeycan, yetiştiğin yer de Kûfe
olmalı” dedi. O kimse de, “Evet doğru söylediniz” dedi. Bu ve benzeri
hâdiselerden, onun sâdece kendi çevresini değil, başka memleketlerin de yaşayış
tarzlarını, konuşma biçimlerini ve âdetlerini tanıdığı anlaşılmaktadır.
İstikrârlı
bir şahsiyetin ve yüksek seciyenin vazgeçilmez şartlarından olan ciddiyet,
vekar ve edeb hâlinin en iyi şekli Mâverdî hazretlerinde görülmektedir. Bu üç
meziyet, onu yalnız toplumda sevilen, sayılan ve i’tibâr gören bir ferd olarak
bırakmamış, aynı zamanda en karmaşık siyâsî problemlerde, hattâ devletlerarası
anlaşmazlıklarda hakemliğine ihtiyâç duyulan ve verdiği hayatî kararlarla
taraflar nezdinde inandırıcı olan önemli bir danışma mercii hâline getirmişti.
Toplumda bu kadar muteber bir yere sâhib olmasında, ilmî otoritesi kadar,
şahsiyetini bütünleştiren, mizacının temel taşlarını meydâna getiren üstün
ahlâkî meziyetlerinin de büyük payı vardı.
Zamanının
halîfesi Kâim bi-emrillah 439 (m. 1047) senesinde “Şehinşâh-ı a’zam ve
Celâlüddevle” lakabları bulunan İbn-i Büveyhî’ye, “Melik-ül-mülûk” lakabını da
verdi. Hatîbler de kendisini bu ünvanla zikretmeğe başladılar. Birçok âlimler,
bu Ünvan hakkında çeşitli şeyler söylediler. Ba’zıları “Hadd-i zâtında Allahü
teâlâya âit olan bu sıfatın, mecaz olarak yeryüzündeki meliklerin meliki
ma’nâsına kullanılabileceğini, Akdâl-kudât ünvanının kullanılması gibi olduğunu
söylediler.” Ba’zıları da aksini söylediler. Mâverdî de bunlardan idi. Sultan
Celâlüddevle’nin çok yakını olduğu hâlde, böyle bir sıfatın fâni olan bir
hükümdâr için kullanılamıyacağını, söyledi. Bu sözünü de müdâfaa etti. Bir süre
sonra Celâlüddevle kendisini da’vet etti. Duyanlar, acaba üstada sıkıntı,
eziyet mi verecek? diye düşündüler. Mâverdî hazretleri huzûruna geldiğinde,
Celâlüddevle dedi ki, “Ben iyice anladım ki, eğer sen, dîninde zayıf olsaydın,
aramızdaki samimiyeti ve yakınlığı düşünerek, mutlaka benim lehimde konuşurdun.
Seni öyle konuşturan, Allahü teâlâya olan muhabbetin ve O’nun dînine olan
bağlılığındır. Bu sebeble ben, şimdi seni eskisinden daha çok seviyorum, benim
yanımdaki değerin şimdi daha fazladır.”
Mâverdî’nin
hocaları: Mâverdî ilim ve kültürünü zamanın iki önemli ilim merkezi olan
Basra ve Bağdad’da almıştır. Mâverdî zamanının medreselerinde okunan çeşitli
ilim sahalarında icâzet (diploma) sahibi idi. Hadîs, fıkıh, tefsîr, ahlâk,
siyâset ve dil alanlarında çok kıymetli eserler veren Mâverdî; Hasen bin Ali
bin Muhammed el-Cebelî, Muhammed bin Mu’alla el-Ezdî, Muhammed bin Adiyy
el-Minkarî ve Ca’fer bin el-Fadl el-Bağdâdî’den hadîs ilmini öğrenmiş ve
hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Fıkıh
ilmini öğrendiği hocaları şunlardır: Ebü’l-Kâsım Abdülvâhid bin Hüseyn
es-Saymerî; Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, Basra’da yetişmiş fıkıh
âlimlerinden idi. Ebû Hâmid Ahmed bin Muhammed bin Ahmed el-İsferâînî; Eş-Şeyh
lakabıyla tanınan ve Bağdad’da yetişen Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden idi.
Abdullah bin Muhammed Şeyh-ül-İmâm Ebû Muhammed el-Bakî; fıkıh bilgisi yanında,
edebiyat bilgisini Mâverdî bu âlimden öğrenmiştir.
Mâverdî’nin
talebeleri: Mâverdî hazretleri, hayatının büyük bir kısmını talebe
yetiştirmekle geçirmiştir. Yetiştirdiği talebelerin meşhûrları şunlardır: 1.
El-Hatîb-ül-Bağdâdî Ebû Bekr Ahmed bin Ali bin Sabit; hadîs ve târih ilminde
meşhûr olmuş bir âlimdir. Târih-i Bağdâd isimli ondört cildlik bir eseri çok
meşhûrdur. 2. Ebü’l-Fadl Ahmed bin Hasen bin Hayrûn el-Bağdâdî; hadîs ilminde
söz sahibi bir âlimdir. İbn-i Hayrûn adıyla meşhûrdur. 3. Abdülmelik bin
İbrâhim bin Ahmed Ebü’l-Fadl el-Faradî el-Makdisî; siyer ve garîb-ül-hadîs
alanında geniş bilgisi vardı. Fıkıh bilgisini Mâverdî’den öğrenmiştir.
Zamanının ferâiz mes’ele ve hesaplarını bilen en meşhûr âlimi idi. 4. Muhammed
bin Ahmed bin Abdulbâkî de fıkıh bilgisini Mâverdîden almıştır. 5. Abdurrahmân
bin Abdülkerîm bin Hevâzin Ebû Mensûr el-Kuşeyrî; meşhûr mutasavvıf; Risâle-i
Kuşeyrî adlı eserin yazarı olan İmâm-ı Kuşeyrî’nin oğludur. Mâverdî’den hadîs-i
şerîf rivâyet etmiştir. 6. Abdülvâhid bin Abdülkerîm bin Hevâzin Ebü’l-Kâsım
el-Kuşeyrî, bu zât da İmâm-ı Kuşeyrî’nin oğlu olup, Mâverdî hazretlerinden
hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. 7. Mehdî bin Ali el-İsferâînî Ebû Abdullah,
Mâverdî’den hadîs-i şerîf rivâyet eden İslâm âlimlerindendir. 8. Ebû Bekr
el-Halvânî Ahmed bin Ali bin Bedrân; kırâat ilminde meşhûr olan bu zât,
Mâverdî’den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. 9. Ebü’l-Ferec Muhammed bin
Ubeydullah bin el-Hasen el-Basrî, hitâbeti çok düzgün ve güzel olan bu zât,
Mâverdî hazretlerinden hadîs-i şerîf rivâyet eden âlimler arasındadır. 10. Ebû
Muhammed el-Mısrî Abdülganî bin Nâzil bin Yahyâ; dindar, sâlih ve çok sabırlı
bir âlim olan bu zât, Mâverdî’den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. 11. Ebû Amr
en-Nihâvendî Muhammed bin Ahmed bin Ömer, Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden
olmasına rağmen, İmâm-ı Mâverdî’nin ilim meclisine devam etmiş ve hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir. 12. Ebü’l-İzz Ahmed bin Ubeydullah bin Kâdiş el-Ukberi;
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, Mâverdî’den hadîs-i şerîf rivâyet eden
âlimler arasındadır. Ayrıca İmâm-ı Mâverdî’den Ebü’l-Ganâim Muhammed bin Ali
el-Kûfi de hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
İmâm-ı
Mâverdî’den İslâm âlimleri büyük bir övgü ile bahsetmektedirler. Bunlardan
Hatîb-i Bağdadî, “Mâverdî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin ileri
gelenlerindendir. Fıkıh, usûl-i fıkıh ve diğer ilim dallarında birçok eserleri
vardır. Kendisi birçok alanda söz sahibi bir âlimdir” demiştir. Şafiî mezhebi
fıkıh âlimlerinden Ebû İshâk eş-Şîrâzî’de, “Mâverdî, Basra’da ve Bağdad’da
yıllarca fıkıh, usûl-i fıkıh ve edebiyat dersleri vermiştir. Mâverdî, Şafiî
mezhebinde hafız ve fıkıh bilgisine tam vâkıf idi” demiştir.
İbn-i
Hallikân, Vefeyât-ül-a’yân kitabında; “Mâverdî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin
ileri gelenlerinden ve büyüklerinden idi. Şafiî mezhebi fıkhına âit
Kitâb-ül-hâvî adında bir eseri vardır. Bu eseri okuyan herkes, Mâverdî’nin
Şafiî mezhebinin derin bilgilerine tam vâkıf olduğuna inanır” diye
bahsetmektedir. Tâceddîn es-Sübkî ise Tabakât-üş-Şâfiiyye adlı eserinde,
“Mâverdî diye tanınan kadri yüce, mertebesi yüksek olan bu âlim, büyük bir İmâm
idi. Şafiî mezhebi fıkıh ilminde üstünlüğü yanında diğer ilimlerde de söz
sahibi idi” diye yazmaktadır.
Mâverdî’nin
tefsîr ilmindeki yeri: Mâverdî’nin tefsîr ilminde önemli bir yeri vardır.
Bu alanda yazdığı Kitâb-ün-Nüket vel-uyûn isimli tefsîri çok meşhûrdur. Mâverdî
bu kitabının önsözünde, Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin bir kısmının
kolay anlaşılabilir, diğer bir kısmının ise anlaşılması çok güç olduğunu, bu
bakımdan ma’nâsı zâhir olanların herkes tarafından anlaşılabileceğini, fakat
hafi ve zor olanların açıklanmasının ancak âlimlere mahsus olduğunu, bunun da
hem Kur’ân-ı kerîmdeki i’câzın (ma’nası gibi lafzının da mu’cize olma, insanları
acze düşürme özelliğinin) herkesçe anlaşılması, hem de hakîkî âlimlerle
câhillerin, birbirinden ayrılması hedefine yönelik bulunduğunu bildirmektedir.
Ma’nâsı açık olanların okumakla anlaşılabileceğini, hangi ma’nânın
kasdedildiğini, anlamanın müşkil olduğu yerlerde ise ya Peygamber efendimizden
( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı Kirâmdan gelen nakil veya naklin bulunmadığı yerde
ictihâda başvurulması gerektiğini ifâde etmektedir.
