Evlilik ve Aile Hayatı

AİLE HAYATI

Kur’ân-ı Kerîm, erkek ve kadının bu dünyadaki yalnızlığının karşı cins ile giderildiğini belirtmektedir: “Size onlar sayesinde veya onlarla huzur ve sükûnete ermeniz için kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet halk etmesi O’nun kudretinin alâmetlerindendir. Bunda düşünen bir topluluk için işaretler vardır” (er-Rûm 30/21). 
Fakat bu rahatlama ve sükûnet bulmayı sadece cinsel ihtiyacın karşılanması ve zevk alma anlamında değerlendirmek uygun değildir. Böyle bir yaklaşım, insanın ruhî ve mânevî boyutlarının ihmal edilerek sadece bedenî ihtiyaçlarıyla tanıtılması anlamına gelir. Evlenme ve aile hayatı eşlerin hem düzenli ve meşrû tarzda cinsel ihtiyaçlarını karşılamasına hem de birbirlerine maddî ve mânevî destek olarak hayat arkadaşlığı kurmasına vesile olduğundan çok yönlü yarar ve hikmetler taşır. Âyette de bu farklı yönlere işaret vardır. Her iki yön ile irtibatı bulunan üçüncü bir nokta ise, aile hayatını bütün canlıların tabiatlarında saklı bulunan “neslini devam ettirme” güdüsünü en tabii ve mâkul biçimde karşılıyor olmasıdır. İşte evlilik kurumunu ve aile hayatını, bu üç yönün meşru ve mâruf, yani dinin ve aklın yadırgamadığı ilkeler ve kurallar çerçevesinde karşılanması şeklinde değerlendirmek gerekir. Meşrû bir evlilik içerisinde insan bu üç ihtiyacını da karşılama imkânını elde eder. Evlenen taraflar, bu sayede kendi hayatlarıyla ilgili olarak cinsel arzu ve ihtiyaçlarını ve mânevî huzur, sükûn ile dayanışma ve paylaşım ihtiyacını karşıladıkları gibi, bütün canlıların fıtrî özeliği olan nesli devam ettirme eğilimlerini de gerçekleştirmiş olurlar. 
Bu sebeple de evlilik kurumu, kısaca değinilen bu üç yönlü arzu ve isteklerin insanlık onuruna uygun tarzda ve meşrû bir şekilde tatmini amacına yönelik olarak tarih boyunca değişik din, kültür ve medeniyetlerde -farklı şekil ve kurallarla da olsa- tanınan ve toplumun çekirdeği olarak varlığını koruyan bir kurum olmuştur.
İslâm dini evlilik kurumuna ilişkin düzenlemeler yaparken, öncelikle evliliğin anılan bu üç yönünü dikkate almış ve bunun meşrû ve mâruf dairede nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin belirlemeler getirmiştir. Zina yasağı ve bunun suç telakki edilerek ağır cezalara çarptırılması, aynı şekilde iffeti lekelemeye yönelik iftiranın aynı zamanda suç sayılıp buna da dünyevî ceza tertip edilmesi bu yönde atılan adımların en köklüsüdür. Bu suretle gayri meşrû ve nikâhsız beraberlikler çirkin görülmüş ve evlenme teşvik edilmiştir. Bundan sonraki adım, evlenmeye ilişkin bazı sınırlama ve kayıtların getirilmesidir.
Bu arada evlenilmesi haram olan kadınlar (muharremât) Kur’an’da ayrıntılı olarak sayılmış ve aile hayatına ilişkin bazı hükümler sevke dilmiştir. Bununla birlikte Kur’an âyetlerinin aile hayatına ve aile içi ilişkilere yönelik düzenlemeleri hukukî nitelikler de taşımakla birlikte daha çok dinî ve ahlâkî boyuttadır.
Kur’an insanları evliliğe teşvik eder, evliliğin çeşitli fayda ve hikmetlerine işaret eder (en-Nisâ 4/3, 24; en-Nahl 16/72; er-Rûm 30/21), evliliği kocanın karısına verdiği “sağlam bir teminat” olarak nitelendirir (en-Nisâ 4/21), kadının kocası kocanın da karısı üzerinde birtakım haklarının bulunduğunu bildirmekle birlikte (el-Bakara 2/228, 233; en-Nisâ 4/4, 20-21; et-Talâk 65/7) bu hakların ne olduğu konusunda ayrıntıya girmek yerine “mâruf” ölçütünü getirir. Mâruf ilâhî beyan yanında, İslâm toplumunun anlayış, ihtiyaç ve geleneği çerçevesinde oluşan, gerektiğinde değişen ve gelişen bir ölçüttür.
Evet, Kur’an prensip itibariyle erkeklere kadınlarla iyi geçinmeyi tavsiye ederek (en-Nisâ 4/19), evlilik bağının korunmasında kocaya daha ağır bir sorumluluk yükler (en-Nisâ 4/34). Taraflar arasında geçimsizlik olduğunda da taraflara sabır ve hoşgörüyü öğütler (en-Nisâ 4/19, 34), topluma da hakemler vasıtasıyla eşlerin arasını bulma görevi yükler (en-Nisâ 4/35). Geçinme imkânı yoksa güzellikle ayrılmayı, karşılıklı olarak haklara saygı göstermeyi ister (et-Talâk 65/1-2, 6-7).
Görüldüğü kadarıyla Kur’an, aile hayatını karşılıklı anlayış ve olgunlukla yürütülecek insanî bir müessese saydığından aile fertlerinin hak ve görevlerini net çizgilerle belirtmemiş, evliliğin hukukî çatısı ve sonuçları üzerinde ayrıntıya girmemiş, her zaman olduğu gibi bu konuda da taraflarda temel insanî ve ahlâkî erdemlerin oluşmasını, kişilerin Allah’tan çekinir, kuldan utanır bir sorumluluk bilincine ulaşmasını aile hayatının sağlam kurulması ve iyi işlemesi için vazgeçilmez bir ön şart olarak tanıtmıştır. Gerçekten de insanî ve hukukî ilişkilerin sağlıklı bir çizgide seyredebilmesi ancak böyle sağlam bir zeminde mümkün olabilir. Çünkü toplum ve hukuk düzeni tarafların arasına alışveriş, ödünç, kiralama gibi borç ilişkilerinde pek giremediğine, aksaklıklara ancak dışa aksettiğinde muttali olup müdahale edebildiğine göre, evlilik gibi kendine has insanî yönleri, gizlilik ve mahremiyetleri bulunan bir müesseseyi dıştan müdahale ile iyileştirme âdeta imkânsızdır ve çoğu zaman da geç kalmış bir müdahale olduğundan sonuçsuz kalır.
Burada önemli olan, problemi doğduktan ve aleniyet kazandıktan sonra çözmek değil, o problemin doğmasına fırsat vermemek veya ilk kademelerde sıkıntıyı giderebilmektir. Bu da doğrudan doğruya tarafların şahsiyetleriyle, insanî ve ahlâkî meziyetlerinin gelişmişliğiyle alâkalı bir meseledir. Bunun için de Kur’an ve Sünnet’in aile hayatına ilişkin belirleme ve önerilerinde yönü hukukî olaya değil taraflaradır, onların bu sorumluluğu üstlenebilecek ve dengeli şekilde götürebilecek yeterli kıvama kavuşmasıdır. Bu gerçekleştikten sonra hukukî kurallar, ilişkilerin şekil yönü fazla önem taşımayabilir.
Tarih boyunca İslâm toplumlarında aile hayatına ilişkin hukukî kurallar ve toplumsal telakkiler ne yönde gelişirse gelişsin aile hayatının genelde sağlam temeller üzerine kurulmuş ve sağlıklı bir işleyiş göstermiş olmasının temelinde de bu yatar.
İslâm hukukçuları kadın-erkek ilişkisinin, fıtrî ve doğal ihtiyaç boyutlarını Kur’an’da çerçevesi çizilen ve esasen bu ihtiyaçların temiz ve nezih bir şekilde karşılanmasını hedefleyen ahlâk ilkelerine uygun olarak çeşitli hukukî düzenlemeler yapmışlar, evlenme ve boşanmayı, aile fertlerinin karşılıklı hak ve görevlerini, konunun toplumu ve hukuk düzenini ilgilendiren yönlerini en ince ayrıntısına kadar belirlemeye çalışan bir hukuk doktrini geliştirmişlerdir.
Onların bu düzenlemeleri yaparken konuyla ilgili olarak Kur’an ve Sünnet’te yer alan emir ve tavsiyelerin yanı sıra içinde yaşadıkları toplumun örf, âdet ve telakkilerini de dikkate aldıkları kuşkusuzdur. Bu itibarla klasik doktrinde aile hukukuna ve aile hayatına ilişkin bilgi ve görüşler izlenirken bu noktanın göz önünde tutulması yararlı olur.
Son dönemlerde modern anlayış ve yaklaşımların da etkisiyle evlenme akdinin şekil şartları, evlilikte mal rejimi, aile reisliği, boşama yetkisi gibi konular tartışılmaya, bu konularda klasik fıkıh doktrinindeki görüşlerin veya çağdaş telakki ve uygulamaların değişmez nihaî değer ve hedefler olup olmadığı karşılıklı olarak öne sürülmeye başlanmıştır. Bu tür iddiaların bütün yönleriyle ele alınıp tartışılması ve sonuca bağlanması bu ilmihalin amacını ve hacmini aşar. Bununla birlikte, bu tür konuları soğukkanlı bir şekilde tartışma imkânı bulunduğunu, bunların dinin dogmatik önermeleri olarak değil, temel ilke ve amaçların belli zaman ve zemin şartları içinde gerçekleştirilmesini en güzel bir şekilde sağlamaya yönelik düzenlemeler olduğunu düşünmek mümkün ve belki daha doğrudur. Öte yandan çağdaş toplumların uygulamalarını da tek değer ve ölçü almak insanlığın gelişim ve değişim çizgisini görmezden gelmek, toplumsal realiteye takılıp kalmak, bilim ve dinin, akıl ve düşüncenin bu konularda yapabileceği olumlu katkıyı peşinen inkâr etmek anlamına gelir.
Bundan sonraki başlıklar altında, aile hayatına ilişkin olarak İslâm hukukunun klasik doktrininde yer alan hükümler, kural ve öneriler ele alınacak ve bu bağlamda tarihî sürece ve günümüz problemlerine temas edilecektir.
Hemen ifade edelim ki, İslâm hukukunun klasik doktrininde yer alan bu bilgilerin bir kısmı konuyla ilgili bir âyet ve hadisin yorum ve uygulaması, daha büyük bir diğer kısmı da Müslüman toplumların tarihsel tecrübesi, uzun bir zaman diliminde oluşan ve içinde bulunulan şartlarla sıkı bağlantısı olan bilgi birikimi (ictihad) niteliğindedir. Bununla birlikte, aralarında kaynak ve mahiyet farkı bulunsa ve bu farkın göz ardı edilmemesi her zaman büyük bir önem taşısa bile her iki grup bilgi Müslümanlar nezdinde farklı sebeplerle de olsa daima önemini korumuştur. * (TDV İlmihal-2)


