DOĞUMU
VE GENÇLİĞİ
Hizan ilçesinin
Nurs köyünde, yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babasının adı Mirza, annesinin adı ise Nuriye'dir. Küçük yaşından itibaren ilme
merak salan Said, ilk eğitimini, tahsilde olan ağabeyi Abdullah'ın izne geldiği
zamanlarda, ondan aldı.
Henüz
çok küçükken eşya ve hadiseleri inceden inceye sorgulamaya başlayan Said, dokuz
yaşından itibaren çıktığı ilim yolculuğunda bir çok ilim merkezlerine uğradı,
ama hiçbir yerde uzun süreli kalmadı. Üç aylık, en uzun süreli ve düzenli
eğitimini, on dört yaşlarında iken, sonradan Ağrı ilinin bir kazası olan
Doğubeyazıt'taki Beyazıt Medresesi'nde, Şeyh Mehmet Celâlî'den aldı.
Bu
üç aylık sürede, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka
kitabı da okudu. Buradan icazetini alarak Doğubeyazıt'tan ayrıldı. Said, genç
yaşına rağmen klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime
sahip olmuştu.
Said,
Doğu'daki bir çok ilim merkezlerine giderek, o dönemin medrese âlimleri
arasında gelenek hâlinde olan ilmî münazaralara katıldı. Keskin zekâsı ve güçlü
hafızasının yardımıyla, katıldığı bütün münazaralardan başarıyla çıktı.
Doğu'daki meşhur alimlere rüştünü fiilen ispatlamış olan Said'in genç yaşta
ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürdü. Anlaşılması en zor konuları
bile hemen kavraması, okuduğu ve incelediği kitapları bir kere okumakla
ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın âlimleri ona "Bediüzzaman (zamanın eşsizi)"[2] unvanını
verdiler.
Şirvan,
Siirt, Bitlis ve Tillo'dan sonra 1894'te Mardin'e geçen Nursi, burada bir
yandan ilmi münazaralara devam ederken, diğer taraftan da Şehide Camii'nde ders
vermeye başladı. Hürriyet, meşrutiyet kavramlarını ve bu kavramlar etrafında
İstanbul'da başlayan fikri ve siyasi mücadeleleri ilk kez burada duyan Nursi, bir
çok sosyal faaliyetin de içinde yer aldı. Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa
Mardin'de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri
durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursî'yi,
Mardin Mutasarrıfı, bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda
kaldı.[3]
Bitlis'e
giden Bediüzzaman'ın ilmî vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer
Paşa'nın dikkatini çekti. Ömer Paşa Bediüzzaman'a vilâyet konağında kalarak
çalışmalarını devam ettirebilmesi için bir oda tahsis etti. Doğu ve Batı
klasikleriyle beraber, fen bilimlerine ait kitapları da içinde bulunduran
konağın büyük kütüphanesi, Bediüzzaman'ın fen bilimlerine ait en son bilgilere
ulaşması için bir zemin oluşturdu. Bitlis vilâyet konağında geçirdiği iki yıl
süresince, din ilimlerine olduğu kadar fen ilimlerine de vakıf oldu.
İki
yıl kadar Bitlis'te kalan Bediüzzaman, şehrin ileri gelenlerinin, özellikle de
Van Valisi Hasan Paşa'nın[4] daveti
üzerine Van'a gitti. Henüz yirmi yaşlarında olan Nursi bu tarihten itibaren
yaklaşık on, on iki sene kadar Van'da ikamet etti. Ne yazık ki, bu dönemle
ilgili elimizde çok ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Ancak, devlet erkanının
sohbet meclislerine sık sık katıldığı, aşiretler arası anlaşmazlıkları çözmede
rol aldığı ve talebelere ders verdiği bilinmektedir.
Bediüzzaman'ın
Van hayatı, Hasan Paşa'nın yerine İşkodralı Tahir Paşa'nın Vali olarak tayın
edilmesi ile başka bir boyut kazandı. Musul ve Bitlis Valiliği yapmış ve II.
Abdulhamid'in çok değer verdiği idarecilerden biri olan Tahir Paşa,[5] Bediüzzaman'ı
kısa sürede keşfetti ve konağının kapısını ona açtı. Bediüzzaman'daki cevher ve
kabiliyeti ilk keşfeden devlet adamlarından biri olan Tahir Paşa, 1913'te vefat
edinceye kadar, ona her türlü imkanı sağlamayı ihmal etmedi.
Çeşitli
gazete ve dergilerin de bulunabildiği konağın zengin kütüphanesi,
Bediüzzaman'ın çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkân sağlamıştı.
Sosyal ve siyasal gelişmeleri yakından takip eden Tahir Paşa, bunları
Bediüzzaman ile sürekli paylaşıyor ve düşüncelerini alıyordu.
Tahir
Paşa'nın konağı, gerek hükümet memurları, gerek yeni faaliyete geçen modern
okullarda görev yapan muallimler ve diğer ilim ehli için gözde bir mekandı.
Burada sık sık ilmi, siyasi münazaralar yapılırdı. Tahir Paşa, bu münazaralara
Bediüzzman'ın katılmasına ayrı bir önem verirdi.[6]
Bu
yeni çevre Bediüzzaman'ın ufkuna önemli katkılarda bulunmuştur. Özellikle
geleneksel kelam ilminin, İslam hakkında fen ve felsefeden gelen şüphelere ve
İslam'a yöneltilen tenkitlere cevap verme konusunda, ne kadar yetersiz
kaldığını yakından görmüş oldu. Bu tahlilin bir gereği olarak, Doğu alimlerince
yeteri kadar bilinmeyen muasır bilimleri öğrenmenin çok büyük ihtiyaç olduğunu
hissetti.
Bu
konuda kendisini en çok cesaretlendiren de yine Tahir Paşa oldu. Molla Said,
onun kütüphanesinden ve makamına gelen gazete ve dergilerden son derece
istifade etti. Bir yandan tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, astronomi
ve felsefe alanında yazılmış kitapları okurken; diğer yandan da İslam dünyasını
ve Osmanlıyı yakından ilgilendiren meseleleri ve gelişmeleri ilgiyle takip
etmeye başladı.
Bediüzzaman
Bitlis'te iken ezberine aldığı kırk kitaba ek olarak Van'da elli kitabı daha
hıfzına aldı. Bu kitaplar içerik olarak tek tip değildi; din ilimleri, fen
ilimleri, felsefe, tarih, edebiyat alanındaki meşhur eserlerdi. Bu doksan
kitabın ezberini, özellikle gece vakitlerinde üç ayda bir hafızasında tekrar
ederdi.[7]
Bediüzzaman
Van'da bulunduğu sürece, daha ziyade Molla Said-i Meşhur unvanı ile
tanınıyordu.
Bediüzzaman'ın
Van hayatı, İslam aleminin geri kalma nedenleri ve bu durumdan nasıl
kurtulabileceği konusuna odaklaştığı görülmektedir. Nihai noktada vardığı
sonuç; bütün problemlerin cehaletten, ihtilaftan kaynaklandığını ve bunun için
de eğitim alanında önemli ve yeni adımların atılması gerektiğiydi.
Bu
anlamda ilk adımı yine Van'da attı. Van'da kaldığı sürede eğitim metodunu
tamamen kendisinin hazırladığı bir medrese kurdu. Hatta bir ara Şark'ın zeki
hocalarını ve zeki talebelerini Van merkezine getirtti. Bütün ihtiyaçların vakıf
idaresince karşılanmasını sağlayarak, fen ve din ilimlerini bir arada vermeye
başladı. Altı yedi ay süren bu eğitim denemesinde dersleri bizzat kendisi
veriyordu.[8]
Molla
Said'in esas hedefi, aynı metodun uygulanacağı bir üniversiteyi Doğu Anadolu'da
kurmaktı. Bu üniversitede din ilimleri ile fen ilimleri birlikte öğretilecek,
etnik diller de serbest tutulacaktı. Bu üniversiteye, Kahire'deki Ezher
Üniversitesi'nden hareketle "Medresetüzzehra" ismini
verdi. Van, Bitlis ve Diyarbakır üçgeninde gerçekleştirmeyi hedeflediği bu
proje ile sadece cehalet ve geri kalmışlıkla mücadele etmekle kalınmayıp,
muhtemel siyasi ve sosyal problemlere de bir çözüm bulunacağına inanıyordu.[9]
Molla
Said'in Van hayatı çok verimli geçti. Bu arada gördüğü bir rüya ve hemen
ardında Tahir Paşa'nın kendisine gösterdiği bir gazete haberi, onun dünyasında
manevi fırtınaların kopmasına ve fikri mücadelesinin de parlamasına neden oldu.
Bu rüyayı kendisinden dinleyelim:
"Eski
Harb-i Umumîden evvel bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen
meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti; dağlar gibi
parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum
validem yanımdadır. Dedim: "Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir. O
hem Rahîmdir, hem Hakîmdir." Birden, o hâlette iken baktım ki,
mühim bir zât bana âmirane diyor ki: "İ'cazı Kur'an'ı beyan
et." Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. o infilak ve
inkılaptan sonra kuran etrafındaki surlar kırılacak Doğrudan doğruya kuran
kendi kendini müdafaa edecek. Kurana hücüm edilecek, İcazı onun çelik bir zırhı
olacak. Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak,
benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım."[10]
İşte
bu rüyanın üzerinden çok geçmemişti ki, Tahir Paşa bir gazetedeki şu haberi ona
gösterdi:
İngiliz
Meclisi Mebusan'ında Müstemlekat Nazırı elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek
söylediği bir nutukta:
"Bu
Kur'ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp
yapmalıyız, bu Kur'ân'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları
Kur'ân'dan soğutmalıyız." demiş.
İşte
bu müthiş haber, onda târifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek
gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret
ve şecaat gibi harika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman, bu haber
üzerine; "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş
hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim." der
ve harekete geçer.[11]
İSTANBUL'A
İLK SEYAHAT
Bediüzzaman,
ruhunda uyanan bu azimle, öteden beri hayalini kurduğu Medresetüzzehra
projesinin artık gerçekleşmesi zamanı geldiğini düşünüyordu. Bu devasa projenin
tahakkuku için Tahir Paşa ile yaptığı istişareler neticesinde, resmi makamların
yardımını temin etmek üzere Kasım 1907' de, henüz otuz yaşlarında iken
İstanbul'a geldi.
Tahir
Paşa, İkinci Abdülhamit'e ulaştırılmak üzere, Bediüzzaman'ın şöhretini içeren
bir mektubu da onunla göndermeyi ihmal etmedi.[12]
İstanbul'a
vardığında, iki ay kadar Ferik (Tümgeneral) Ahmet Paşa'nın misafiri oldu. Ferik
Ahmet Paşa, Bediüzzaman'ın, Doğu Anadolu'da uygulanacak olan eğitim projelerine
destek bulmak amacıyla Saraya verdiği dilekçenin hazırlanmasına yardımcı olmuş
ve onu gerekli kişilerle tanıştırmıştır.[13]
Bediüzzaman
bu İstanbul seyahatinde, Doğu'ya ve dolayısı ile doğudaki problemlere dikkat
çekmek için kıyafetini değiştirmedi. Doğu eyaletlerinin geleneksel
kıyafetleriyle herkesin karşısına çıkan Nursi, kendinden emin tavırları ve
etkili hitabetiyle kısa sürede dikkatlerin odağı oldu.
Bununla
da yetinmeyen Nursi, herkese şaşkınlık veren bir uygulama başlattı. Fatih'teki
Şekerci Hanı'nda bir otel odasına yerleştikten sonra, odasının kapısına şu
levhayı astı:
"Burada
her müşkül halledilir, her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz."
Fatih
Şekerci Hanı o dönemin önde gelen aydınlarının uğrak yeriydi. Mehmet Akif ve
Rasathane Müdürü Fatin Hoca o otelde kalanlar arasındaydı.[14]
Bediüzzaman'ın
bu hayret uyandıran levhası, kısa sürede dikkatleri çekmiş ve gerçekten de
gelenlerin müşküllerini hallettiği, bütün sorularına cevap buldukları bir yer
olmuştu.
Bu
şöhret, kimi alimlerin takdirlerinin toplarken, kimilerinin de kıskançlık ve
haset duygularını tahrik etti. Bu kıskançlık bir süre sonra Bediüzzaman'ın
başını derde sokacaktır.
Bediüzzaman
işte tam bu sıralarda (Mayıs 1908) eğitim reformları hakkındaki fikirlerini
içeren dilekçesini Saray'a sundu.
Bu
dilekçenin metni beş ay kadar sonra, 19 Kasım 1908'de Şark ve Kürdistan
gazetesinde yayınlandı. Fakat gazetenin giriş yazısında da ifade edildiği
üzere, bu dilekçe hiç de hoş olmayan sonuçlar doğurdu.
Bir
yandan bazı alimlerin hasımca tavır takınmaları ve diğer yandan, hürriyetin
kısıtlandığı bir dönemde, Bediüzzaman'ın mevcut eğitim politikalarını tenkit
etmeye kadar giden pervasız ve cesaret dolu konuşmaları, Saray'ın dikkatini
çekmiş ve sıkı gözetim altına alınmıştı.