Tefsîrinde
sâdece anlaşılması zor âyetler üzerinde durup, bunların te’vîline ve insan
zihnini yoracak noktaların açıklığa kavuşturulmasına önem vermiş, bu maksatla
ilk devir âlimlerinin sözleriyle, sonra gelen ilim adamlarının açıklamalarını
birleştirmeye çalışmıştır. Bunu şöyle açıklamaktadır: “Kolaylıkla istifâde
edilebilmesi ve derli toplu olması için ma’nâsı açık ve kolay olan âyet-i
kerîmelerin tefsîri cihetine gitmedim. Anlaşılmasında zorluk bulunan ve hangi
ma’nâya geldiği kesin olarak anlaşılmayan âyetlerin açıklığa kavuşması için
başvurulacak temel prensipler olması bakımından çeşitli açıklamaları, tertip
içinde sıralamayı da uygun buldum.”
İmâm-ı
Mâverdî, tefsîrinde Eshâb-ı Kirâm ve Tabiînden tefsîr haberlerini nakil ve
rivâyet etmiştir. Abdullah bin Abbâs ( radıyallahü anh ) başta olmak üzere,
Kur’ân-ı kerîm tefsîri ile ilgili rivâyet ve görüşlerde kendilerinden istifâde
edilen Abdullah bin Mes’ûd bin Ka’b, Zeyd bin Sabit gibi ileri gelen
Sahâbîlerden bol miktarda rivâyette bulunduğu gibi, Hulefâ-i Râşidîn’den de
görüş nakletmiştir. Tabiîn rivâyetlerine ve görüşlerine çok önem veren Mâverdî,
tefsîr haberleri konusunda, Mücâhid bin Cebr, Sa’id bin Cübeyr, Sa’îd bin
Müseyyib, Hasen bin Ebi’l-Hasen Yesâr, Muhammed bin Sîrîn, Şa’bî, Âmir bin
Şerâhîl, İmâm-ı Zührî, Katâde bin Di’âme, Zeyd bin Eslem, İbn-i Cüreyc,
Abdullah bin Zekvân gibi meşhûr Tabiînlerden istifâde etmiştir.
Mâverdî’nin
hadîs ilmindeki yeri: İmâm-ı Mâverdî, hadîs ilminde de söz sahibi
âlimlerden idi. Güvenilir bir âlim olup, Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm
) çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Zamanının meşhûr hadîs âlimlerinden ders
almış ve bu ilimde icâzet (diploma) sahibi bir âlim olarak meşhûr olmuştur.
Kitaplarında her konuyu anlatırken, o konuyla ilgili hadîs-i şerîflerle konuya
açıklık getirmiştir. Böylece İslâm dîninin bir nakil dîni olduğunu göstermekte
ve hiçbir zaman dinde akıl yürütülemiyeceğini belirtmektedir. Edeb-üd-dünyâ
ved-dîn isimli eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde, Peygamber efendimiz
( aleyhisselâm ) buyuruyor ki:
“İnsanların en faziletlisi, en akıllı olanıdır.”
“Ahmak,
Allahü teâlânın sevmediği kimsedir. Zira onu, en kıymetli olan akıldan mahrûm
etmiştir.”
“Hayır
âdet, kötülük ise inad ve kibirliliktir. Allahü teâlâ bir kimse hakkında hayır
dilerse, onu din ilmine vâkıf kılar.”
“Fıkıh
ilmini öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır. Ey müslümanlar, öğrenin veya
öğretin ve fıkıh öğrenin de câhil olarak ölmeyin.”
“Âlimler,
peygamberlerin vârisleridir.”
“Her
kulun bir sükûnet ve boş vakti vardır. O vaktini ilme harcayan kurtuluş bulur.”
“Münâfık
veya şüpheci olanlardan başkası münâkaşa etmez.”
“Allahü
teâlâ bir kulunu rezil etmek dilediğinde, onu ilimden mahrûm bırakır.”
“İnsanların
çoğunun, kıymetini bilmediklerinden aldanmış oldukları iki ni’met vardır.
Bunlar; beden sağlığı ve boş zamandır.”
“Sevmediklerinize
sabretmedikçe, sevdiklerinize kavuşamazsınız. Nefsinizin arzularını
terketmedikçe, muradınıza eremezsiniz.”
“İlim
hazinedir, anahtarı ise suâl sormaktır. O halde suâl ediniz. Zira ilimde üç
kimseye mükâfat verilir. Bunlar; söyleyen, dinleyen ve amel edendir.”
“Güzelce
bildiği ilmi, öğrenmek isteyenden saklıyan kimsenin ağzına, kıyâmet gününde
ateşten gem vurulur.”
“Ümmetimi,
fâsık âlim ve âbid görünen câhil helak etmiştir.”
“Ehli
olmayana ilim öğreten âlim, hınzırın boynuna inci, mücevher ve altın takan
kimse gibidir.”
“İlim
öğretenin sevâbı, geceyi ibâdetle, gündüzü de oruçla geçiren kimselerin sevâbı
gibidir.”
“Kâmil
fıkıh âlimi; insanların ümidini Allahü teâlânın rahmetinden kestirmeyen, onları
Allahü teâlânın merhametinden me’yus etmeyen ve başka şeylere meyledip de
Kur’ân-ı kerîmi terketmeyendir. Biliniz ki, ilimsiz ibâdette, anlayışsız ilimde
ve tefekkürsüz kırâatte hayır yoktur.”
“Dînen
yasak olan şeyleri, gücün yeterse elinle, yetmezse dilinle, ona da yetmezse
kalbinle men et.”
“Günahlar
unutulmaz, mutlaka cezası verilir, ibâdetler çürümez, sevâb ve mükâfatı
bahşedilir. Ceza ve mükâfat verecek Allahü teâlâ ölmez, O, noksanlıklardan
münezzehtir. Öyle ise istediğin ameli işle, karşılığını göreceksin.”
“İyi
amel işlemeye, olanca gücünüzle gayret ediniz. Gafletinizden dolayı amelde
kusur ederseniz, günah işlemekten sakınınız.”
“Bir
amele devam ederken, hastalık bu amele mâni olursa, mü’mine Allahü teâlâ bir
meleği vekîl bırakır. O da, amel etmiş sevâbını yazar.”
“Ümmetim
için en çok korktuğum şey, açık riya ve gizli şehvettir.”
“Kıyâmet
gününde azâbı en şiddetli olanlar, kendilerinde hayır olmadığı hâlde o süsü
verenlerdir.”
“Doğruyu
arayınız. Onda mahvolmanızı görseniz bile, sonu kurtuluştur. Yalandan
sakınınız. Onda kurtuluşu görseniz bile, sonu mahvolmaktır.”
“Her
kim insanlarla muâmele ederken onlara zulmetmezse, onlarla konuşurken yalan
söylemezse, onlara verdiği va’di yerine getirirse, mürüvveti tam, adâleti açık,
dostluğu vâcib olur.”
“Cebrâil
bana şunu bildirdi: Hiçbir nefs, dünyâdaki rızkının tamâmını almadan ölmez. O
hâlde Allahü teâlâdan korkunuz ve rızkınızı güzelce arayınız. Rızkınızın yavaş
gelmesi, sizi rızık arama yolunda günahlara sevketmesin. Zîrâ Allahü teâlânın
nezdinde bulunan helâl rızka, ancak Allahü teâlâya itaatle ulaşılır.”
“Kıyâmet
günü herkes üç suâle cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır. Gençliğini
nasıl geçirdi. Ömrünü nerede çürüttü, malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere
harc etti.”
“Ey
ümmetim! Kabirleri ziyâret ediniz ki, size âhıreti hatırlatsın. Ölüleri
yıkayınız. Zîrâ günahlarla çürümüş cesedlerin şifâ verici ilâcı, bu müessir (te’sîrli) nasihattir.”
“Ey
insanlar! Sanki dünyâda ölüm bize değil de başkasına takdîr edilmiş. Sanki
dünyâda haklar bize değil de başkasına vâcib olmuş. Sanki cenâzesini kaldırıp
gömdüğümüz ölüler, yakında dönüp gelecek misâfir gibi onları kabre koyuyoruz ve
miraslarını yiyoruz. Biz onlardan sonra dünyâda kalıcıymışız gibi her nasihati
unutuyoruz. Kendi kusuru ile meşgûl olup, başkasının kusurunu görmeyen,
kazandığı maldan sadaka veren, zillet ve kötülükte bulunan kimselere merhamet
eden, fıkıh ve hikmet sahibleri ile oturanlara ne mutlu! Nefsini terbiye eden,
ahlâkını güzelleştiren kimselere ne mutlu! ilmiyle amel eden, fazla malını
dağıtan, az konuşan, sünnetime sarılıp bid’atten kaçınan kimselere ne mutlu!”
“Şu
üç şey kurtuluşa sebebtir: öfkeli iken bile adâletle hareket etmek, her yerde
Allahü teâlâdan korkmak, fakr ve zenginlik hâlinde iken, İsrâf etmemektir. Şu
üç şey de helâka sebeb olur: Cimriliğe devam etmek, nefsânî arzulara uymak ve
kendini beğenmek.”
“Allahü
teâlâ şu üç şeyden hoşnud olur: İlki, Allahü teâlâya ibâdet edip O’na ortak
koşmamaktır. İkincisi, O’nun hidâyet yoluna sıkıca sarılıp ayrılığa
düşmemektir. Üçüncüsü, ta’yin edilen âmirleri uyarıcı ve onlara yardımcı
olmaktır. Hoşnud olmadığı üç şey ise; dedikodu yapmak, çok suâl sormak ve isrâf
etmektir.”
“Allahü
teâlâ halîm ve utangaç kimseyi sever. Çirkin sözlü ve öfkeli kimseyi de
sevmez.”
“Bir
kimse bir işi yapmadan önce, onu bir müslümana danışırsa, Hak teâlâ, onu
doğrusuna muvaffak eder.”
“Her
kim kendisine ni’met verildiğinde şükür eder, verilmediğinde sabreder, zulme
uğradığında bağışlar, zulmettiğinde de mağfiret dilerse, işte onlar emniyet ve
hidâyettedirler.”
“Benim
en çok sevmediğim, yaldızlı sözlerle gevezelik yapan ve ısrârla boşboğazlık
eden kimsedir.”
“Akıllı
kimsenin dili, kalbinin gerisindedir. Konuşmak istediği zaman, önce kalbine
başvurur. Eğer konuşması kendi için hayırlı ise konuşur, yok hayırlı değilse
susar. Câhilin kalbi ise, dilinin gerisindedir, Bu yüzden, her diline geleni
söyler.”