EVLİLİK
Evlenmenin Önemi
İslâm dini Müslümanların evlenip yuva kurmalarına büyük önem verir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Size onlar sayesinde veya onlarla huzur ve sükûnete ermeniz için kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet halk etmesi O’nun kudretinin alâmetlerindendir. Bunda düşünen bir topluluk için işaretler vardır” (er-Rûm 30/21) denmiştir. Bir başka âyet-i kerîme’de, “Sizden bekâr olan kimseleri, köle ve câriyelerinizden uygun olanları evlendiriniz. Eğer onlar fakir iseler Allah fazlından onları zenginleştirecektir. Allah (imkânları ve rahmeti) geniş ve (her şeyi) bilendir” (en-Nûr 24/32) buyurulmuştur. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) de muhtelif hadislerinde Müslümanları evlenmeye teşvik etmiştir. Meselâ bir hadîs-i şerifinde, “Ey gençler sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin” (Buhârî, “Nikâh”, 3; Müslim, “Nikâh”, 1) buyurmuş, bir başka hadisinde kezâ, “Peygamberlerin dört sünneti vardır” demiş ve dördüncü olarak evlenmeyi saymıştır (Tirmizî, “Nikâh”, 1; Müsned, V,421). Bu meâlde birçok âyet ve hadis zikredilebilir. Bütün bunlar İslâm’ın genel yaklaşımının kadınla erkeğin birbirinden uzak durması değil, Allah tarafından konulan sınırlar çerçevesinde bir arada yaşanması olduğunu göstermektedir. 
Allah tarafından konulan sınırlar derken meşrû bir nikâh ilişkisi kastedilmektedir. Bu yönüyle İslâm dini mümkün olduğunca kadınlardan uzak durmayı ve bekâr kalmayı öğütleyen ve ruhbanlığı en büyük dindarlık olarak takdim eden Hristiyanlıktan ayrılmaktadır.
Allah Teâlâ yukarıda meâli verilen âyet-i kerîme’de kadın ve erkeğin birbiri için yaratıldığını ve bu tür bir yaratılışın Allah’ın kullarına bir lutfu olduğunu bildirmektedir. Bu kadın ve erkeğin birbirinden uzak olmasının değil sağlıklı ve temiz bir zeminde beraber olmasının fıtrata daha uygun olduğunu göstermektedir. Bu en güzel şekilde evlenme ile mümkün olmaktadır. Öte yandan sağlıklı nesiller elde etmek ancak bu nesillerin bir evlilik içinde meydana gelmesi ve anne babanın müşterek ilgi ve sorumluluğu altında büyütülmesi ile mümkündür. Böyle bir birliktelik içinde meydana gelmeyen çocuklar gerek sosyal gerek psikolojik gerekse ahlâkî bakımdan daha problemli olmaktadır. Ayrıca toplumsal ahlâkın korunmasında da kadın-erkek ilişkilerinin bir evlilik zeminine dayanmasının büyük önemi vardır. Evlenmenin mümkün olmadığı çoğu durumda kadın ve erkekler birbirlerinden uzak durmamakta, sadece ilişkilerini gayri meşrû zeminlerde sürdürmekte veya normal olmayan ilişki yollarına sürüklen-mektedir.
Evlenmenin Mahiyeti ve Yapılışı
Evlenme karı koca arasında birlikte yaşamaya ve karşılıklı yardımlaşmaya imkân veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşmedir.
Evlenme akdi diğer akidlerden gerek yapılışı, gerek bu akde gelinceye  kadar sürdürülen hazırlıklar, gerekse bu akdin geçerli olabilmesi için maddî ve şeklî hukuk açısından riayet edilmesi gereken şartlar bakımından ayrılmaktadır.
Bu sözleşme her şeyden önce birbirleriyle evlenmeleri dinen ve hukuken mümkün olan kişiler arasında ve iki şahit huzurunda yapılır. Şahitlerin mevcudiyeti bu sözleşmeye açıklık kazandırmak ve evlilik ilişkisini etrafa duyurmak hedefine yöneliktir. Bunun dışında evlilik için herhangi bir şekil şartı aranmamıştır. Bu yönüyle evlilik kilise hukukundaki evlenmelerden ayrılmaktadır. Kilise hukukunda nikâhlar ehliyete ve evlenme engeline yönelik şartlara ilâve olarak mutlaka bir dinî mekânda yani kilisede ve yine görevli bir din adamı tarafından kıyılması gibi şartlar da içerir. Bütün diğer şartlar gerçekleşse bile bu son iki şartın yerine getirilmediği evlilikler geçerli değildir. Dolayısıyla bu tür evliliklerde eşlerin meşrû olarak beraber yaşaması mümkün olmadığı gibi, bu birleşmeler sonunda doğmuş çocukların nesebi de sahih değildir. Bu anlamda olmak üzere kilise hukukunda evlilik dinî bir sözleşmedir.
İslâm hukukunda evlilik Hristiyanlıktaki mânasında dinî bir sözleşme sayılmaz. Bir diğer ifadeyle nikâhın mutlaka cami gibi bir dinî mekânda yapılması gerekmez. Bu gerekmediği gibi nikâhın mutlaka bir din adamı tarafından kıyılması da gerekmez. Esasen İslâm’da –Hristiyanlıkta olduğu gibi–din adamı sınıfı da yoktur. İslâm hukukunun gerek evlenme engellerine, gerek tarafların ehliyetine ve irade beyanlarına, gerekse evliliğin aleniyetine yönelik olarak aradığı şartların gerçekleştiği her türlü evlilik, herhangi bir kişi veya kurumun mârifetiyle olmaksızın sadece tarafların karşılıklı iradeleriyle yapılmış olur. Bununla birlikte tarafların hak ve görevlerinin daha kolay takibi gibi çeşitli sebeplerle evliliklerin kontrol altında tutulmasına ihtiyaç duyulması, evlilik akdinin yetkili kişi veya kurum nezaretinde yapılmasını ve kayıt altına alınmasını gerektirmiştir. Bu bakımdan yeterli şartları taşıyan ve tarafların iradelerinin bulunduğu her türlü evlilik kim tarafından yapılırsa yapılsın geçerlidir. Ülkemizde uygulanmakta olan dinî nikâhlar, yani dinî nikâh veya imam nikâhı adı altında yaygın olarak yapılagelen uygulama esasen dinin veya İslâm hukukunun biri resmî, diğeri dinî iki nikâhı şart koşmasından ileri gelmemektedir; tam tersine bu tür uygulama tarihî ve Cumhuriyet döneminde oluşan hukukî şartlarla ve izlenen politikalarla yakından ilgilidir. Bir yönüyle de evlenmelerde İslâm hukukunun aradığı şartların gerçekleşmesi veya denetlenmesi hedefine yöneliktir. Osmanlı toplumunda da nikâhlar belli bir dönemden sonra devlet kontrolüne alınmaya çalışılmış, bunun için de nikâh kıyma yetkisi kadılara ya da onların özel olarak izin vereceği kimselere devredilmiş ise de bu konuda tam bir başarı sağlanamamış, mahalle imamları kadı kontrolü olmaksızın nikâh kıymaya devam etmişlerdi.
İslâm hukukunun klasik doktrinine göre evlenmenin bir din adamı huzurunda yapılması şart olmadığı gibi resmî bir memur önünde yapılması da dinen gerekli değildir. Ancak evlenmelerin belirli bir disiplin altına alınması, tarafların, varsa veli ve vekillerinin evlenme veya evlendirme ehliyetine sahip olup olmadıklarının bilinmesi, resmî bir memur tarafından yapılan evliliklerin ispat kolaylığı taşıması, doğacak çocuklarının nesebinin daha kolay biçimde sabit olabilmesi, evlenme engelleri varsa bunların bilinmesi ve ortaya çıkması gibi gayelerle oldukça erken dönemlerden itibaren evlenmelerin devlet kontrolünde yapılmasına özen gösterilmiştir. Meselâ Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından itibaren bir kısım nikâh akidlerinin mahkemelerde bizzat kadılar tarafından kıyıldığı bilinmektedir. Kadıların görevleri arasında nikâh kıymak da daima sayıla gelmiştir. Yıldırım Bayezid devrinde mahkemelerde harç alınmaya başlandığında bu harçların miktarı devlet tarafından belirlenmekteydi. Bu harçlar listesinde 12 akçe ile nikâh harcı da vardır. Bu en azından Yıldırım Bayezid döneminden itibaren mahkemelerde nikâh kıyıldığını ve bu nikâhlar karşılığında hâkimlerin belirli bir harç aldıklarını göstermektedir.
Mahkemelerde kıyılan nikâhların yoğunluğu devirden devire, şehirden şehire değişiklik arz etmektedir. Bazı şer‘iyye sicil defterlerinde çok sayıda nikâh kaydı varken bazı defterlerde bu kayıtlar daha azdır. Gösterilen çabalara rağmen Osmanlı Devleti’nde bütün nikâhlar mahkemelerde kıyılmış değildir. Ancak mahkeme dışındaki nikâhlar da öyle zannedildiği gibi rastgele kıyılmamış, bunun için önce mahkemeden bir izin ve bir izin kâğıdı (izinnâme) almak gerekmiştir. Büyük camilerinin imamları sadece mahkemeden alınan izin üzerine evlenmek isteyen kimseleri evlendirmişlerdir.
Netice olarak devletin evlenecek kimseleri evlenme ehliyeti ve engelleri bakımından kontrol altında tutması ve geçerli bir evliliği sağlayacak aleniyeti temin edip evliliğin dinî-hukukî geçerlilik şartlarını bilen bir görevliye nikâhları kıydırması İslâm’ın ruhuna daha uygun bulunmakta ve nikâh akdiyle eşlere sağlanan hukukî garantileri daha temin edici olmaktadır.
Evlenmemenin Müstehab Olması
Evlilik, masraflarını ve kadının geçimini sağlayamayacak durumdaki kişinin evlenmesi mekruhtur. Bu durumdaki kişi iffetini korumak için oruç tutmalı ve ibadete yönelmelidir. Çünkü ibadete yönelip oruç tutmak, nefsî arzuları frenler.
“İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah fazlından onları zengin eder. Allah geniş (rahmet sahibi)dir ve bilendir.” (Nûr/32)
Hz. Muhammed (a.s.v.) de şöyle buyurmuştur: “Sizden nafakaya gücü yetenler evlensin.”
Nafakaya gücü yetmeyen kişinin evlenmeyi terk etmesi müstehabdır.
Evlenmenin Mekruh Olması
Evlenmek İstemeyen, yaşlı veya cinsi iktidarı zayıf olan kimse ile durumu müsait olmayan kimsenin evlenmesi mekrûhtur. 
Ayrıca evlilik mehir ve nafaka gerektirir. Bunlara gücü yetmeyen kişinin evlenmesi de mekruhtur.
Evlenmemenin Efdal Olması
Evlilik masraflarını ve nakafa ihtiyacını karşılayacak güçte olmakla beraber, kendisini ilim ve ibadete vermiş, evlenmeyi de istemeyen kişinin evlenmemesi efdaldir. Çünkü evlilik onu ilim ve ibadete yönelmekten alıkoyar.
Evlenmek fıtratın gereği ve peygamberin sünnetidir. 
Bakire, mütedeyyine, güzel, iyi bir soya mensup ve yakın bir akrabadan olmayan bir kadınla evlenmek sünnettir. Resûlüllah (a.s.v.) şöyle buyuruyor:
تُنْكَحُ الْمَرْاَةُ لِاَرْبَعٍ لِمَالِهَا وَلِجَمَالِهَا وَلِحَسَبِهَا وَلِدِينِهَا فَاظْفَرْ بِذَاتِ الدِّيْنِ تَرِبَتْ يَدَاكَ
"Kadın dört şey için nikâhlanır: Malı için, güzelliği için, soyu için, dini için. Sen dindarı tercih et." (Buhari, Müslim)
Kendini ilim ve ibadete vermemiş, evlilik masraflarını ve kadının geçimini de sağlayacak güçte olan kişinin evlenmesi efdaldir. Çünkü evlenmemek, onu günaha sürükleyebilir. Ayrıca evlenmekle neslin çoğalmasına da katkıda bulunmuş olur.
Ailenin İslâm'daki Yeri ve Önemi
Aile mânâsına gelen usre kelimesi, lügat bakımından 'kişinin en yakın akrabalarından meydana gelen topluluk’ demektir. Bunlar anneler, babalar, dedeler, nineler, kızlar, erkek çocuklar ve onların çocuklarından meydana gelenlerdir.
Fert, toplumun mihenk taşı ise, aile de kovan gibidir. Fert, ailenin bir parçasıdır ve ilk özelliklerini aileden, alır. “(Bu kimseler) birbirinin soyundandır.” (Âli İmran/34)
Fert, ailenin tabiatıyla tabiatlanır, onun terbiyesinden, etkilenir. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Her doğan (çocuk) fıtrat üzere doğar. Bundan sonra anası, babası onu Yahudi veya Hristiyan veya mecusî yapar.” (Müslim/2658, (Ebu Hüreyre'den)
Fıtrat, insanın iyi ve güzel şeyleri bilip kabul edecek kabiliyette yaratılmasıdır. Beşerin yaratılışının temeli budur.
Fert ailenin, aile de toplumun direği ve temelidir. Bu bakımdan fert iyi olursa, aile de iyi olur, aile iyi olursa toplum da iyi olur. Bu yüzden İslâm dini aileye çok önem vermiştir. Kur'an ve Sünnet'in hükümlerinin bir çoğu aileyle ilgilidir.
İslâm'ın Aileye Verdiği Önemin Tezahürleri
İslâm'ın aileye verdiği önemi pek çok yerde görmek mümkündür. Bunların tümünü saymak mümkün değildir. Ancak bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
A. Evlenmeyi Emretmiş Olması
Çünkü evlilik olmadan aile olmaz. Meşru bir evlilik temeline dayanmayan ilişki zina olur.
“Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o bir hayasızlık ve çok kötü bir yoldur.” (İsra/32)
“Hür ve iffetli kadınlarla, zina yapmamış ve gizli dost edinmemiş olduğunuz halde mehirlerini vermek suretiyle (evlenmeniz) size helâl kılındı.” (Mâide/5)
B. Karı-Kocanın Hukukunun Belirlenmiş Olması
İslâm, karısı hakkında erkeğe şunları farz kılmıştır:
a. Mehir
“Kadınlara nikâh bedellerini (mehirlerini) müşkilat çıkarmaksızın verin.” (Nisa/4)
b. Nafaka
“Bu müddet zarfında (emziren annelerin) yiyeceği ve giyeceği örf ve âdet gereğince çocuğun babasına aittir.” (Bakara/233)
Hz. Muhammed (a.s.v.) de şöyle buyurmuştur; “Kadınların yiyecek ve giyecekleri normal bir şekilde olmak üzere sizin üzerinizedir.” (Müslim/1218)
c. Kadınlarla hoş geçinmeyi emretmiştir. 
“Onlarla (kadınlarla) hoş geçinin.” (Nisa/19) 
İslâm, kadına da kocası hakkında şunları vacip kılmıştır:
a. Masiyetin bulunmadığı yerde kadına kocasına itaat etmeyi emretmiştir.
“Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar.” (Nisa/34)
Ayette geçen kavvam kelimesinden maksat, evin idaresinin erkeğe ait olması, kadının da ona itaat etmesidir.
b. Kocanın izni olmadan herhangi bir şahsı eve sokmamasını emretmiştir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizin onlar üzerinde hakkınız, hoşlanmayacağınız kimselere döşeklerinizi çiğnetmemeleridir.” (Müslim .1218)
İmam Nevevî, 'Kocanın eve girmesini istemediği bir kişiye kadının izin verme yetkisi yoktur’ demiştir.
c. Kadına, kocasının şerefini, namusunu ve malını koruması emredilmiştir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Erkeğin sakladığı en hayırlı hazinenin ne olduğunu size haber vereyim mi? Saliha bir kadın! Kocası baktığında kocasını memnun eder, kocası emrettiğinde itaat eder, kocası evde olmasa bile onun sırrını ve evini muhafaza eder, İşte en hayırlı define budur.” (Ebu Dâvud/l664; Hâkim, Müstedrek, (Hâkim hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.)
C. Çocukların Geçiminin Babaya Ait Kılınması
İslâm, çocukları için babalara şunları farz kılmıştır:
a. Çocukların Nafakasını vermeyi emretmiştir.
“Şayet sizler için (çocuklarınızı) emzirirlerse onlara ücretlerini ödeyin.” (Talak/6)
Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ, süt emziren annenin ücretinin verilmesinin baba üzerine vacip olduğunu beyan etmiştir.
b. Ahlâk ve ibadet bakımından güzel yetiştirmeyi emretmiştir. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınızı üç hasletle yetiştirin: Peygamber sevgisi, ehl-i beyt sevgisi ve Kur'an sevgisi.” Deylemî, [Bkz. Suyutî, Câmi'us-Sagîr*
Dikkat edin! Hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz, idareci (halife) halkı güden bir çobandır ve güttüklerinden sorumludur.
“Erkek ailesinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın da evi ve çocuğu hususunda çobandır ve onlardan sorumludur. Köle efendisinin malı hususunda çobandır ve ondan sorumludur. Dikkat edin! Hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz.” (Buhari/853, Müslim/1829 ve başka muhaddisler)
İslâm, çocuklara da şunları farz kılmıştır:
a. Evlatlar, Allah'a isyan olmamak şartıyla anne ve babaya itaat ile mükelleftirler.
Anne-baba çocuğa Allah'ı inkâr etmeyi, İslâm'ın herhangi bir farzını inkâr etmeyi emrederse, buna itaat edilmez. Çünkü Allah'a isyan ederek hiçbir mahluka itaat edilmez.
Ayrıca çocuk anne-babasına ihsan etmelidir.
“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı emretti.” (İsra/23)
“Onlarla (annen ve babanla) dünyada iyi geçin.” (Lokman/15) .
b. Anne ve baba fakir ise çocuğun onlara nafaka vermesi gerekir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Kişinin yediğinin en hayırlısı ve helâli kendi kazancından olandır. Kişinin çocuğu da onun kazanandandır.” (Ebu Dâvud/35)
“Sen ve malın babanındır. Çocuklarınız sizlerin en güzel kazançlarınızdandır. Öyleyse çocuklarınızın kazancından yiyin.” (Ebu Dâvud/3530; Tirmizî/1358)
İşte bu ve benzeri hükümlerden, İslâm'ın aileye ne kadar önem verdiği açıkça anlaşılır.
* Baba olan kimsenin en büyük görevi evladını İslâm’ın emrettiği şekilde yetiştirip kendisine güzel bir terbiye vermek, sağ eline Kur'an-ı Kerim, sol eline Peygamber (a.s.v.)'in Sünnet-i Seniyyesini vermek ve dünyada sıkıntı çekmemesi için onu bir meslek sahibi kılmaktır. Zamanımızda hayat şartları değişmiştir. Geçen zamanlara benzememektedir. Bu ağır şartlar altında evladı maddeten ve manen kalkındırmak gerekir, aksi takdirde bu ağır şartlar altında ezilecektir. Ayrıca babanın durumu müsait olması halinde evladının iffetini muhafaza edip onu mütedeyyin ve İslâm kültürünü almış bir kadınla evlendirmesi gerekir. Yoksa - bazı alimlerin dediklerine göre - evladın işlediği günahlarda baba da ortak olacaktır. Bunun için tarih boyunca Müslüman anne ve babalar sadece çocukları besleyip büyütmekle yetinmemişler, belki onları evlendirip kendilerine yuva kurmak için çalışmışlar, onlar için şenlik yapmayı adet haline getirmişlerdir. Hatta İslâmiyet’te evlenme münasebetiyle yemek tertip edip komşu, mahalle veya köy halkını davet etmek sünnettir.* (Halil Günenç- Büyük Şafii İlmihali)

Kız ve Erkekte Evlenme Ehliyeti
            Geçerli bir evlilik yapabilmek için hukuken sahip olunması gereken yeterliliğe evlenme ehliyeti denir. Bütün hukukî işlemlerde olduğu gibi evlenme sözleşmesini başka bir kimsenin iznini almadan yapabilmek için de tam ehliyetli olmak gerekir.
            Evlenme Ehliyeti için erkek ve kızda bulunması gereken üç şart vardır. Bunlar:
            1- Akıllı olmak
            2- Bâliğ olmak
            3- Reşit olmak
            1- Akıllı olmak: Bir hukuk terimi olarak iyi ile kötüyü, kâr ile zararı ayırt etmeye yarayan zihnî melekeler açısından yeterli kimseyi ifade eder. Kişinin ibadetlerle mükellef ve hukukî-cezaî ehliyete sahip olabilmesi için temyiz kudretine sahip bulunması gerekir. Bu ehliyete sahip olmayan küçükler malî sorumluluk dışında herhangi bir dinî emirle yükümlü değildirler. Bu konuda Hz. Peygamber’in “Üç kimseden kalem kaldırıldı (dinî yükümlülüklerden muaf tutuldu): Bulûğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından” (Buhârî, Ḥudûd/22; Ṭalâḳ/11) anlamındaki hadisi delil olarak gösterilmiştir. (https://islam ansiklopedisi.org.tr/akil—mümeyyiz)
            2- Bâliğ olmak: Sözlükte “ulaşmak” anlamına gelen bulûğ, terim olarak çocuğun cinsî ve bünyevî ergenlik dönemine ulaşmasını ifade eder ve bu durumdaki kimseye de bâliğ denir. Ergenlik devresi de diyebileceğimiz bulûğ sonrası dönem, kişinin çocukluktan çıkıp yetişkin insan özelliği kazandığı önemli bir hayat merhalesidir.
            Ergenlik biyolojik bir olgunluğu ifade eder. Bu da insandan insana, bölgeden bölgeye göre değişir. Bu bakımdan herkes için sabit bir ergenlik yaşı belirlemek mümkün değildir. Bu sebeple İslâm hukukçuları ergenlik için genel duruma bakarak bir alt bir de üst sınır belirlemişlerdir. Bu iki sınır arasında kişi ne zaman biyolojik olarak ergen olursa o andan itibaren bâliğ sayılır.
            Bulûğun iki ölçüsünden birincisi ve aslî olanı fiilî bulûğdur; yani gerekli asgari yaş sınırına ulaşmış erkeğin ve kızın cinsî yönden fiilî ergenliğe kavuşmasıdır. Bunun da bünyeye, iklim vb. dış şartlara göre değişik yaşlarda olacağı açıktır.
            Alt sınırdan önce ergenlik iddiası dinlenmez. Biyolojik gelişme erkeklerde ihtilam, kızlarda ise hayız (adet) görmeleridir. Ancak alametler bulunsa bile aşağıdaki yaşlardan önce ergenlik gerçekleşmiş sayılmaz: Malik ve Şafii'ye göre tamamlanan dokuz yaş; Ebu Hanife'ye göre 12 yaş; Ahmed b. Hanbel'e göre 10 yaş.
            Eğer biyolojik gelişmeler ve alametler gecikirse, olmazsa, yaşa bakılır. İmam-ı Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Yusuf'a göre tamamlanan onbeş yaş ergenlik yaşıdır. İmam Malik'e göre 18 yaş ergenlik çağıdır. Ebu Hanife'ye göre ergenlik yaşı erkelerde 18, kızlarda 17’dir.
            Üst sınıra ulaşan kimse de ergenliğe ulaşmasa bile bâliğ kabul edilir. (http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00359.htm )
            3- Reşit olmak: Rüşt; Sözlükte “doğru yolu bulmak, makul davranmak” gibi mânalara gelen rüşd kelimesi fıkıh terimi olarak kişinin mallarını din, akıl, mantık ve iktisat prensiplerine uygun biçimde koruyup harcamasını sağlayan fikrî olgunluğa sahip olmasını, Şâfiî’ye göre bunun yanı sıra dinî ve ahlâkî açıdan adalet vasfını taşımasını ifade eder. Bu vasfı taşıyana reşîd denir.
             Klasik fıkıh eserlerinde bulûğ çağına yaklaşan veya erişen çocuğun reşid olup olmadığını tespit etmek amacıyla emsali tarafından yapılan tasarruflarda bulunması için kendisine fırsat verilmesi gerektiği belirtilir.
            Meselâ bulunduğu çevre itibariyle ticaret, ziraat veya belirli bir meslekle uğraşması beklenen çocuk o işle ilgili gereken faaliyet ve harcamaları yapmakla görevlendirilmeli ve birkaç defa denendikten sonra reşid olup olmadığına karar verilmelidir. Hanefîler’le Şâfiî ve Hanbelîler’in çoğunluğuna göre bu deneme bulûğdan önce olmalıdır; çünkü Nisâ sûresinin 6. âyetinde denemeye tâbi tutulacak kişiler “yetim” olarak nitelenmektedir, yetimlik ise bulûğdan önce olur. Ayrıca denemenin bulûğdan sonra yapılması bâliğ ve reşid kimsenin hacir altında tutulmasına yol açar. Fakat denenecek çocuk temyiz gücüne sahip ve bulûğa yaklaşmış olmalıdır. Mâlikî mezhebiyle Şâfiî ve Hanbelîler’in bir kısmına göre bu deneme bulûğdan sonra yapılır; zira rüşde ancak bulûğdan sonra erişilebilir. Bu görüşlerin pratikte belirsizlik ve istikrarsızlığa yol açacağı düşünülerek sonraki âlimler devlet tarafından içtimaî ve iktisadî şartlara göre bulûğdan sonraki herhangi bir yaşın rüşd yaşı olarak belirlenebileceğine hükmetmişlerdir. Günümüzde medenî hukuk alanıyla ilgili düzenlemelerde İslâm hukukunu esas alan ülkelerin kanunlarında rüşd yaşı on sekiz ile yirmi bir arasında değişmektedir.
            Rüşdün karşıtı olan sefeh ise (sefâhe: “hafiflik”) fıkıhta aklî melekesi yerinde ve temyiz kudretine tam sahip olmakla birlikte mal ve servetini din, akıl, mantık ve iktisat prensipleriyle bağdaşmaz biçimde harcayan kimsenin tedbirsizlik halini, Şâfiî’ye göre bunun yanında kişinin fısk vasfını taşımasını belirtmek için kullanılır. Bu durumdaki kişiye sefîh (çoğulu süfehâ) adı verilir.
            Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleriyle Hanefî mezhebinde tercihe şayan bulunan Ebû Yûsuf ve Muhammed’in ictihadına göre bulûğa erdiği halde reşid olmayıp sefih hali devam eden kişi yaşı ne kadar ilerlerse ilerlesin reşid olana kadar malları veli veya vasîsinin elinde bırakılarak hacir altında tutulur.
            Mâlikîler’e, Şâfiîler’e ve Hanbelîler’e göre; tam evlenme ehliyetine sahip olmak için rüşd de şarttır; buna göre sefih aile hukuku bakımından tam ehliyetli değildir. Mâlikîler’e göre velisinin izin veya icâzetiyle evlenebilir; diğer iki mezhep bunu da kabul etmez. Onlara göre sefihi ancak velisi evlendirebilir.
            Hanefîler’e göre ise; aile hukukunda tam ehliyetli olmak için akıllı ve bâliğ olmak yani temyiz gücüne sahip olarak ergenlik çağına ulaşmak yeterlidir. Bu mezhebe göre kadın olsun erkek olsun bu iki şartı kendisinde toplamış bulunan her şahıs başka bir kimseden izin almaksızın evlenme sözleşmesi yapabilirler. Bu kimselere tam ehliyetli denir. Hanefîler’e göre evlenme ehliyetine sahip olmak için rüşd şart değildir. Bir diğer ifadeyle mal varlığını gerektiği gibi idare edemeyen, gereksiz yere veya gereğinden fazla sarfeden sefihler, diğer hukukî işlemler bakımından eksik ehliyetli sayılırlarsa da aile hukuku bakımından tam ehliyetli kabul edilirler.
            Evlenme ehliyeti için gerekli olan bu üç vasıftan birisi eksik olursa eksikliğin türüne göre kişi ya tam ehliyetsiz veya eksik ehliyetli olur. (https://islamansiklopedisi.org.tr/rusd--fikih ve DİB İlmihal II/210)

            
EVLENİLMESİ HARAM OLAN KADINLAR
İslâm evlenmeyi meşru kılmış, insanları ona teşvik etmiştir. Fakat bazı kadınlarla evlenmeyi ise haram kılmıştır. Evlenilmesi haram olan kadınlar şunlardır: Anne, kız kardeş, kardeşlerin çocukları ve torunları, hala, teyze. Bunlar daima birbirlerini görüp, aynı ortamda yaşadıkları için evliliğin hedefi tahakkuk etmez. İşte bu ve benzeri nedenlerden dolayı İslâm, bazı kadınlarla evlenmeyi haram kılmıştır.
Evlenilmesi Haram Olan Kadınların Kısımları
Evlenilmesi haram olan kadınlar iki kısma ayrılır; ebediyyen haram olanlar, geçici olarak haram olanlar.