Bir
süre sonra, "Her soruya cevap veren ve Saray'a karşı
böyle pervasız olup, eleştiriler getiren bir adam, olsa olsa deli
olabilir." denilerek, Bediüzzaman akıl hastanesine sevk
edilir.[15]
Hastahanede
onu muayene etmek üzere Saray doktorlarından biri görevlendirilir. Bediüzzaman
doktora, neden ve nasıl buraya gönderildiğini dört madde halinde anlatır ve
doktor hayretler içinde kalır. Büyük bir deha ve yüksek bir zeka ile
karşılaştığını fark eden doktor:
"Şimdiye
kadar İstanbul'a gelenlerin içerisinde zeka ve fetanetçe (aşırı zeki)
böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir."
şeklinde
bir rapor hazırlar ve Saraya gönderir.
Bu
raporu alan ve daha önce İkinci Abdülhamid'e Bediüzzaman hakkında yalan yanlış
bilgiler vererek onu yanıltan Saray paşaları telaşa düşerler ve bir an önce onu
İstanbul'dan uzaklaştırmanın yollarını ararlar.
İlk
tedbir olarak Bediüzzaman'ı hemen bir hapishaneye naklettirirler ve orada da
başlarına bela olmaması karşılığında rüşvet teklif ederler; ancak bir netice
elde edemezler. Ardından Padişah'ın iradesi ile Zaptiye Nazırı Şefik Paşa
Bediüzzaman'a gönderilir.
Zaptiye
Nazırı Padişah'ın selamını kendisine ilettikten sonra, Doğu'ya tekrar dönmesi
halinde kendisine otuz lira maaş bağlanacağını söyler ve bunun üzerine
Bediüzzaman ile aralarında ciddi bir tartışma başlar. Bediüzzaman cevap olarak:
"Ben
maaş dilencisi değilim. Kendim için değil, milletim için geldim. Hem de bunu
bana teklif etmek, rüşvet ve susma payıdır. Benim şahsi menfaatimi neden
milletin genel menfaatine tercih ediyorsunuz?" der.
Rüşvetin
fayda vermeyeceğini anlayan Şefik Paşa:
"Nasıl
ve hangi cesaretle Padişah'ın teklifini reddediyorsun, sonun çok vahim
olacaktır."
diyerek
tehdit yolunu dener. Bediüzzaman cevap olarak:
"Reddediyorum,
ta ki Padişah beni çağırsın da gerçekleri söyleyeyim. Hem, idam olunsam, bir
milletin kalbinde yer edeceğim,.."
diyerek
bu tehdide beş para önem vermez ve Şefik Paşa eli boş olarak geri döner.[16]
Said
Nursi'nin o dönemdeki portresini "Sırat-ı Müstakim
Dergisi"nin sahibi olan Eşref Edip, şu ifadelerle resmeder:
"Hürriyet
mücadelesinde celadet ve şehameti o derece idi ki, herkesin ağzını açmaktan
korktuğu, işaretle konuştuğu bir zamanda onun bu kadar cesaret ve celadet
göstermesi zamanın havsalasına sığmadı. Sarayın ve paşaların ferman ferman
olduğu, mutlak bir kudrete sahip olduğu bir zamanda şark vilayetlerinden gelen
bir adamın bu kadar cesaret göstermesi hayret ve taaccüple telakki edileceği
tabii idi. Halka köle nazarı ile bakan müstebit paşalar; 'Bu kadar
cesaret akıl karı değildir!..' diyerek onu tımarhaneye sokmaktan başka
kendileri için halas ve rahat çaresi göremediler."[17]
Bediüzzaman,
zulmen atıldığı bu ilk hapishanede çok kalmaz ve Meşrutiyet'in kabulünden sonra
ilan edilen siyasi af kapsamında hürriyetine kavuşur.
31 MART
OLAYI VE BEDİÜZZAMAN
Hürriyetin
ilanı ile birlikte İstanbul'un her tarafında bir kargaşa ve infial dönemi
başlamıştır. Bu sosyal çalkantıları durdurmak ve insanları yatıştırmak
gerekiyordu. Bunun tek bir yolu vardı; insanları ikaz etmek ve hürriyetin
nimetlerini inandırıcı bir üslupla anlatmak…
Meşrutiyet'in
başına meşruiyeti de ilave ederek, "Meşrutiyeti meşrua"
sloganı ile hürriyeti anlatmaya çalışan Bediüzzaman, Meşrutiyet'in üçüncü
gününden itibaren bir taraftan gazete ve dergilere yazı yazarken, diğer yandan
da etkili hitabeti ile miting meydanlarında ve konferans salonlarında binlerce
insana hitap ederek ortamın bir an önce yumuşamasına yardımcı oldu.
Bugünlerde,
özellikle Selanik patlamaya hazır bir bombayı andırıyordu. Bediüzzaman 11
Temmuz'da Sultan Ahmet meydanında yaptığı "Hürriyete Hitap" nutkunun
aynısını, Selanik meydanında da vererek, tırmanan tehlikenin önünü kesti.[18] Özellikle
Şehzadebaşı'ndaki Ferah Tiyatrosu'nda çıkan kavgayı, etkileyici hitabetiyle son
anda önlemiş oldu.[19]
Hamallar,
İttihatçılara ve dolayısı ile Meşrutiyet'e karşı tavırlarını boykot yaparak
ortaya koydular. İstanbul'da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin bu siyasi ve
anarşik olayların içine çekilmesi tehlikesini sezen Said Nursi, hamalların
yoğun olduğu yerlere, özellikle kahvehanelere gidip konuşmalar yaptı ve
Meşrutiyeti anlattı. "İlla boykot yapacaksanız,
(O sırada) Bosna Hersek'i ilhak eden, Avusturya mallarına karşı yapın."Diyerek,
öfkelerini başka tarafa çekmeyi başarmış ve çıkması muhtemel büyük bir boykot
ve anarşiyi önlemiş oldu.[20]
Meşrutiyet'ten
rahatsız olan bir diğer kesim de ulema ve talebelerdi. Zira onlar, anayasal
sistemin ve hürriyetin dine aykırı olduğunu iddia ediyorlardı. Bunu fark eden
Said Nursi, Meşrutiyet-i meşruanın İslam'a aykırı olmadığını, dört hak mezhebin
klasik kaynaklarına dayanarak ve İslam tarihinden örnekler vererek ortaya
koymaya çalıştı. Bunu yaparken, bir yandan gazetelere, dergilere yazılar
gönderiyor, diğer yandan da medrese mensuplarının toplandığı yerlere giderek
konuşmalar yapıyordu.
Meşrutiyete
tepkili diğer bir zümre de askerlerdi. Üstlerine, özellikle Harbiyeli subaylara
itaat etmemeye başlayan askerler, büyük bir felakete adeta davetiye çıkarıyorlardı.
Bu tehlikeyi fark eden Bediüzzaman, İstanbul'un farklı yerlerinde bulunan avcı
taburlarını bir bir dolaşarak "Meşrutiyet'in
yanlış anlaşıldığını ve dine aykırı bir tarafı olmadığını" anlattı.
İslam'ın anarşiye karşı olduğunu ve üstlerine itaat etmemeleri durumunda
anarşiyi körükleyeceklerini anlatarak, onları itaate sevketti.[21]
Meşrutiyet'in
ilanı sadece İstanbul'da değil, Doğu'da da infiallere neden olmuştu. Said Nursi
"Bediüzzaman" imzası ile doğudaki nüfuzlu kişilere ve aşiret
reislerine altmış kadar telgraf çekti. "Meşrutiyet ile dine bir
zarar gelmeyeceğini, aksine dinin inkişaf edeceğini" anlatarak
onları yatıştırdı.
Bugünleri
sonradan anlatan Bediüzzaman, hizmetlerini şu cümleyle özetliyordu:
Takvimler
13 nisan 1909'u gösterdiğinde, tarihe "31 Mart Vakası" olarak
geçen büyük bir isyan baş gösterdi. Mevcut kargaşayı fırsat bilen karanlık
ellerin çıkardığı bu isyanla her şey altüst olmuş ve İkinci Abdülhamit tahtan
indirilmişti.
Said
Nursi, isyanın üçüncü gününde isyan eden askerlere gazetede yazdığı yazılarla,
dördüncü gününde ise bizzat Harbiye Nezareti'ne giderek onlara hitap etti ve
isyanı bitirmelerini istedi.
İsyanın
on birinci gününde, Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu isyanı
bastırdı ve sıkıyönetim ilan edildi. İsyancıların elebaşıları yakalanarak
sıkıyönetim mahkemesinde idam edildiler. İsyanı yatıştırmak için bir dakika boş
durmayan Said Nursi de olaya karıştığı iddiası ile tutuklanır. Üç hafta kadar
hapiste kaldıktan sonra mahkeme huzuruna çıkarılır.
Müdafaasında,
isyan öncesindeki dokuz aylık sürede yaptığı hizmetleri ve isyanın durdurulması
için üstlendiği rolü dile getiren Nursi,
"Demek
ki, ben bu hizmetleri yapmakla büyük cinayetler etmişim ki, burada idamla
yargılanıyorum." der.
Ardından
İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'ne dahil oluş nedenini ve şeriatın ne anlama
geldiğini izah ederek, cesaret ve feraset dolu bir müdafaa yapar. Bu savunma
daha sonra, Dinvan-ı Harbi Örfi adı ile
kitaplaştırılır.
İdam
edileceğini beklerken, beraat eden Nursi, kendisinden sonra yargılanan kırk elli
kişinin de idamdan kurtulmasına vesile olur.
İstanbul'da
bulunduğu iki senelik zaman diliminde, faydalı gördüğü sivil toplum kuruluşları
ile hizmet etmekten kaçınmayan Said Nursi, İttihadı Muhammedi Cemiyeti'nin
kurulduğunu duyunca, bu evrensel ve mübarek ismin bir grubun elinde istismar
edilmemesi ve şahsi düşüncelere alet edilmemesi için hemen gidip dahil
olur.
31
Mart olayında, sıkıyönetim mahkemesinde yaptığı müdafaada; İttihadı Muhammedi
Cemiyeti'ne niçin dahil olduğunu şöyle ifade eder:
"İşittim
İttihadı Muhammedi Cemiyeti adı ile bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet
derecede korktum ki, bu ismi mübarek atlında bazılarının bir yanlış hareketi
meydana gelir. Sonra işittim ki bu ismi mübareki bazı mübarek zevat, Süheyl
Paşa va Şeyh Sadık gibi zatlar daha basit ve sırf ibadet ve sünnet-i
seniyeye tebaiyyete nakletmişler."
"Lakin
tekrar korktum, bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben
nasıl ki, dindar müteaddit cemiyete bir cihette mensubum. Zira maksatlarını
gördüm. Kezalik o ismi mübareke de intisap ettim. Bu cemiyetin reisi Fahrül
Alemdir. Gayesi ise Ahlak-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünneti Nebeviyeyi ihya ve
başkalarına da muhabbet etmektir."
"İşte
ben bu ittihadın efradındanım, bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim.
Yoksa sebebi iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim."[23]
Bu
ifadelerden de anlaşıldığı gibi Said Nursi, her şeyden önce, herhangi bir
grubun, Hz. Muhammed (asv)'in ismini taşıyan bu cemiyeti kendi tekeli altına
alıp siyasi maksatları uğruna kullanmasından ve daha ötesi, böyle bir cemiyetin
toplumda ayrılığın ve çekişmenin kaynağı haline getirilmesinden şiddetle endişe
ettiği için dahil olmuş ve gerçekten de bu istismarlara engel de olmuştur.
Said
Nursi'nin 23 mayıs 1909'da sıkıyönetim mahkemesinde serbest bırakılması o günün
gazetelerinde şu ifadelerle duyurulmuştur:
"Bediüzzaman
Said Kürdi mukaddem (başlangıçta) vaki olan ihbaratın saniadan (uydurmadan)
ibaret olduğu ve bilakis mumaileyhin (kendisinin) tesisi meşrutiyette hidematı
bergüzidesi (üstün ve seçkin hizmetleri) sebkeylediği (geçtiği) tahakkuk
eylemekle tahliye edilmiştir."[24]
İSTANBUL'DAN
VAN'A DÖNÜŞ
Mahkemeden
beraat eden Said Nursi, müdafaasında da ifade ettiği gibi, İstanbul'a
veda edip memleketine geri dönmeğe karar vermişse de, dokuz on ay kadar daha
İstanbul'da kaldığı bilinmektedir. İstanbul seyahati onun için hayal kırıklığı
ile sonuçlanır. İstanbul'dan umduğunu bulamayan Nursi, veda edip giderken bir
vedaname yazar. Hayal kırıklığını bu vedanamede de görmek mümkündür.
"…Elveda
ey gelin libası giymiş acuzei şemta (kocakarı). Sen zehirli bir bala benzersin.