“İnsanların
en kötüsü, iki yüzlü olanlarıdır. Zira, birisine gelir bir türlü söyler,
başkasına gider başka bir türlü söyler.”
Eserleri: Mâverdî,
tefsîr, fıkıh, ahlâk, dil ve edebiyat hakkında birçok eser yazmıştır.
Eserlerindeki üslûp çok akıcı ve özlüdür, özellikle, ahlâkla ilgili
eserlerindeki ifâdeler sürükleyici ve bir san’at eseridir. Mevzû bütünlüğü ve
fikir akıcılığı süreklidir.
Mâverdî
hazretlerinin, kaynaklarda bildirilen kitaplarından bir kısmı, maalesef
zamanımıza ulaşmamıştır. Bugün dünyânın çeşitli ülkelerindeki kütüphânelerde
onun eserlerinden ba’zılarının tamâmı veya noksan yazma nüshaları mevcûttur.
Fakat bunların bir kısmı da kaybolmuştur. İmâm-ı Mâverdî’nin kitaplarından
günümüze kadar sadece beş tanesi basılmıştır. Bunlar, el-Ahkâm-is-sultâniyye,
Alâm-ün-nübüvve, Edeb-üd-dünyâ ved-dîn, Edeb-ül-vezîr ve Edeb-ül-kâdî’dir.
1.
Kitâb-ül-Ahkâm-is-sultâniyye: Mâverdî’ye doğuda ve batıda büyük şöhret sağlayan
eseridir. Kitap, hilâfete liyâkat, halîfe seçilecek olan kimsede aranan
şartları ihtivâ etmektedir. Eserde aynı zamanda vezirlik, vezirliğin çeşitleri,
emirlik, kadılık, cezalar, hadler, cizye, muhâsebe ve kontrol gibi konulardaki
devlet nizâmından bahsetmektedir. Bu eserin özellikle batı dillerine tercümesi
yapılmıştır. Mısır’da birçok defa baskısı yapılmış olan bu eserin el yazma
nüshaları, Mısır kütüphânelerinde bulunmaktadır. Bu kitapta, ba’zı konular
şöyle anlatılmaktadır.
Hilâfet
ve halife ta’yini: Hilâfet, din ve dünyâya âit işlerin yürütülmesi için,
Nübüvvete halef olarak konulmuş, kabûl edilmiş bir müessesedir. Halifeye bütün
müslümanların uyması gerektiğini, islam âlimleri oy birliğiyle kabûl
etmişlerdir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Benden
sonra bir kısım idârecilerden iyileri iyilikleriyle, kötüler de kötülükleriyle
sizi idâre edecektir. Hakka uygun olan her konuda onlara itaat edin ve onları
dinleyin. İyilik yaparlarsa, bu, hem sizin için hem de onlar için iyidir.
Kötülükte bulunurlarsa, sizin lehinize, onların ise aleyhinedir” buyurmuştur.
Halife
seçilecek olanın şu şartlara sahip olması gerekir 1. Âdil bir kimse olmalı. 2.
Hilâfet görevleri içine girecek bütün işlerde, konularda, karar verecek
derecede ilim sahibi olmalı. 3. Kulak, göz, dil gibi organları sağlam olmalı.
4. Hareket etmeye mâni olan hastalıklardan kurtulmuş olmalı. 5. Âmme işlerini
idâreye, halkın sevk ve idâresine âit bilgilere sahip olmalı. 6. Düşmanla harb
ve halkını korumak için güç ve kuvvete, cesârete sahip olmalı.
Halifenin
yapacağı âmme işleri ise şunlardır: 1. Dini muhafaza eder, korur. 2. İhtilâf
olunan konuları çözmede ve sükûneti sağlamada dinî hükümleri tatbik eder. 3.
Halkın her türlü emniyetini sağlıyarak, geçimleri için kazanç sağlamalarını
temin eder. 4. Allahü teâlânın koyduğu yasakları aynen uygular, insan
haklarının ortadan kalkmasını önlemek ve hakları korumak için cezalar uygular.
5. Müslümanların ve bölgesindeki gayr-i müslimlerin canlarına, mallarına
gelecek her türlü tecâvüzlerden onları korumak için düşmana karşı harb
hazırlığı yapar ve kaleler inşâ ettirir. 6. İslâmiyeti kabûl etmeyenler ile,
İslâmiyeti veya cizye vermeyi kabûl edinceye kadar savaşır. 7. Zülüm ve baskıya
meydan vermeden, zekât vermesi farz olanlardan zekât ve diğer vergileri toplar.
8. İsrâf ve cimrilik yapmadan, ihtiyâç sahiplerine hazineden yardım eder. 9.
Vergilerin toplanması, halka nasihat için me’mûrlar ve emniyet görevlileri
ta’yin eder. 10. Topluluğun işleri ve durumları ile bizzat meşgûl olur ve
yakînen ta’kîb eder.
Vâlilik
ve vâli ta’yini: Halife bir beldeye vâli ta’yin ederse, ta’yin olunan
vâli; ta’yin sebebine göre, genel vâli ve özel vâli olmak üzere ikiye ayrılır.
Genel vâli, bir eyâletin hepsini idâre etmek ve her türlü âmme işlerine
bakmakla görevlidir. Genel vâlinin yapacağı işler, yedi ana grupta toplanır 1.
Vâli bulunduğu beldenin ordularını sevk ve idâre eder. Halîfenin belirttiği
miktarda, onların yiyecek ihtiyâçlarını karşılar. 2. Muhakeme işlerine bakar ve
mahkemelere hâkim ta’yin eder. 3. Haraç, zekât ve benzeri âmme vergileri toplar
ve bu iş için me’mûrlar ta’yin eder. Toplanan zekâtı, muhtaç kimselere dağıtır.
4. Dinî emirlerin tam bir uygulamasını sağlar ve halkın namusunu korur. 5. Allah
ve kul haklarının ihlâl edilmesi hâlinde suçlulara cezalar tatbik eder. 6.
Cum’a günleri ve diğer vakitlerde cemâate imâm olur veya bu iş için bir vekîl
bırakır. 7. Hacca gidenleri yolcu eder ve geride bıraktıkları kimseleri
dönüşlerine kadar korur.
Özel
vâliler ise; orduyu, bir toplumu sevk ve idâreye, topluluğun haklarının
korunmasına, yasaklara halkın uymasını sağlamaya ve benzeri işlere ta’yin
edilen vâlilerdir. Adliye, muhakeme, vergi ve zekât toplama işlerine karışmazlar.
Adâlet
teşkilatı ve hâkimlik: Yargı işlerine, kendisinde ba’zı şartlar bulunan
kimseler ta’yin edilir. Bir kimsenin hâkim olması için şu şartlar aranır: 1.
Erkek olmak. Akıl-bâliğ ve olgun bir erkek olmalıdır. Olgun olmayan kimsenin
kendi yaptığı işler hukuken mu’teber olmadığı gibi, başkaları hakkında yapacağı
işler de öncelikle mu’teber olmaz. 2. Zekî olmak. 3. Hür olmak. 4. Müslüman
olmak. 5. Âdil olmak. 6. Vücûd sıhhatine sâhib olmak. 7. Hukuk bilgisine sahip
olmak.
İmâm
ta’yini ve imamlık: Beş vakit namaz kıldırmak, Cum’a namazını kıldırmak ve
teravih gibi müstehab namazları kıldırmak üzere üç kısım İmâm ta’yin edilir.
Ta’yin edilecek İmâmda şu beş şart bulunmalıdır: 1. Erkek olmalı 2. Dürüst ve
âdil bir müslüman olmalı. 3. Kur’ân-ı kerîmi iyi okumalı 4. Fıkıh bilgisi
olmalı. 5. Kekeme olmamalı, sözleri anlaşılır olmalıdır.
İmâm
olacak kişi, kırâat yönünden en az Fâtiha sûresini, fıkıh yönünden ise en az
namaza âit hükümleri bilmesi gerekir. Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezbere bilir ve
fıkıh hükümlerinin hepsine vâkıf olursa, imamlık için öncelikle tercih edilir.
Zekât
ve zekât idâresi: Zekâtın farzı birdir. Her müslümanın tam mülkü olan
nisâb miktarındaki zekât malının, belli zamanda, belli miktarını, zekât
niyetiyle ayırıp, emredilen müslümanlara vermektir. Tam mülk, helâl yoldan
gelip, kullanılması mümkün ve helâl olan öz mal demektir. Zekata tâbi mallar,
açık mallar ve kapalı mallar olmak üzere iki kısımdır.
Açık
mallar; mahsûller, meyveler, hayvanlar gibi saklanması mümkün olmayan
mallardır. Kapalı mallar ise; altın, gümüş ve ticâret malları gibi saklanması
mümkün mallardır.
Bunlardan
ba’zılarının zekâtını İmâm-ı Mâverdî şöyle açıklamaktadır:
Toprak
mahsûllerinin zekâtı: Topraktan alınan mahsûlün zekâtına Uşr denir. a)
Meyvelerin zekâtı: Hurma ve diğer ağaçların meyvelerinin zekâtıdır, İmâm-ı
a’zama göre bütün ağaçların meyvaları zekâta tâbidir, İmâm-ı Şafiî’ye göre ise,
yalnız hurma ve üzüm zekâta tâbidir. Diğer meyveler zekâta tâbi değildir.
Meyvelerin zekâtının verilmesi için iki şart vardır: İlki, meyvaların
olgunlaşmasıdır. Olgunlaşmadan koparılan meyvalar zekâta tâbi değildir. Zarûret
dışında böyle yaparak zekât vermekten kaçmak mekrûhdur. İkincisi, beş vesk’a
ulaşmasıdır. Bu da 1000 kg. eder. İmâm-ı Şafiî’ye göre, beş vesk’den az olan
meyvanın zekâtı verilmez, İmâm-ı a’zama göre, meyvaların miktarı az olsun çok
olsun zekâtlarını vermek farzdır. b) Hububat zekâtı: İmâm-ı a’zam,
hubûbâtın her cinsi zekâta tâbidir der. İmâm-ı Şafiî ise, insanların yemeleri
için ekilip toplanan hububat zekâta tâbidir. Sebzeler ve insanların yemediği
pamuk, keten, dağlarda yetiştirilen diğer bitkilerin zekâtı verilmez der.