Evlenilmesi Ebediyyen Haram Olan Kişiler
Kişi, hangi sebeple olursa olsun bu kadınlardan biriyle evlenemez. 
Ebedî Haramlığın üç sebebi vardır:
1. Kan bağı
2. Evlilik bağı
3. Süt
Kan Bağından Ötürü Haram Olanlar
Kan bağıyla haram olanlar şunlardır:
1. Anne, annenin annesi, babanın annesi
Bunlara insanın asılları denir. Bunlardan herhangi biriyle evlenmek caiz değildir.
2. Kız, kızın kızı, oğlun kızı
Bunlara insanın fer'leri (dalları) denir. Bu bakımdan bunlardan birisiyle de evlenmek hiçbir zaman caiz olmaz.
3. Kız kardeş
İster ana-baba bir, ister baba bir, ister ana bir olsun hüküm değişmez. Bunlara da ebeveyn'in dalları denir. Bu bakımdan bunlarla da evlenmek ebediyyen caiz olmaz.
4. Kız kardeşin kızı
Bu kız kardeş ister ana-baba bir, ister baba bir, ister ana bir olsun, bunların kızlarıyla da evlenmek ebediyyen caiz olmaz.
5. Hala, babanın halası, annenin halası; Teyze, annenin teyzesi, babanın teyzesi
Bunlara da ceddeyn'in (iki dedenin) dalları denir. Bunlarla da evlenmek ebediyyen caiz değildir.
Bütün bunlarla evlenmenin haram olduğu hakkında ayet nazil Olmuştur: “(Ey mü'minîer!) Sizlere (şunları nikahlamak) haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerin izin kızları.” (Nisa/23) 
Buna rağmen kişi bunlardan biriyle nikâhlanırsa, o nikâh bâtıldır. Eğer bu nikâhı helâl sayarsa, kâfir olur.
Kadının da; babasıyla, dedesiyle, amcasıyla, dayısıyla, oğluyla, oğlunun oğluyla, kızının oğluyla, ana-baba bir kardeşiyle, baba bir kardeşiyle, ana bir kardeşiyle, kız kardeşinin oğluyla, bütün bunların dallarıyla evlenmesi haramdır.
Evlilik Bağıyla Haram Olanlar
Evlilik bağıyla haram olan kadınlar şunlardır:
1. Babanın ve dedenin hanımları
Bunlara 'asılların hanımları’ denir. Kişiye, bunlarla evlenmek ebediyyen haramdır.
“Babalarınızın nikahladığı kadınları (üvey annelerinizi) nikahlamayın! Ancak (İslâm'dan) önce olan (bu tür hatalar affedilmiş) geçmiştir. Şüphesiz ki o fahiş bir iştir. (Mürüvvet sahipleri katında) buğz edilen (bir hareket)tir. (Bu işi hoş görenin yolu) ne kötü yoldur!” (Nisa/22)
2. Oğulun hanımı, torunların hanımı
Bunların aşağıya doğru bütün dallarıyla evlenmek ebediyyen haram kılınmıştır.
“Sulbünüzden olan öz oğullarınızın (boşanmış veya dul kalmış) kanlarıyla evlenmeniz (size haram kılındı).” (Nisa/23)
'Sulbünüzden olanlar' ifadesiyle, evlat edinilen çocukların dul kalan hanımları, bu hükümden istisna edilmiştir. Çünkü cahiliyye devrinde Araplar, evlatlıklarının hanımlarını da tıpkı öz oğullarının hanımları gibi haram kabul ederlerdi. İslâm, onların bu inançlarını reddederek, evlatlıkların dul kılmış eşleriyle evlenmeyi helâl kılmıştır.
“Evlatlıklarınızı da oğullarınız yapmamıştır. Bunlar ancak sizin ağızlarınızda (söylediğiniz) sözlerinizdir. Allah hakkı söyler ve O doğru yola hidayet eder.” (Ahzab/4)
“Zeyd o kadından ilişkisini kesince, biz onu sana eş olarak verdik ki evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri kadınlar, mü'minlerin üzerine günah olmasın.” (Ahzab/37)
3- Kayınvalide ile evlenmek caiz değildir. .
“Hanımlarınızın anneleri (size haram kılınmıştır).” (Nisa/23)
Kayınvalide gibi, hanımının kadınlardan olan asıllarıyla evlenmek de haram kılınmıştır. Bunlara, cinsî münasebet olmasa dahi nikâh haramdır.
Eğer bunlardan herhangi biriyle nikâh akdedilirse, o nikâh bâtıldır. Bunlarla nikâhlanmanın helâl olduğunu söyleyen kişi kâfir olur.
4. Kişinin üvey kızlarıyla evlenmesi haramdır.
Fakat bu, mücerred akidle haram olmaz, ancak annesiyle münasebette bulunduğu takdirde haram olur; yani annesini nikahlayıp da cinsî münasebette bulunmadan boşarsa, kişi onun kızıyla evlenebilir.
“Kendileriyle cinsî münasebette bulunduğunuz hanımlarınızdan olan ve himayenizde bulunan üvey kızlarınızda evlenmeniz haramdır). Eğer üvey kızların anneleriyle (nikâh akdi yapıldıktan sonra) cinsî münasebette bulunmamış iseniz, (o üvey kızlarla, anneleri öldüğü veya boşandığı takdirde evlenmenizde herhangi bir) beis yoktur.” (Nisa/23)
Kişinin üvey kızıyla evlenmesinin haram olmasının nedeni, evinde olması değildir. Annesiyle cinsî münasebette bulunduktan sonra, ister evinde, ister başka yerde bulunsun, üvey kızıyla evlenmesi haramdır. Ayette geçen bu kaydın zikredilmesi, umumi bir durumun ifadesidir. Tabi kızın da üvey babasıyla evlenmesi haramdır.
Süt Nedeniyle Haram Olanlar
Süt nedeniyle yedi sınıf ile evlenmek haram olur. Kur'an-ı Kerîm bunlardan ikisini zikrederken, diğerlerini Sünnet zikretmiştir:
1. Süt anne, süt annenin annesi ve dalları
Bunların hiçbiriyle evlenmek caiz değildir.
2. Süt kız kardeş 
İkisinin aynı anneden emmiş olması yeterlidir. Eğer kız, erkeğin annesinden emmişse, o erkeğe ve o erkeğin tüm kardeşlerine haram olur. Eğer erkek, kızın annesinden emmişse, o kız ve onun diğer kız kardeşleri o erkeğe haram olur, ancak o kız ve onun kız kardeşleri o erkeğin kardeşlerine helâl olur. Çünkü o kız, o erkeğin annesinin sütünü emmemiştir, kız kardeşleri de içmemişlerdir.
“Size süt veren anneleriniz, sütten ötürü kız kardeşleriniz (size haram kılınmıştır).” (Nisa/23)
3. Süt kız kardeşin kızı
4. Süt kardeşin kızı
5. Babası ile aynı kadından süt emen; süt hala
6. Annesi ile aynı kadından süt emen; süt teyze
7. Hanımından süt emen kız
Çünkü bu durumda olanlar baba-kız hükmündedir. Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Doğmak ve doğurmaktan dolayı haram olan şeyler, sütten dolayı da haram olur.” (Buharî/2502, Müslim/1444)
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Hz. Muhammed (a.s.v.)'in, Hamza'nın kızı ile evlenmesi istenildi de Peygamber 'O bana helâl olmaz. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır. Rahimden haram olan, sütten de haram olur' buyurdu". (Buharî/2503, Müslim/l/447)
Buna göre kadına da süt babası, süt oğlu, süt kardeşi ve süt kardeşinin oğluyla evlenmek haram olur.
Süt Nedeniyle Haram Olanlar Evlilikle de Haram Olur
1. Sü't annenin annesi de haramdır.
2. Hanımı başkasının hanımı iken ondan süt emen kız da haramdır.
3. Kişinin babasının başka hanımından olan süt kız kardeşle evlenmesi haramdır.
4. Kişinin, hanımından emen çocuğun hanımıyla evlenmesi de haramdır.
         Evlenilmesi Geçici Olarak Haram Olan Kadınlar
Geçici (muvakkat) haramlık, evlenilmesi geçici olarak haram olan kadınlar içindir. Bu haramlık belli şartlara bağlıdır. Bu şartlar ortadan kalktığında hürmet (haramlık) ortadan kalkar. Ancak bağlı bulunduğu şart ortadan kalkmadan nikâh akdi yapılırsa, o nikâh bâtıldır. Geçici olarak haram olan kadınlar şunlardır:
1. İki kız kardeş ile bir arada evlenmek.
Bunlar ister soy bakımından kardeş olsun, isterse süt bakımından hüküm değişmez. Ayrıca bunları ayrı zamanlarda veya aynı zamanda nikahlamak da haramdır. İki kız kardeş aymanda nikâhlanırsa, iki nikâh da bâtıl olur. Eğer ayrı ayrı zamanlarda nikâhlanırlarsa öncekiyle yapılan nikâh sahih, sonraki bâtıldır. Ancak kız kardeşin birini boşadığında veya öldüğünde diğeriyle evlenebilir.
“(Ey mü'minler!) Sizlere (şu kadınları nikahlamak) haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, size süt veren anneleriniz, sütten ötürü kız kardeşleriniz, hanımlarınızın anneleri, kendileriyle cinsî münasebette bulunduğunuz hanımlarınızdan olan ve himayenizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer üvey kızların anneleriyle cinsî ilişki kurmamış iseniz, (o üvey kızlarla anneleri öldüğü veya boşandığı takdirde evlenmenizde herhangi bir) beis yoktur. Sulbünüzden olan öz oğullarınızın (boşanmış veya dul kalmış) kanlarıyla evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamanız da (size haram kılındı). Ancak cahiliyyet devrinde geçen (bu haram evlenmeler) affedilmiştir. Şüphesiz ki Allah affedicidir, merhamet edicidir.” (Nisa/23)
2. Bir kadını halasıyla veya teyzesiyle birlikte nikahlamak haramdır.
Ayrıca kadını, oğlunun kızıyla veya kızının kızıyla da birlikte nikahlamak haramdır.
Fakihler bu hususu 'Biri erkek, diğeri kadın olsalardı, evlenmeleri caiz olmayacak olan iki kadım bir arada nikahlamak haramdır' kaidesiyle belirtmişlerdir. Bu kaide, bizim söylediğimiz her şeyi ifade etmektedir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Bir kadınla halası ve keza bir kadınla teyzesi, bir kimsenin nikâhı altında toplanamaz.” Buhari/4820, Müslim/1408, (Ebu Hüreyre'den)* (Büyük Şafii Fıkhı 2)
Neslin bekası ve dünya hayatının devamı için İslâm dini evlenmeyi meşrû kılmıştır. Yalnız rastgele herkes istediği kadınla evlenemez. Kendisiyle evlenmenin helal olduğu kadınlar olduğu gibi haram olan kadınlar da vardır.
         Muvakkaten haram kadınlar:
1 - Başkasının nikâhı veya iddeti altında bulunan kadınlar:
2 - Üç talâk ile boşanmış olan zevcesi. Çünkü böyle bir kadın ancak başkasıyla evlendikten sonra eski kocasıyla evlenebilir.
3 - Dört kadınla evli olan için dörtten fazla olan kadınlar.
4 - Zevcenin nesep veya rada'la kız kardeşi, hala ve teyzesi.
5 - Putperest veya muattile (yani hiçbir dinin saliki olmayan kadınlar) Fakat semavi kitaplardan birisine inanan kitabiyye yani Yahudi veya Hristiyan olan kadınla evlenmek mekrûh olmakla beraber sahihtir. Yalnız kitabiyye olan kadın, israiliyye olursa, onunla evlenebilmek için uzak babalarının mensûb olduğu dini nesh eden Bi'seti Nebeviden evvel o dine intisab etmiş olduğunun bilinmesi veya Peygamber Efendimizin Peygamber olarak gönderilmesinden sonra ona intisab ettiğinin bilinmemesi biliniyorsa, onunla evlenmek caiz değildir.
Kitabiyye olan kadın İsrailiyye değil, mensûb olduğu dini nesh eden Bi'seti Nebeviyyeden evvel onun uzak babalarının o dine intisab ettiği kati olarak bilinmesi şarttır. Bilinmezse onunla evlenmek caiz değildir. Bu minval üzere Şafii mezhebine göre bu günkü Avrupa ve Amerika Hristiyan kadınlarıyla evlenmek caiz değildir.
Hristiyan veya Yahudi bir kadınla evli olan kimse Hayız, Nifas, Cenabet ve necasetten yıkanması için ona emretmeli; domuz etini yemekten de men etmelidir.
Cinsel ilişki olmadan evvel kadın veya kocadan biri mürted olursa nikâh feshedilir. Cinsel ilişkiden sonra irtidad vaki olursa, iddet müddetinde beklenir. Bu müddet içerisinde tekrar İslâmiyet’e dönerlerse nikâh devam eder, yoksa münfesih olur.
Müslüman olmayan bir karı-koca İslâm dinine girerlerse, birbirine mahrem olmadıktan sonra eski nikâhları ne olursa olsun devam eder. Koca, İslâm dinine girer de kadın küfürde kalırsa, kadının durumuna bakılır. Şayet ehlikitap ise yine nikâh devam eder. Aksi takdirde iddet müddetinde beklenir, Müslüman olmazsa nikâhları fesh olur.
Bir Hristiyan ihtida eder ve nikâhı altında bulunan kadın putperest, mason ve komünist gibi batıl bir inanca mensup olursa, evlilik hayatının devamı için iddet esnasında kadının da ihtida etmesi gerekir. Aksi takdirde nikâhları ortadan kalkar.
Bu Kadınlarla Evlenmenin Haram Kılınmasının Hikmeti
Söz konusu kadınların, bir kişinin nikâhı altında bulundurulmasının haram kılınmasındaki hikmet şudur: Bu tür bir akid, akrabalık bağlarına zarar verir, akrabalar arasında buğz'a sebep olur.
Hz. Muhammed (a.s.v.), bir kadının halası ile birlikte aynı adamın nikâhı altında bulundurulmasını yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Siz bunu yaptığınız takdirde sılayı rahmi kesmiş olursunuz.” (İbn Hibban)
İsa b. Talha'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Hz. Muhammed (a.s.v.), sılayı rahmin kesilmesinden korkarak bir kadının akrabasıyla birlikte bir erkeğin nikâhı altında bulunmasını yasakladı". (Şevkanî, Neylu'l-Evtar, VI/157; Ebu Dâvud, el-Merasil)
Ancak hanımı öldüğünde veya boşandığında, onun akrabalarından biriyle evlenmek helâl olur.
Dörtten Fazla Kadını Nikahlamak Haramdır
Dört kadından fazlasıyla evlenmek haramdır. Ancak evli olduğu dört kadından birini boşarsa veya biri ölürse, onun yerine bir tane daha alabilir.
“Hoşunuza giden (başka) kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.” (Nisa/3)
Kays b. Haris şöyle rivayet etmiştir: "Benim sekiz hanımım varken Müslüman oldum. Durumu Hz. Muhammed (a.s.v.)'e arz edince, 'Onlardan dört tanesini seç' buyurdu". (Ebu Dâvud)
***(Çok eşlilik konusu ileride ayrıntılı olarak açıklanacaktır.)
Müşrik Bir Kadınla Evlenmek Haramdır
Semavî bir kitaba sahip olmayan (müşrik) kadınlarla, onlar Müslüman oluncaya kadar evlenmek haramdır.
“Müşrik kadınlarla -o kadınlar iman edinceye kadar- evlenmeyin! Muhakkak ki mü'min bir cariye, hoşunuza gitmiş olsa bile müşrik bir kadından daha hayırlıdır.” (Bakara/221) 
İki Uyarı
1. Müslüman bir kadının, Müslüman olmayan bir erkekle evlenmesi caiz değildir.
Erkeğin dini ne olursa olsun, Müslüman bir kadın onunla evlenemez. Zira erkeğin hanımı üzerinde velayeti vardır. Bir kâfir, bir Müslüman üzerine velayet sahibi olamaz. Ayrıca kâfir olan erkek, hanımının dinini ifsad edebilir.
“Allah elbette kâfirler için mü'minlerin aleyhine bir yol kılmayacaktır.” (Nisa/141)
“Müşrik erkeklerle -onlar iman edinceye kadar- (mü'min kadınları) evlendirmeyin! Muhakkak ki mü'min bir köle, hoşunuza gitmiş olsa bile müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Çünkü onlar (müşrikler) sizi ateşe  çağırırlarken, Allah ise kendi iradesiyle (sizleri) cennet ve mağfirete çağırır. İnsanlar öğüt alsınlar diye onlara ayetlerini beyan etmektedir.” (Bakara/221)
Kâfir Müslüman olduktan sonra, Müslüman bir kadın onunla evlenebilir.
Eğer Müslüman olmadan nikâh akdi yapılırsa, akid bâtıldır. Bu durumda Müslüman kadın, o kâfirden ayrılır. Eğer cinsî münasebette bulunurlarsa, zina sayılır.
II. Müslüman bir erkeğin ehl-i kitab (Hristiyan ve Yahudi) bir kadınla evlenmesi caizdir.
Çünkü bu evlilik, o kadının Müslüman olmasına sebep olabilir, hatta ailesinin bile Müslüman olmasına sebep olabilir. Müslüman erkeğin, ehl-i kitab olan hanımına, Müslüman olması için baskı yapması caiz değildir. 
Onun ibadetlerini, istediği gibi yapmasına mâni olmaya hakkı yoktur.
“Bugün tayyibler (temiz ve pak nimetler) size helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâl kılındığı gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'minlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitab verilenlerden (Hristiyanlardan ve Yahudilerden) hür ve iffetli kadınlarla, zina yapmamış ve gizli dostlar edinmemiş olduğunuz halde mehirlerini vermek suretiyle (evlenmeniz) size helâl kılındı.”(Mâide/5)
Evli Olan Kadınlarla Nikâh Akdi Yapmak Haramdır
Evli kadınlarla nikâh akdi yapmak caiz değildir. Bu kadın kocası ölünceye veya boşanıncaya kadar onun ismetindedir. Ancak kocası öldükten veya boşandıktan, iddeti de bittikten sonra başka birisiyle evlenmesi caiz olur. “Nikâhlı kadınlarla (evlenmeniz) de (size haram kılındı).” (Nisa/24)
 İddet Bekleyen Kadınlarla Evlenmek Haramdır
Bir kadın, ister boşanma iddeti, ister ölüm iddeti beklesin, iddeti bitmeden onunla evlenmek caiz değildir.
“Müddeti (iddet bekleme süresi) sona erinceye kadar (kadınlarla) nikâh akdi yapmaya kalkışmayın.” (Bakara/235)
Üç Talakla Boşanmış Kadın
Üç talakla boşanan bir kadın ilk kocasına, ancak kendisi ikinci bir koca ile şer'î bir şekilde evlendikten, ikinci koca tarafından meşrû bir şekilde boşandıktan ve iddetini de tamamladıktan sonra tekrar varabilir. 
“Eğer (kocası üçüncü defa) yine boşarsa, ondan sonra kadın başka birisiyle (meşru bir şekilde) evlenmedikçe (ve ikinci koca tarafından da boşanıp iddetini tamamlamadıkça) birinci kocasına helâl olmaz. Eğer (yeni kocası) onu boşarsa, Allah'ın, sınırlarını gözeteceklerine inanıyorlarsa, tekrar birbirlerine varmalarında onlara herhangi bir günah yoktur. Bunlar, bilen kimseler için Allah'ın açıklamış olduğu sınırlarıdır.” (Bakara/230)
Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Rifaa'nın karısı Peygamber'e geldi ve Ben Rifaa'nın yanında idim. Rifaa beni boşadı ve (üç talak ile) boşamayı kat'ileştirdi. Sonra ben de Abdurrahman b. Zübeyr ile evlendim. Fakat Abdurrahman'ın erkeklik aleti şu elbise saçağı gibi (gevşek)tir’ dedi. Rasûlullah tebessüm edip 'Sen tekrar eski kocan Rifaa'ya mı dönmek istiyorsun? Hayır, sen ikinci kocan Abdurrahman'ın balçığından, o da senin balcığından tatmadıkça bu olmaz' buyurdu".(Buharî/2496, Müslim/1433.)
Hadîsin metninde geçen ‘febette’ kelimesi testi demektir. Bu, kesin olarak boşamayı ifade eder. Elbisenin saçağı gibi ibaresi, cinsel kudretin yokluğundan kinayedir. Balçığından tatmadıkça ibaresi ise cinsî münasebet zevkinden kinayedir.