Belki medeniyet libası giymiş vahşi bir adama benzersin. Sureten ne kadar
medeniliğin var, sireten dahi nifak, sefalet, ağraz içinde o kadar
vahşisin…"[25]
Bediüzzaman
Karadeniz üzerinden Batum'a ve oradan da Van'a geçer. Bu seyahat sırasında
Gürcistan'ın başkenti Tiflis'e de uğrar. Burada bir Rus polisi ile aralarında
bir konuşma geçer. Uzun olan bu karşılıklı konuşmada Bediüzzaman Sovyet
Rusya'nın çok fazla ayakta duramayacağını ve yıkılacağını söyler.[26]
Van'a
geri dönen Said Nursi, bir dakika boş durmaz, hemen aşiretleri dolaşmaya
başlar. "Dağ ve sahraları bir medrese ederek Meşrutiyeti ders
verdim." diyen Bediüzzaman, aşiretler tarafından yanlış
anlaşılan Meşrutiyet'in güzelliklerini, onların anlayabileceği bir dille
anlatmaya çalışır. Bu seyahat sırasında halkın Meşrutiyet hakkındaki sorularına
tek tek cevap veren Nursi, daha sonra bu soru ve cevapları
kitaplaştırarak "Münazarat" adı
altında bastırır.
Hürriyet,
demokrasi, anayasa, siyaset, insan hakları, cumhuriyet, azınlık hakları, etnik
dil ve eğitim gibi onlarca önemli konuda bilgilerin yer aldığı bu kitabı
okuyan herkes, Bediüzzaman'ın ta o zamandan günümüz Türkiyesinin içinde
bulunduğu problemleri sezdiğini ve çözüm önerilerini yazdığını itiraf
etmek durumunda kalmaktadır.
Bu
sırada Arapça olarak kaleme aldığı bir diğer eser de, alimlerin reçetesi olarak
bilinen ve yüksek bir ilmi içeren "Muhakemat" adlı
kitaptır. Bu eser 1911'de bizzat kendisi tarafından Türkçeye tercüme edilerek
yayınlanmıştır.
1910
tarihine gelindiğinde, Bediüzzaman seyahatin yönünü güneye çevirerek, Hakkari,
Bitlis, Muş, Urfa, Kilis, Diyarbakır'a uğrayarak Şam'a geçti. Şam'a
gelmesindeki önemli gayesi, buradan Mısır'a geçerek El Ezher Üniversitesinin,
eğitim sistemini yerinde görüp incelemekti. Ancak, Şam'da çok sayıda Ezher
mezunu alimlerin olması, Üniversite hakkında onlardan yeteri kadar bilgi alması
ve bir an önce İstanbul'a gitme gereği, Mısır'a geçmesine engel oldu.[27]
Şam'da
iken, alimlerin ısrarı üzerine Şam Emevi Camii'nde bir hutbe verdi. Yüzden
fazla alimin hazır olduğu, on bin kişiye hitaben verilen bu hutbenin konusu;
İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuz durumun nedenleri ve bundan
kurtulmanın çareleriydi. Bu hutbe daha sonra "Hutbe-i Şamiye" adı
ile kitaplaştırılmıştır.
İSTANBUL'A
İKİNCİ GİDİŞ
Bu
hutbeden sonra Şam'da fazla kalmayan Nursi, Beyrut'a ve buradan da deniz
yoluyla İstanbul'a geçer. İstanbul'a ikinci kez gelen Nursi'nin amacı yine
aynıydı. Zira Doğu'da yaptığı seyahatlerde, yıllardır hayalini kurduğu
üniversite hakkındaki kanaati daha da pekişmiş ve bu projenin bir an önce
faaliyete geçmesi için tekrar İstanbul'un yolunu tutmuştu.
İlk
gidişinde II. Abdulhamit'e ulaşamayan Nursi, bu kez Sultan Reşad ile İttihat ve
Terakki yetkililerine projesinin önemini anlatacak ve desteklerini isteyecekti.
Bediüzzaman,
1911 Haziran'ında Rumeli seyahatine çıkan Sultan Reşad'ın saltanat kafilesine
Şark vilayetlerini temsilen katıldı.[28]
Üsküp'te
bir lise binasının balkonundan, yüz binlerce Rumeli halkına seslenen Sultan
Reşad'ın hemen yanında Bediüzzaman da yer almıştır.[29]
O
tarihlerde Kosova'da büyük bir üniversitenin açılması kararı alınmış ve hatta
yirmi bin altın tahsisat da yapılmıştı. Bediüzzaman hem Sultan Reşad'a ve hem
de İttihat ve Terakki yetkililerine, "Şark böyle bir
üniversiteye daha ziyade muhtaçtır,.." diyerek, projesini
gerekçeleriyle birlikte detaylı bir şekilde anlattı.
Soru
cevap şeklinde geçen bu karşılıklı konuşma üzerine Sultan Reşad, Bediüzzaman'ın
fikirlerini çok isabetli bulur ve elinden gelen yardımı yapacağına söz verir.
Bu
seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Harbi patlak verince, Rumeli'deki
üniversite planı suya düşer ve oraya tahsis edilen yirmi bin altın,
Bediüzzaman'ın Şark projesine aktarılması kararı alınır.
TEKRAR
VAN'A DÖNÜŞ
Ayrılan
bu tahsisattan bin altın kadarı Beidüzzaman Van'a geldikten sonra Van
valiliğine gönderiliyor. Tahsisatı alınır alınmaz, Van gölünün
kenarındaki Artemit(Edremit)'te gerçekleştirilen büyük bir merasimle
üniversitenin temeli atılır.[30]
Fakat
ödeneğin devamının bir türlü gelmemesi nedeniyle proje ilerleyemez. Gerek Tahir
Paşa ve gerekse halefi olan Tahsin Paşa, Dersaadet'e gönderdikleri telgraflarla
ödeneğin hızlandırılmasını rica etmişlerdir. Bu yazışmalarla ilgili İstanbul
Başvekalet'te yirmi kadar belge tespit edilmiştir.
Bu
telgraflar neticesinde İstanbul'dan olumlu mesajlar gelmişse de Evkaf Nezareti
tarafından gönderilen 2 Ağustos 1913 tarihli bir telgrafta Üniversite
inşaatının masraflarının karşılanamayacağı bildirilmiştir.[31]
Bediüzzaman
bir taraftan tahsisatın gelmesini beklerken, diğer yandan da boş durmaz, Van
kalesinin dibinde yer alan ve Evkaf Nezaretne bağlı olan Horhor Medresesi'nde
talebe okutmaya başlar. Bu medreseyi Bediüzzaman'a tahsis eden, Van Valisi
Tahsin Paşa olmuştur.[32]
Bediüzzaman'ın
Van'daki hayatının ayrıntılarına geçmeden önce, ikinci kez İstanbul'a yaptığı
seyahatle ilgili ihtilaf veya iddia konusu olan birkaç noktaya değinmek
istiyoruz.
Bu
konuların başında Bediüzzaman'ın, Osmanlının resmi istihbarat teşkilatı olan,
Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgisinin olup olmadığı gelir. Bu, Bediüzzaman'ın
teşkilatı mahsusa ile birlikte çalıştığı ve hatta İkinci Balkan Savaşı'na
katıldığı, Edirne'nin tekrar alınmasında büyük kahramanlıklar gösterdiği
iddialarıdır ki, bunu ileri süren yalnızca Cemal Kutay'dır.[33]
Ancak
gerek tarihi sürece ve gerekse Bediüzzaman'ın eserlerine ve hatıralarına
baktığımızda, Onun Balkan Savaşlarına katılması ve Edirne'nin alınmasında görev
alması mümkün görünmüyor. Zira bu tarihlerde Bediüzzaman Van'dadır. Teşkilatı
Mahsusa yetkilileri ile dostlukları olduğu muhakkaktır, ancak şimdiye kadar bu
teşkilat ile birlikte çalıştığına dair bir belgeye rastlanılmış değildir. Bu
iddia şimdilik bir tahminden öteye geçmemektedir.
Bir
çok kişi tarafından çürütülse de[34] yine
de ihtiyatla karşıladığımız bu iddianın en kuşkulandırıcı tarafı ise, "Bu bilgileri Eşref Kuşçubaşı'ndan aldım."[35] diyen Cemal Kutay'ın, 1964'te, Kuşçubaşı'nın
vefatından sonra böyle bir iddiayı ortaya atmasıdır.
Bu
kısa malumattan sonra kaldığımız yerden devam edelim. Bediüzzaman Van'da iken,
Birinci Dünya Savaşı'nın hemen arifesinde Şeyh Selim'in başını çektiği Bitlis
olayı vuku bulur. Rusların kışkırtmasıyla, Jön Türklerin seküler ve din dışı
sayılabilecek bazı uygulamalarından dolayı İttihatçılardan memnun olmadıklarını
bahane eden Şeyh Selim, 1914 yılının ilk baharında Bitlisi işgal etmeye başlar.
Şeyh Selim, bu işgalden önce, Bediüzzaman'ı da yanına çekerek nüfuzundan
istifade etmek ister. Ancak ileride dile getireceğimiz Şeyh Said olayında
olduğu gibi, Bediüzzaman'ın tavrı net ve kesindir. Bu teklife:
"O
fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul
olamaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu
orduya kılıç çekemem ve size iştirak edemem."
diyen
Bedüzzaman, Şeyh Selimi de bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışmışsa da ne yazık
ki bu talihsiz olay yaşanır. Daha sonra bir vesile ile bu olaya değinen Said
Nursi şunları söyleyecektir:
"O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler ve neticesiz Bitlis
hadisesi vücuda geldi. Az sonra, Harb-i Umumi patladı. O ordu, din namına
iştirak etti, cihada girdi ve o ordudan yüz binler şehitler evliya mertebesine
çıkıp beni o davamda tasdik edip kanları ile velayet fermanlarını
imzaladılar."[36]
BİRİNCİ
DÜNYA SAVAŞI VE ESARET
1914
yılı yaklaşırken, Bediüzzaman talebelerine sık sık, büyük bir felaketin
gelmekte olduğunu hissettiğini söyler. Ve medresesini adeta bir kışlaya
çevirmek üzere bolca mavzer tüfekleri aldırır. Sık sık talebelerine silah
eğitimi de veren Said Nursi, kısa bir sürede, uzaktaki bir yumurtayı nişan alıp
vuracak duruma getirir onları.
Birinci
Dünya Savaşı'nın ilan edilmesi ile birlikte, Said Nursi, yeğeni ve talebesi
Molla Habib ile bereber, hemen gönüllü alay vaizi yazılarak Erzurum
cephesine gönderildiler. Kısa bir süre sonra Başkomutan Enver Paşa tarafından
milis alayı komutanı unvanı ile resmi olarak görevlendirilir. Talebelerinin büyük
çoğunluğu şehit düşen, Gönüllü Alay Komutanı Said Nursi, savaş sırasında büyük
başarılara imza atar ve iki sene sonra, Mart 1916'da Bitlis'te Ruslara
esir düşer.[37]
Bitlis'in
Rusların eline geçmesi ile birlikte esir düşen Nursi, Tiflis'te tedavi
edildikten sonra Kosturma'daki esir kampına götürülür. İki buçuk sene kadar
burada esir kalan Nursi, Rusya'daki rejim kargaşasından da istifade ederek
firar eder.
Leningrat'tan
Almanya'ya, oradan da Petersburg üzerinden Varşova'ya gelir. Viyana'yı da
gördükten sonra, Sofya üzerinden trenle 1918 Haziranında İstanbul'a ulaşır.
Bediüzzaman'ın
İstanbul'a gelişi zamanın gazetelerinde şu ifadelerle duyurulur:
"Kürdistan
ulemasından olup, talebeleriyle birlikte Kafkas cephesinde muharebeye iştirak
eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdi Efendi ahiren
şehrimize muvasalat eylemiştir."[38]
Bediüzzaman
İstanbul'da bir kahraman gibi karşılanır. Enver Paşa:
"Bu
hocayı görüyor musunuz, şarktaki savaşlarda Rus kazaklarına karşı koyan bu
hocadır."
Diyerek,
onu Harbiye Nezareti'nin yüksek rütbeli komutanları ile tanıştırır. Ardından da
kendisine savaş madalyası takdim edilir.[39]
Diğer
yandan Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'nin teklifiyle de Sultan Vahdettin
tarafından kendisine ilmiye sınıfında "Mahreç" derecesi
verilir. "Mahreç Mevleviyeti" olarak da bilinen
bu rütbe, Osmanlıdaki bütün resmi ulemanın başı olan "Baş müderristen sonraki rütbe." anlamına
gelmekteydi.[40]
Diğer
yandan 12 Ağustos 1918'de kurulan, "Alimler Konseyi" veya "İslam Akademisi" hüviyeti taşıyan"Darü'l-Hikmeti'l-İslamiye" ye kendisine
haber verilmeksizin üye olarak atanan Bediüzzaman, yorgun ve rahatsız olduğu
halde, "Milletime hizmettir." diyerek bu
teklifi kabul eder.[41] Mehmet
Akif Ersoy'un sekreterliğini yaptığı ve dokuz kişiden oluşan bu müessese, bir
çok şubeleri ile dört yıl boyunca önemli hizmetler vermiş ve Kasım 1922'de
kapatılmıştır.