İmâm-ı Şafiî’ye göre, buğday, arpa, pirinç, darı, bakla, böğrülce (fasulye),
nohut, mercimek, çavdar ve burçak’ın zekâtı verilir. Hububat sertleşip olgunlaşınca,
zekât vermek vâcib olur. İmâm-ı a’zama göre, hububatın tamâmı beş vesk’i
geçince zekât farzdır. Hububat yeşil iken biçilirse, zekât vermek gerekmez.
Fakat, sahibi ihtiyâcı olmaksızın biçerse, zekât vermekten kaçmak anlamına
gelir ki, mekrûhtur.
Ürün
elde edilen arazi, kendiliğinden yağmur sularıyla sulanıyorsa elde edilen
ürünün onda biri zekât olarak verilir. Kuyularla, dolaplarla ve taşıma sularla
sulanıyorsa, elde edilen ürünün yirmide biri zekât olarak verilir.
Altın
ve gümüşün zekâtı: Altın ve gümüşün kırkta biri zekât olarak verilir.
Gümüşün nisabı ikiyüz dirhemdir. İkiyüz dirhem (672 gr.) gümüşü olan, beş
dirhem (16,8 gr.) gümüş zekât verir. Altının nisabı yirmi miskaldır. Yirmi
miskal (96 gr.) altını olan, yarım miskal (2,4 gr.) zekât verir.
Altın,
gümüş ve ticâret eşyasına sahip olan kimse, nisaba mâlik olduktan bir sene
sonra bunların zekâtını vermeye başlar. Nisaba mâlik olduğu andan bir sene
geçmeden malı nisâb miktârının altına inerse, zekât vermez. Fakat, nisaba mâlik
olduğu andan bir seneyi doldurduğu günün ertesi gün, malı nisâb miktarının
altına inerse, zekât vermesi lâzımdır. Altının zekâtı altın olarak, gümüşün
zekâtı gümüş olarak verilir.
Zekât
dağıtım usûlü: Zekât verilecek kimseler, Kur’ân-ı kerîmde şöyle
belirtilmiştir: “Zekât, Allah tarafından bir farz olarak, ancak şunlar
içindir: Fakirler, miskinler, zekat toplayıcılar, kalbleri müslümanlığa
ısındırılmak istenenler, köleler, borçlular, Allah yolundaki gaziler ve yolda
kalmışlar. Allah herşeyi hakkıyla bilici, her şeyde hikmetle hükmedicidir.” (Tevbe-60).
Zekât, aşağıda yazılı olan sekiz gruba eşit şekilde dağıtılır.
a)
Fakir: Hiçbir şeyi olmayandır. Şafiî mezhebine göre, toplanan zekâtın sekizde
biri fakirlere verilir, b) Miskin: Bir miktar malı olan kimsedir. Fakirin hâli
miskinden aşağıdır, İmâm-ı a’zama göre ise miskin, fakirden aşağıdır. Çünkü
yokluğun hareketsiz bıraktığı kimseye miskin denir, c) Âmil: Ya’nî Sâime,
hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekatlarını toplayan Sâ’î ile, şehir
dışında durup rastladığı tüccârdan ticâret malı zekâtını toplayan Âşir, zengin
dahi olsalar, işleri karşılığı zekât verilir. Allahü teâlâ bu me’mûrların
rüşvet almamaları için, kendilerine zekâttan bir miktar hak tanımıştır, d)
Kalbi henüz İslama ısınmış olanlara verilir. (Bu sınıfın hükmünün hadîs-i
şerîfle nesh olduğu icmâ’ ile bildirilmiştir.) e) Mükâteb: Ya’nî efendisinden
kendisini satın alıp, borcunu ödeyince azâd olacak köleye zekât verilir, f)
Borçlu olup, ödeyemeyene verilir. Bunlara Medyun denir, g) Allah yolunda harb
edenlere verilir. Bunlar gazilerdir. Böylelerine harb ihtiyâçlarını
karşılayacak kadar zekât malından hisse verilir, h) Yolda iken muhtaç duruma
düşenlere verilir.
2.
A’lâm-ün-nübüvve: İsminden de anlaşılacağı üzere, Peygamberlik alâmetlerinden
bahseden bir eserdir. Yirmibir bâbdan meydana gelen bu kitap, kelâm ilminin en
önemli konularından olan “Nübüvvet” mes’elesini çok veciz bir şekilde
anlatmaktadır. Kitabın baş tarafında, kelâm ve fıkıh usûlünün anlaşılması zor
olan önemli mes’eleler üzerinde durulmuş, aklın salâhiyet ve sorumluluğu
üzerinde ince bilgiler verilmiştir, insanların dînî emirlerle yükümlü
olabilmeleri için gerekli şartların neler olduğu İzâh edilmiş, âlemin
yaratılışı, ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem’den, son peygamber Hazreti
Muhammed’e ( aleyhisselâm ) kadar kaç adet peygamber gönderildiği konusu ele
alınmıştır. Daha sonraki bâblarda Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerle sabit olan mu’cizeleri üzerinde durulmuştur. Bu eser, birçok kere
Mısır’da basılmıştır. Eserin bir el yazması Mısır’daki Dâr-ül-kütüb-il-Mısriyye
adlı kütüphânede kelâm ilmi 6 numarada kayıtlıdır.
3.
Edeb-ül-vezîr Bu eser, zamanın vezirlerinden birine hitaben yazılmıştır. Devlet
idâresinin mühim bir kısmını üstlenen vezirlerin ne gibi hasletlere sâhib olması
gerektiği Ve devlet idâresinde uymak zorunda bulundukları esasların neler
olduğu gibi husûslar kitabın ana konularıdır. Kitapta, vezirlere, hem halkı
idâre eden, hem de halîfe veya hükümdâr tarafından idâre olunan sorumlu kişiler
olarak, devlet idâresinde başarılı olmaları için nasıl bir politika ta’kib
etmeleri gerektiği öğretilmektedir. Mâverdî, bu kitabında vezirlik kelimesinin
birçok ma’nâlarını açıklarken, vezirliği; tefviz ve tenfîz vezirlikleri olarak
iki kışıma ayırmıştır.
Tefviz
vezirliği vazîfesinde olan, daha geniş ve daha etkili salâhiyete sahiptir. Hem
karar, hem de infaz ve icra yetkisini hâizdir. Tenfîz vezirliği yapan ise, daha
sınırlı yetkilere sahip olup, sâdece üst makamdan emredilenleri infaz ve icraya
me’mûrdur.
Ayrıca
bu eserde, Mâverdî şöyle demektedir: “Bilindiği gibi vezir kelimesi
müslümanların öz malıdır. Kur’ân-ı kerîmde Tâhâ sûresinin 29 ve 30.
âyetlerinde, Hazreti Mûsâ (aleyhisselâm), Allahü teâlâya “Yakınlarımdan
kardeşim Hârûn’u bana vezir olarak vazîfelendir” diye duâ ve ilticada
bulunmuştur. Demek oluyor ki, vezir kelimesi Kur’ân-ı kerîm lisânında
mevcûttur, İbn-i Kuteybe “Vezir kelimesinin el-vizâre kökünden türediğini,
vizâre’nin de yük, ağırlık, vebal ma’nâsına gelen (el-vizr) den müştak
(türemiş) olduğunu, bu ma’nâda vezirin, devlet veya hükümet başkanının vazîfe
yükünü üzerine alan veya paylaşan kimse olduğu anlaşılmaktadır” demektedir.
Vezir,
önce Allah korkusuna sâhib olacak, sonra kendisini, emrinde çalıştığı devlet
veya hükümet başkanına karşı sorumlu hissederek hareket edecektir. Zamanın
değişebilen şartlarını devamlı ta’kib ederek, idârenin çığırından çıkmaması
için son derece uyanık ve dikkatli bir kontrole sâhib olacaktır.
4.
Edeb-ül-kâdî: Mâverdî bu eserinde, İslâm hukukunda hâkimlik müessesesini bütün
ayrıntılarıyla ele almıştır, insanlar için adâlet dağıtacak bir müessese olarak
hâkimliğin kitâb, sünnet, icmâ’ ve kıyâstaki delîl ve kaynaklarını gösteren
Mâverdî, kadılık yapanın, hüküm verme durumunda bir hukuk âlimi olması
gerektiğini bildirirken, dini hukukun temel kaynaklarını, usûl yönünden de
incelemiştir. Bu yüzden bu eser, tefsîr, hadîs ve fıkhın en önemli konularını
çok mükemmel bir üslûp içinde anlatmaktadır.
Mâverdî’nin
bu eseri, iki cild hâlinde neşredilmiştir. Eserin el yazmasının bir nüshası
Süleymâniye Kütüphânesinde mevcûttur. Batılı müsteşrikler, Mâverdî’nin diğer
eserlerini inceleyip, dillerine çevirdikleri gibi, bu eserini de inceleyip,
hâkimlik mesleği konusunda batılıların anlayışı ile İslâm hukukundaki hâkimlik
anlayışı arasında karşılaştırmalar yapmışlardır.
5.
Kitâb-ül-hâvî: Mâverdî’nin bu eseri şafiî mezhebinin en önemli fıkıh
kitaplarındandır. Yirmibir bölümden meydana gelen bu eserin el yazmaları, doğu
ve batı ülkelerinin kütüphânelerinde bulunmaktadır. Bu eser neşredilmemiştir.
Fakat İmâm-ı Mâverdî’den sonra gelen fıkıh âlimleri, bu eserden çok miktarda
nakilde bulunmuşlardır. Bu eserde Mâverdî, had ve ta’zîr cezaları gibi “Ceza
Hukûku”nu ilgilendiren konular, zekât, uşr, cizye ve definelerle ilgili mâlî
konuları, nikâh, talâk (boşanma), mîrâs ve vasıyyet gibi “Medenî Hukûk”la
ilgili mes’eleleri, alış-veriş, kira, şirketler ve ticarî kuruluşlarla ilgili
“Ticari Hukuk” konularını, kaza ve muhakeme usûlü ile ilgili bahisleri, kıyâs
ve ictihâd esaslarına dâir mevzûları detaylı bir şekilde ele almıştır.
6.
Kitâb-ül-iknâ: Mâverdî’nin bu eseri, kırk varakta özetlenmiş ve gayet özlü
olarak fıkhın önemli konularını içine almaktadır. Abbasî halîfesi El-Kâdir
Billah’ın isteği üzerine İmâm-ı Mâverdî bu eserini kaleme almıştır. Bu eser,
Kitâb-ül-hâvî’nin özetidir. Bu eser kütüphânelerin kayıtlarında ne yazık ki
mevcût değildir.