EVLİLİĞİN MUKADDİMELERİ
Ailenin saadeti, çocukların iyi yetişmesi, evlilik hayatının sürekli olması, eşlerin doğru seçim yapmalarına bağlıdır. Eşler birbirini seçerken geçici heveslere, geçici maslahatlara iltifat etmemelidirler. Saadet, ancak kalıcı esaslar üzerine bina edilirse mümkün olabilir. Evlilik ciddi bir iştir, birçok zorlukları ve yükümlülükleri vardır. Bu nedenle nikâh akdinden önce yapılması gereken birtakım vecibeler bulunmaktadır;
1. Eşlerde bulunması gereken birtakım özelliklerin, onlarda bulunup bulunmadığını araştırmak.
2. Adayların birbirlerini görmeleri gerekir.
3- Hitbe (istemek).
Evlenmeye Aday Olan Erkek ve Kadında Bulunması Uygun Olan Özellikleri Araştırmak
İslâm, evlenmeye aday olan erkek ye kadında bulunması gereken birtakım özelliklerin araştırılmasını istemiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a. Dindar ve güzel ahlâklı olmak.
Kızın babası ve dedesi, Veliyyi Mucbir ise de kızı, fasık ve İslâm’a muhalif olan kimse ile evlendirmemelidir.
Tâbi’inin büyüklerinden Said bin Müseyyeb, Abdulmelik oğlu Velid için kızını isteyen Abdulmelik'i zulüm ve fıskından dolayı reddettiği gibi, her müminin de fasık ve mübtedi bir kimsenin kızına talip olduğunda, makamı ne kadar yüksek olursa olsun, reddetmelidir. Yoksa emanete hiyanet ettiğinden Allah'ın indinde sorumlu olacağını bilmelidir.
Bu hususta Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz bir kişi siz(in aileniz)den bir kadına talip olursa onu evlendirin (talip olduğu kadını ona verin)! Şayet  yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve fesad olur.” (Tirmizî/1084)
Kadın dört meziyeti için nikâh olunur: Malı için, soyu-için, güzelliği için, dindarlığı için. Sen (bunlardan) dindar olanı ele geçirmeye bak, (böyle yapmazsan) fakirliğe düşersin. (Buharî/4802, Müslim/1466)
Hadîs metninde geçen terebet yedâke ibaresi 'fakirliğe düşmek' anlamındadır. Bu ibare, Araplar tarafından darb-ı mesel olarak kullanılır.
Hadîste geçen din ve ahlâktan maksat ise ibadetleri yapmak, salih ameller işlemek, haramlardan uzak durmak ve kadının haklarını yerine getirmektir.
Dindar ve Ahlâklı Kadının, Diğer Kadınlara Üstün Tutulmasının Hikmeti
Din, zaman geçtikte kuvvetlenir, ahlâk ile din birbirini takip edip tamamlar, hayat tecrübesiyle beraber dosdoğru giderler. Bu bakımdan evlenecek erkek ve kadının, birbirlerinde ahlâk ve dindarlık vasıflarını aramaları, onların sevgi ve muhabbetlerinin devamlılığı için teminattır.
Bunlardan çıkan sonuca göre, insan soy-soptan ötürü bir kadını veya erkeği tercih etmekten kaçınmalıdır. Eğer bir kızda veya bir erkekte dindarlık vasfı bulunursa, bu haslet tek başına diğer meziyetlerden daha üstündür. Ancak tüm meziyetler aynı kişide toplanırsa, bu, nûr üzerine nûr olur.
Eşlerin Soyları
Soy’un manası, kişinin aslının güzel olmasıdır. Yukarıda naklettiğimiz hadîste kadının meziyetlerinden biri de soylu olmasıdır' ibaresi geçmişti.
Kadında soy arandığı gibi, erkekte de aranmalıdır. Çünkü evlilik hayatının sürekli olmasını sağlayan etkenlerden biri de soydur. Soy, güzel geçinmeye yol açar. Soylu kimse, sevdiğinde keremli olur, nefret ettiğinde ise zulmetmez.