Bediüzzaman
Kafkas cephesinde savaş halinde iken, bazen at üzerinde bazen de siperde iken
söyleyip, talebesi Molla Habib'in de kaleme aldığı ve Arapça olan
İşaratü'l-İcaz adlı Kur'an tefsiri başta olmak üzere, İstanbul'da kaleme aldığı
Nokta, Şuaat, Rumuzat, Sünuhat, Tuluat, Katre, Hakikat Çekirdekleri,
Habbe, Zerre, Şemme ve Lemeat adlı eserleri de bastırarak neşretmiştir.[42]
Enver
Paşa, "İşaratü'l-İcaz" adlı Kur'an tefsirinin bütün basım
masraflarını üstlenmek istediği halde, Bediüzzaman sadece kağıt temini için
müsaade etmiştir.[43]
"Darü'l-Hikmeti'l-İslamiye"den
aldığı maaştan sadece zaruri ihtiyaçlarını karşılayıp, büyük kısmı ile kitap
basıp ücretsiz olarak dağıtmıştır.[44]
İki
buçuk senelik esaret ve iki senelik savaş hayatını yaşamış olarak yorgun ve
bitkin düşen Bediüzzaman, İstanbul'a geldikten sonra, yine boş durmuyor ve
nerede bir hizmet varsa ya bizzat içine girerek ya da desteklemek ve
teşvik etmek sureti ile yardım ediyordu.
BEDİÜZZAMAN'IN
ÜYE OLDUĞU CEMİYETLER
Bu
cümleden olarak, 5 mart 1922 tarihinde Şeyhülislam Haydarizade İbrahim
Efendi'nin de içinde bulunduğu bir grup tanınmış sima ile Yeşilay Cemiyeti'ni kurdu. Bu cemiyetin asıl
hedefi; giderek yaygınlaşan alkollü içkiler ve diğer zararlı maddelerle
mücadele etmekti.[45]
Bediüzzaman'ın
katıldığı bir diğer cemiyet ise 15 şubat 1919' da kurulan "Müderrisler Cemiyeti"dir. Dinin
hakikatlerini ve Peygamber (asv)'in sünnetini öğretmeyi hedef kabul ederek yola
çıkan bu cemiyet[46] 24
Kasım 1919'da "Teali İslam Cemiyeti"ne
dönüştürüldü. Bunun üzerine Said Nursi diğer üyelerin aksine olarak, bu
cemiyetle irtibatını hemen kesmiştir.[47]
Diğer
yandan, 1919'da kurulan ve siyasi bir gayesi olmayan, sadece eğitim
faaliyetleri ile ülkenin asayiş ve bütünlüğüne hizmet etmeyi amaçlayan "Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti"nin on beş kurucu
üyesinden biri de Said Nursi olmuştur.[48]
Bu
cemiyetin ismi içinde "Kürt" kelimesinin
geçmesi, ırkçılık, ayrıcalık manasını akla getirebilir. Bu algının nedeni,
içinde bulunduğumuz sosyal ve siyasal şartlardır. Yani günümüzde bu isim
altında bir etnik çatışmanın olmasıdır. Cemiyetin kurulduğu tarihe gidecek
olursak, bu ismin gayet normal karşılandığını göreceğiz. Tıpkı, İstanbul'da
birçok ilimiz adına kurulan cemiyet, vakıf ve dernekler gibi.
Bu
cemiyetin ilk projesi ise, İstanbul'da başıboş bırakılan ve anarşiye karışan
Kürt çocuklarını okutmak için bir ilkokul kurmak olmuştur.
Yeri
gelmişken, Said Nursi'nin, "Kürt Teali Cemiyeti" ve "İngiliz Muhipler Cemiyeti" ile bir
ilgisinin olup olmadığı konusuna da değinmek istiyoruz.
Öncelikle
şunu ifade edelim ki; vatan ve milletin saadeti ve bekası için,
Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü alay komutanı olarak katılan, yüzlerce
talebesini şehit veren, ardından Ruslara esir düşerek iki buçuk sene sıkıntılı
esaret hayatı yaşayan, bir vesile ile esaretten kurtulup İstanbul'a gelir
gelmez, kendisine verilen hizmetleri, "vatan ve millete
hizmettir" diyerek, reddetmeyen; şeyhülislamın, milli
mücadele hareketi için, "Bu bir isyandır."şeklindeki
fetvasına karşı, "Milli mücadele bir cihattır ve haklı bir
mücadeledir." şeklinde aksi bir fetva ile cevap veren bir
zatın, zararlı cemiyetlerle ne gibi bir ilgisi olabilir.
Kürt
Teali Cemiyeti özerk bir Kürdistan hedefliyordu. İngiliz Muhipler Cemiyeti ise, Ülkenin ayrılıkçı
kodları ile oynayarak, bölüp parçalamanın ve neticede İngiliz hakimiyetini
egemen kılmanın peşindeydi.
Kürt
Teali Cemiyeti'nin kuruluş tarihi 6 kasım 1917'dir. Halbuki, Bediüzzaman Mart
1916 ile Haziran 1918 tarihleri arasında Rusya'da esirdir. Bu cemiyet ile
Bediüzzaman'ı irtibatlandırmak ne tarihsel açıdan ve ne de Bediüzzaman'ın temel
felsefesi açısından mümkün değildir.[49]
Ancak
Bediüzzaman, İstanbul'a geldikten sonra, onun nüfuzundan faydalanmak gayesi ile
söz konusu cemiyetin başkanı olan Seyyid Abdülkadir, kendisini ziyaret eder ve
niyetini ortaya koyar. Bunun üzerine, Bediüzzaman'ın ona verdiği cevap yoruma
meydan vermeyecek kadar açıktır:
"Allah'ü
zül Celal Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de mealen; "Öyle bir kavim
göndereceğim ki, onlar Allah'ı sever Allah da onları sever." diye
buyurmuştur. Ben de bu beyanı ilahi karşısında düşünürken, bu kavmin; bin
yıldan beri Alem-i İslam'ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu
anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz milyon hakiki Müslüman
kardeş yerine, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinde gitmem."[50]
Öte
yandan, "İngiliz Muhipler Cemiyeti" ile de
yakından uzaktan bir ilgisi bulunmayan Bediüzzaman'ı bu cemiyetle
irtibatlıymış gibi göstermek isteyenler, maalesef tarihi gerçekleri bilerek
saptıran, art niyetli birkaç kişiden öteye geçmemiştir.
Saptırılan
tarihi gerçek şudur: İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin
etkili üyelerinden ve ikinci başkanı Said Molla ileSaid Nursi'yi aynı kişiymiş gibi gösterme gayretidir.
İtikatsız, mason ve vatan haini olan Mısırlı Said Mola ile Said Nursi'yi
aynıymış gibi göstermek isteyen zihniyet, Şeyh Said ile Said Nursi'yi aynı
şahıslarmış gibi gösteren zihniyetten başkası değildir. Tarihi gerçekleri
saptıranlar, tarih önünde hesap vermekten kurtulamazlar ve
kurtulamamışlardır.
16
Mart 1920'de İstanbul'u işgal eden İngilizler, bir yandan da kendi politikalarını
destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlardı. Nitekim fahri
başkanlığını şeyhülislamlık yapmış olan Mustafa Sabri Efendi'nin, ikinci
başkanlığını ise Mısırlı Said Molla'nın yaptığı "İngiliz Muhipler
Cemiyeti"ni kurarak etkin olmaya başlamışlardı.
Bediüzzaman
ise İngilizlerin halk üzerindeki etkisini kırmak, propagandalarını etkisiz hale
getirmek ve gerçek maksatlarını ortaya koymak için "Hutuvat-ı Site" adlı eserini kaleme
alarak hemen yayınladı.
Bediüzzaman'ın "Bir fırka asker kadar hizmet etti." dediği "Hutuvat-ı Site"nin yayınlanması, dikkatleri
bir anda üzerine çekmiş ve İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı tarafından kendisi
hakkında "ölü veya diri olarak yakalama" emri
verilmiştir.[51]
Bu
arada Anadolu'da da istiklal mücadelesi başlamıştı.Yine İngilizlerin baskısı ve
propagandası sonucunda zamanın Şeyhülislam'ı; Kuvvayı Milliye hareketini bir
isyan, kuvvayı milliyecileri de asi olarak gösteren bir fetva yayınladı.
Bu
fetvaya mukabil, zaman kaybetmeden, karşı bir fetva yayınlayarak cevap veren
Bediüzzaman, fetvasında, İstiklal mücadelesini cihat,
mücadele edenleri de mücahit olarak
tanımladı.[52]
BEDİÜZZAMAN
ANKARA'DA MECLİSTE
Bediüzzaman'ın
bu kahramanlıklarını Ankara'dan takip eden yeni Meclis ve Ankara hükümeti onu
takdirle karşılamışlar ve ardından da Mustafa Kemal başta olmak üzere bir grup
milletvekilinin isteği doğrultusunda kendisine telgraflar çekilerek Ankara'ya
davet etmişlerdir.[53]
Bediüzzaman
gelen bu ısrarlı davetler üzerine, "Ben tehlikeli yerde
mücadele etmek istiyorum, siper arkasında mücadele etmek hoşuma gitmiyor." diyerek
olumsuz cevaplar vermişse de davetlerin devam etmesi ve eski dostu Tahsin
Paşa'nın şiddetli ısrarı üzerine 1922'de Ankara'ya gelmiştir.
9
Kasım 1922 Perşembe günü TBMM'de Bediüzzaman için kapsamlı bir karşılama
merasimi yapılır ve verilen bir önerge üzerine de kürsüde gaziler için
kısa bir tebrik konuşması yapar ve ardından da dua eder.[54]
Bir
taraftan Meclis çalışmalarına katılan Bediüzzaman diğer taraftan da
milletvekilleri ile özellikle dini konularda münazaralarda bulunur. Kısa sürede
milletvekillerinin ve meclisin ahvaline vakıf olan Bediüzzaman, özellikle mebusların
namaza karşı ilgisizliği dikkatini çeker ve bunun üzerine bir beyanname kaleme
alarak vekillere dağıtır.[55]
Bu
beyanname hemen tesirini göstermiş ve altmış milletvekili daha namaza başladığı
için, küçük olan mescit daha büyük bir yere taşınmıştır.
Kazım
Karabekir Paşa, Bediüzzaman'ın milletvekillerine dağıttığı bu beyannameyi
Mustafa Kemal'e okur. Kısa bir süre sonra da elli altmış kadar milletvekilinin de
bulunduğu bir ortamda Mustafa Kemal ile Said Nursi arasında bir tartışma
yaşanır.
Mustafa
Kemal, kızgınlığını ifade eden bir ses tonu ile;
"Biz
senin yüksek fikirlerinden faydalanmak için buraya çağırdık, sen ise gelip,
namaza dair şeyler yazarak aramıza ihtilaf soktun."
der.
Bunun üzerine Bediüzzaman hiddete gelir ve iki parmağını Mustafa Kemal'e
uzatarak, yüksek bir ses tonu ile şöyle cevap verir:
"Paşa
Paşa! İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin
hükmü ise merduttur."
Bediüzzaman'ın
bu cevabı üzerine, bazı milletvekilleri kendisi için endişeye kapılırlar. Ancak
beklediklerinin tam aksine olarak, Mustafa Kemal, kızgınlığını bastırmış bir
ses tonu ile sözüne açıklama getirmeye çalışarak, geri adım atar.[56]
Bediüzzaman
Ankara'da bulunduğu altı aylık süre içinde, hayatının gayesi olarak gördüğü
Şark Üniversitesi projesi için bir çok girişimde bulunur ve önemli görüşmeler
yapar.
Milletvekillerinin
çoğunu bu konuda ikna eden Bediüzzaman, nihayet bir teklif hazırlayıp meclise
sunar. İki yüz milletvekilinden 163 milletvekilinin imzası ile teklif onaylanır
ve 2 Şubat 1923'te Meclis Başkanlığına sunulur. 17 Şubat'ta komisyona gönderilen
ve o yılın bütçesinden yüz elli bin liranın tahsis edilmesini öngören bu kanun
tasarısı, Eğitim ve Şeriat komisyonuna gönderildi ve orada bir süre bekletildi.
1924
tarihine gelindiğinde ise bambaşka bir zemin oluşmuştu. Bediüzzaman'ın çok
önemsediği proje için giriştiği bu son teşebbüsü de sonuçsuz kalır. Zira 29
Kasım 1924'te bu yasa tasarısı reddedilir.[57]
ANKARA'DAN
AYRILIYOR
Bediüzzaman
Ankara'daki bu çalışmaları sırasında yeni rejimin önde gelen simalarının
bambaşka bir yolda olduklarını ve siyasi faaliyetlerle onları yollarından
çevirmenin mümkün olmadığını fark etmiş ve bu ortamdan ayrılarak Van'a gitmeye
karar vermişti.
Milli
Mücadele bitinceye kadar, herhangi bir mebusun İslam'a muhalif bir tutum
takınması "vatan hainliği" olarak
kabul ediliyordu. Ancak Batılılaşmayı savunan ve bunun ancak dini terk etmekle
sağlanabileceğini iddia edenler, zaferle birlikte gerçek yüzlerini göstermeye
başladılar.
Tehlikenin
sadece cehaletten değil, ilim ve fen kanalıyla, cerbeze maskesi altında
geldiğini teşhis eden Bediüzzaman, buna karşı mücadelenin de Kur'an'ın yüksek
hakikatlerinin ilmi bir kisve ile ortaya konmasıyla mümkün olacağını
düşünüyordu.