7.
Teshîl-ün-nazar ve ta’cîl-üz-zafer. Bu eser, siyaset ve idâreyle ilgilidir.
İmâm-ı Mâverdî, bu eserinde iki önemli konu üzerinde durmaktadır. Birinci konu,
nazarî açıdan ahlâk prensipleridir. İkinci konu ise, devlet idâresinin kaide ve
prensipleridir. Bu eserin bilinen iki nüshasından biri, Doğu Almanya’nın Gotha
şehri kütüphânesinde (1872) numarada, diğeri ise İran’daki Tahran Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Kütüphânesinde 90-d numarada kayıtlıdır.
8.
Nasihat-ül-mülûk: Bu isimle yazılan kitaplarından ilkidir. Bu eser henüz
basılmamıştır: Bilinen el yazmasının bir nüshası Paris’tedir. Otuz iki varaktan
meydana gelen bu eser, İslâm târihi, İslâm kurumları târihi, hukuk ve siyâsi
konuları, devlet idâresine âit mühim konuları ihtivâ eder.
9.
Kitâb-ül-emsâl vel-hikem: Edebî ve ahlâkî bir eserdir. Tertip tarzı, diğer
eserlerinden tamamen farklıdır. On bölüme ayrılmış, her bölümünde ma’nâ
itibâriyle birbiriyle ahenk içinde otuz hadîs-i şerîf, otuz atasözü ve otuz
beyitlik şiir konulmuştur. Böylece kitabın tamâmı üçyüz hadîs-i şerîf, üçyüz
atasözü ve üçyüz de beyit ihtivâ etmektedir. Mâverdî’nin bu eseri de
neşredilmemiş olup, bilinen tek nüshası Leiden Üniversitesi Kütüphânesinde
(1/382) numarada kayıtlıdır.
10.
Edeb-üd-dünyâ ved-dîn: Mâverdî’nin meşhûr eserlerinden biridir. Konusu; dînî ve
dünyevî edeb, ahlâk ve fazilettir. Mâverdî hazretleri bu eserinde, insanların
hem dünyâda, hem de ebedî hayatta huzûra ermeleri için nasıl bir davranış
içinde bulunmaları gerektiğini, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, şiir, ilim ve
irfan sahibi âlim zâtların sözlerine dayanarak veciz bir şekilde anlatmıştır.
Bu eser, bir mukaddime ve çeşitli fasıllar ihtivâ eden beş bâbdan meydana
gelmiştir.
Birinci
bâb; aklın faziletinden, nefsin kötü istek ve temayüllerine kapılmanın
zararlarından, ikinci bâb; ilmin önemi, fazileti, ilim öğrenmenin usûl ve
âdabından, ilim adamlarında bulunması gereken sıfatlardan, üçüncü bâb; dini
mükellefiyet ve edeblerden, emirlere itaat, yasaklardan kaçınma, iyiliği emir,
kötülükten nehiy kaidelerinden, dördüncü bâb; cemiyet içinde yaşamak zorunda
olan insanın, diğer insanlarla münâsebetlerini düzenlemesi, kardeşlik
duygularının kuvvetlenmesi, arkadaşlık hukuku, mesleklerden, zirâat, ticâret ve
san’atın öneminden, beşinci bâb; nefs terbiyesi, güzel hasletlerle bezenme,
kötü huylardan kurtulma yolları, günlük hayatın maddî ve ma’nevî huzûru temin
edecek şekilde tanzimi için gerekli şartlardan bahseder.
Bu
eser, sâdece din ve ahlâk kültürü almak isteyen kimselere değil lise ve
üniversite çağındaki gençlere de ma’nevî konularda rehberlik etmiştir. Mısır’da
senelerce edebi ve ahlâki mütâlâa kitabı olarak okutulmuştur. Bu sebeple,
birçok defa Mısır ve İstanbul’da basılmıştır. Bu kitapta anlatılan ahlâki ve
edebi konulardan ba’zıları şunlardır:
Aklın
fazileti ve nefsin kötülüğü: Her iyiliğin bir esâsı, temeli ve her edebin
bir kaynağı vardır. İnsanın yaptığı iyiliklerin temeli ve beşeri edeblerin
kaynağı akıldır. Allahü teâlâ aklı, din için asıl ve dünyâ için direk kılmış ve
mükellefiyeti akıl sahibine yüklemiştir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm )
bir hadîs-i şerîfte; “Kul, akıl gibi sahibini hidâyete erdiren ve yanlış
yoldan uzaklaştıran birşey kazanmamıştır.” buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i
şerîfte ise; “Her şeyin bir direği ve dayanağı vardır. Kişinin amelinin
direk ve dayanağı da akıldır” buyurmuşlardır. Hazreti Ömer ( radıyallahü
anh ) ise; “Kulun aslı aklıdır. Hasebi (soyluluğu) dinidir ve mürüvveti de
insanlığı ve ahlâkıdır” buyurmuştur. Hakîkatleri bilmek, iyilik ve kötülükleri
birbirinden ayırmak, ancak akılla mümkün olur. Akıl; doğuştan olan akıl ve
çalışma ve tecrübe ile elde edilen akıl olmak üzere iki kısma ayrılır. Doğuştan
olan akıl, asıl ve hakîki akıldır. Onun bir sının vardır. Kul bu sınırı ne
aşar, ne de ondan noksan olur. İnsanları diğer varlıklardan ayıran ve onlardan
üstün yapan bu akıldır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i
şerîfinde; “Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, kalb içinde bir
nûrdur” buyurmuştur.
Akıllı
bir kimse, dost olduğu kişilere seve seve yardım eder. Düşmanlarına ise zulüm
yoluyla karşılık vermez. Böylece aklıyla dostlarını memnun eder. Adâletiyle
düşmanlarının elinden tutar. Bir kimseye bir iyilik yaptığı zaman, karşılığında
teşekkür beklemez. Bir kimse kendine kötülük yaptığı zaman, onu mazur görür ve
bağışlar. Ahmak ise, hem kendisi dalâlettedir, hem de başkalarını dalâlete
sürükler. Kendisine dost olmak için yaklaşanlara kibirlilik taslar. Ahmak olan,
başkasına iyilik yaptığını zannedip ona kötülük yapar ve karşılığında şükür
bekler. Ahmaklığın fenâlıkları bitmez ve kusurları tükenmez. Arabî beyt
tercümesi:
Vardır
bir ilâç her hastalığın tedâvisi için,
Ahmaklık bir hastalık, tedâvi edeni âciz bırakan.
Ahmaklık bir hastalık, tedâvi edeni âciz bırakan.
Nefs
ise her hayra mâni ve aklın zıddıdır. Zîrâ nefs, kötü huyları ve çirkin işleri
meydana getirerek, insanın ar perdesini yırtar ve şer kapısını açar. Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Nefse uymak büyük
hastalıktır. İlâcı ise ona muhalefet etmektir” buyurmuşlardır. Hazreti
Ömer de ( radıyallahü anh ), “Nefislerinizi, şehvetten (arzu ve isteklerinden),
alıkoyunuz. Zira nefs, son derece kötü işler yapmaya meyillidir. Şüphesiz bu
hakîkat, ağır bir ilâçtır. Bâtıl ise hafif olup, bir zehirdir. Yapılan hatâları
terk etmek, onlara tövbe etmekten daha hayırlıdır. Çok bakış vardır, şehvet
tohumu eker. Bir anlık duyulan şehvet, uzun bir üzüntü getirir” buyurmuştur.
Hazreti Ali ise, “Sizin için iki şeyden korkarım. Nefse uymak ve uzun emel.
Zîrâ nefs, insanı doğru yoldan uzaklaştırır. Uzun emel ise âhıreti unutturur”
buyurmuştur. Arabî şiir tercümesi:
“Verirse
kul, nefsin her isteğini,
Arzusu artar, ister her bâtılı,
Arzusu artar, ister her bâtılı,
Öne
sürerek tatlı olduğunu,
işletir her günah ve rezaleti.”
işletir her günah ve rezaleti.”
İlmin
fazileti: Her ilimde âlim olmak, bütün ilimleri tam olarak öğrenmek mümkün
değildir. O halde ilimlerin en mühimini, en lüzumlusunu öğrenmek lâzımdır.
Bütün ilimler içinde kıymetli ve yüksek olan, i’tikâd ve amel bakımından
kendisine lazım olan dini bilgileri öğrenmektir. Çünkü, insan bu bilgileri
öğrenmekle, saadete kavuşur. Ya’nî bu bilgileri bilmezse, saadete kavuşturacak
amelleri yapamaz. Bunun için dini bilgileri öğrenmek, akıl ve bâlig olan
herkese farzdır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i
şerîfte; “İlim öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır” buyurmuştur.
İ’tikâd, amel ve ahlâk bakımından herkese lâzım olan bilgileri öğrenmek
farzdır. Diğer bilgiler, ihtiyâç oldukça öğrenilir. Meselâ hacca gideceği
zaman, haccın eda edilmesine âit ilimleri öğrenmek farz olur.
İlim
öğrenen talebenin edebleri: Talebe, kendisinden ilim ve edeb öğrendiği
hocasına karşı son derece mütevâzi olmalıdır. Böyle olmak, hocasının kıymetli
bilgileri öğretmesine sebep olur. Talebe bir taraftan ilim öğrenirken, diğer
taraftan da ahlâkını ve edebini hocasının ahlâk ve edebine göre düzeltmeli,
haklarına riâyet etmelidir. Ba’zı büyük, zâtlar, hoca hakkını, baba hakkından
önce zikretmişlerdir.
Dinin
fazileti ve edebleri: “Allahü teâlâ, kullarını peygamberleri vasıtasıyla,
dinî emirleri yerine getirmekle mükellef kılmıştır. Fakat cenâb-ı Hakkın,
kullarının ibâdetlerine hiç ihtiyâcı yoktur. Kul, yaptığı ibâdetlerin
faydasını, hem dünyâda, hem de âhırette kendisi görür.
Allahü
teâlâ, İslâm dininin bütün dinlerin en üstünü olduğunu bildirmek için, Resûlünü
peygamber olarak insanlara gönderdi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm )
insanlığa peygamberliğini tebliğ etti ve İslâm dînini onlara bildirdi. Helâl,
haram, farz, vâcib, mübah, mekrûh ve müstehab gibi emir ve yasakları imân
edenlere açıkladı.