Eşler Arasında Çok Yakın Bir Akrabalık Olmamalıdır

İmam Şafii, en yakın akrabalarla evlenilmemesini tavsiye etmiştir. Zenzanî İmam Şafii'nin bu kavlini şöyle açıklamaktadır: 'Bunun sebebi, kabilelerin evlilik yoluyla birleşip yardımlaş-malarına yol açmaktır. Çünkü akrabalar arasında evlilik olmasa da onlar birbirlerine yardım ederler'. Nitekim şöyle bir rivayet vardır: 'Çok yakın akrabalarla evlenmeyin; zira çocuk zayıf doğar'. Bunun nedeni, yakın akrabaların birbirlerine olan şehvetlerinin -yabancılara oranla- zayıf olmasıdır.’ (Şirbinî, bunu Nevevî'nin Minhac adlı eserine yazdığı şerhte zikretmiş ve fakat İbn Salah bu hadîsin mutemed bir aslına rastlayamadığını söylemiştir. (İbn Esir, en-Nihaye fi Garib'il-Hadîs ve’l-Eser)
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in kızını Hz. Ali'ye vermesi, bu hükmün yanlışlığını göstermez. Hz. Muhammed (a.s.v.), bunun caiz olduğunu belirtmek için böyle yapmıştır. Üstelik Hz. Ali ile Hz. Fatıma arasında çok yakın bir akrabalık yoktur. Çünkü Hz. Fatıma, Hz. Ali'nin amcasının oğlu olan Hz. Muhammed'in kızıdır.
Erkek ve Kadının Birbirine Denk Olması (Kefâet)
Buradaki denklik (kefâet)ten maksat, erkekle kadının birçok yönden birbirlerine benzemeleridir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
A. Din ve salahta denk olmak.
Fasık bir erkek, saliha bir kadına denk değildir. 
“Öyle ise mü'min olan kimse, fasık olan kimse gibi midir? Elbette bunlar eşit olamazlar.” (Secde/18)
B. İşleri denk olmalıdır.
Cahil ve çirkin bir kimse, alim ve güzel bir kızına denk değildir.
C. Nikâhın feshedilmesinde sebep olan yapılardan uzak olmak.
Eğer bir kişide delilik, alaca hastalığı varsa, sağlıklı bir kadına denk olamaz. Evlilikteki denklik, kadın ve kadının velileri açısındandır. Kadınla erkeğin denk olması, nikâhın sıhhatinin şartlarından değildir, fakat kadından ve kadının velilerinden ayıbı defetmek için aranan bir husustur.
Ayrıca çiftler arasındaki hayatın sağlam ve sürekli olmasının da teminatıdır.
Eşlerin hayat tarzları ve maddî durumları birbirine yakın olmalıdır ki evlilikleri kalıcı olabilsin. Eşlerden biri diğerini eski alışkanlıklarını terk etmeye veya değiştirmeye zorlayamaz.
Kadın veya kadının velileri, denk olma hakkını düşürebilir. Kadının velisi, kadının da rızasını alarak onu, dengi olmayan bir erkekle evlendirirse, nikâh sahih olur. Çünkü denklik kadının ve kadının velilerinin hakkıdır. Onlar bu haklarından vazgeçerlerse, hiç kimse müdahale edemez. 
Hz. Muhammed (a.s.v.), sözüyle evlilikte denkliği gözetmeyi tavsiye etmiştir: “Nutfeleriniz (menileriniz) için hayırlı birini seçin. Kızlarınızı dengi olanlara verin, oğullarınıza da dengi olan kızlar alın.” (Hâkim, 11/163)
Bakire Bir Kadınla Evlenmek
Bakirelik, daha önce başından evlilik geçmemiş kaçlının sıfatıdır. 
Hz. Muhammed (a.s.v.), bakire bir kadının tercih edilmesini tavsiye etmekte ve bunun nedenini şöyle açıklamaktadır: “Bakire kızlarla evlenin. Çünkü onların ağızları daha tatlı, rahimleri daha verimlidir ve onlar daha kanaatkardırlar.” (İbn Mâce/1860)
Hadîsteki 'ağızları daha tatlı' ibaresi, onların yumuşak ve güzel konuşmalarından, dillerine hâkim olmalarından, kocalarına karşı kaba davranmamalarından kinayedir. Çünkü bu hasletler, kan-koca arasındaki mutluluğun teminatıdır.
Cabir b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir: "(Babam) Abdullah öldü. Geriye dokuz (yahut yedi) kız bıraktı. Ben de dul bir kadınla evlendim. Rasûlullah bana 'Ey Cabir! Evlendin mi? diye sordu. Ben de 'Evet, evlendim' dedim.  Rasûlullah 'Kız mı yoksa dul mu?' dedi. Ben 'Dul, ey Allah'ın Rasûlü!' diye cevap verdim. Hz. Muhammed (a.s.v.) 'Kendisiyle oynaşacağın ve seninle oynaşacak (yahut güldüreceğin ve seni güldürecek) bir kızla evlenseydin ya?' buyurdu. Ben de kendisine 'Babam Abdullah (Uhud'da şehîd oldu) öldü. Geriye dokuz (yahut yedi) tane kız bıraktı. Doğrusu ben de bunların arasına kendileri gibi bir kız getirmeyi hoş görmedim de, onların işlerini görecek ve onları terbiye edecek bir kadınla evlenmeyi (daha) hayırlı buldum' dedim. Rasûlullah 'Febârekallah leke (Allah eşini sana mübarek eylesin)!' buyurdu". (Buharî, Müslim)
Erkeğin de bakir olması müstehabdır. Çünkü nefisler, ülfiyet ettikleri kimse ile ünsiyet peydah etmek üzere yaratılmışlardır.
Doğurgan Bir Kadınla Evlenmek
Bir kadının doğurgan olduğu, annesine, teyzesine, halasına ve diğer yakın akrabalarına bakılarak anlaşılır. Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Sevimli ve doğurgan kadınlarla evlenin. Çünkü kıyamet günü diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övünürüm.” (İmam Ahmed, İbn Hİbban, Hâkim, Müstedrek, 11/162)
Kendisiyle Evlenilecek Kızı Görmek
İslâm, evlenecek erkeğe, evlenmek istediği kızı görmesini tavsiye etmiştir. Bu hususta kimseden izin alması gerekmez. Burada şeriatın izniyle iktifa edilir. Bu şekilde bakmak, amacın tahakkuk etmesine daha uygundur.
Damat adayı, isteyeceği kıza ihtiyaç olduğunda tekrar tekrar bakabilir.
Çünkü bu, kızı iyice görmesini, evlendikten sonra pişman olmamasını sağlar. Çünkü bir defa görmek genellikle yeterli olmaz.
Bir kadına talip olan Mugire b. Şûbe'ye, Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: “O kadını gör! Çünkü görmek, aranızdaki izdivacın başarılı olmasını daha iyi sağlar.” (Tirmizî/1087, İbn Mâce/1865)
Sehl b. Sa'd şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah'a bir kadın geldi ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben nefsimi (kadınlık kıymetimi mehirsiz olarak) sana hibe etmek için geldim' dedi. Rasûlullah kadına doğru baktı ve bakışını yükseltip alçalttıktan sonra başını aşağıya indirdi". (Buharî/4833, Müslim/1524)
Hadîste geçen 'Ben nefsimi sana hibe etmek için geldim’ sözünden maksat, evlilik işimi sana havale ediyorum, ister mehirsiz olarak beni al, ister münasip gördüğün kişiye nikâhla demektir. Bu söz üzerine Hz. Muhammed (a.s.v.) ona dikkatlice baktı, sonra başını öne eğdi ve bir daha bakmadı.
Ebu Hüreyre şöyle rivayet etmiştir; "Ben Peygamber'in yanında idim. - O sırada bir kimse geldi ve Ensar'dan bir kadınla evlenmek istediğini Peygamber'e haber verdi. Rasûlullah ona 'O kadına baktın mı?' diye sordu. O zat 'Hayır bakmadım' dedi. Rasûlullah 'Öyleyse git ve o kadını gör. Çünkü Ensar'ın gözlerinde bir şey (küçüklük) vardır' buyurdu". (Müslim/1424)
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Biriniz bir kadınla evlenmek istiyorsa ona bakmasında bir beis yoktur. O kadın bundan haberdar olmasa bile ona bakabilirsiniz.” (İmam Ahmed, V/424, (Ebu Humeyd es-Saidî'den)
Kendisine talip olunan kadın da talip olan erkeğe bakabilir. Bakmak, evlendikten sonra pişman olmamayı sağlar. Çünkü hem erkek, hem de kadın bu bakmak sayesinde birbirlerinin beğendikleri ve beğenmedikleri yerlerini görebilirler.
Bakmanın Sınırı Bir kadına talip olan kişi o kadının yüzüne ve ellerine bakabilir. Çünkü bunlar, Allah'ın Kitabı'nda işaret ettiği ziynet yerleridir:
“.. Ancak bunlardan (zîynetlerden) görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesna.” (Nur/31)
Sadece yüz ve ellere bakmakla yetinmenin sebebi, yüzün güzelliğe, ellerin de bedene delâlet etmesidir. Talip olduğu kadına bakma imkânı olmayan kişi, ona bakıp kendisine tarif edecek bir kadın göndermelidir. 
Çünkü Hz. Muhammed (a.s.v.), evlenmek istediği bir kadına bakmak için Ümmü Seleme'yi göndererek, ondan o kadının topuklarına ve bedenindeki koku çıkan yerlerine bakmasını istemiştir. (Hâkim, 11/166. (Hâkim hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.)
Bu hadîsten anlaşıldığına göre talip olunan kadına bakmak için bir kadın göndermek, kendisinin bakmasından daha fazla şey öğretir.
* Kadının Evleneceği Erkeği Görmesi
Kadının da, erkeğin vücudunun avret yerleri dışında kalan yerlerine bakması sünnettir. Çünkü erkeğin, kadının bedeninde beğendiği yerleri, kadın da erkeğin bedeninde beğenir. Erkek, kadına bakma imkânını bulamaz veya bulduğu halde bakmaya utanır ve kadından böyle bir istekte bulunmaktan çekinirse, kadına iyice bakacak ve baktıktan sonra da gelip kendisine anlatacak olan bir kimseyi kadının yanına gönderir. Çünkü evlenmekten maksat, eşler arasında ülfet ve muhabbetin devamıdır.
Ülfet ve muhabbete vesîle olacak her şey, şer'an makbuldür. Bunu söylerken de şu hadîsi esas almaktayız: 
Hz. Muhammed (a.s.v.), bir kadınla nişanlanmış olan Muğîre bin Şube'ye şöyle demişti: “Ona bak. Çünkü aranıza sevgi ve ülfeti katmaya o daha lâyıktır”. *(Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)
Yabancı Bir Erkeğin Kadına Bakmasının Hükmü
Âkil-bâliğ olan kişinin ihtiyar da olsa, cinsî münasebet gücünden yoksun da olsa yabancı bir kadına bakması haramdır. Buluğ çağına yaklaşan için de hüküm böyledir. Yabancı kadının da yaşlı bile olsa, bir erkeğe bakması haramdır. Fitne çıkma ihtimali olmasa dahi böyledir.
Mezhebimizin sahjh görüşü budur.
“(Ey Rasülüm!) Mü'min erkeklere (ve mü'min kadınlara), gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle.” (Nur/3O-31) "
Ümmü Seleme şöyle rivayet etmiştir: "Meymune ile birlikte Rasülullah'ın yanında iken Abdullah b. Ümm-i Mektum gelerek Hz. Muhammed (a.s.v.)'in  yanına girdi. Bu hâdise, bize örtünme emri geldikten sonra idi. Rasûlullah; ‘Ondan kaçın' buyurdu. Bunun üzerine 'Ey Allah'ın Rasûlü! O âmâ değil mi? Nasıl olsa bizi göremez ve tanıyamaz' dedim. Hz. Muhammed (a.s.v.) 'Siz de kör müsünüz, siz onu görmüyor musunuz?' buyurdu". (Tirmizî/2779. (Tirmizî hadîsin hasen-sahih olduğunu söylemiştir.)
Kadına bakmak haram olunca, dokunmak evveliyetle haram olur. Çünkü dokunmak, şehveti harekete geçirme hususunda bakmaktan daha etkilidir. Şehveti kabartmayan kız çocuğuna veya erkek çocuğuna bakmak haram değildir. Ancak onların tenasül organlarına bakmak haramdır.
 Mahremlere Bakmak
Erkek, mahremi olan kadınların diz kapaklarıyla göbeği arası hariç vücudunun diğer yerlerine bakabilir. Kadın da mahremi olan erkeklerin, diz kapaklarıyla göbek arası hariç diğer yerlerine bakabilir.
Yabancı Kadına Bakmanın Mubah Olması
İhtiyaç olmadığında yabancı bir kadına bakmak veya dokunmak haramdır. Ancak zaruret bulunduğu takdirde bakmak veya dokunmak mubahtır. Zikredeceğimiz şu durumlarda yabancı bir kadına veya erkeğe bakmak ve dokunmak mubahtır:
1. Tedavi esnasında: Eğer tedavi için bile bakmak veya dokunmak haram olsaydı, hayat zorlaşırdı. Oysa İslâm, kolaylık dinidir. “Size dinde güçlük kılmadı.” (Hac/78) '
Bu bakımdan bakılması zaruri olan kısımlara bakmakta bir sakınca yoktur.
Cabir'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ümmü Seleme, kan aldırmak hususunda Rasûlullah'tan izin istedi. Peygamber de Ebu Taybe adındaki haccama, Ümmü Seleme'ye hacamat yapmasını emretti". (Müslim/2206)
Zaruret varsa, erkek doktor kadınları tedavi edebilir. Erkek doktor bulunmadığı takdirde kadın doktor da erkek hastayı tedavi edebilir. Fakat erkek, kadının yanında ancak mahremi varken onu tedavi edebilir.
Müslüman bir doktor bulunduğu zaman, başka bir doktora gidilmez.
2. Alışveriş esnasında: Eğer alış-veriş esnasında bakmayı gerektiren bir şey olursa kadınlara bakılabilir.
3- Şahitlik esnasında: Şahitlik esnasında erkek kadına, kadın da erkeğe bakabilir. Çünkü kimin kime şahitlik ettiğini bilmek ancak bakmakla mümkün olur.
4. Ders esnasında: Öğrenilmesi farz olan konularda ders veren erkek, ders verdiği kadına bakabilir. Öğrenilmesi mendub olan konularda da bakabilir. Çünkü burada meşrû bir fayda söz konusudur. 
* Başkasına bakmak dört kısımdır:
1 - Erkeğin kadına bakması.
Bakmanın haram olması için birkaç şart vardır;
a) Bakanın baliğ veya mürahık olması. Şayet bakan kimse çocuk olursa bakması haram olmadığı gibi baktırmak da haram değildir. Fakat murahık olan kimsenin, mükellef olmadığından, bakması haram olmazsa da baktırmak ve buna yol açmak haramdır.
  b) Erkek olması, düz, yani tenasül aleti olmayan kimsenin kadının diz ile göbeğinin arasına bakması haramdır. Başka yerlere bakması haram değildir. Yaşlı, tenasül aleti kesik ve erkeklik gücünden mahrum olanlarla genç ve kudreti olan kimseler arasında fark yoktur.
  c) Bakılan kadının küçük yaşta değil, arzu edilecek bir yaşta olması. Şayet beş altı yaşında olursa ona bakmak haram değildir. Küçük çocuğu temizlemek için avretine bakmak haram değildir.
  d) Yabancı olması, mahrem olanlardan olan bir kadının sadece diz ile göbeğinin arasına bakmak haramdır.
  e) Bakışın kasıtlı olmasıdır. Birbirine rast gelmek suretiyle meydana gelen bakış haram değildir. Meselâ herhangi bir kimse normal olarak yürürken gözüne ilişen kadınlara olan ilk bakışından sorumlu değildir. İkinci bakış ise sorumluluğu gerektiriyor.
2 - Erkeğin erkeğe bakmasıdır. Bu bakış haram değildir. Ancak diz ile göbeğin arası avret olduğundan oraya bakmak haramdır.
3 - Kadının kadına bakması, erkeğin erkeğe bakması gibidir. Yani sadece diz ile göbek arası avrettir.
4 - Kadının erkeğe bakmasıdır. Bu hususta ihtilaf vardır. Bazı alimlere göre erkeğin kadına nisbetle sadece diz ile göbeğin arası avret olup bakılması haramdır. Vücudunun kalan kısmına bakmak haram değildir. Bazılarına göre de erkeğin kadına bakması haram olduğu gibi kadının da erkeğe bakması haramdır.
Kadının koku, saçı ve benzeri organ ve parçalar yerinde iken bakılması haram olduğu gibi yerinden kopup ayrılsalar da yine onlara bakmak haramdır.
Nereye bakmak haram ise oraya dokunmak da haramdır. Bunun için mahrem olan kadınların diz ile göbeğin arasına bakmak haram olduğu gibi, ellemekte haramdır.
 Zevc ile zevce müstesna on yaş ve daha fazla olanların bir yatakta yatmaları caiz değildir. Bunun için evdeki çocuklar on yaşına gelince mutlaka yataklarını ayırmak gerekir.
Birbiriyle evlenmek isteyen erkek ve kadının birbirinin yüzlerine bakmaları sünnettir.  Resûlüllah (a.s.v.) buyuruyor ki: "Bir kimsenin kalbine bir kadınla nişanlanmak arzusu doğarsa, ona bakmasında beis yoktur." (Ebu Dâvud) 
Gayri müslim bir kadının Müslüman bir kadına bakmasına da meydan vermemek lazımdır.
Mahrem olmayana bakmak haram olduğu gibi, onunla tokalaşmak da haramdır. Hatta vebali daha fazladır. * (Halil Günenç – Büyük Şafii İlmihali)
İstemenin Helâl ve Haram Olduğu Zamanlar
1. Kadın evli değilse, iddet beklemiyorsa ve diğer şer'î engeller yoksa, ona talip olmak helâldir.
2. Kocasının vefatından veya boşanmadan ötürü iddet bekleyen kadına, açıkça evlenme teklifi yapılmaz. Ancak ima yoluyla teklif yapılabilir.
“İddetini bekleyen kadınlara üstü kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya kalbinizden (onlarla evlenmeyi) geçirmenizde sizin için bir günah yoktur. Allah sizin onları anacağınızı bilir. Sakın onlarla gizlice anlaşmaya çalışmayın! Ancak onlara normal söz söylemeniz müstesna! İddeti sona erinceye kadar nikâh akdi yapmaya kalkışmayın. Bilin ki Allah şüphesiz içinizde olanı bilir. O halde O'ndan sakının ve bilin ki Allah şüphesiz çokça bağışlayandır ve halimdir.” (Bakara/235)
3. Birinci ve ikinci maddelerde zikrettiğimiz şartların dışında, hiçbir şekilde evlenme teklifi yapılmamalıdır; zira haramdır. Kendisiyle evlenilmesi ebediyyen haram olan ve kendisiyle evlenilmesi geçici olarak haram olan kadınlara da evlenme teklifi yapmak haramdır. 
Ric'î talaktan ötürü iddet bekleyen kadına da ister ima yoluyla, ister açıktan olsun, evlenme teklifinde bulunmak haramdır. Çünkü bu kadın henüz başkasının hanımı hükmündedir; kocası tekrar ona dönme hakkına sahiptir.
Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız süresi beklerler.  Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl değildir. İddet süresi içinde kocaları, arayı düzeltmek istemeleri durumunda, onları geri almaya daha çok hak sahibidirler. “Erkeklerin kadınlar üzerinde (meşrû) haklan olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır Ancak erkeklerin kadınlardan bir üstün derecesi vardır. Allah her şeye gücü yeten ve her şeyi yerli yerince yapandır.” (Bakara/228)
Açıktan Evlenme Teklif Etmek
Açıkça evlenme teklif etmek, kesinlik ifade eden bir sözle olur. Meselâ 'Ben seni nikahlamak istiyorum' veya 'İddetin bitikten sonra seninle evlenmek istiyorum’ gibi ifadelerle yapılır.
İma Yoluyla Evlenme Teklifinde Bulunmak
İma yoluyla evlenme teklif etmek, kesinlik ifade etmeyen bir söz ile olur.
Meselâ iddet bekleyen bir kadına esen güzelsin' veya 'seni isteyen çok olur' veya 'senin benzerin nerede vardır' gibi ifadelerle yapılır.
Başkasının Evlenme Teklif Ettiği Kadına Evlenme Teklif Etmek
Bir erkeğin evlenme teklif edip de söz kestiği kadına, başka bir erkeğin evlenme teklifinde bulunması haramdır. Bu, ancak söz alan kişi vazgeçtiğini bildirdiğinde olur.
Fakat evlenme teklifinde bulunan kişiye kabul veya red cevabı verilmemişse, başka bir kişinin aynı kadına evlenme teklifinde bulunması nikâhı bâtıl hâle getiren bir haram değildir. Ancak bu, günahkârlığa sebep olan bir haramdır. 
Bunun delili şu hadîstir: “Hiç kimse kardeşinin evlenme sözleşmesi üzerine, bir evlenme sözleşmesine kalkışmasın. Ancak o kimsenin kendisine izin vermesi hâli müstesnadır.” (Buharî/4848, Müslim/1412, (İbn Ömer'den)
Damat ve Gelin Namzedi Olanlar Hakkında Araştırma Yapanlara Doğru Bilgi Vermek
Damat veya gelin namzedi olan kişi hakkında araştırma yapan kişilere, onların istişare ettiği kişilerin kendi bildikleri şeyleri söylemeleri vaciptir.
Böylece pişman olacağı birisiyle evlenmekten kurtulma şansı olur. Ayrıca bu, gıybet sayılmaz, Müslümana nasihât sayılır. Eğer o kişinin kusurlarını söylemeden, ondan vazgeçirme İmkânı varsa o kusurlar söylenmez.
Meselâ kişiye ‘bu kişi sana uygun değildir' gibi sözlerle ikna oluyorsa, kusurlarını söylememek gerekir.
Fatıma binti Kays şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Muhammed (a.s.v.)'e, Ebu Cehm ile Muaviye b. Ebî Süfyan'ın benimle evlenmek istediklerini söyledim, Rasûlullah 'Ebu Cehm, omuzundan asayı indirmeyen bir adamdır. Muaviye ise son derece fakirdir, hiç malı yoktur. Sen Usame b. Zeyd ile evlen' buyurdu. Ben ondan hoşlanmadım. Sonra Rasûlullah yine 'Usame ile evlen' buyurdu. Bunun üzerine ben onunla nikahlandım. Allah Teâlâ bu nikâhta bir hayır halk etti ve ben de bundan çok memnun kaldım". (Müslim/1480, Tirmİzî/1135)
* Bir kadınla evlenmek hususunda kendisiyle istişare edilen kimsenin, kadın hakkında bildiği her şeyi olduğu gibi söylemesi vacip olup, gıybetten sayılmaz.
İslam dininde başkasının kusurunu söylemek gıybet olup haramdır. Kur'an-ı Kerim şiddetle onu yasaklamaktadır. İnsan olan kimsenin bu kötü silahı kullanmaması gerekir. Ancak ciddi bir maslahat varsa onu kullanmakta beis yoktur. 
"El-Envar" isimli fıkıh kitabı bu hususta şöyle diyor:
Gıybet bazı sebeplerden dolayı mubahtır;
1 - Kötülük yapan kimseyi sakındırmak.
2 - Zalimin zulmünü hakime söyleyip şikayet etmek.
3 - Kötülüğü ortadan kaldırmak için, başkasının yardımını elde edebilmek gayesiyle kötülük yapanın gayr-ı meşru işini söylemek.
4 - İhtilaflı bir meselede hasmının durumunu şeri kıstaslarla ölçmek için müftüye o durumu anlatmak.
5 - Alenen günah işleyen kimsenin kusurunu söz konusu etmek.
6 - Topal, âma ve kısa gibi kusuru bildiren kelimeler lakap haline gelmiş ise ve kişi onunla biliniyor ise onu söylemek.
7 - Dini meselelerde İslâm’a uygun bir şekilde ravi ve yazarları tenkit gerekir ise tenkit etmek.
Bir vali veya bir memurun durumu ufak tefek mesele için değil, ciddi bir şey varsa onu yüksek makamlara şikayet edip durumunu bildirmek caizdir. (El-envar C. 2, sah.44)
 Hülasa, evlenmek üzere tanıdığı bir kadın hakkında bilgi isteyen birisine söz konusu kızın kusur ve özelliklerini saptırmadan söylemek zorunda olduğu gibi, bir baba kızına talip olan birisini, tanımak gayesiyle bir başkasına müracaat ettiğinde, başvurulan kişi, tanıdığı erkeğin hususiyetlerini saklamadan, hakkında ne biliyorsa onu söylemesi lazımdır. * (Halil Günenç – Büyük Şafii İlmihali)
Kadının Velisinin Kadını Salih Kimselere Teklif Etmesi
Kadının velisinin, kadını salih kimselere teklif etmesi sünnettir. Bu Hz. Şuayb'ın sünnetidir. 
Hz. Şuayb kızını Hz. Musa'ya teklif etmiştir; Allah Teâlâ onların kıssasını şöyle hikaye etmiştir: "O kadınlardan (Şuayb'ın kızlarından) biri 'Ey baba! Bunu (Musa'yı çoban olarak) ücretle tut. Çünkü o ücretle tutacağın kimselerin en iyisi ve en emniyetli olanıdır' dedi. Babalan (Musa'ya) 'Bana kendini sekiz sene kiralaman şartıyla bu iki kızımdan birini sana nikâh etmek istiyorum. Şayet (kendiliğinden) on seneyi tamamlarsan bu da senin (bir iyiliğin) olmuş olur. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşâallah beni salih kimselerden bulacaksın' dedi.” (Kasas/26-27)
Ayrıca bu, Hz. Ömer'in fiiline de uymaktır. Hz. Ömer de kızı Hafsa'yı önce Hz. Osman'a, sonra Hz. Ebubekir'e teklif etmiş ve fakat sonunda Hafsa ile Hz. Muhammed (a.s.v.) evlenmiştir.
Kız istemenin Sünnetleri
Damat adayının veya vekilinin kız istemeden önce bir hutbe okuması müstehabdır. Bu hutbeye Allah'a hamd ederek başlanmalı, Hz. Muhammed (a.s.v.)'e salât ve selâm okuyarak devam edilmelidir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah'a hamd etmeden başlanan her şanlı iş bereketsizdir.” (İbn Mâce/1894)
Daha sonra salah ve takva tavsiye etmeli, sonra da ziyaretinin asıl sebebi olan şeyi 'kerimeniz falanı, filanca için istemeye geldik' diyerek belirtmelidir.
Kızın velisinin de bir hutbe irad etmesi müstehabdır. Hutbeye Allah'a hamd ederek başlamalı, Hz. Muhammed (a.s.v.)'e salât ve selâm okuyarak devam etmelidir. Sonra salah ve takva tavsiye etmeli, sonra da gelen kişilere cevap vermelidir.
Ancak akid'den önce hutbe okumak, kız istemeden önce hutbe okumadan daha efdaldir. Çünkü selef-i salihînin böyle yaptığı nakledilir.
Akitten önce hutbe okumak sünnet olduğu gibi, evlenmek için yapılan tekliften evvel de hutbe okumak sünnettir. Hutbede Allah'a hamd edilir, Peygamber'e Salatü Selâm getirilir, takva tavsiye edilir, sonra; Kerimenizi filanca için istemeye geldim, denilir.
İbnu Mesud, Peygamber (a.s.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Sizden biriniz nikah veya başka bir şey için hutbe - konuşma - okumak isterse şöyle desin: 
يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَث۪يرًا وَنِسَآءً وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذ۪ى تَسَآءَ لُونَ بِه۪ وَالْاَرْحَامَ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَق۪يبًا
يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَد۪يدًا. يُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظ۪يمًا
يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden pek çok erkek ve kadın yaratıp meydana getiren Rabbinizden sakının! Adıyla birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah(ın azabın)dan ve akrabalar(ın haklarını korumamak)tan da sakının. Şüphesiz ki Allah sizin üzerinizde murakabe edicidir.” (Nisa/l)
“Ey iman edenler! Allah'tan (azabından) sakının ve doğru söz söyleyin. (Böyle Allah'tan korkar da doğru sözlü olursanız) Allah sizin işlerinizi düzeltir (sizi muvaffak kılar), günahlarınızı da bağışlar. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse kesinlikle o büyük bir zafer elde etmiştir.” (Ahzab/70-71)
“Ey iman edenler! Allah'tan sakınılması gerektiği gibi sakının ve ancak Müslüman olduğunuz halde ölün.” (Âli İmran/102)
Nitekim İbn Mes'ud'dan mevkuf ve merfû olarak şöyle rivayet edilmiştir: “Sizlerden biri bir kız istediği zaman veya bir ihtiyacı olduğunda şöyle desin: 'Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamd ediyor, O'ndan yardım talep ediyorum; O'ndan bağışlanmamı diliyorum. Nefsimin şerrinden, amellerimin kötülüğünden Allah'a sığınıyorum. Allah kime hidayet ederse onu saptıracak yoktur, kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve" rasûlüdür. (Bkz. Şirbinî, Minhac Şerhi, Kitab'un-Nikâh, IH/138)
Bu konuşmaya - "Hutbet-el-Hace" ihtiyaç hutbesi denilir.