Hatta
bu sırada, Yunanistan'a karşı kazandığımız zaferin gölgesinde tabiatçılık ve
inkarcılık fikrinin de sinsi bir şekilde yayıldığını görmüş ve hemen "Zeylü'l-Hubab" ismi ile bir kitap kaleme
almış ve yayınlamıştı. Daha sonraları Türkçe olarak kaleme alınacak olan ve tabiatçılık
fikrinin belini kıran "Tabiat Risalesi"nin
temelini oluşturan bu eser, Arapça olarak kaleme alınmıştı.[58]
Bediüzzaman'ın
Van'a gitme kararının duyulması üzerine Mustafa Kemal ile odasında baş başa bir
görüşme yaparlar. İki saat kadar süren bu görüşmede Mustafa Kemal,
Bediüzzaman'ın Ankara'da kalması halinde kendisine önemli bazı tekliflerde
bulunur. Milletvekilliği, üç yüz lira maaş, Şark Genelvaizliği ve bir köşk gibi cazip tekliflere muhatap olan
Bediüzzaman, bu tekliflerini hiç birini kabul etmez.[59]
Bu
önemli teklifleri kabul etmemesinin nedenlerinden bir tanesi, Bediüzzaman'ın iç
dünyasında meydan gelen manevi değişimdi. Bu konuyla ilgi olarak; "Gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun
gelmedi."dedikten sonra, onlara: "Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle beraber
çalışmaz, fakat size de ilişemez."[60] cevabını verdiğini dile getirir. Ancak asıl
nedenin, gidişatın hangi yönde olduğunu görmesi ve gelecekte ortaya çıkacak
bazı tehlikelerin farkına varmasıydı. Nitekim geçen zaman ve gelişen hadiseler
onu bu meselede haklı çıkaracak ve sonraları kaleme aldığı bir eserinde şunları
söyleyecektir:
"Mecburiyetle
o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamlarla başa çıkılmaz, mukabele
edilemez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip, yalnız
imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim."[61]
Bedüzzaman
Ankara'dan ayrılırken, bazı dostları ve milletvekilleri istasyona kadar
kendisine eşlik ederler. O sıralarda istasyonun hemen yanında ikamet eden
Mustafa Kemal Paşa'da gruba katılır ve hatta heykellerle ilgili Said Nursi'ye
bir soru sorar. Bediüzzaman'ın cevabı ise;
"Müslümanların
heykelleri, hastaneler, okullar, yetimleri koruyan yurtlar, mabetler, yollar ve
köprülerdir,.." şeklinde olur.[62]
Bediüzzaman'ın
Ankara'dan ayrılmasına bir anlam veremeyenler arasında, yeğeni Abdurrahman da
vardı. Zira o kendisine teklif edilen meclis katipliğini kabul ederek
Anakara'da kalmaya karar vermişti. Ancak daha sonraları Amcasının bu kararını
çok acı tecrübelerle onaylayacaktır.
YENİ
SAİD DÖNEMİ
Nursi'nin
Van'a gidiş biletinin üzerindeki tarih 17 Nisan 1923'tür. Bu biletin bir
özelliği de eski Said'i yeni Said'e götüren bilet olmasıdır.
Bediüzzaman
Van'a gittiğinde Toprakkale nahiyesinde muallimlik yapan kardeşi Abdülmecid'in
evinde bir süre ikamet etti. Fakat sürekli ziyaretçilerin gelmesi kendisini
huzursuz edince, Nurşin Camii'ne taşındı.
Bir
kenara çekilip ilimle meşgul olmak, talebe yetiştirmek isteyen Nursi, burada da
ziyaretçiler tarafından adeta istila edilmeye başlandı. Bu nedenle havalar
ısınır ısınmaz, birkaç talebesini alıp Erek dağına çıktı ve oradaki bir
harabede hayatını devam ettirmeye başladı.
Eskiden
beri kendisini tanıyanlar Bediüzzaman'da ciddi bir değişiklik olduğunu
görüyorlardı. Başta kıyafeti olmak üzere, ders verme metodundan, derslerin
içeriğine kadar her şey değişmişti. Bütün mesaisini iman hakikatlerine
yoğunlaştırmıştı.[63]
Bediüzzaman,
insanlardan uzak, Erek dağında ilahi inayeti intizar etmek üzere tam bir inziva
hayatı geçirirken, Ankara'da da yeni rejim artık şekillenmeye başlamış ve
icraatları her taraftan duyuluyordu. Bu yeni rejimi kabullenemeyen muhafazakar
çevreler, kendilerince bir çözüm arıyorlardı.
Ülkede
gergin bir hava oluşmuştu. Hükümete karşı isyan etmeyi düşünen Şeyh Said, Said
Nursi'nin halk üzerindeki ağırlığından faydalanmak için kendisiyle hareket
etmesini istiyordu. Bunun için de Şeyh Said bizzat kendisi bir mektup yazmış ve
yardım etmesi halinde kesinlikle başarılı olacağını anlatmıştır.
Bediüzzaman'ın bu mektuba cevabı şu olmuştur:
"Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir.
Türk milleti bin seneden beri İslamiyet'e bayraktarlık yapmıştır. Dini uğruna
milyonlarca şehit vermiştir. Binaenaleyh, kahraman ve fedakar İslam
müdafilerinin torunlarına kılıç çekilmez ve ben de çekemem."[64]
Bu
arada Şeyh Said'le birlikte hareket etmek isteyen ve ancak Bediüzzaman'ın da bu
işin içinde olmasının gerekliliğine inanan Kör Hüseyin Paşa, birkaç kez Erek
dağına çıkarak bizzat Bediüzzaman'la görüşmüştür. Çok büyük bir aşiret olan
Hayderan aşiretinin reisi Kör Hüseyin Paşa ile Bediüzzaman arasında şöyle bir
konuşma geçer:
Kör
Hüseyin Paşa:
-
Sizinle müşaverem var. Askerim hazır, atlar hazır, silahlar ve cephaneler de
hazır. Sizden emir bekliyoruz.
-
Sen ne diyorsun? Ne yapacaksın? Kiminle harp edeceksin?
-
Mustafa Kemal'le
-
Mustafa Kemal'in askeri kim?
-
Ne diyeyim… İşte askerdir.
-
Askerler bu vatanın evladıdır. Senin ve benim akrabalarımdır. Kime vuracaksın?
Onlar kime vuracak? Düşün, idrak et. Ahmed'i Mehmed'e Hasan'ı
Hüseyine mi kırdıracaksın? [65]
Bu
görüşmeden bir süre sonra Bediüzzaman cuma namazı için Erek dağından inmiş ve
Nurşin Camii'nde namaz kıldıktan sonra, Kör Hüseyin Paşa, yanına aldığı birkaç
aşiret reisi ile tekrar Bediüzzaman'a gelmişti.
Hiddetli
ve ikna edici bir üslupla onlara katılamayacağını ifade eden Bediüzzaman, bu
kez onları da vazgeçirmek adına, yaklaşımlarının ne din ne hukuk ve ne de
akılla bağdaşmayacağını ifade eder. Ardından, ses tonunu yükselterek; Hüseyin
Paşa'ya hitaben, "Kan dökme, kan dökme, kan dökme!" diyerek
son mesajını vermiştir. Gerçekten de bu aşiretler Şeyh Said ile birlikte
hareket etmeyerek isyana katılmamış ve felaketin daha da büyümesine engel
olmuşlardır.[66]
SÜRGÜN
HAYATI BAŞLIYOR
İsyan
aşamasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, Doğu'daki nüfuzlu
aileleri Batı Anadolu'ya sürgüne gönderen hükümet, onu da inzivada bulunduğu
Erek dağından alarak sürgüne gönderdi. Bir iki sene sonra, kendisi ile birlikte
sürgüne gönderilenler serbest bırakılıp memleketlerine dönmelerine rağmen, Said
Nursi 1960'ta vefatına kadar serbest bırakılmayarak, sürgün, hapishane, esaret,
tarassut hayatı yaşadı.
1926
yılının şiddetli bir kış mevsimine rastlayan ramazan ayında, kızaklara
bindirilerek, Trabzon'a, oradan deniz yolu ile İstanbul'a götürülen Said Nursi
burada yirmi gün kadar sürecek bir sorgulanmaya tabi tutuldu.[67]
Bu
arada Anadolu'daki Şeyh Said isyanını soruşturan özel mahkeme de tahkikatını
bitirmiş, suçlular hakkındaki kararını vermiş ve Bediüzzaman Said
Nursi'nin, Şeyh Said isyanı ile hiçbir ilgisinin olmadığı sonucuna varmıştır.
Buna rağmen Ankara'dan gelen bir emir üzerine Bediüzzaman'ın Burdur'da zorunlu
ikamete tabi tutulması emrediliyordu.
Bunun
üzerine İstanbul'dan İzmir'e, oradan Antalya'ya ve nihayet oradan da kara
yolu ile 1926 yılının Mayıs ayında Burdur'a getirildi.[68]
"Ben
ehli dünyanın değil, kaderin mahkumuyum, Mekke'de de olsam Türkiye'ye gelirim,
zira burası daha çok hizmete muhtaçtır…"
diyen
Said Nursi, Burdur'da bir eve yerleştikten sonra, en yakın camiye giderek halka
iman dersleri vermeye başladı. Yaptığı dersleri Birinci Ders, İkinci Ders,
Üçüncü Ders… gibi başlıklar altında düzenledikten sonra "Nurun İlk Kapısı" adı ile
kitaplaştırarak bastırdı.
Bu
sıralarda zamanın Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Burdur'a gelir.
Vali, Bediüzzaman'ın gelenlerle dini sohbetlerde bulunduğunu ifade ederek,
şikayette bulunur. Bediüzzaman'ın kıymetini ve geçmişini çok iyi bilen ve
onunla yakından tanışan Fevzi Çakmak;
"Bediüzzaman'dan
kimseye zarar gelmez, ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz." der.[69]
Ancak
evhamlı hükümet, Said Nursi'nin bu sohbetlerinden endişe ederek, sekiz ay sonra
onu bu kez Isparta merkezine sürgün etti. 25 Ocak 1927'da
Isparta'ya getirilen Nursi, burada da sohbetlerine devam etti ve her geçen gün
etrafında insanlar toplanmaya ve çoğalmaya başladı.
BARLA
HAYATI
Bu
sohbetlerden de rahatsız olan Hükümet, Bediüzzaman'ı etkisiz kılmak adına kesin
bir çözüm olması ümidi ile kuş uçmaz, kervan konmaz bir yer olarak
bilinen Barla'da ikamet etmeye mecbur etti.
Eğirdir
Gölü civarındaki bir derenin yamacında yer alan Barla köyüne
ulaşım yalnızca kayıkla yapılıyordu. Gençleri ekonomik nedenlerle şehirlere göç
eden Barla'nın nüfusu yaşlılardan oluşuyordu. Okuma yazma oranı son derece
düşük olan bu köyde Bediüzzaman'ın etkili olması imkansız olacak ve zaten
yaşlılardan oluşmuş üç beş köylü ile bir şey yapamayacağı için de zamanla
unutulup gidecekti.
"O
yar ise, her yer yarar." diyen Bediüzzaman, bu sürgünlere ilahi kaderin
görevlendirmesi olarak bakıyor ve kendisini, mevcut şartlar içinde ne
yapabilecekse, onu yapmakla sorumlu görüyordu.
"Vazifeni
yap, vazifeyi İlahiye'ye karışma." parolasını rehber edinen Bediüzzaman, yokluğun
bağrında varlığın müjdesini veriyordu. Barla bir iman inkılabına
hazırlanıyordu. Kim bilebilirdi ki, ıssız bir köyün; İslami uyanışın,
imani şahlanışın, istikbale ümitle bakışın merkezi olacağını…
Bediüzzaman
Barla'ya geldiğinde, ilk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed'in
evinde kaldı. Ardından önünde büyük bir çınar ağacı olan köy odası, köylüler
tarafından tamir edilerek kendisine tahsis edildi.
Burada
ilk yazdığı eser "Haşir Risalesi" oldu.
İlkbahar mevsimiyle birlikte Eğirdir Gölü'nün kenarında dolaşan Bediüzzaman,
"Allah'ın
rahmet eserlerine bakmaz mısınız, ölümünden sonra onları tekrar nasıl
diriltiyor…"(Rum, 30/50)
mealindeki
ayetin diline dolandığını fark eder. Kış mevsimi ile birlikte kuruyan ve ölen
bitkiler alemi, yeniden diriliyordu. Bu diriliş insanın da toprağa girdikten
sonra tekrar dirilişinin habercisi değil miydi? Öyle ise yaz kardeşim, dedi
Bediüzzaman. Şam'dan buraya hicret eden Şamlı Hafız Tevfik başladı yazmaya ve Onuncu
Söz (Haşir Risalesi) çıktı ortaya.[70]
Henüz
harf inkılabı olmadığı için bu kitabı eski talebelerinden Müküslü Hamza ve
mahalli tüccarlardan Bekir Dikmen'in yardımıyla İstanbul'a ulaştıran
Bediüzzaman, matbaada basımını temin ederek, başta milletvekilleri olmak üzere
bazı devlet memurlarına dağıtılmasını istedi.
İşte
tam bu sırada Mecliste, Eğitim komisyonunda cismani dirilişin inkarına dair
tartışmalar baş göstermiş ve ders kitaplarına da bunun geçmesi gündeme
getirilmişti. Bu inkarcı görüşün öncülüğünü ise, biyolojik materyalizmin ateşli
savunucu olan Abdullah Cevdet yapıyordu.