Kulların,
Allahü teâlâya karşı mükellefiyetleri, Allahın kullarına emrettiği i’tikâd,
yapılması emredilen ibâdetler ve işlenmesi yasaklanan günahlar olmak üzere üç
kısımdır: İ’tikâd; isbâtı ve nefyî i’tikâd diye ikiye ayrılır. İsbâtı i’tikâd;
Allahü teâlânın sıfatlarını, bütün peygamberlerin ve Peygamber efendimizin (
aleyhisselâm ) peygamberliğini ve getirdikleri hükümlerin hakîkatini tasdîk
etmekten ibârettir. Nefyî i’tikâd ise; Allahü teâlâyı, O’na yakışmayan her
türlü vasıftan tenzih etmektir, ifası emredilen ibâdetler ise; bedenî, mâlî,
hem bedenî ve hem de mâlî ibâdetler olmak üzere üçe ayrılmıştır.”
Dünyâ
Edebi: “Din büyüklerinin âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden alarak
bildirdiklerini iyi anlayıp, dünyânın geçici ve boş hayâllerine aldanmanın
kötülüğünü idrâk eden ve böylece dünyâ düşüncelerini kalbinden atarak, âhırete
yönelen kimse, şu üç fâideye birden kavuşmuştur: 1. Dünyâya düşkün olanların
gözleri doymadığı için, daha çok kazanma arzuları bitmez. Bunun için de çok
çalışırlar ve meşgûliyetleri çok olur. Dünyâ için ihtiyâcı kadar çalışan, diğer
zamanlarını âhırete hazırlanmak ile geçirenlerde bu meşgûliyet ve sıkıntılar
olmadığı için rahat olurlar. 2. Dünyânın geçici zevklerine dalanların
düştükleri, helak olma felâketinden kurtulurlar. 3. Dünyâya düşkün olanların,
emellerine kavuşabilmeleri için katlanmak durumunda oldukları sıkıntı ve
meşgûliyetler kendilerinde bulunmadığı için de rahat ve mes’ûd olurlar.”
“Üç
mühim haslet vardır ki, bunlara ehemmiyet vermeyen üç musibete mübtelâ olur:
Dostluğa, dost kazanmağa ehemmiyet vermiyen, düşmanlığa ve yardımsız kalmaya
mübtelâ olur. Selâmete ehemmiyet vermiyen, zamanın musibetlerine önem vermemeye
mübtelâ olur. İnsanlara iyilik etmeye ehemmiyet vermeyen, pişmanlığa ve hüsrana
mübtelâ olur.”
Nefsin
edebi: “Nefs, yaratılışının başlangıcında henüz
işlenmemiş ve geliştirilmemiş bir takım huy ve ahlak esasları üzere
yaratılmıştır. Bundan dolayı nefs, edeb ölçülerine uygun ve arzu edilen ahlâka
sahip olsa bile, bunların da terbiye ve geliştirilmeye ihtiyâcı vardır.
İnsandaki güzel ahlâk ve iyi huyların karşısında, bitmez tükenmez istekleri
olan nefs ve onun yardımcısı hevâ ve şehvet vardır. İnsân bir anlık gafleti
sebebiyle nefsinin esiri olabilir ve sâhib olduğu güzel ahlâkı ve edebini
kaybedebilir. Bunun için insan aklının, dâima terbiye ve eğitime ihtiyâcı
vardır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Ben, güzel ahlâkı
tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
İki
türlü terbiye vardır. Birisi; çocuğa, anne-babasının vermesi gereken
terbiyedir. Anne-baba, çocuğuna edeb prensiplerini daha küçük yaşta
öğretmelidir. Çocuk büyüyünce, bu kaidelere rahatlıkla uyabilir. Çocuğun
terbiyesi küçük yaşlarda yapılmazsa, büyüdükten sonra terbiye etmek çok zor
olur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Babaların
çocuklarına verdikleri şeyler içinde, güzel ahlâkı öğretmek ve aklen ve dinen
çirkin olan şeylerden uzaklaştırmak gibi değerli birşey yoktur”buyurmuştur. Arabî
şiir tercümesi:
“Doğrultulur
ağaç taze iken.
Ama ağaç düzeltilmez, yaşlı iken.
Ama ağaç düzeltilmez, yaşlı iken.
İnsanın
terbiyesi olur, çocuk iken.
Terbiye edilemez insan yaşlı iken.”
Terbiye edilemez insan yaşlı iken.”
İkincisi,
insanın yaşı ilerledikten sonra kendisine lâzım olan terbiyedir. Bu terbiye,
örf ve âdet edebi, eğitim ve ıslah edebi olmak üzere iki kısımdır, örf ve âdet
edebi; toplumdaki akıllı kimselerin ittifâkla güzel gördükleri fikir, söz, hâl
ve hareketleri taklîd etmektir. Eğitim ve ıslah edebi ise; kesin bir sûrette
aklın ve akıl sahiplerinin kabûl etmediği bir takım hareketlerdir. Bu edebin
birinci gayesi, her türlü isteği bitmeyen nefsi için kötü düşünmektir. Kişi
nefsine sû-i zanda bulunursa, nefsi iyi işler yapmaya çalışır. Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “En dehşetli düşmanın seni
kuşatan nefsindir” buyurmaktadır.
Kibir
ve gurûrdan sakınmak: Kibir ve gurûr, faziletleri ortadan kaldırır ve
her türlü kötülükleri kazandırır. Bu hasletler hangi kulun kalbine girerse, onu
nasihat dinlemekten ve edebi kabûl etmekten mahrûm bırakır. Kibir, nefret
kazandırır ve dostların kalbine soğukluk getirir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm
), amcası Hazreti Abbâs’a“Seni, Allahü teâlâya ortak koşmaktan ve insanlara
kibirlenmekten nehyederim. Zîrâ cenâb-ı Hak, bu iki sıfatı taşıyanlara görünmez
ve onlara azâb eder” buyurmuştur.
Şöyle
anlatılır: “Mutarrif bin Abdullah bin eş-Şihîr, Mühelleb bin Ebî Sufre’yi süslü
elbiseler giymiş salına salına geziyor gördü. Mutarrif ona, “Yâ Ebâ Abdullah!
Bu, Allahü teâlânın ve Resûlünün sevmediği yürüyüşle yürümen nedir?” diye
sordu. Mühelleb de “Sen beni tanıyor musun?” dedi. Mutarrif bin Abdullah ona,
“Hayır seni tanımıyorum. Fakat evvelin birkaç damla pis meni, sonun da pis bir
leş ve bunların arasındaki zamanda ise pislik hamalısın” dedi.
Gurûr
ve kendini beğenme, iyilikleri gizler, kötülükleri ortaya çıkarır. Kişi, bu
kötü hasletlerinden dolayı faziletlerden ve iyiliklerden uzaklaşır. Hadîs-i
şerîfte; “Ateş odunları yok ettiği gibi, kendini beğenmek de iyilikleri
yok eder” buyurulmaktadır. Kibrin kişiye kazandırdığı nefretin sınırı ve
gurûrun sebep olduğu cehâletin sonu yoktur. Bunlar iyilikleri yok eden ve
faziletleri kaybettiren felâket tufanıdır. Eğer kendini beğenenler ve
kibirlilik taslayanlar, yaradılışlarındaki eksiklikleri ve düştükleri acz ve
zilletleri düşünselerdi, inâd ve kibirlerini, tevâzu ve yumuşaklığa
döndürürlerdi. Arabî şiir tercümesi:
Güzelliğiyle
gurûrlanan ey câhil insan,
Senin pisliğinin nasıl koktuğunu gör.
Senin pisliğinin nasıl koktuğunu gör.
Düşünse
eğer, karnındaki pisliği insan,
Gelmez kulun hatırına kibir.
Gelmez kulun hatırına kibir.
Kibrin;
üstün kuvvet, nüfuzlu olmak ve emsalleriyle az görüşmek gibi sebebleri vardır.
Kendini beğenmenin de birçok sebebleri vardır En önemli sebeb iki yüzlülüğü ve
kovuculuğu kazanç vesilesi ile âdet edinmektir. Diğeri, yağcı ve yaltakçıların
yalan yanlış övgüleridir. İslâm âlimleri, “Üç şeyden uzak olan üç şey kazanır.
Bunlar; isrâftan uzak olan, izzet ve ikbâl kazanır. Cimrilikten uzak olan,
insanlar arasında şeref kazanır. Kibirden uzak olan, fazilet kazanır”
buyurmuşlardır.
Güzel
ahlâklı olmak: Güzel ahlâk; yumuşak huylu, alçak gönüllü, güler yüzlü,
güzel sözlü ve dargınlığı az olmaktır. Bir kul güzel ahlâka sâhib olursa, sâdık
dostu çoğalır, düşmanı azalır. Kendine kızgın olanların kızgınlıkları, geçer.
Bir hadîs-i şerîfte; “Cenâb-ı Hak, sizin için din olarak İslâmiyeti seçti.
Siz de ona güzel ahlâk ve cömertlikle saygıda bulununuz. Çünkü kulun dîni,
ancak onlarla mükemmel olur” buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte
ise; “Sizin, benim yanımda en sevgili olanınız, ahlâkı en güzel olanlar,
yardım edenler, seven ve sevilenlerdir” buyurulmuştur.
Güzel
huylu insanda, ba’zı sebeblerden dolayı yumuşaklık, tevâzu ve güler yüz gider,
bunların yerine sertlik, kabalık ve asık yüz gelir. Bunun sebeblerinin ilki,
riya sahibi olmaktır. Bir insan riya sahibi olunca, ahlâkı çok çabuk bozulur.
Dostlarıyla olan münâsebetleri hemen değişir, ikincisi, makamından düşmektir.
Sabrın az olmasından dolayı, insan hemen yumuşak huyunu kaybeder, hırçınlaşır.
Üçüncüsü zenginliktir. Sonradan görme kimselerde, zenginlik çok çabuk te’sîrini
gösterir ve bozulmaya müsait olan ahlâkı birden bozulur. Dördüncüsü, ihtiyâç ve
zarûrettir, ihtiyâcın getirdiği perişanlıktan utanç duyma ve kaybettiği
servetine üzülmek, insanın ahlâkını bozar. Beşincisi, kalbi meşgûl eden üzüntü
ve elemdir. Sabır ve tahammül edemiyen kimsenin ahlâkı da çabuk bozulur. Bunun
gibi birçok sebeplerden dolayı insan güzel ahlâkını kaybeder.