Nikahtan Önce Kadınla Bir Araya Gelmenin Hükmü
İslâm'ın ruhuna uzak olan bazı çevrelerde, nişandan sonra erkek ile kız arasında ihtilat başlamaktadır. Bunun da nişanlıların birbirlerini daha iyi tanımaları için olduğunu söylemektedirler. Oysa bu durumda birbirlerini gerçek anlamda tanımaları mümkün değildir. Çünkü her iki taraf da birbirlerine iyi görünmek için çaba harcarlar, tabii olarak davranmazlar.
Damat adayı ile gelin adayının nikâh akdinden önce bir araya gelmeleri ve yalnız kalmaları haramdır. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir erkek, mahremi yanında olmayan bir kadınla sakın yalnız kalmasın.” (Buharî/4935, Müslim/1341, (İbn Abbas'tan)


-*- NİŞANLANMA -*-

Evlenmeyi diğer akidlerden ayıran özelliklerden bir tanesi bu akidden önce bir hazırlık döneminin geçirilmesidir. Bütün toplumlarda taraflar nikâhın kıyılmasından önce birbirleriyle bir evlenme arzusu ortaya koymakta, bilâhare kısa veya uzun süren bir hazırlık dönemi geçirmekte ve ardından da evlenip bir araya gelmektedir. Toplumumuzda bu hazırlık dönemi söz kesme ile başlamakta, bunu nişanlanma izlemekte, evlilik daha sonra gelmektedir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir.
Esasen toplumların evlilik telakkilerine ve bu yöndeki örf ve âdetlerine göre değişiklik gösteren nişanlanma uygulaması, evlilik anlayışının farklı olduğu ilk dönem Arap-İslâm toplumlarında pek yaygın değildir. Bununla birlikte sosyal bir vâkıa olan bu dönem özellikle Batı’daki uygulamaların da etkisiyle çağdaş İslâm hukukçuları tarafından da dikkate alınmış ve bu döneme ilişkin bazı esaslar belirlenmiştir. 
Her şeyden önce şu iki noktayı belirtmek gerekir: 
1. Bir evlilik vaadi olan nişanlanma İslâm hukukunda taraflara evlilik mecburiyeti getirmez. Beraberliklerini sürdüremeyeceklerini anlayan nişanlılar her zaman için nişanı bozma hak ve yetkisine sahiptirler.
Bu bozulmadan maddî veya mânevî olarak zarar gören tarafın zararının nasıl telâfi edileceği ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. 
2. Öte yandan nişanlılık taraflara evliliğin verdiği beraber yaşama hak ve yetkisini vermez. 
Nikâh akdi yapılmadan nişanlıların, aralarındaki sıcak ilgiye ve ileriye yönelik iyi niyetli beklentilerine rağmen mahremiyet bakımından âdeta iki yabancı gibi oldukları ve bu mahremiyet sınırlarına dikkat etmeleri gerektiği gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak kendi başlarına karar verebilecek derecede yetişkin ve aklı başında nişanlıların eşya bakmak üzere çarşıda dolaşmaları; konuşmak ve birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla herkese açık mekânlarda oturmaları, toplumun bu yönde müsamahasının bulunduğu durumlarda nişanlılık hukuku çerçevesinde mâkul ve meşrû karşılanabilir.
Nişanlılık döneminde taraflar arasında örtünme vb. dinî yükümlülüklerin kalkması amacıyla dinî nikâh kıyılması İslâm hukukunun öngördüğü mahiyette bir nikâh olmadığı gibi birçok sakıncayı da beraberinde getirmektedir. Nişanın bozulması durumunda karşılıklı verilen hediyelerin ve mehire mahsuben yapılan ödemelerin âkıbeti İslâm hukuku bakımından önem kazanmaktadır.
Mehir evlenme ile hak kazanılan bir mal olduğundan nişanın bozulması halinde mehire mahsuben verilen mal veya para mevcutsa aynen, harcanmış veya şekil değiştirmiş veyahut telef olmuşsa bedel olarak geri verilmelidir. Hediyelere gelince Hanefî mezhebine göre evlilik öncesinde verilen hediyeler hibe hükümlerine tâbidir; aynen duruyorsa geri verilir, harcanmış veya esaslı ölçüde şekil değiştirmişse iade mecburiyeti yoktur. Bu konuda Mâlikîler’in farklı bir görüşlerinin olduğunu belirtmek gerekir. Eğer nişanı bozan erkek tarafı ise nişanlısına verdiği hediyeleri geri alamaz. Nişan kız tarafından bozulmuşsa erkek verdiği hediyeleri her durumda geri alma hakkına sahiptir. Hediyelerin harcanmış olması, bir şekilde elden çıkmış bulunması bedel olarak tazmin edilmesini engellemez. Çünkü Mâlikîler bu tür hediyeleri mutlak olarak yapılan bir bağış değil, evlenme şartıyla yapılmış şartlı bir hibe olarak kabul ederler. Evliliğin gerçekleşmemesi durumunda şart gerçekleşmediği için hibenin geri verilmesini benimserler.
Nişanın bozulması yüzünden taraflardan birinin zarar görmesi durumunda bu zararın sebebiyet veren tarafça tazmin edilip edilmeyeceği klasik fıkıh kitaplarında ele alınıp tartışılmış değildir. Çünkü o dönemin sosyal ve dinî yapısı gereği, birbirlerini evlenmeden önce ancak bir veya iki defa görmüş olan nişanlılardan herhangi birisinin ve özellikle kadının nişanın bozulması sebebiyle maddî veya mânevî bir zarara uğraması söz konusu değildi. Öte yandan nişanlanmanın evlilik mecburiyeti getirmemesi, dolayısıyla nişanı bozan kimsenin esasen bir hakkını kullanıyor gibi bir görüntü ortaya koymakta, o zaman da bir hakkın kullanımından doğan zararın neden tazmin edilmesi gerektiği izaha muhtaç olmaktadır. Ancak günümüzün uygulama ve telakkileri ışığında ifade etmek gerekirse, nişanı bozan taraf aynı zamanda karşı taraf için bir zararın meydana gelmesine de sebebiyet vermişse bu zararın tazmin edilmesi gerekir.
Çünkü İslâm hukukunun prensiplerine göre haksız yere verilen zararın tazmini şarttır. Meşrû bir hakkın başkasına zarar verecek şekilde kullanılması hakkın kötüye kullanılması demek olduğundan, karşı tarafa verilen zararın giderilmesi sorumluluğunu doğurur. Toplumumuzda bir süre nişanlı kaldıktan sonra nişanın bozulması özellikle kız tarafını büyük ölçüde mağdur etmekte, asılsız dedikodu ve ithamları mucip olmakta, suizanna sebebiyet vermektedir.
Bunda nişanlılık süresinin gereğinden uzun tutulmasının ve bu süre içinde mahremiyet sınırlarına dikkat edilmemesinin de payı vardır. Zaten dinin evlilik dışı kadın-erkek ilişkilerine belli kayıt ve sınırlar getirmesi de bu tür hikmetler taşımakta olup hem toplumun genel düzen ve ahlâkını, hem de tarafların kişilik haklarını korumaya mâtuf tedbirler mahiyetindedir. * ( DİB İlmihal -2 )


-*- NİKÂH -*-
Nikâh, "enkâhtü" (evlendirdim) gibi bir sözle cinsel ilişkide bulunmanın mübah kılınmasını tazammum eden bir akittir. Hem Kur'an-ı Kerim, hem Hadisi Nebevi ile sabit olmuştur. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Hoşunuza giden kadınlarla evleniniz." (Nisa: ayet:3)
Resûlüllah (a.s.v.) da şöyle buyuruyor:  تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا "Evleniniz çoğalırsınız."
Evlenmeye muhtaç olup masraf ve mehir gibi lüzumlu olan şeylerin tedarikini yapabilen kimsenin ibadetle meşgul olsun olmasın evlenmesi sünnettir.
يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ الْبَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ فَاِنَّهُ اَغَضُّ لِلْبَصَرِ وَاَحْصَنُ لِلْفَرْجِ وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَاِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ
Resûlüllah (a.s.v.) buyuruyor ki: "Ey gençler topluluğu: Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gerçekten harama bakmayı engelleyici, namus için en koruyucu bir vesiledir. Evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehvet kırıcıdır."
Fıkıh ilminin yazarları nikah bölümünün baş tarafında Peygamber (a.s.v.)'e has olan halleri - özellikleri - yazdıklarından biz de kısaca onları dile getirmek istiyoruz.


NİKÂH'IN RÜKÜNLERİ
Nikâhın rükûnları beş tanedir: 
1. Siga ('aldım, verdim' veya 'eş olarak kabul ettim' ya da 'koca olarak kabul ettim’).
2. Kadın
3. Erkek
4. Veli
5. İki şahit 
I. SİGA
Siga'dan maksat 'Kızımı sana eş olarak verdim' veya 'Kızımı sana nikahladım’ demek, koca adayının da 'Kızını eş olarak kabul ettim' veya 'Kızını nikahladım' demesidir. Koca adayının sözünün, kızın velisinin sözünden önce olması evladır Çünkü burada maksadı ifade etmek hususunda takdim ve tehir eşittir.
Siga'nın Meşru Kılınmasının Hikmeti
Siga'nın hikmeti şudur: Evlilik akdi, iki tarafın rızasının da gerekli olduğu akitlerdendir. Rıza ise gizli bir şeydir. Bu nedenle başkaları ona muttali olamaz. Bundan dolayı Şârî, icab ve kabulden meydana gelen siga'yı, iki tarafın nefsindeki rızaya delil olsun diye meşru kılmıştır.
Siga'nın Şartları
Siga'da şu şartların bulunması gerekir:
1. Evlilik, nikâh veya onlardan müştak olan kelimelerle akid yapılmasının şart koşulmasının sebebi, bu lafızların lügat ve şeriat açısından evlenmeye delâlet etmeleridir. Kur'an ve Sünnet'te tezvic ve nikâh kelimeleri kullanılmıştır:
“Hoşunuza giden (başka) kadınlarla iki, üç ve dörde kadar nikâhlanabilirsiniz.” (Nisa/3)
“Zeyd o kadından ilişkisini kesince biz onu sana evlendirdik ki evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri eşler, mü'minler üzerine bir günah olmasın.” (Ahzab/37)
Hz. Muhammed (a.s.v.) de şöyle buyurmuştur: “Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin.” (Müslim/1400, (İbn Mes'ud'dan)
2. Tezvic veya nikâh kelimesini icabta da, kabulde de kullanmak.
Kızın velisi 'Kızımı sana tezvic ettim' derse, buna karşılık koca adayı da 'Kabul ettim’ derse, nikâh akdi sahih olmaz. Koca adayı 'Kızını benimle tezvic et' derse, buna karşılık kızın velisi de 'Kabul ettim' derse yine nikâh akdi sahih olmaz. Nikâh akdinin sahih olması için iki tarafında tezvic veya nikâh kelimelerini açıkça söylemeleri gerekir.
* Siganın birkaç şartı vardır.
1 - İcap ile kabul arasında fasıla uzun olmayacak.
2 - Arasına yabancı bir söz girmeyecek. Yalnız akdin muktezası, maslahat veya sünnetlerinden bir şey girerse sakınca yoktur.
3 - İcap ve kabul birbirine tevafuk edecek. İcapta Zeyneb’ten söz edildiği halde, kabulde Hind’ten söz edilirse, batıldır.
4 - Kabul, icaptan sonra olacak.
5 - Hem icap, hem kabul, nikah, tezvic veya bunların manasını ifade eden tercümesine havi olacak.
6 - Şahitler hem icabı, hem kabulü işitecekler.
7 - İcap ve kabul bitinceye kadar onlara ters düşen bir şeyin meydana gelmemesi.
8 - İcap ve kabul kesin olup muallak olmayacaklar. Meselâ birisi "falan adam buraya gelmiş ise kızımı seninle evlendirdim" denilse caiz değildir.
9 - Geçici olarak olmayacak. Binaenaleyh "Bir kimse kızımı bir seneye kadar seninle evlendirdim" derse, caiz değildir.
10 - Nikâhın gayesini ihlal eden bir şart olmayacak.*
Arapçadan Başka Bir Dil ile Nikâh Kıymak
Nikâh akdi, Arapçadan başka dillerle de yapılabilir. Arapçadan başka bir dille de olsa icab ve kabul tahakkuk ederse nikâh akdi sahih olur. Koca adayı ve kadının velisi Arapça bilmeseler dahi mânâ dikkate alınır, tezvic veya nikâh kelimelerini söylemeleri yeterli olur.
Kinaî Lafızlarla Nikâh Akdetmek
Nikâh akdi hangi dille olursa olsun kinaî lafızlarla sahih olmaz. Çünkü kinaî lafızlar, nikâh mânâsına da, başka bir mânâya da gelmesi muhtemel olan lafızlardır. Meselâ 'Sana kızımı helâl kıldım' veya 'Onu sana hibe ettim' gibi lafızlar kinaîdir. Kinaî lafızlar niyete muhtaçtır. Niyetin yeri de kalptir. Nikâh akdinin sahih olması için iki şahit olması şarttır. Şahitlerin de kalplerde olana muttali olmadıkları muhakkaktır. Kalplerdekine muttali olmadıkları için de şahitlik etmeleri mümkün değildir. Çünkü kinaî lafızlarla nikâh akdeden kişiler, nikâha da, başka bir şeye de niyet etmiş olabilirler.
Yazarak Nikâh Akdetmek
Yazmak suretiyle yapılan nikâh sahih olmaz. Bu bakımdan kadının velisi hazırda olan veya hazırda olmayan bir kişiye 'Kızımı seninle tezvic ettim' diye yazsa, buna karşılık koca adayı da 'Kızının nikâhını kabul ettim' derse akid sahih olmaz. Çünkü yazarak nikâh akdi yapmak, kinaî lafızlarla nikâh yapmak gibidir. Bunun da sahih olmadığını belirtmiştik.
Dilsizin İşaretiyle Nikâh Akdetmek
Dilsizin işaretleriyle nikâh sahih olur. Çünkü bu işaretler' sarih lafızların yerine geçer. Eğer dilsizin işaretlerini ancak zekî insanlar anlayabiliyorsa, o işaretlerle nikâh akdi sahih olmaz. Çünkü bu tür işaretler kinaî lâfızlar hükmündedir.
3. İcab ve kabul peş pese olmalıdır.
Siga'nın şartlarından biri de velinin İcabı İle koca adayının kabulünün peşpeşe olmasıdır. Eğer kadının velisi 'Kızımı seninle tezvic ettim' derse, koca adayı da uzun bir sükuttan sonra 'Onun tezvicinî kabul ettim' derse, akid sahih olmaz. Çünkü icab ile kabul arasında uzun bir fasıla olmuştur.
Bu da bu müddet zarfında velinin kızını evlendirmekten vazgeçmiş olabileceği düşüncesini muhtemel hale getirir. Ancak nefes almaktan veya aksırmaktan ötürü meydana gelen az bir sükut, akdin sıhhatine zarar vermez.
4. Akdi yapanların ehliyetinin, akid tamamlanıncaya kadar baki kalması gerekir.
Eğer kadının velisi 'Sana kızımı tezvic ettim' derse, koca adayı 'kabul ettim' demeden cinnet getirse veya bayılsa, bu durumda nikâh sahih olmaz. Yine koca adayı 'kızını benimle evlendir' dedikten sonra kızın velisi 'seninle evlendirdim' demeden bayılsa, icab bâtıl olur, akid de sahih olmaz. Kabul var olsa dahi hüküm değişmez. Çünkü akid tamamlanmadan önce, taraflardan birinin ehliyeti ortadan kalkmıştır.
5. Siga kesinlik ifade etmelidir.
Akid, istikbale veya herhangi bir şarta bağlanırsa sahih olmaz. Eğer kadının velisi 'Ramazan ayı geldiğinde kızımı seninle evlendirdim' derse, koca adayı da 'Onunla evlendim, zevce olarak kabul ettim' derse, bu akid sahih olmaz. Veya kadının velisi 'Kızım imtihanı kazanırsa onu seninle evlendirdim' derse, koca adayı da 'Onunla evlenmeyi kabul ettim' derse, nikâh yine sahih olmaz. Çünkü akid de kesinlik yoktur. Akdi birtakım şartlara bağlamak da aynen böyledir.
6. Siga mutlak olmalıdır.
Nikâh akdini belli bir vakte bağlamak sahih olmaz. Meselâ 'Bir aylık nikâh' veya 'Bir senelik nikâh' veya 'Falan adam gelinceye kadar nikâh1 sahih olmaz. Kızın velisi 'Kızımı sana bir ay için nikahladım' veya 'bir sene için' veya 'falan adam gelinceye kadar nikahladım' derse, koca adayı da 'Onunla evlenmeyi kabul ettim' derse, akid sahih olmaz, bunların tümü fasiddir. Çünkü bu, haram kılınan muta nikâhıdır.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Ben, kadınlarla muvakkat nikâh yapmak suretiyle faydalanmanız hususunda sizlere izin vermiştim. Şimdi iyi biliniz ki Allah Teâlâ bu muvakkat nikâhla kadınlardan faydalanmayı kıyamet gününe kadar haram kılmıştır. Artık her kimin yanında böyle nikahlanılmış kadınlardan bir kadın varsa hemen onun yolunu tahliye etsin (bıraksın) ve bu kadınlara vermiş bulunduğunuz şeylerden de hiçbir şeyi geri almayınız.” (Müslim/1406)
Nikâh-ı Şiğar
Şiğar bir kimsenin, kızını bir başkasıyla ve fakat o da kızını kendisine vermek üzere ve aralarında mehir de olmaksızın evlendirmesidir. Şiğar nikâhı bâtıldır. Bunun bâtıl bir nikâh olmasının sebebi, herbir nikâhın diğer nikâh için şart olmasındandır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, şarta bağlı olan akidler geçersizdir. Ayrıca Hz. Muhammed (a.s.v.) şiğar nikâhını yasaklamıştır.
İbn Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah, şiğar (suretiyle nikâhtan nehyetmiştir. Sigar, bir kimsenin, kızını bir başkasıyla ve fakat o da kızını kendisine vermek üzere ve aralarında mehir de olmaksızın evlendirmesidir". (Buharî/4822, Müslim/1415)


II. KADININ BELLİ OLMASI
Nikâhın sıhhati için kadında şu şartların bulunması gerekir:
1. Kendisinde nikâha mâni olan bir şey (başka bir nikah veya iddet) olmamalıdır. 
2. Gelin adayının belli olması gerekir. 'Kadının velisi 'Sana kızlarımdan birini zevce olarak verdim' derse, akid sahih olmaz, çünkü evlenecek kızın hangisi olduğu belli değildir.
3. Evlenecek kadın hac veya umre için ihrama girmiş olmamalıdır. Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “İhramlı kimse (bir kadınla) evlenemez, evlendirilemez ve evlenme teklifi yapamaz.” Müslim/1409, (Hz. Osman'dan)


III. KOCA ADAYININ BELLİ OLMASI
         Koca için dört şart aranır:
 A) İhramda olmaması: Resûlüllah (a.s.v.) buyuruyor: "İhramda olan ne evlenebilir, ne de evlendirebilir."
 B) Muhtar olması: Zor kullanmak sûretiyle bir erkeği evlendirmek caiz değildir.
 C) Muayyen olması: Binaenaleyh, bir kimse "kızımı ikinizden birisiyle evlendirdim" derse ve her ikisi de kabul etseler, nikâh sahih değildir.
 D) Kadınla evlenmek için şer'î bir manisinin bulunmaması: Örneğin, kadının mahremlerinden olmamalı; beşinci bir kadınla akdi nikâh edilse sahih değildir.