Bediüzzaman'ın
bu eserini gören milletvekilleri şaşkınlık içerisindeydiler. Bediüzzaman bu
çalışmalardan nasıl haberdar olabilir ve kısa sürede, imkansızlıklar içinde bu
eseri nasıl yazıp çoğaltarak buraya gönderebilirdi? Her ne kadar Kazım
Karabekir Paşa'nın Bediüzzaman'ı bu gelişmelerden haberdar ettiği iddia edilse
de, Bediüzzaman işin gerçek mahiyetini şöyle anlatmaktadır:
"Kardeşim,
Maarif şurasının böyle bir karar aldığından haberim yoktu. Onların kararına
göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi'nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben
kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı."[71]
Haşir
Risalesi'ni diğer eserler takip etti. Sekiz buçuk senelik Barla Hayatı süresinde Sözler kitabı
ile Mektubatkitabının tümü ve Lem'alar kitabının da Yirmi Altıncı Lem'a'ya
kadarki eserler yazılmıştır.
1928'
harf inkılabının yapılması ile birlikte, artık Osmanlıca eserleri matbaalarda
basmak yasaklanmış ve Bediüzzaman'ın dine hizmetine büyük bir darbe
indirilmişti. Kendisini mevcut şarlar içinde elinden geleni yapmakla yükümle
gören Bediüzzaman, olumsuzluklarla meşgul değildi. Zira o inanıyordu ki, Allah
isterse ve razı olursa her şey kolaylaşırdı.
Nitekim,
çok geçmeden, beklenen inayet yardıma koşmuş ve her bir köy ve kasaba adeta
birer matbaa olmuştu. Sadece Sav köyünde bin tane kalem risaleleri elle yazarak
çoğaltıyorlardı. Öyle ki, okuma yazması olmayanlar bile, asli nüshanın üzerine
bir kağıt koyup, en altına da mum koyarak, görünen çizgilerin üzerini kalemle
dolaşarak matbaa görevi yapıyorlardı. Osman Yüksel Serdengeçti'nin
ifadesi ile, "İman tekniğe meydan okudu." Altı yüz
bini aşkın sayfa risale elle çoğaltılarak Anadolu'nun her tarafına
ulaştırılmaya, okunmaya ve okunanlar yaşanmaya çalışılıyordu.
Bediüzzaman
sanki bir mağdur olarak sürülmemiş, atanmış bir kurucu rektör gibi, manevi bir
üniversite kurmuş ve Anadolu'nun her tarafından binlerce gönüllü talebesi
olmuştu.
Hesaplar
tutmamıştı. Onu durdurmak, doğan bu güneşi fazla beklemeden boğmak gerekiyordu.
Barla'yı o'na zindana çevirmek ve yaşanmaz hale getirmek için bir nahiye müdürü
ve bir muallim atandı. Kendisine yapılan baskılar o dereceye vardı ki,
Bediüzzaman 1934 yazında Isparta'daki talebelerinden Tenekeci Mehmed'e
gönderdiği bir mektupta şunları yazıyordu:
"Kardeşim,
ben burada muallim ve nahiye müdürünün ezasına tahammül edemez hale geldim.
Beni çok rahatsız ediyorlar. Kırlara da çıkamaz oldum. Rutubetli odada kabirde
yaşar gibi yaşıyorum."[72]
Talebesi
bu mektubu alır almaz hemen Vali Mehmet Fevzi Daldal'a
götürdü.Gözden ırak bir yerde olmasındansa, gözetim altında tutulmasının daha
doğru olacağını düşünen hükümet, bu mektubu da bahane ederek 25 Temmuz
1934 tarihinde onu Isparta merkezine getirtti.
Isparta'da
hem evinin kapısında hem de evin etrafında sürekli polisler nöbet tutuyorlardı.
Bediüzzaman'ın her adımı takip ediliyordu. Kimsenin yanına çıkmasına ve onunla
görüşmesine izin verilmiyordu. Yalnızca, zaman zaman hizmetini görmek
üzere, Mehmet Gülırmak adındaki bir talebesine izin
veriliyordu.
Bu
küçük fırsatı değerlendiren Bediüzzaman, bu talebesini "Nur postacısı" olarak istihdam
etti. Elle çoğaltılan risalelerin tashih edilmek üzere Bediüzzaman'a
getirilmesini ve yeni yazılan risalelerin de etrafa dağıtılmasını Mehmet
Gülırmak yapıyordu.
Isparta'da
kaldığı dokuz aylık zaman diliminde İhtiyarlar Risalesi, İktisat
Risalesi ve Hastalar Risalesi adı
ile bilinen üç tane uzun risale yazılmış ve etrafa dağıtılmıştı.
ESKİŞEHİR
HAPİSHANESİ
Bediüzzaman'ı
sürgünlerle, gözaltında tutmakla durdurmanın mümkün olmadığını anlayan
nadanlar, bu kez onu imha etme yollarını denemeye koyuldular.
Bediüzzaman'ın
bir cuma namazına giderken, binlerce insanın sokaklara dökülerek onu görmek
istemesi bahane edilerek civar illerden de topladıkları yüz yirmi talebesi ile
birlikte Mayıs 1935'te tutuklanıp Eskişehir Hapishanesi'ne kondu.
Bu
arada Ankara'da da büyük bir hareketlilik oldu. İçişler Bakanı Şükrü Kaya,
Ankara'dan Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı ve yüz yirmi
askerle, yirmi polisi de yanın alarak Isparta'ya geldi.
Aslında
verilen gizli bir emir gereği, kamyonlara bindirilerek Eskişehir'e götürülen
Bediüzzaman ve talebelerinin, tenha bir yerde indirilip öldürülmesi gerekiyordu.
Ancak bu işle görevli Binbaşı Ruhi Bey bu
emri yerine getirmedi. Bu imha emrini yerine getirmeyen Binbaşı Ruhi Bey emre
itaatsizlikten ordudan atıldı.[73]
Hapishane
şartları çok ağırdı. Bediüzzaman hücre hapsindeydi. Talebeleri bir koğuşa
toplatılmıştı. Bunca insanın olduğu bir koğuşta tuvalete gitme izni yoktu. Kaç
gün sonra, kapının yanından bir delik açılır ve oradan uzatılan bir boru ile
tuvalet ihtiyaçları karşılanmaları istenir. Geceleri uyumak imkansızdı. Pislik,
tahtakurusu ve hamam böcekleri dolu olan bu koğuşta kalanlar ne de olsa idam
edileceklerdi. Bu nedenle on iki gün boyunca yiyecek bir şeyler de verilmedi.
Ama
gelin görün ki, Bediüzzaman bu şartlarda eser telif ediyordu. On bir ay kaldığı
bu hapishanede, beş tane eser kaleme aldı. Bunlar; Yirmi Sekizinci, Yirmi
Dokuzuncu, Otuzuncu Lem'alar ile Birinci ve İkinci Şualardır.
Hapishaneleri
"Medrese-i Yusufiye" olarak isimlendiren ve
birer ıslah yeri olarak telakki eden Bediüzzaman ve talebeleri, diğer
mahpuslarla iletişime geçerek bir süre sonra Eskişehir Hapishanesi'ni bir
eğitim ve ıslah yuvasına çevirdiler. Nice azılı katiller buradan, ıslah olmuş
birer vatansever olarak çıktılar.
Tutuklu
olarak mahkemeleri devam ediyordu. Ankara'nın şiddetli ve tehditli baskısı
altında olan Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi heyeti on bir ay sonra, son kez
Bediüzzaman ve talebelerini muhakeme ederek, Bediüzzaman'a on bir ay hapis
cezası ile Kastamonu'da mecburi ikamet ve on beş talebesine de altışar ay hapis
cezası verildi.
KASTAMONU
HAYATI
Bediüzzaman
zaten on bir ay tutuklu kaldığı için talebeleri ile birlikte 1936 Mart'ında tahliye edilerek, Kastamonu'ya
gönderildi.
Yedi
buçuk yıl sürecek olan Kastamonu'daki mecburi ikamet hayatına elli dokuz
yaşındayken başlayan Bediüzzaman'ın ilk üç ayı polis karakolunda misafir olarak
geçti.
Ardından
karakolun hemen karşısında bir eve taşındı. Evin içini karakoldan takip
edebilmek için karakola bakan pencerelerine perde çekilmesi yasaklanmıştı. Güya
serbest bırakılmıştı, ama tam bir esaret hayatı yaşatılıyordu. Kendisini
ziyarete gelenleri hemen alıp karakola götürülüyor ve işkencelerden
geçiriliyordu.
"İlahi
kader şimdi de burada hizmet etmemi istiyor." diyen
Bediüzzaman, bir an boş durmadı. Bir vesile ile tanıştığı Çaycı Emin'e yorganını sattı ve tekrar ondan kiralamak
üzere geri aldı. Çaycı Emin her gün gelip kirasını alacaktı. Nitekim de öyle
oldu. Her gün eve kira almaya gelen Çaycı Emin, artık Bediüzzaman'la talebeleri
arasındaki iletişimi sağlayan "Nur postacısı" olmuştu.[74]
"Bediüzzaman'ın
hakkında ancak bu adam gelebilir." denilerek, Kastamonu'ya Avni Doğan vali olarak tayin edilmişti. Dört yıl
boyunca burada valilik yapan Avni Doğan, Bediüzzaman ve talebelerine zulüm
adına elinden gelen her şeyi yaptı.
Hapishane
günlerini aratan bu şartlarda, Bediüzzaman kendi görevini yapmakla meşguldü.
Yeni eserler yazılmaya ve çoğaltılmaya devam etti. Risaleler içinde ayrıcalıklı
bir yeri olan başta "Ayetü'l- Kübra Risalesi" olmak
üzereÜçüncü Şua'dan Dokuzuncu Şua'ya
kadarki risaleler burada yazıldı ve etrafa yayılarak okundu, çoğaltıldı.
Bu
arada, Bediüzzaman için sürpriz sayılabilecek bir olay yaşandı: Asiye Hanım
adında bir kadın, Mevlana Halid Hazretlerine ait
bir cübbeyi getirip Bediüzzaman'a teslim etti.
"Yüz
senelik mesafeden Mevlana Halid tarafından
kendisine giydirildiğini" ifade eden Bediüzzaman, on dört yaşında iken
kendisine icazet almanın işareti olarak giydirilen cübbeyi, yaşı küçük olduğu
için giymemişti, bu gelen cübbeyi onun yerine kabul etti.[75]
Ölünceye
kadar yirmi üç kez zehirlenen Bediüzzaman, Kastamonu'da da, ya gizlice evine
girip yemeğine zehir katmak ya da manavdan aldığı meyvelere zehir şırınga etmek
sureti ile büyük acılara maruz bırakıldı.
DENİZLİ
HAPİSHANESİ
Tarih
1943'leri gösterdiğinde, Bediüzzaman'ı rejimleri için tehlikeli görenlerin emir
ve tahrikleri ile Ramazan ayının başında evi basıldı, inceden inceye evin her
yeri arandıktan sonra, bir mücrim gibi alınıp karakola götürüldü. Bir aya yakın
karakolda tutulan Bediüzzaman, Kadir Gecesi'ne isabet eden 27 Eylül 1943 de, buradan alınıp, üç yüz kilometre
mesafedeki Anakara'ya, oradan da Isparta'ya götürüldü. Burada da bir ay
nezarette tutulduktan sonra Denizli'ye götürülerek, civar illerden tutuklanarak
getirilen talebelerinin olduğu Denizli Hapsine kondu.
Yetmiş yaşındaki bir insan için bu yolculuklar bile tek başına çileydi, azaptı.
Bu
yolculuklar sırasında siyasi tarihimize bir kara leke olarak geçecek acı bir
hadise yaşanır. Ankara'ya getirilen Bediüzzaman'ı teamüllere aykırı olarak
makamına getirten Vali Nevzat Tandoğan, başındaki
sarığı zorla çıkartıp yerine, elindeki şapkayı koymak ister; ancak
Bediüzzaman'ın sert direnişi ile karşılaşır.
Bediüzzaman,
on yedi yıllık Anakara Valisi Tandoğan'ın bu çirkin fiili müdahalesine
karşılık, eliyle boynunu göstererek yüksek bir ses tonuyla: "Nevzaaaat, bu sarık ancak bu başla çıkar." diyerek
cevap verir ve odadan çıkar. Akşam üzeri istasyona götürülerek trenle
Isparta'ya sevk edilir.[76]
Risale-i
Nurlarla ilgili davaların Denizli'deki davayla birleştirilmesi kararının
alınması üzerine Bediüzzaman ile birlikte Isparta, Kastamonu'daki Nur
Talebeleri 25 Ekim 1943'te Denizli'ye sevk
edildi. İşin aslı ise, mahkemenin Denizli'de olmasını, zamanın Adalet Bakanı
istemişti.