Haya: Haya
utanmaktır, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Haya
imândandır, imân ise Cennettedir. Çirkin söz ise kabalıktır. Kabalık ise
Cehennemdedir”buyurmuşlardır.
Hayasını
kaybeden kimseyi kötü işlerden alıkoyacak ve zararlarından menedecek hiçbir şey
yoktur. O, nefsinin arzu ettiği her şeyi yapar. Haya; Allahü teâlâdan utanmak,
insanlardan utanmak, kendi nefsinden utanmak olmak üzere üç kısımdır. Peygamber
efendimize ( aleyhisselâm ), “Allahü teâlâdan hakkıyla utanma nasıl olur?” diye
sordular. Cevap olarak, “Başını ve başta, bulunan uzuvlarını, mi’desini,
haram olan şeylerden koruyan, dünyâ hayatının zînetini bırakan, ölümü, kabirde
çürümeyi hatırdan çıkarmayan kul, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmuş olur” buyurdular.
Kulun insanlardan utanması, insanlara eza ve açıktan açığa fenâlık etmemesidir.
Kişinin kendi nefsinden utanması ise, iffetli olması ve yalnızken bile
günahlardan sakınmasıdır. İslâm âlimleri, “Senin kendi nefsinden utanman,
başkasından utanmandan fazla olmalıdır” buyurmuşlardır, insanın hayası bu üç
yönden tam olunca hayır sahibi olur, kötü işlerden kendini muhafaza eder.
Yumuşak
huy ve öfke: Yumuşak huy, ahlâkın en şereflisi ve akıl sahibi insanlara en
yakışır şiardır. Zîrâ yumuşak huyda namus ve haysiyetin selâmeti, bedenin
rahatı ve övülmeye lâyık hareketleri vardır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm
) bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, halîm ve utangaç kimseyi sever.
Çirkin sözlü ve öfkeli kimseyi de sevmez”buyurmuştur.
Yumuşak
huy, öfke ânında nefsine hâkim olmaktır. Bunun bir takım sebebleri vardır.
Bunlar şunlardır: İlki, câhillere merhamettir. Bu kalbdeki yumuşaklıktan dolayı
olur. İkincisi, öfkelenen kimsenin karşısındakine gâlib geleceğine
güvenmesidir. Bu sayede hâsıl olan kalb genişliği, öfkesini yatıştırır ve
yumuşamasını sağlar. Üçüncüsü, öfkelenen kimsenin şeref ve haysiyetine sövmeyi
uygun görmiyerek vekarlı davranmasıdır. Dördüncüsü, kötülük eden kimseyi hakîr
görerek onunla uğraşmamaktır. Beşincisi, kötülük edeni cezalandırmaktan
utanmaktır. Altıncısı, kendisinin aleyhinde konuşanları affetmektir. Yedincisi,
kendisini kötüleyene hiç cevap vermeden sükût etmektir. Bu sebeblerin ba’zısı
diğerinden üstündür.
Öfke,
yumuşak huyun zıddıdır. Öfkenin sebebi, bir kişi hakkında kendinden aşağı olan
bir kişi tarafından, hoşlanmadığı bir sözün söylenmesidir. Bir kul öfkelendiği
zaman şunları yaparsa öfkesi geçer: İlki, öfkelendiği zaman Allahü teâlâyı
zikretmektir. Bu zikir, ona Allah korkusunu hatırlatır, ikincisi, öfkelenen
kimsenin içinde bulunduğu hali değiştirmesidir. Ya’nî ayakta ise oturması,
oturuyorsa yatmasıdır. Üçüncüsü, öfkelenen kimsenin insanlar arasında kazandığı
sevginin, kendisine karşı nefrete dönüşmesinden kaçınmasıdır.
Yalancılık
ve doğruluk: Yalan, bütün kötülüklerin kaynağıdır. Yalanın akıbeti kötü,
sonucu çirkindir. Çünkü yalan; kovuculuğu, kovuculuk da nefreti, nefret de
düşmanlığı meydana getirir. Doğruluk, birşeyi olduğu gibi haber vermektir.
Yalancılık ise, bir şeyi gerçeğe aykırı olarak bildirmektir. Doğruluğun ve yalancılığın
sebebleri vardır. Doğruluğun sebebleri şunlardır: İlki akıl olup, akıl yalanın
çirkinliğini bilir. Yalanın hiçbir faydası olmadığını bilir. Akıl, insanı güzel
şeyleri yapmaya sevk eder. Kötülüklerden uzaklaştırır, ikincisi, doğru olmayı
ve yalancılıktan sakınmayı emreden dindir. Çünkü din, aklın mahzurlu gördüğü
şeye ruhsat vermez. Üçüncüsü mürüvvettir. Mürüvvet yalancılığı yasaklamakta,
doğru olmaya sevk etmektedir.
Yalancılığın
sebebleri ise şunlardır: 1. Menfaat sağlamak ve zarar önlemek düşüncesidir. 2.
Yalancının, sözlerinin dinleyiciler tarafından tatlı ve güzel bulunma
düşüncesidir. 3. Yalancının, düşmanlık ettiği kimseden intikam almak gayesidir.
4. Yalancının, yalan söylemeyi kendine âdet edinmesi ve nefsinin yalana
bağlanmasıdır.
Gıybet: Kıskançlık
ve haksızlıktan dolayı ortaya çıkan hıyânet ve gizlilik perdesini yırtmaktır.
Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey
imân edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Müslümanların ayıb ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi arkanızdan
çekiştirmeyin. Hiç sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan
tiksindiniz değil mi? O hâlde gıybet etmekte Allahtan korkun” buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte;“Her kim, kardeşinin gıybeti yapılırken
onu müdâfaa ederse, Allahü teâlâ, ona Cehennem azâbını haram kılar” buyurdu.
Hased: Kötü
huylardan biri olup, yalnız sahibinin bedenine zarar vermekle kalmaz. Dinine de
zarar verir. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Sizden evvel
yaşıyan ümmetlerin buğz ve hased hastalığı size de sirayet etti. Bu hastalık,
ustura gibidir. Lâkin bu ustura saçı değil, dîni imha eder. Allahü teâlâya
yemîn ederim ki, buğz ve hasedi bırakıp birbirinizi sevmedikçe, hakkıyla imân
etmiş olamazsınız. Size birbirinizi sevmenizi sağlayacak olan selâmı aranızda yayınız”buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerîfle Peygamber efendimiz (aleyhisselâm ), insanların birbirini
sevmesinin hasedi kaldırdığını ve selâmın da sevgiye vesile olduğunu bildiriyor.
Hased
öyle kötü bir huydur ki, dâima akran ve yakınlarına yönelmekte ve daha çok
ortaklara ve yakınlara karşı duyulmaktadır. Hasedin aslı, faziletli insanların
sahip oldukları hayırları çekemiyerek üzülmektir. Hased ile gıbta ayrı ayrı
şeylerdir. Gıbta, faziletli insanlara zarar vermeden, onlara benzeme isteğidir.
Hased ise zarar vermek içindir.
Mürüvvet: Hâllerin
en güzel şekline uymaktır. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm ) bir hadîs-i
şerîfte; “Her kim insanlarla muâmele ederken onlara zulüm etmezse,
onlarla konuşurken yalan söylemezse, onlara verdiği va’di yerine getirirse,
mürüvveti tam, adâleti açık, dostluğu vâcib olur” buyurmuştur.
Mürüvveti,
yüksek himmet ve nefsin terbiyesi kolaylaştırır. Yüksek himmet, insanı
ilerlemeye yöneltir ve ihtisas kazanmaya sebeb olur. Zîrâ yüksek himmet sahibi,
düşük ve önemsiz kalmayı kendisine yediremez ve noksanlık kötülüğünü kabûl
etmez. Bundan dolayı yüksek himmet, mürüvvet sahibi olmayı kolaylaştırır.
Nefsin terbiyesi de mürüvvet sahibi olmayı kolaylaştırır. Çünkü nefsin
terbiyesi ile insan edebli olur ve ahlâkî değerler ve temizlenmeler istikrârlı
olur. Nefs çok kötüdür. Ba’zan iyi şeylerden bile kaçar. Fakat nefs terbiye
edilmiş olunca, edebi taleb ve faziletlere rağbet eder.
Ba’zı
âlimler mürüvvetin şartlarını şöyle sıralamışlardır Haram işlememek,
günahlardan sakınmak, insaf ile hüküm vermek, zulüm etmemek, hakkı olmayana göz
dikmemek, kölesi olmayan kimseyi karşılıksız, çalıştırmamak, zayıfa karşı
kuvvetli olana yardım etmemek, alçak olanı şerefli olana tarcih etmemek, vebal
ve günah olan şeylere sevinmemek, kötü isim yapacak olan hareketlerde
bulunmamak, mürüvvetin şartlarındandır.
İyilik
etmek: Kerem ve ihsân sahipleri, başkalarına bir iyilik yaptıkları zaman,
bundaki niyetleri Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olmalıdır. Karşıdaki
şahıstan bir karşılık beklememeli, mükâfatını Allahü teâlâdan istemelidir.
Bir
köylü Hazreti Ömer’in huzûruna gelerek, “Ey hayır sahibi Hazreti Ömer! Allahü
teâlâ seni Cennetle mükâfatlandırsın. Kızlarım ve anaları için giyecek
birşeyler istiyorum. Zamanın ağır şartlarına karşı bize kalkan ol. Bunları
Allah rızâsı için yap!” diye ba’zı beyitler okudu. Hazreti Ömer, “Eğer bu
arzularını yerine getirmezsem ne olur?” deyince, “O zaman ümitsiz olarak dönüp
giderim” dedi. Hazreti Ömer “Gidersen ne olur?” diye sordu. Köylü “Sen
müslümanların halifesisin. Herkesin iyilik ve fenâlıkları toplanıp, ihsânda
bulunanların durağının Cennet, ihsânda bulunmaktan kaçınanların gideceği yerin
de Cehennem olduğu gün, benim hâlim senden suâl edilebilir” dedi. Bunun üzerine
Hazreti Ömer, sakalları ıslanıncaya kadar ağladı ve yanında bulunan bütün
malını o kimseye hediye etti.