IV. VELİ'NİN BULUNMASI
Arapçada veli, muhabbetle yardım etmek mânâsına gelir.
“Kim Allah'ı, O'nun Rasülü'nü ve iman edenleri veli edinirse, (bilsin ki) Allah'ın hizbi galip gelenlerin ta kendisidir.” (Mâide/56)
Velinin ıstılahtaki mânâsı ise, başkasına söz geçirmek, onun işlerini idare etmek demektir. Velilik icbarî ve ihtiyarî olarak iki kısma ayrılır. Delilikten, çocukluktan, hastalıktan, zayıflıktan ötürü olan velilik, ihtiyarî veliliktir.
Bazıları veliliği şöyle tarif etmişlerdir: İstese de, istemese de başkasının ona söz geçirmesidir. Buna göre icbarî velilik de bu tarifin, içine girmektedir. Şeriat kime velayet hakkı vermişse, oha şer'an veli denir.
“Eğer üzerinde hak olan (borçlu) kimse aklı noksan (yazı yazmayı bilmeyen) ve aciz ya da kendisi yazdıramayacak durumda ise, velisi onu adil olarak yazdırsın.” (Bakara/282)
Velayetin Meşruiyetinin Hikmeti
Çocuklar ve aciz insanlar için velayetin meşru kılınmasının hikmeti, onların maslahatlarını gözetmek içindir. Böylece onların hakları korunur.
Nikâh Akdinde Velinin Hazır Bulunması
İster küçük, ister büyük, ister bakire, ister dul olsun, her kadının, nikâh akdini yapacak bir velisinin bulunması şarttır. Hiçbir kadın kendi nikâh akdini ve başka bir kadının nikâh akdini yapamaz.
Bunun delili şu hadîstir: “Hiçbir kadın kendini evlendiremez, başka bir kadını da evlendiremez.” (Darekutnî, JII/227, (Ebu Hüreyre'den). Başka bir rivayette 'kendini evlendiren kadına tacir deriz' şeklinde, diğer bir rivayette ise 'Biz ona zaniye deriz' şeklindedir.)
Kadının Nikâhında Velisinin Bulunmasının Şart Olmasının Hikmeti
Kadının fıtratı, nikâh akdini bizzat yapmaya uygun değildir. Çünkü kadının hayâlı olması vaciptir.
Kadının evlenme akdinde velisinin bulunmasının farz olduğunun delili
Kur'an ve Sünnet'tir. Bu hususta Kur'an ve Sünnet'te birçok delil vardır.
“Kadınları boşadığınızda, iddetlerini tamamladıklarında, birbirleriyle güzelce barışıp anlaşmışlarsa, onların (önceki) kocalarına varmalarında (kadının velisi olarak onlara) zorluk çıkarıp engel olmayın. Bu, kendisiyle aranızdan Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimseye verilen öğüttür. Bu sizin için daha, uygun ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara/232)
İmam Şafii şöyle demiştir: Bu ayet, veliye itibar edilmesini gerektiren açık bir delildir. Eğer velinin nikâh akdinde bulunması muteber olmasaydı, velinin kadını evlenmekten menetmesinin bir anlamı kalmazdı. Çünkü adî kelimesi, kadını evlenmekten, menetmektir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) de şöyle buyurmuştur; “Nikâh, ancak velinin ve iki adil şahidin bulunmasıyla tahakkuk eder. Kadının velisinin ve iki adil şahidin bulunmadığı bir nikâh bâtıldır.” İbn Hibban, Zevaid (Bkz. Meyarid'uz-Zaman) “Velinin izni olmadan nikâh olmaz.” Ebu Dâvud/2083, Tirmizî/1881, (Ebu Musa el-Eş'arî'den)
Velisiz Yapılan Nikâhın Hükmü
Velisi olmadan kendi nikâhını akdeden kadının evliliği bâtıldır. Eğer akidden sonra cinsî münasebet olmuşsa, eşleri ayırmak farzdır. Bu durumda, kadın mehr-i misil alır. Bunun delili, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözüdür; “Hangi kadın velisinin izni olmadan evlenirse onun nikâhı bâtıldır. (Hz. Muhammed (a.s.v.), bu sözü üç defa tekrar etmiştir). Eğer erkek kadına temas ederse kadına temasından dolayı mehir vermesi gerekir, eğer veliler arasında ihtilaf çıkarsa velisi olmayanın velisi sultandır.” Dâvud/2083, İbn Mâce/1881, Tirmizî/1102, (Hz. Aişe'den)
Böyle bir nikâhtan sonra cinsî münasebette bulunan kişilere, zina haddi vacip olmaz. Çünkü velisiz nikâhın sahih olup olmadığında âlimler ihtilaf etmiştir. Cezalar ise şüpheyle düşer. Ancak tâzir (azarlanma) cezası uygulanır; bu ceza kadı tarafından takdir edilir.
Nikâh Hususunda Velilerin Tertibi
Nikâh hususunda veliler şu tertip üzere gelmektedir:
a. Önce baba, b. Sonra babanın babası (dede),   c. Sonra ana-baba bir erkek kardeş,   d. Sonra baba bir erkek kardeş,    e. Sonra ana-baba bir kardeşin oğlu,   f. Sonra baba bir erkek kardeşin oğlu,   g. Sonra ana-baba bir amca, h. Sonra baba bir amca,   ı. Sonra ana-baba bir amca oğlu,   i. Sonra baba bir amca oğlu k. Sonra diğer akrabalar.
Eğer erkek akrabaları yoksa, bu durumda kadının velisi kadı olur.
'Velisi olmayanın velisi sultandır' hadîsi yukarıda da geçmişti.                            
Nikâhta Oğulun Veliliği
Nikâhta ne oğulun, ne de torunun velayeti olur. Oğul, annesini nikahlamak hususunda' velilik yapamaz. Çünkü oğul ile anne arasında soy ortaklığı yoktur. Annenin nesebi babasına, oğulun nesebi ise kendi babasına bağlıdır. Ancak oğulun aynı zamanda annesinin amcalarının oğullarından olması hali bundan müstesnadır. Şayet oğul aynı zamanda annesinin amcasının oğullarından ise ve ondan daha yakın bir veli de bulunamazsa, bu takdirde annesini tecviz hususunda velilik yapması caizdir.


Veliliğin Şartları
Veli ister baba olsun, ister başkası olsun, şu şartlara sahip olmalıdır:
a. Müslüman olmak.
-Bu bakımdan bir kâfir -babası da olsa- bir Müslümanı evlendiremez. Çünkü kâfirin Müslümana veli olması söz konusu değildir.
“Allah elbette kâfirler için mü'minlerin aleyhine bir yol kılmayacaktır.” (Nisa/141)
Nikâhtaki velilik, mirastaki akrabalık temeli üzerine bina edilir. Kâfir ise Müslümana mirasçı olamaz. Müslüman da kâfire mirasçı olamaz. Kâfir biri dini değişik de olsa başka bir kâfir kadını evlendirebilir. Meselâ Yahudi bir kişi, Hristiyan bir kadını, Hristiyan bir kişi de Yahudi bir kadını evlendirebilir. Çünkü küfür tek millettir. Kâfirler birbirlerinin velisidirler. (Enfal/73)
b. Erkek olmak
c. Adil olmak.
Adaletten maksat, büyük günahlar işlememiş ve küçük günahlarda da ısrar etmemiş olmaktır. Ayrıca hürriyeti ihlâl edici fiilleri de işlememiş olmalıdır. Bu bakımdan fasık bir kişi, mü'min bir kadının nikâh akdini yapamaz.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Nikâh, ancak mürşid bir veli ile akdedilir.” İmam Şafii, Müsned, (sahih bir senedle)
İmam Şafii, hadîste geçen el-mürşid kelimesinin, adaletli kişi mânâsına geldiğini, basıklığın eksiklik olduğunu, eksikliğin de şahitliğe menfi tesir edeceğini, bu bakımdan da nikâhtaki velilik makamına mâni olduğunu söylemiştir.
Başka bir rivayette ise şöyle söylediği nakledilmiştir: 'Nikâh akdetmekte şart yoktur. Çünkü nikâhtaki velilik, akrabalık temeline dayanır. Akraba olan insan da velisi olduğu kız için şefkatli olur ve o kız için en uygun olanı yapmaya gayret gösterir. Bu şefkat de adil olanla adil olmayan kişi arasında değişmez'.
Ayrıca adillerin az olmasından ötürü adalet şartı bazen insanları büyük bir sıkıntıya sokabilir. Hiçbir devirde fasıkların, kızlarını evlendiremeyecekleri sabit olmamıştır.
d. Baliğ olmak.
Çocuk, nikâh akdinde veli olamaz. Çünkü baliğ olmayan çocuk kendisinin de velisi değildir.
e. Akıllı olmak.
Deli, başkasına veli olamaz. Çünkü o kendisinin de velisi değildir.
f. Şuuru yerinde olmak.
İhtiyarlık ve benzeri sebeplerle şuuru yerinde olmayan kişi veli olamaz.
g. Görüş ve düşünceyi ihlâl eden şeylerden yoksun olmamak.
h. Sefihlikten ötürü hacr (men etmek) altında olmamak.
Sefihlik sebebiyle üzerinde hacr olan kişi, malını israf eden kimse demektir. Sefih kişi başkasına veli olamaz. Çünkü kendisinin de velisi değildir.
ı, İhramda olmamak.
Hac veya umre için ihrama giren bir kişi, başkasını evlendiremez. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in 'İhramda olan kişi ne evlenebilir, ne de başkasını evlendirebilir' (Müslim/1409) buyurduğunu daha önce nakletmiştik.
Bir Uyarı
Velide bulunması gereken sıfatlar, kadının en yakın velisinde yoksa, velilik hakkı ondan düşer ve ondan sonraki en yakın akrabaya geçer. Ancak ihramda olan kişi bundan müstesnadır; yani ihramda olan kişi velilik hakkından mahrum edilemez ve velilik hakkı ondan bir başkasına intikal etmez. Çünkü ihramda olmak insanın velilikten mahrum olmasına sebep değildir; zira onda adalet, düşünce ve diğer sıfatlar mevcuttur.
Ancak o ihramlı olduğundan başkasını evlendiremez. Bu nedenle de velilik hakkı ondan sultana intikal eder.
Veliliğin Kısımları
Nikâh akdi hususundaki velilik, icbarı ve ihtiyarî olarak iki kısma ayrılır.
 İcbarî Velilik
İcbarî velilik, kızın babasına ve dedesine aittir. Yani sadece baba ve dede kızını cebren evlendirebilir. Bunun dışındaki velilerin zorla evlendirme yetkileri yoktur. Zorla evlendirmek de sadece bakire kız için söz konusudur.
Kızın genç veya yaşlı olması, durumu değiştirmez. Bakire kızın baba veya dedesi, onun iznini almadan kendisini zorla evlendirebilir.
Çünkü baba ve dede, kızın maslahatını kızdan daha iyi bilir. Ayrıca onların kıza olan şefkatleri herkesten daha fazladır. Bu nedenle onlar kız için uygun olmayan bir eşi seçmezler.
Bunun delili şu hadîstir: “Dul kadın, kendi hakkında karar vermekte herkesten daha çok hak sahibidir.”
Çünkü dul kadın, bakire kız gibi değildir. Fakat icbarî velilik için üç şart ileri sürülmüştür:
1. Veli ile kız arasında açık bir düşmanlığın bulunmaması
2; Evlendirdikleri kişinin kıza denk olması
3. Mehr-i muaccel'i verebilecek durumda olması 
* Şâfiîler dediler ki: Mücbir velî; küçük yaştaki kızı, büyük olsun küçük olsun deliyi, akıllı ve bâliğa olan bakire kızı, izin ve rızalarını almaksızın evlendirebilir. Ancak bunu yapabilmesi için yedi şart gereklidir:
1- Kendisiyle, velayeti altındaki kadın arasında açık bir düşmanlık bulunmamalıdır. Ama aralarındaki düşmanlık alenî değilse, velilik hakkı düşmez.
2- Kadınla damat adayı arasında, mahalle halkınca bilinen ne açık, ne de gizli bir düşmanlık bulunmamalıdır. Kadını, kendisinden hoşlanmayan veya kendisine kötülük yapmak İsteyen bir erkekle evlendirirse sahih olmaz.
3- Koca, kadının dengi olmalıdır.
4- Mâlî durumu müsait olup, mehir vermeye muktedir olmalıdır.
Nikâh akdinin sahih olması için bu şartların bulunması zorunludur. Kadın evleneceği kocayı beğenip de evlendirilmesi için gerekli izni vermemişse, bu dört şarttan birinin gerçekleşmemesiyle birlikte yapılan nikâh akdi bâtıl olur.
5- Mücbir velî, kadını mehr-i misil ile evlendirmelidir.
6- Verilen mehir, kadının bulunduğu beldedeki nakitten olmalıdır.
7- Mehir, veresiye değil, peşin olmalıdır.
Bu üç şart ise, velînin akdi yapmasının caiz olması için gerekli şartlardır. Bu şartlar tahakkuk etmeden velînin nikâh akdini yapması asla caiz olmaz. Yaptığı takdirde akid sahih olur, ama kendisi günahkâr olur. Şu da var ki, mehrin peşin ve kadının bulunduğu beldenin nakdinden olması şartları, mehrin veresiye olması veya ticâret mallarını mehir vererek beldenin nakdi dışındaki şeylerle evlenilmesi biçiminde geçerli ve carî bir âdetin mevcut olmaması durumunda söz konusudur. Ama bu yolda carî bir âdet varsa, mehir veresiye de olsa, kadının bulunduğu beldenin nakdinden olmasa da caiz olur.
Anılan şartların tahakkuku durumunda baba veya dede; büyük olsun, küçük olsun; akıllı olsun, deli olsun, bakire kıza karşı cebir ve zor kullanabilirler. Ama akıllı ve bâliğa ise, gönlünü hoş etmek için kendisinden izin istenilmesi sünnet olur. Kadın sarhoş olsa bile, kendisinden izin istenilmesi sünnettir. Çünkü sarhoşluk, onu mükellefliğin kapsamı dışına çıkarmaz. Bunlar, mücbir velîye özgü yetkilerdir.* (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)
Evlilikte Bakire Kızın İzninin Alınması
Baba ve dedenin velayetinin icbarî velilik olması, baba ve dede kızlarını zorla evlendirsin, onun fikri alınmasın anlamına gelmez. En güzeli ve müstehab olanı, evlilikte bakire kızın izninin alınmasıdır. Bu kızın şahsiyeti için en uygun olan şeydir. Bunun delili Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği şu hadîstir: “Dul kadının sarih olarak emri alınmadıkça nikâh olunmaz. Bakire kız da kendisinden izin istenmedikçe nikâh olunmaz. Ey Allah'ın Rasûlü! Bakire bir kızın izni nasıl olur? Onun izni sükût etmesidir.” (Müslim/1419, Tirmizî/2107)
Dul kadın (evleneceği erkeği seçme hususunda) kendi nefsine velisinden daha evladır. Kızın, kendi nefsi(ni ilgilendiren bu dava) hakkında izni alınır, onun izni ise susmasıdır. Müslim/1421, firmizî/1108, (İbn Abbas'tan)
Zevceliğe namzet olan bakirenin velisi, babası - veya dedesi ise mücbir veli olduklarından, vekâlet ve muvafakatını almadan aşağıda mezkur olan beş şart dahilinde onun nikâhını kıyabilirler:
1 - Veli ile zevce arasında düşmanlığın bulunmaması.
2 - Zevce ile koca arasında düşmanlığın bulunmaması.
3 - Hali vakti yerinde olan birisiyle evlendirmesi. 
Yani mehrini verebilecek birisiyle evlendirmelidir. Şayet mehrini veremeyecek bir kimse ile evlendirirse veli mecbür de olsa nikah sahih değildir.
4 - Mehr-i Misil (Emsal Mihr) ile evlendirmesi.
5 - Onu denk bir kimse ile evlendirmeli. 
Erkek, istedikten sonra, kendisine denk olan bir kadınla evlenebileceği gibi, kendisine denk olmayıp aşağı olan bir kadınla da evlenebilir. Fakat kadının rızası olmazsa mucbir de olsa velisi kendisine denk olmayanla evlendiremez.
Denk olmanın beş hasleti vardır:
1 - Delilik, cüzzam gibi insana nefret veren hastalıktan salim olmak.
2 - Hür olmak. Kölelik bir kimseye veya babasına veya dedesine isabet etmiş ise, ondan salim olana denk değildir.
3 - Soy. Meselâ Kureyşi olmayan, Kureyşiye denk değildir.
4 - Salih olmak. Salih olmayan kimse salih olana denk değildir. Binaenaleyh salih ve alim olan bir kimsenin kızı fasık ve mübtedi olan kimsenin oğlu ile denk değildir.
5 - Sanat ve ticaret. Meselâ çöpçü ve çoban, terziye ve tüccara denk değildir. Bir veli, kadına denk olmayan bir kimse ile rızası olmadan onu evlendirmesi caiz değildir. Evlendirirse nikâhı fesh edebilir.
Denk olma meselesini şart koşmaktan gaye, kurulacak yuvayı sağlam esaslara dayandırıp onu yıkılmaktan korumaktır. Çünkü tabii olarak bir tüccarın kızı bir çöpçünün oğlundan kendini üstün göreceği gibi evlilik bağıyla birbiriyle bağlandıkları takdirde, zaman zaman o üstünlüğünü dile getirip kocasını tezyif edecek ve gereksiz şeyler yüzünden birbiriyle münakaşa edeceklerdir. Netice ya düşmanca hayatları sürüp gidecek veya boşanıp yuvaları yıkılacaktır. Evet denk olma şartı bunun içindir. Yoksa tüccar çöpçüden Allah'ın nezdinde daha üstün olduğu için bu şart koşulmamıştır. Allah'ın nezdinde en kıymetli insan mümin ve muttaki olan kimsedir.
Bazı alimlerin dediklerine göre yaşlı olan bir kimse genç bir kadına denk değildir. İmam-ı Gazali ile İmam-ı Harameyn diyorlar ki: "Zalim ve müteğallibe olan kimselere mensup olmak bir değer ifade etmez."
6 - Âma veya yaşlı bir kimse ile evlendirmemeli. 
Çünkü böyle bir kimse ile evlendirdiği takdirde yaşayışında zarar görecektir.
Zorla Yapılan Nikah 
Hanefîlerin dışındaki mezheplere göre nikâhta herhangi bir cebir ve zorlamanın, bir diğer ifadeyle ikrahın olmaması da bir sıhhat şartıdır. (örneğin, kız kaçırmalarda). Dolayısıyla ikrahla yapılan akid sıhhat şartlarının eksikliği sebebiyle geçersiz (fâsid) bir akiddir. Hanefîler ise ikrahı iradeyi sakatlayan bir sebep olarak kabul etmemektedirler.
Köle Ve Cariye Zorla Evlendirilmesi
İmam Malik (ra) ve Ebu Hanife (ra)'nin görüşü de budur. İmam Şafii (ra)'ye göre ise efendi kölesini zorla evlendiremez. Şafiilere göre köle de hür insanlar gibi mükelleftir. Bu sebeple evlilik hususunda zorlanamazlar. Kölenin mükellef oluşu, onun kamil bir İnsan olduğuna delalet eder. Maliki alimleri, kölenin malikiyeti, efendinin sahipliği yanında yok hükmündedir, görüşündedirler. Kölenin efendisinden izin almadan evlenemeyeceği hususunda icma edilmiştir. 
 İhtiyarî Velilik
İhtiyarî velilik, söz konusu edilen tüm veliler için -zikrettiğimiz tertibe göre sabittir. İhtiyarî velilik, ancak dul kadının evlendirilmesinde söz konusudur. Bu nedenle dul kadının velileri, onun iznini almadan nikâh akdi yapamazlar. Daha önce zikrettiğimiz 'Dul kadının izni alınmadan nikâhı akdedilemez' hadîsi bunun delilidir. Ayrıca şu hadîs de buna delildir: “Dul kadın, kendini evlendirmekte velisinden daha yetkilidir.” (Müslim ve Tirmizî)
Dul Kadının İzninin Alınmasının Nedeni
Dul Kadının izninin alınmasının nedeni, dul kadının evliliğin ne olduğunu bilmesidir. Bu yüzden dul kadın evlenmeye zorlanamaz. Çünkü dul kadın 'beni evlendirin', veya 'ben evlenmek istiyorum' demekten çekinmez. Fakat bakire kız böyle değildir. O açıkça 'beni evlendirin' demeye utanır.
Küçük Kızı Evlendirmek
Küçük olan kız, baliğ olmayan kızdır. Onu ne babası, ne de başka bir velisi, baliğ olmadan önce evlendiremez. Çünkü küçük kızın izni dikkate alınmaz. Bu bakımdan baliğ oluncaya kadar evlendirilmesi yasaktır. Onun izni, ancak baliğ olduktan sonra söz konusu olur.
Velinin Evliliğe Mâni Olması
Âkil ye baliğ olan bir kız, dengi bir erkekle evlenmek için velisinden izin istediğinde velisinin onu evlendirmesi farzdır. Kızın babası evliliğe mâni olduğu takdirde Sultan onu evlendirir. Çünkü onun evlendirilmesi velilerin üzerine bir haktır. Kızın dengi bir Müslüman erkek onu istediği zaman, kız hakkı olan evlilikten menedilirse, hâkim bu hakkı ona verir.
Bunun delili, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözüdür: “Velisi olmayanın velisi sultandır.” (Ebu Dâvud/2083, Tirmi7.î/1102)
Fakat kadın kendisine denk olan bir kişiyi seçerse, velisi de başka bir kişiyi seçerse, veln kadının seçtiğini reddedip kendi seçtiğine nikahlayabilir. Çünkü baba, kızından daha iyi bilir ve daha uygun olanı seçer.
Velinin Hazırda Bulunmaması
Kızın birkaç velisi olur da en yakın velisi iki merhale veya daha fazla bir uzaklıkta bulunursa (iki merhale, bir gün, bir gecelik yoldur) kızın velilik hakkı ondan alınıp başka bir veliye verilemez. Bu durumda kızı Sultan evlendirir. Çünkü o kızı evlendirmek o velinin hakkıdır, o veli de hazırda
olmadığı için onun vekili Sultan olur.
Eğer velinin uzaklığı iki merhaleden az ise, Sultan onun iznini almak suretiyle kızı evlendirebilir. Çünkü buradaki mesafe kısadır, ona müracaat edilebilir. O da ister gelir kendisi evlendirir, isterse vekalet verir.
Yakınlık Derecesi Aynı Olan Birkaç Velinin Olması
Ana-baba bir kardeşler veya baba bir kardeşler gibi nesepten gelen ve yakınlık derecesi aynı olan birkaç velisi bulunduğu takdirde nikâh hususunda en bilgili olan hangisiyse, nikâhı onun yapması daha doğru olur. Ondan sonra en muttaki olan o kadını evlendirir, çünkü o daha şefkatli olur. Ondan sonra da en yaşlıları o kadını evlendirir, çünkü o daha tecrübelidir.  Kadının oğlu veli olmaz.
Eğer velilerin tümü içlerinden birine izin verirlerse, izin verilen kişi o kadını evlendirir. Eğer veliler, kadını evlendirmek hususunda ihtilafa düşer de her biri kendisi evlendirmek isterse, aralarında kura çekmek vacip olur, kura kime çıkarsa kadını o evlendirir.
Kadın, velilerin tümüne de izin vermişse, onlardan herhangi birinin evlendirmesi caizdir. Eğer kadın yalnız birine izin vermişse, bir başka veli evlendirdiğinde nikâh sahih olmaz. Çünkü kadın ona izin vermemiştir.
Kadının Velisinin Olmaması
Kadının velisi olmadığı zaman, velayet hakkı kadı'ya (hâkim) intikal eder. Çünkü hâkim, Müslümanların maslahatını gözetmek için tayin edilmiş bir görevlidir. Velisi olmayan kızı evlendirmekte kızın maslahatı vardır. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in 'Velisi olmayanın velisi sultandır' (Tirmizî/1102) buyurduğunu nakletmiştik.
Evlendirmede Velinin Vekalet Vermesi
Kızın babası ve babasının babası, kızı evlendirmek hususunda onun iznini almadan bir başkasını vekil tutabilirler. Velinin vekile, koca adayının sıfatlarını bilmesi vekaletin sıhhati için şart değildir.
Çünkü vekil koca adayını kendisi seçebilir. Mutlak vekalet verilen vekilin, kadının maslahatını gözetmesi, ona denk bir kişi bulması farzdır; zira mutlak vekalet, denk bir kişiyle evlendirme şartını içinde barındırır.
Baba ve dedenin dışındaki veliler, kızın iznini almadan başkasına vekalet veremezler. Çünkü kendileri de kızın iznini almadan evlendirme yetkisine sahip değillerdir.