Denizli
Hapishanesi'nin şartları Eskişehir Hapishanesi'ni aratmıştı. Bediüzzaman'ın
talebelerine gönderdiği bir mektupta kullandığı şu cümle her şey anlatmaktadır:
"Eskişehir'de bana bir ayda çektirdiklerini burada bir günde
çektiriyorlar."[77]
Bediüzzaman,
içine bir yatağın ancak sığabileceği kadar dar, rütûbetli, havasız ve ışıksız
bir hücreye konmuştu. Talebeleri ise, idamlık mahkumlarla aynı koğuşa konarak
onlar tarafından öldürülmeleri amaçlanmıştı. Ancak idamlıkların reisi
olan Süleyman Hünkar başta olmak üzere, kısa sürede
bütün mahpuslar birer birer ıslah olmuş ve adeta Nur talebelerine ve
Bediüzzaman'a hizmetkar olmuşlardır. Hatta idam edilmek üzere sırası gelenler
abdest alıp, iki rekat namaz kılarak sehpaya çıkmışlardır.
Dört
kişinin katili olan Mehmet ismindeki bir şahıs, kısa surede Kur'an'ı okumayı
öğrendi, son yirmi iki sureyi ezberledi ve mahpuslara imamlık yapmaya başladı.[78]
Hapishane
bir ıslahhaneye dönmüştü. Bediüzzaman, mum ışığında eser telif etmeye devam
ediyordu. Eline geçen kağıt parçalarına yazdıklarını kibrit kutularına koyuyor
ve koridora atıyordu. Kibrit kutusunu alan mahpuslar, koşarak koğuştaki
arkadaşlarına ulaştırıyor ve kısa sürede yazılarak çoğaltılıyordu.Yazılanlar,
bir şekilde dışarıya ulaştırılıyor ve diğer şehirlerdeki Nur talebeleri de
bunları alıp okuyor, çoğaltıyor ve dağıtıyorlardı. On bir meseleden
oluşan Meyve Risalesi'nin dokuz meselesi ile On İkinci ve On Üçüncü Şualar burada
yazıldı.
Bu
arada Bediüzzaman ile birlikte şiddetli zehirlenen talebesi Hafız Ali
hapishanede, diğer talebesi emekli Binbaşı Asım ise muhkeme esnasında hayatını
kaybederek şehit olmuşlardır. Bediüzzaman ise bir kere daha ölümden dönmüştür.
Said
Nursi ve talebelerine isnat edilen suçlar Eskişehir Mahkemesi'nde yöneltilen
suçlamaların aynısıydı. Tarikat kurmak, siyasi bir cemiyet oluşturmak,
inkılaplara muhalefet etmek, dini duyguları istismar etmek iddiasında olan
Denizli Cumhuriyet Savcısı, Risale-i Nurları tetkik etmesi ve mahkemeye bir
rapor sunması için bilirkişi heyeti görevlendirdi.
Savcının
belirlediği iki lise öğretmeninden oluşan bu heyetin ilmi yeterliliği ve
vukufiyeti ciddi olarak tartışılırken, birkaç gün içinde savcının istediği
istikamette bir rapor hazırlayarak mahkemeye sundular ve dava ağır ceza
mahkemesine intikal etti.
Utanç
verici ve kasıtlı yanlışlarla dolu olan heyetin raporunu delillerle çürüten
Bediüzzaman, bu duruma şiddetle itiraz etti ve ehil olan alimlerden bir heyet
tarafından incelenmesini istedi. Bediüzzaman'ın itirazını kabul eden mahkeme
heyeti, davayı Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi ve Hakim Emin Büke'nin
nezaretindeki üç âlimden oluşan bilirkişi heyeti bütün Risaleleri incelemeye
başladı.
Uzun
süren bu inceleme neticesinde hazırlanan raporda; Risalelerin yüzde doksanının
iman hakikatlerinin ilmi izahı olduğu, ne ilim yolundan ne de din esaslarından
hiç ayrılmadığı, Bediüzzaman'ın siyasi bir faaliyeti ve hedefi olmadığı,
eserlerinin bir Kur'an tefsiri olduğu ifade ediliyordu.
Nihayetinde
bu raporu da dikkate alan mahkeme heyeti, Bediüzzaman ve talebelerinin de
müdafaalarını dinledikten sonra, 16 Haziran 1944'te oy birliği ile tüm
mahkumların beraatına ve hemen salıverilmelerine hükmetti. Buna rağmen savcı,
mahkumları beraat etmeyerek cezalandırılmaları için diretti ve davayı
Ankara'daki temyiz mahkemesine gönderdi. Temyiz mahkemesi, 30 Aralık 1944'te bu
başvuruyu reddederek Denizli Mahkemesi'nin beraat kararını onayladı.
EMİRDAĞ
HAYATI
Talebeleri
ile birlikte tahliye edilen Nursi, Denizli halkının büyük ilgisi ile
karşılaştılar. Şehir Palas oteline yerleşen Nursi, burada bir buçuk ay
kaldıktan sonra Afyon ilinin Emirdağ ilçesine mecburi ikamet etmek üzere
ayrıldı. Mahkemenin beraat kararı verdiği Nursi için bu kez hükümet devreye
girip hükmünü bu şekilde veriyordu.
Bediüzzaman'ın hayatı, mahkemenin hapis kararı ile hükümetin
sürgün kararı arasında geçiyordu.1925'ten, 1960 yılı vefat
tarihine kadar hayatı hep böyle geçecekti.
Emirdağ'a
getirilen Bediüzzaman, polis karakolu ile hükümet binasının karşısında yer alan
bir eve yerleştirildi. Camiye gitmesine izin verilmediği gibi, kimseyle
görüşmemesi için de kapısında ve penceresinin önünde sürekli polis
bekletiliyordu. Bediüzzaman, talebelerine gönderdiği mektuplarda kendisine
yapılanların "Denizli hapsini arattığını" ifade
ediyordu. Emirdağ'ın eşrafından olan Çalışkanlar ailesi Bediüzzaman'a sahip
çıkmış ve kaldığı evin altındaki dükkandan bir delik açarak Bediüzzaman'ın
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmışlardır.
Bediüzzaman'ı
bir türlü mağlup edemeyen gizli şer odakları, onu Emirdağ'ında üç kez
zehirleyerek ağır ıstıraplar çektirdiler. İnayeti ilahiye ile ölümden dönen
Bediüzzaman, risalelerin telifine kaldığı yerden devam ediyordu.
Bu
sıralarda güzel gelişmeler de yaşandı. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık
1944 tarihinde verdiği kararla, savcı tarafından temyiz edilen Denizli Ağır
Ceza Mahkemesi'nin beraat kararını onayladı.
Bir
diğer gelişme ise, Risalelerin artık teksir makinesi ile çoğaltılmasıydı.1946
yılında bir ithalatçı firma tarafından Türkiye'ye getirilen ilk teksir
makinelerinden üç tanesini Nur talebeleri almış, Isparta ve İnebolu'da
Risaleler teksir makinesi ile seri bir şekilde çoğaltılmaya başlanmıştı.
Bu
arada, sınırlı da olsa hacca gitmeye müsaade edilmesi ve hacıların bazı
risaleleri yanlarında hacca götürmeleri, bu eserlerin İslam dünyası ile buluşmasına;
Hristiyan misyonerlere verilen Asayı Musa ve Gençlik Rehberi'nin de Amerika'ya götürülmesi ise bu
eserlerin batı dünyası tarafından tanınmasına bir vesile olmuştu.
AFYON
HAPİSHANESİ
Risalelerin
hızlı bir şekilde çoğaltılarak yayılması, gizli mihrakların tekrar harekete
geçmesine, Bediüzzaman ve talebelerini tamamen ortadan kaldırmak adına bir çok
komplolar hazırlandı ve sırası ile bunlar devreye sokuldu.
1948
yılına gelindiğinde, her zaman yaptıkları gibi devlet yetkililerini yalan
yanlış bilgilerle tahrik edip, Bediüzzaman ve talebelerinin üzerine daha
sert bir şekilde saldırtmaya başladılar. Önce zamanın cumhurbaşkanı Afyon'a
gelip, incelemeler yaptı ve ardından Bediüzzaman'a dönük baskılar şiddetlenmeye
başladı. Hemen ardından İçişleri Bakanı, Afyon Valisi ile Emniyet Müdürü'nü
gece vakti Bediüzzaman'ın evini basmak için Emirdağ'ına gönderdi. Ancak savcı
bu gece baskınını uygun görmediği için sabah vakti evinin kapısını kırarak
içeri girdiler, ama Kur'an ve bazı Risalelerden başka bir şey bulamadılar.[79]
Bu
arada civar illerdeki bütün Nur talebelerinin evleri didik didik arandı ve
bazıları göz altına alındı. Bir taraftan Vali ile Emniyet Müdürü sürekli
Emirdağ'a gelip giderken, beş tane uçak da Emirdağ üzerinde uçuşlar yaparak,
halka ve Nur talebelerine göz dağı veriyorlardı.
Komplonun
bir parçası olarak, üç tane sivil kıyafetli polis Emirdağ'ına gönderildi.
Bunlardan Salih isimli polis, bir kağıdın üzerine; "Said Nursi, talebelerine bakkaldan içki aldırttı." diye
bir not yazdırdı ve oradaki bazı vatandaşlara imzalatmaya çalıştı. Fakat hiç
kimse buna ihtimal vermediği için imzalatamadı.[80]
Bu
defa Bediüzzaman'ı karakola götürüp beş altı saat boyunca ayakta bekletmek
sureti ile olur olmaz sorular sorarak, gidiş gelişlerde ise halkın önünde
sarığını kafasından, çekiştirip çıkartmaya çalışarak tahrik etmek istediler.
Bu
komployu fark eden Bediüzzaman, inanılmaz bir sabır gösteriyor ve talebelerine
de gönderdiği mektuplarda, oyuna gelmemeleri için uyarıyor ve şöyle diyordu:
"Bu
milletin asayişine, hususan masum çocukların, biçarelerin, ihtiyarların,
hastaların ve fakirlerin dünyevi istirahatlarına ve uhrevi saadetlerine binler
hayatımı, haysiyet ve şerefimi feda etmeye hazırım."[81]
Bu
yıldırma ve tahrik etme çabaları bir bir boşa çıkıyordu. Ancak, komploların
hiçbiri tutmayınca, yine hapis yolu görünmeye başladı. 23 Ocak 1948'de başta Bediüzzaman olmak üzere, civar
illerde bulunan çok sayıda talebeleri ile birlikte tutuklanarak Afyon Cezaevine kondular.
Böylece,
daha önceki üç mahkemenin beraat kararları hiçe sayılarak, aynı iddialarla
tekrar dava açılmış, Eskişehir ve Denizli hapishanelerinin şartlarını mumla
aratacak Afyon Mahkemesi süreci başlamıştı.
Bu
kez, kesin sonuç alınmak üzere hiç olmazsa Bediüzzaman'ın işi bitirilmeliydi.
Hapishanenin en üstü katındaki, yetmiş kişi kapasiteli ve çoğu kırık olan yirmi
dört pencereli bir koğuşa Bediüzzaman tek başına kondu. Eksi yirmilere kadar
düşen dondurucu kış soğuğunda, kendisine soba dahi verilmeyen yetmiş yaşının
üzerindeki bu ihtiyar, açlıktan bitkin bir hale düşürülerek kendisine üç kez
zehir verildi.
İşin
en ilginç tarafı ise, hemen karşıdaki koğuşta hem sıcak su akıyor ve hem de
dökme soba yanıyordu. Orada ise komünist ve idamlık mahpuslar vardı.
Daha
önceleri olduğu gibi, her seferinde Allah'ın inayeti ile ölümden geri dönen
Bediüzzaman, bu tahammülsüz ıstıraplara, çilelere sabrediyor ve talebelerine de
bir şekilde ulaştırdığı teselli mektupları ile onları da sabretmeye davet
ediyordu.
Kısa
süre içinde Afyon Hapishanesi diğer hapishaneler gibi bir mektebe ve
ıslahhaneye dönüşmüş ve Bediüzzaman daOn Beşinci Şua olan
El Hücettüzzehra risalesini telif etmeye başlamıştı. Nice azılı katiller ve
nice ırz ve vatan düşmanları ıslah olmaya başlamış ve halim selim birer vatandaş
haline gelmişlerdi. Tahliye süresi dolanlar, "Nur talebelerinin yanında
huzurluyuz" diyerek çıkmak istemiyor ve gardiyanlar
tarafından zorla çıkartılıyorlardı.
Devam
eden mahkeme, nihayet 6 Aralık 1948'de kararını verdi. Bediüzzaman'a yirmi ay,
bir çok talebesine de altı ve on sekiz ay aralığında değişen hapis cezasına
hükmetti. Karar hemen temyiz edildi ve Yargıtay altı ay sonra, 4 Haziran 1949
Afyon Mahkemesinin kararını bozdu.
Bu
karar üzerine Bediüzzaman ve talebelerinin derhal serbest bırakılması gerekirken,
Afyon Mahkemesi ve özellikle gaddar savcısı, oyalama süreci başlatarak
Bediüzzaman'ın yirmi ay hapiste kalması tamamlandıktan sonra serbest bırakıldı.
Afyon
Mahkemesi buna rağmen devam etti ve Risale-i Nur nüshalarının toplattırılması
kararı aldı. Bu karar yine temyiz edildi ve temyiz mahkemesi yine kararı bozdu.