Allahü
teâlâ, Hazreti Davud’a (aleyhisselâm) şöyle vahy etti: “Yâ Dâvûd! Benim
kullarıma olan ihsânımı onlara hatırlat ki, beni sevsinler, zira kullarım,
ancak kendilerine ihsân ve iyilik edenleri severler.” iyilik etmek, insanların
kalbine yumuşaklık, sevgi ve şefkat verdiği için, insanlar arasındaki
yakınlığın devamını sağlayan önemli esaslardan biridir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm
) bir hadîs-i şerîfte; “Kulların kalbi, iyiliğini gördüğüne sevgi,
fenâlığını gördüğüne de buğz ve düşmanlık etmek üzere yaratılmıştır”buyurmuştur.
İmâm-ı
Mâverdî hazretleri buyurdu ki: “Kul, geceleri, gündüz yaptığı işlerin
muhâsebesini yapmalıdır. Zîrâ geceleyin, insanın aklı ve fikri daha topludur.
Muhâsebe yaptığı sırada, gündüz yaptığı işi faydalı bulursa, onu yapmaya devam
eder. Şayet kötü bulursa, onu telâfi etmeye çalışır ve ileride bundan ve bunun
benzerinden sakınır.”
“Cin,
dört ana maddeden yapılmıştır: Su, toprak maddeleri, havadaki gazlar ve ateş.
Bunlardan ateş; alev, ışık ve dumandır. Mâric denilen, alev kısmından yaratılan
cinnîlerin mü’minleri, kâfirleri ve fâsıkları vardır.”
“Zinânın
iki sebebi vardır. İlki, gözü serbest bırakmak, ikincisi şehvetle bakmaktır.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Hazreti Alî’ye buyurdu ki: “Yâ Ali,
birinci bakışına ikincisini ilâve etme. Çünkü birincisi senin lehine, ikincisi
ise aleyhinedir.” Bu hadîs-i şerîfteki “Birinci bakışına ikincisini
ilâve etme” sözünün iki anlamı vardır. Birincisi, gözün bakışına kalbinin
bakışını da ilâve etme. İkincisi, sehven vâki olan ilk bakışına, bile bile olan
ikinci bakışını ilâve etme. Hazreti Îsâ (aleyhisselâm) “Sakın, bir bakıştan
sonra bir daha bakma. Zira ikinci bakış, kalbe şehvet tohumunu eker ve bu da
belâ olarak sahibine yeter.” Şehvet, akıllı olanları aldatır. Zeki olanlara
haksızlık eder. Çirkin olanları güzel gösterir. Rezaletleri teşvik eder.
Şehvet, bütün fenâlıkların sebeb ve teşvikçisidir. Şehvet için Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Dört haslet vardır ki,
bunlara sahip olan, Cenneti hak etmiş olur ve şeytanın şerrinden korunmuş olur.
1) Rağbet ve istek anında nefsine hâkim olmak. 2) Korku anında nefsine hâkim
olmak. 3) Şehvet anında nefsine hakim olmak. 4) Öfke anında nefsine hâkim
olmak” buyurdu.”
“Ba’zı
kimselerin dostluğu dilindedir. Arkandan sana hıyânet eder, sözüne ve
dostluğuna vefa göstermez. Seni zem ve gıybet eder. Karşılaştığınızda yüzünüze
güler. Böyle iki yüzlü kimseler, yanlarında iken seni memnun eder. Arkandan da
sulb ve alkam ismindeki iki ağaç gibi acı meyve verirler.”
Ahnef
bin Kâys buyuruyor ki: “Bir kimse bana düşmanlık etse, ben ona şu üç sıfatın
biriyle karşılık veririm. Bu kimse benden büyükse ona saygı duyar, karşılık
vermem. Benden küçükse, kadrimi ondan yüksek görüp, kötü muâmeleye tenezzül
etmem. Benim akranım ise, ona af ve ihsân ile muâmelede bulunurum.”
Abdullah
bin Hasen, oğluna şöyle dedi; “Akıllı olan düşmandan sakındığın gibi, câhil
olan dostun istişâresinden de sakın. Zira câhilin istişâresiyle, çok kısa
zamanda çıkmaza girersin. Böylece akıllı düşmanın hilesine ve câhil dostun
tehlikesine kapılırsın.”
“Konuşmanın
ba’zı şartları vardır.
Konuşan
bunlara riâyet ettiği takdîrde, konuşması iyi ve güzel olur. Bu şartlar
şunlardır: ilki, konuşma, onu gerektiren bir menfaat veya bir zararın defi için
olmalıdır. İkincisi, yerinde konuşmalıdır. Üçüncüsü, gerektiği kadar konuşup
sözü uzatmamalıdır. Dördüncüsü, söyleyeceği sözleri iyice seçmelidir.”
“Sabır
altı kısımdır: ilki ve en önemlisi, Hak teâlânın emirlerini yerine getirmekte
ve yasaklarından sakınmakta sabır göstermektir, ikincisi, çeşitli zamanlarda
karşılaşılan üzücü olaylar ve durumlar karşısında sabretmektir. Üçüncüsü, elden
çıkmış ve ulaşılması imkânsız hâle gelmiş şeylere sabretmektir. Dördüncüsü,
ileride meydana gelmesinden endişe edilen korkunç olaylara ve gerçekleşmesinden
korkulan musibetlere karşı sabretmektir, Beşincisi, bekleyip umduğu bir ni’meti
kazanmak için sabır göstermektir. Altıncısı, insanın karşılaştığı kötü ve
korkunç hâller karşısında sabretmektir.”
“Müşavere
yapılacak kişide şu beş şart bulunmalıdır: 1) Tam akıllı ve geçmiş tecrübesi
olmalıdır. 2) Dindar ve takvâ sahibi olmalıdır. 3) Nasihat eden bir dost
olmalıdır. 4) Fikri dağıtıcı, kaygı ve meşgûl edici üzüntüden sâlim olmalıdır.
5) Kendisine danışılan işte onu ilgilendiren bir maksadı ve onu etkileyecek bir
arzu olmamalıdır.”
“Namus
ve haysiyeti zedeleyen sözler ikiye ayrılır, ilki, sâdece sahibinin namus ve
haysiyetini zedeleyip, başkasına zarar vermeyen sözlerdir ki, bunlar; yalan ve
çirkin sözlerdir, ikincisi, zararı başkasına dokunan sözlerdir ki, bunlar,
gıybet, fitnecilik, jurnal, iftira ve kötü söz söylemektir.”
“Ba’zı
eski eserlerde şöyle yazıyor iyiliğe karşı nankörlük etmek, emânete hıyânet
etmek, sıla-i rahmi kesmek, cezaları derhal verilen şeylerdendir.”
“Kul,
minnet altına girmekten ve başkasının yardımına güvenmekten kaçınmalıdır. Zîrâ
minnet, minnet edilen kimsede ve minnet sahibinde de kölelik zinciri gibi bir
kuvvet meydana getirir. Başkasının yardımına güvenmek, ona yük olmaktır.
Başkasına yük olan kimse, insanların gözünde alçalır. Böyle alçalan kimsenin,
insanların yanında değeri olmaz. Ali bin Ebi Tâlib ( radıyallahü anh ), oğlu
Hazreti Hüseyn’e yaptığı vasıyyette buyurdu ki; “Yavrucuğum, Allahü teâlâ ile
aranda ni’met sahibi birisinin olmasına mâni olabilirsen ol. Hak teâlâ, seni
hür yaratmışken, başkasına köle olma. Çünkü Allahü teâlâdan gelen az mal,
başkasından gelen çok maldan daha şerefli ve değerlidir. Gerçi Allahü teâlâdan
gelen malın azını da çok kabûl etmek lâzımdır.”
“Allahü
teâlânın korkusu kalbine yerleşmiş olan kimse, insanlar hakkında insaflı
muâmelede bulunur, insanlar ise kendilerine iyi muâmelede bulunanı severler.
Bundan dolayı insanların sevgisi, kişinin kalbindeki Allah korkusuna
delâlettir. O kimsenin iyiliğine insanlar buğz ediyorlarsa, kişinin kötülüğüne
ve kalbinde Allah korkusunun az olduğuna delîldir.”
Âlimlerimiz
buyuruyor ki: “Edebsiz bir âlim harab bir binaya benzer. Yukarısına doğru
çıkıldıkça tehlike korkusu artar, kurumuş dereye benzer ki, derinliği arttıkça
sarplaşır. Verimli, fakat işlenmemiş toprağa benzer ki, işlenmediği sürede
birbirine karışmış faydasız otlar çoğalır ve vahşî hayvanların yuvası olur.”
İslâm
âlimlerinden biri buyuruyor ki: “İnsanların sahip olduğu makam iki kısımdır,
ilki, şeref ve meziyet, gayret ve hamiyet sayesinde elde ettiği makamdır ki,
kendisiyle şeref bulur ve bu gibilerin dâima tevâzuları artar, ikincisi,
meziyetten mahrûm olduğu halde, şans eseri mevki sahibi olan ahmaklardır.
Bunlar ise kibir ve gurûrdan sarhoş olmuşlardır.”
“Saîd
bin Urve buyuruyor ki: Benim yarım yüzüm ve dilim olup çirkin görünmem, iki
yüzlü, iki dilli ve iki ayrı sözlü münâfık olmamdan daha hayırlıdır.”
“Ey
insan! Sen nefsine nasihat etmeyi ganîmet bil. Kendi ayıplarını gizlemek ve
mazeret beyân etmek sûretiyle nefsine dalkavukluk etme.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1)
Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 189
2)
El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 80
3)
Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 423
4)
Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 285
5)
Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 267
6)
Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 322
7)
Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 155
8)
Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 282
9)
Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 19, 45, 126, 140, 168
10)
Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 689
11)
Târih-i Bağdâd cild-12, sh. 102
12)
Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 25
13)
El-A’lâm cild-4, sh. 327
14)
El-Lübâb fi tehzîb-il-ensâb cild-3, sh. 156
15)
Lisân-ül-mizân cild-4, sh. 260
16)
Mu’cem-ül-üdebâ cild-5, sh. 407
17)
El-Muntazam cild-2, sh. 67
18)
Târih-ül-hulefâ sh. 406, 464
19)
El-Kâmil fit-târih cild-9, sh. 617
20)
El-Vezâra (mukaddime) sh. 41, 43
21)
Edeb-üd-dünyâ ved-dîn sh. 65
22)
Edeb-ül-kâdı cild-1, sh. 58, 87, 90
23)
El-Ahkâm-üs-sultâniyye sh. 8
24)
Geschichte der Arabischen Literatur cild-1, sh. 386
25)
Brockelmann, sup-1, sh. 668
26)
Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1034, 666
27)
Rehber Ansiklopedisi cild-11, sh. 287