Ama savcı inadından vazgeçmiyordu. Süreç devam etti ve nihayet Temyiz
Mahkemesi, Diyanet İşler Başkanlığı'ndan, Risaleleri incelemek üzere bir heyet
oluşturmasına karar verdi. Risaleleri inceleyen heyetin raporu üzerine Afyon
Mahkemesi mecbur kalarak Risalelerin beraatına ve toplattırılan nüshaların da
geri verilmesine karar verdi. İnatçı savcı nihayet mağlubiyeti kabul etmişti.[82]
İKİNCİ
KEZ EMİRDAĞ'INDA
Bediüzzaman
serbest bırakıldı, ama sürecin nasıl işleyeceği belliydi.Yine Ankara'dan gelen
emir üzerine Afyon'da polis gözetiminde mecburi ikamete tabi tutuldu. Yetmiş
iki gün burada tutulan Bediüzzaman 2 Aralık 1949'da hapis öncesi ikamet ettiği
Emirdağ'a geçti.
Bu
arada siyasi arenada da sıcak gelişmeler yaşanıyordu. Kurulduktan hemen sonra
halkın büyük teveccühünü kazanan Demokrat Parti 1950'de halkın yüzde elliden
fazla oyunu alarak iktidara geldi. Bediüzzaman Demokrat Parti'nin ilk üç
senesinde Emirdağ'ında ikamet etmeye devam etti.
Demokrat
Parti'nin gelmesi ile kısmi bir rahatlama olmuştu. Ama kısa süre sonra, tekrar
Cumhuriyet Halk Partisi'nin saldırıları, karalama kampanyaları, Demokrat
Parti'yi Bediüzzaman ve talebelerinin üzerine tahrik etme gayretleri hep devam
etti.
İSTANBUL
MAHKEMESİ
Bu
arada mahkemeler açılmaya devam ediyordu. 1952'de İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitap hakkında bir dava
açıldı ve Bediüzzaman İstanbul'a gelerek mahkemede hazır bulundu. Sirkeci'deki
Akşehir Palas Oteli'ne yerleşen Bediüzzaman 22 Ocak 1952 tarihinde, bugün Büyük
Postane olarak bilinen o zamanki mahkeme binasında duruşmaya katıldı.
Seksen
yaşına yaklaşmış bu zatın mahkemesi halkın büyük ilgisini kazanmış, gerek
mahkeme binasının dışında ve gerekse duruşma salonu ile koridorlarda büyük
izdiham olmuştu. Mahkeme çıkışı, izleyenlerin alkışları arasında ikindi
namazını kılmak üzere Sultan Ahmed Camii'ne gitti. İki kez ertelenen mahkeme
nihayet 5 Mart 1952'de yapılan son duruşmada, dava konusu kitabın 1943'teki
Denizli Mahkemesi'nde beraat kararı aldığı ve bu kararın Yargıtayca
onaylandığı dikkate alınarak "meni muhakeme kararı"
verilip dava kapatıldı.[83]
Mahkemenin
bitmesi ile birlikte Emirdağ'ına dönen Bediüzzaman, 1953 ilk baharında tekrar İstanbul'a gitmek
durumunda kaldı. Çünkü Samsun Ağır Ceza Mahkemesi'nde
hakkında açılan davaya bizzat katılması ısrarla istenmiş ve Bediüzzaman da
ancak İstanbul'a kadar gelebilmişti. Burada, ne havada ne karada ve ne de
denizde seyahat edemeyeceğine dair rapor aldığı için, müdafaasını İstanbul Ağır
Ceza Mahkemesi'nde yaptı.
İstanbul'a
bu ikinci gelişinde, önce Beyazıt'taki Marmara Palas Oteli'nde bir süre kaldı.
Ardından Fatih'te bir ahşap eve yerleşti. Mahkeme devam ederken, Bediüzzaman
bir yandan Risalelerin neşri ile meşgul oluyor, diğer yandan da İstanbul'da
bazı ziyaretlerde bulunuyordu.
O
yıl İstanbul'un fethinin 500. yıl dönümü idi. Bediüzzaman bu kapsamda
düzenlenen törende hazır bulundu. Zamanında Bediüzzaman ila birlikte Yeşilay
Cemiyeti'ni kuran Fahrettin Kerim Gökay İstanbul Valisi olarak törende
bulunuyordu. Bediüzzaman'ın orada olduğunu duyunca, şeref türbininde hemen
yanında ona yer verdi ve Bediüzzaman buradan kutlamaları izledi.[84] Bu
arada Fener Rum Patrikhanesi'ni de ziyaret ederek Patrik Athenagoras ile
görüştü. Fener Rum Patriği'ne, "Hazreti İsa'nın
bozulmamış olan gerçek dinini kabul edip, Hazreti Muhammed (sas)'in
peygamberliğini ve Kur'an'ın da Allah'ın kelamı olduğunu kabul etmeleri halinde
kurtuluş ehli olacaklarını" söyledi."[85]
ISPARTA
HAYATI
Üç
ay kadar İstanbul'da kalan Bediüzzaman tekrar Emirdağ'ına geldi ise de 23
Ağustos 1953'te Isparta'ya yerleşmek üzere oradan da ayrıldı.
Gizli
komitelerin tahrikleri devam ediyordu. Bediüzzaman ve Nur talebeleri üzerinden
Demokrat Partiye yüklenen muhalefetin saldırılarına karşı, Adnan Menderes'e
yazdığı mektuplarla onu uyarıyor ve bazı tavsiyelerde bulunan Bediüzzaman,
talebelerinin de Demokrat Parti'ye yardımcı olmalarını istiyordu. Ehvenişer
olarak gördüğü Demokrat Parti'nin varlığı Müslümanlar için bir fırsattı.
Nitekim bu süreçte Risaleleri, bir derece serbest bir ortamda basılıp
çoğaltılıyordu.
Böylece
Bediüzzaman, kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen, hukukî bir zeminde
kalarak verdiği hukuk savaşından, kelimenin tam anlamıyla zaferle çıkmıştı.
Uzun
süre devam eden ve sürekli kamuoyunun gündeminde yer alan Bediüzzaman'ın
mahkemeleri, Risale-i Nur'un ilânı hükmüne geçmiş, Anadolu insanı aradığını
nerede bulacağını bu sayede öğrenmişti. Artık, gençlerin ve mekteplilerin iman
hakikatlerinden hakkıyla istifade edebilmesi için yeni yazıyla (Latin
harfleriyle) yazılan Risaleler matbaalarda sürekli basılıyor, yurdun her yanına
dağıtılıyor ve her geçen gün imanını onunla kurtaranlara yenileri ekleniyordu.
Bu
arada "Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı" isimli
otobiyografik çalışma, talebeleri tarafından kaleme alınmış ve bizzat kendisi
tarafından kontrol edildikten sonra, gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur
Külliyatı'na dâhil edilmişti.
Bediüzzaman,
bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus olarak gittiği yerlerdeki
dostlarını ziyaretle geçirecekti. Merkez Isparta olmak üzere, sık sık kısa
seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla'ya gidiyordu. Eski
mekânlarını ziyaret ediyor, dostlarıyla görüşüyor, talebelerine
"dersler" yapıyordu.
2
Aralık 1959'da Ankara'ya yaptığı ziyaret, artık Bediüzzaman'ın veda
seyahatlerinin başladığını gösteriyordu.
Ankara'da
bir gece kalarak dost ve talebeleriyle görüştükten sonra, 3 Aralık 1959 günü
Ankara'dan Emirdağ'a, oradan da Isparta'ya gitti. On beş gün sonra tekrar
Emirdağ'a döndü. Konya'daki talebelerinin daveti üzerine 19 Aralık 1959'da
Emirdağ'dan ayrılarak Konya'ya gitti. Burada talebeleriyle görüştü ve
Mevlâna'nın türbesini ziyaret etti. Aynı gün Isparta'ya gitmek üzere Konya'dan
ayrıldı.
Ankara'daki
talebeleri yine ısrarla kendisini davet etmekteydiler. Bu ısrarlar
üzerine 31 Aralık 1959 günü Ankara'ya geldi. Ancak bu
defaki gelişi, basında tartışmalara yol açtı. Demokrat Partili
milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlandı.
Said Nursî, bir gece Beyrut Palas Oteli'nde kaldı, ertesi gün İstanbul'a
hareket etti. İstanbul'da Divan Yolundaki Piyer Loti Oteli'nde bir gece kalarak
talebeleriyle görüşüp vedalaştı ve 3 Ocak 1960 gününün akşamında, Ankara'ya
dönmek üzere İstanbul'dan ayrıldı.
Daha
önceki Ankara seyahatlerinde olduğu gibi bu defa da Beyrut Palas Oteli'nde
kaldı. Ertesi gün talebeleriyle görüştü. Ve son dersini yaptı. "Vasiyetnamem hükmündedir." dediği son
dersinde Bediüzzaman, kendi hayatından, sahabelerden ve Resulullah (a.s.m.)'ın
hayatından örnekler vererek talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet
hareket etmelerini, iman hizmetine ihlâsla devam ederek asayişi muhafaza
etmelerini öğütlüyordu.
6
Ocak 1960 günü saat 10:30 sularında Konya'ya gitmek üzere hareket etti.
Konya'ya vardığında beklenmedik bir manzarayla karşılaştı. Konya'nın bütün
giriş çıkışları tutulmuş, her yerde güvenlik tedbirleri alınmıştı.
Bediüzzaman'ın arabasını gören polisler derhal etrafını kuşattılar ve takip
etmeye başladılar. Kardeşi Abdülmecid'i ziyaret eden Bediüzzaman, Mevlâna'nın
türbesini de ziyaret ederek Emirdağ'a gitmek üzere Konya'dan ayrıldı.
Emirdağ'da
dört gün kaldıktan sonra 11 Ocak'ta tekrar Ankara'ya gitmek için yola çıktı.
Ancak bu kez Said Nursî'nin şehir merkezine girişi polis tarafından engellendi.
Yaklaşık otuz yıl boyunca sürgünler ve mahkemeler yoluyla baskı altında
tutulan, her hareketi çok yakından izlenen, fakat mahkemelerin suçsuz bularak
serbest bıraktığı Bediüzzaman'ın seyahatleri, bazı çevreleri evhamlandırıyordu.
Ankara'ya
girmesi engellenen Said Nursî, Emirdağ'a geri döndü. Buradaki bir haftalık
ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta'ya gitti ve burada bir buçuk ay kaldı.
SON
YOLCULUK URFA'YA
Ramazan
ayı geldiğinde Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler 19 Mart 1960 tarihini
gösteriyordu. Said Nursî yanındaki talebelerine Urfa'ya gitmek istediğini
söyledi. Arabası hazırlandı ve seksen iki yaşındaki Bediüzzaman, ağır hasta
hâliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart'ta yağmurlu bir havada
yaşanan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu.
21
Mart günü Urfa'ya ulaştığında talebeleri kendisine Halilürrahman Dergâhını
göstermek istediler. Ama o yürüyemeyecek kadar rahatsızdı. Onu şehrin en iyi
oteli olan İpek Palas Oteli'ne yerleştirdiler. Bu arada otele gelen polisler,
derhal Isparta'ya dönmesi emrini tebliğ ettiler. Bunu duyan halk otelin önüne
toplandı. Polis ısrarla Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin Urfa'dan
ayrılmasını istiyordu. Bu baskı sürerken Bediüzzaman 23 Mart 1960 günü
27 numaralı odada, sabaha karşı vefat etti.
Hayatı
boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen, hayat
tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras olarak altı bin sayfalık
Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur talebesini bırakmıştı.
Büyük
bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Bediüzzaman'ın naaşı Halilürrahman
Dergâhı'nda kendisine ayrılan yere defnedildi. Bediüzzaman'ın ahiret
yolculuğunu duyan dostları ve talebeleri yurdun dört bir tarafından gelerek
ziyaret ediyor, dualar ediyor, hatimler indiriyor, gıyabî cenaze namazı
kılıyorlardı. Artık Urfa'da kalabalıklar hiç eksik olmuyordu.
Bediüzzaman'ın
vefatından, yaklaşık iki ay sonra 27 Mayıs 1960'da bir askerî darbe oldu. Türkiye'de
Demokrat Parti iktidarı boyunca yaşanan ekonomik ve dinî gelişmelerden rahatsız
olan çevreler adına, askerler iktidara el koydu. Cuntadan oluşan Millî Birlik
Komitesi hükümeti, ilk iş olarak geniş çaplı tutuklamalar başlatarak Demokrat
Parti'nin ileri gelenlerini Yassıada Hapishanesi'nde topladılar.
Millî
Birlik Komitesi hükümeti Bediüzzaman'ın kabrinin nakledilmesine karar verdi.
Kanunî prosedürü ihmal etmeyen ihtilâl komitesi, Bediüzzaman'ın Konya'da
yaşayan kardeşi Abdülmecid Nursî'den tehdit ile bir nakil dilekçesi alarak,12 Temmuz 1960 gecesi Urfa'daki mezarını kırdırarak açtırdı. Bediüzzaman'ın
naaşını, askerî bir uçağa koyarak Afyon askerî havaalanına indirtti. Kara yolu
ile yapılan uzun bir yolculuktan sonra, yerini Abdülmecid Nursî'nin de
bilmediği bir mezara defnettirdi. Hayatta iken onun varlığını istemeyenler,
vefatından sonra da onu rahat bırakmamışlardı.