V. İKİ ŞAHİDİN BULUNMASI
Evlenme akdinde her ne kadar diğer akidlerde olduğu gibi rıza, icab ve kabul şart ise de İslâm bu akdi azamet perdesi altına alarak akd'e dinî bir tabiat vermiştir. Onu kulluk boyasıyla boyamış, insan için sevap ve itaat kapısı yapmıştır. Nikâh akdinin çok önemli neticeleri olduğu için iki şahit bulunması şart kılınmıştır. Çünkü nikâh akdi sayesinde muaşeret helâl olmakta, mehir, nafaka, neseb ve miras hakkı doğmaktadır.
İşte bütün bunların eşler tarafından yerine getirilmemesi ve inkar edilmesi ihtimal dahilinde olduğundan, İslâm bu hususta ihtiyatlı davranarak en az iki şahidin bu akd'e şahitlik etmelerini şart kılmıştır.
Şahitlerde bulunan sıfatlar onları güvenilir kişiler kılar. Nikâh akdinin gerekleri yerine getirilmediğinde veya inkâr edildiğinde şahitler devreye girerek şahitlikte bulunurlar.
Nikâh akdinde iki şahidin bulunmasının vacip olduğunun delili, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözüdür: “Nikâh ancak bir veli ve iki adil şahitle olur. Böyle olmayan nikah bâtıldır.” İbn Hibban/1247, (Bkz. Mevarid'uz-Zaman)
Şahitlerde Bulunması Gereken Şartlar
Şahitlerde bulunması gereken şartlar şunlardır:
1. Müslüman olmak. 
Nikâh akdinde Müslüman olmayan kişinin şahitliği sahih olmaz. Çünkü nikâh akdinin dinî bir veçhesi vardır. Müslüman olmayan kişi Müslümanlar aleyhine şahitlik yapamaz. Ayrıca şehadet, veliliktir; kâfir ise Müslümana veli olamaz.
“Mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar birbirlerinin velisidirler.” (Tevbe/71)
“Allah elbette kâfirler için mü'minlerin aleyhine bir yol kılmayacaktır.” (Nisa/141) .
2. Erkek olmak.
Nikâh akdinde kadınların şahitliği sahih olmaz. Nikâh akdinde bir erkek ve iki kadının şahitliği de sahih olmaz. Zührî şöyle demiştir: 'Sünnet, kadınların şahitliğinin hadler (cezalar), nikâh ve talakta caiz olmadığı üzere sabit olmuştur'. Zührî tâbiindendir, tabiinden gelen söz de onu merfû hadîs seviyesine yükseltir.
3. Âkil ve baliğ olmak.
Deli ve çocuk nikâh akdinde şahitlik yapamazlar.
4. Adil olmak.
Şahitlerin zahirde de olsa adil olmaları gerekir. Açıktan fısk işleyen kişinin şahitliği sahih olmaz.
5. Sağır olmamak.
Sağırın veya uyuyanın şahitliği caiz olmaz. Çünkü sağır olan veya uyuyan kişi, şahitlikten beklenen faydaları sağlamaz. Çünkü nikâh akdinde şahitlik, sözü duymakla yapılabilir.
6. Kör olmamak.
Görmeyen kişi nikâh akdinde şahitlik yapamaz. Çünkü burada görmek şarttır. (Bir görüşe göre nikâhta körün şehadeti kabul edilir.)
7. Hür olmak.
* 8. Adaletli Olmak.
Şâfiîler ile Hanbelîler, şahitlerin ikisinde adalet niteliğinin bulunması gerektiği ve zahiren de olsa adaletli olarak bilinmelerinin yeterli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Eşler, şahidi zahiren adaletli olarak bilirlerse, nikâhta şahitlik yapması sahih olur. * (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)
Şahitlerin zahiri adaletleri kâfi geleceğinden, hakikatleri bilinmese ve zahiri görünüşe göre adil iki şahit huzurunda nikâh akd edilse kâfidir. Fakat Müslüman olup olmadıkları kati olarak bilinmeyen iki kişinin huzurunda nikâh akd edilse caiz değildir.
 Nikâh akd edildikten sonra, karı koca her ikisi veya yalnız koca, velinin veya her iki şahidin veya birisinin fasık veya gayri mükellef olduğunu itiraf etseler nikâh batıl olduğundan feshedilir. 
Bu hal duhuldan sonra olursa mehrin tamamı, yoksa yarısı kadına verilir. Yalnız kadın böyle bir iddiada bulunsa kocaya yemin ettirilir, yemin ettiği takdirde kadının sözüne itibar edilmez. Şahitlerin "biz fasık idik" demelerine de bakılmaz.
Kadının Razı Olduğuna Dair Şahitlik Etmek
Nikâh akdi hakkında kadının razı olduğuna dair şahitlik etmek müstehabdır; yani şahitlerin kadının evlenmeye razı olduğuna şahit olmaları gerekir. Kadın 'Ben bu akd'e razıyım' veya 'Bu hususta izin verdim' demeli, şahitler de bunu duymalıdır. Bu, kadının daha sonra bunu inkâr etmemesi için bir tedbirdir.
Baba ve Dedenin İffetinin Korunması
Çocuk ister kız, ister erkek, ister Müslüman, ister kâfir olsun baba ve dedesinin iffetini korumakla (onları evlendirmekle) yükümlüdür. Dedesi baba veya anne tarafından olsa da, kâfir olsa da çocuk onun mehrini vererek veya vermeyi taahhüt ederek, onu evlendirmelidir. Tabi babası için de bunu yapmalıdır. Çocuğun bunu yapması şu şartlara bağlıdır:
1. Çocuk, mehiri verecek kadar zengin olmalıdır.
2. Baba veya dedenin evlenmeye ihtiyacı olmalıdır.
Baba veya dedesinin iffetli kalıp zinaya düşmemelerini temin etmek ' için onları, mehirlerini vererek evlendirmek, nafaka gibi zaruri şeylerdendir.
Çünkü zinaya düşmek, insanı helake götüren bir durumdur. Ayrıca bu, babalık ve dedeliğin hürmetine de aykırıdır. Bu onlarla güzel bir şekilde arkadaşlık yapmak da sayılmaz. 
Oysa Allah Teâlâ onlarla güzel bir şekilde ilgilenmeyi, arkadaşlık yapmayı emretmiştir: “Onlarla (anne ve babanla) dünyada iyi geçin.” (Lokman/15)

 Kâfirlerin Nikâhları
Kâfirlerin kendi aralarındaki nikâhları sahihtir. Bunun delili de dörtten fazla kadınla evli olduğu halde Müslüman olan kişilere Hz. Muhammed (a.s.v.)'in 'Dördüncüyü yanında tut, gerisinden ayrıl’ diye emretmesidir. Hz. Muhammed (a.s.v.) onlara nikâhlarının durumunu sormamış ve onların eski nikâhlarını sahih olarak kabul etmiştir.
Evli Olan Kâfir Çiftin Müslüman Olması
Evli olan kâfir çift Müslüman olduğunda eski nikâhları sahih kabul edilir. Çünkü nikâhın bâtıl olması, dinlerinin ayrı olması halinde söz konusu olur.
İbn Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Muhammed (a.s.v.) zamanında bir kişi gelip Müslüman oldu. Ondan sonra da karısı gelip Müslüman oldu. Adam 'Ey Allah'ın Rasûlü! Karım benimle beraber Müslüman olmuştu, onu bana iade et’ dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (a.s.v.), kadını o adama teslim etti". (Tirmizî/1144, Ebu Dâvud/2238)
Erkek Müslüman olur da kadın küfründe devam ederse ve müşrik değil de ehl-i kitab olursa, nikâhları devam eder. Çünkü ehl-i kitab kadınlarla evlenmek caizdir. Kocası Müslüman-olan kadın müşrikse ve iddet süresi geldiği halde Müslüman olmamışsa, kocasının Müslüman olduğu andan itibaren nikâhları geçersiz olur. Ancak iddet zamanında Müslüman olursa, aralarındaki nikâh devam eder. Eğer kadın Müslüman olur da kocası küfürde devam ederse, kadının Müslüman olduğu andan itibaren araları ayrılır. Fakat koca, karısı iddetli iken Müslüman olursa, karısı kendisine eski nikahıyla verilir.
Koca, karısının iddeti bittikten sonra Müslüman olursa, kadın ona verilmez. Bu durumda yeniden nikâh akdi yapılması gerekir.
Amr b. Şuayb'ın dedesinden şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah, kızı Zeyneb'i (kendisinden sonra Müslüman olan kocası) Ebu'l-As b.er-Rebî'e yeni bir mehir ve yeni bir nikâh ile verdi". (Tirmizî/1142. Bu hadîs hakkında Tirmizî şöyle demiştir: 'Bu hadîsin senedi hakkında söylenti vardır. Bazı âlimlerin ameli bu hadîs üzeredir. Kadın Müslüman olduktan sonra, iddetini doldurmadan kocası da Müslüman olursa, iddette olduğu sürece daha çok kocasının hakkıdır. Mâlik, Evzâî, Şafii, Ahmed ve İshak'm kavli budur').


MEHİR (SIDAK)
Mehir nikâh akdinden ötürü kocanın karısına vermekle yükümlü olduğu maldır. Kocanın bunu karısına vermesi farzdır. Buna sıdak (mehir) denilmesinin sebebi, onu veren kişinin sadık (doğru) olduğunu göstermesidir.
Mehir'in (Sıdak) Hükmü
Mehir'in (sıdak) hükümlerini şöyle özetleyebiliriz: Akid tamamlandığında kocanın üzerine mehir vacip olur. İster verilecek mal veya paranın miktarı tayin edilsin, ister edilmesin onu vermek vaciptir. Hatta taraflar mehir verilmemesi hususunda anlaşsalar bile yine mehir vermek gerekir,
Mehir'in vacip olduğunun delili Kur'an, Sünnet ve İcma'dır.
“Kadınlara nikâh bedellerini (mehirlerini) müşkilat çıkarmaksızın (isteyerek) verin.”(Nisa/4)
“O halde hangilerinden nikâh ile faydalandınızsa, farz olan mehirlerini kendilerine verin. Mehir'i takdir edip belirttikten sonra aranızda anlaşmanızda sizin için herhangi bir günah yoktur.” (Nisa/24)
“Kadınlara yaklaşmadan ve mehirlerini tayin etmeden onları boşarsanız, size herhangi bir günah yoktur. Bu (durumdaki) kadınları faydalandırın.” (Bakara/236)
Sünnet'ten delili ise Sehl b. Sa'ddan rivayet edilen şu hadîstir: “Rasûlullah'a bir kadın geldi ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben nefsimi (kadınlık kıymetimi mehirsiz olarak) sana hibe etmek için geldim' dedi. Rasûlullah 'Benim kadına ihtiyacım yoktur' dedi. Bir sahabî 'Bu kadını benimle evlendir ey Allah'ın Rasûlü!' dedi. Hz. Muhammed (a.s.v.) 'Ona bir elbise ver' dedi. Sahabî 'Verecek elbisem yoktur' dedi. Hz. Muhammed (a.s.v.) 'Demirden dahi olsa ona bir yüzük ver' dedi. Sahabî, buna da sahip olmadığını söyleyince, Hz. Muhammed (a.s.v.) ona 'Kur'an'dan ezberinde ne var?' diye sordu. Sahabî 'Ezberimde şu sûre var, şu sûre var' diye birtakım sûreleri saydı. Hz. Muhammed (a.s.v.) 'Ezberindeki sûreleri ona öğretmen şartıyla onu seninle evlendirdim' dedi. (Buharî/4741, Müslim/1425)
Hadîste geçen 'nefsimi sana hibe ettim' ifadesi 'nikâhımı senin eline verdim' demektir. İcma'dan olan delile gelince, hiçbir Müslüman, hiçbir âlim buna karşı çıkmamış, tüm âlimler mehrin farz olduğunda ittifak etmişlerdir.
Mehrin Meşruiyetinin Hikmeti
Mehir; kocanın hanımıyla güzel geçineceğini taahhüt etmesinin bir ifadesidir. Ayrıca kadının ihtiyaç duyduğu evlilik masraflarını karşılamak için bir imkândır. İslâm kocanın üzerine mehiri farz kılmakla, kadının para kazanmak için şerefine uygun olmayan işlerde çalışmasını önlemek istemiştir.
Akid Esnasında Mehrin Belirlenmesi
Nikâh esnasında mehrin belirlenmesi sünnettir. Çünkü Hz. Muhammed (a.s.v.), mehiri belirtmeden nikâh kıymamıştır. Ayrıca mehiri belirlemek, çiftler arasında çıkması muhtemel olan ihtilafı önler. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in mehiri belirtmesini, âlimler farz olarak görmemişlerdir. Çünkü bütün âlimler, nikâh akdinin mehir belirlenmeden de caiz olduğunu ittifakla söylemişlerdir. Mehir belirlenmeden yapılan nikâh, her ne kadar Hz. Muhammed (a.s.v.)'in fiiline aykırı olduğundan mekruh olsa da akid caizdir.
Mehir Kadının Malıdır 
Mehir, sadece kadının hakkıdır. Kadının velilerinden hiçbirinin mehirde hakkı yoktur. Veliler sadece mehri kabul edip kadına vermek üzere alabilirler.
“Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz, öncekine (mehir olarak) çok mal vermiş bulunsanız da o maldan bir şey geri almayın. Acaba iftira ederek ve açık günahkârlık yaparak mı onu geri alacaksınız?” (Nisa/20)
“Eğer onlar mehirlerinden bir kısmını size bağışlarlarsa, onu afiyetle ve güzelce yiyin.” (Nisa/4)

Mehir'in Sınırı
Mehir'in ne azında, ne de çoğunda sınır yoktur. Mal ismi verilen her şey veya malın bedeli olan her şey mehir olarak verilebilir. Meselâ bir seccade, bir evde oturtmak, para, hayvan, elbise, yüzük gibi şeylerin tümünden ister az olsun, ister çok olsun, mehir verilebilir. 
Bunun delili şu ayettir: “(Haram kılınanlar) dışında kalan kadınları, zinadan uzaklaşmak ve evli yaşamak maksadıyla mallarınızla isteyip (nikâhlanmanız) size helâl kılındı.” (Nisa/24),
Allah Teâlâ bu ayette malı mutlak olarak zikretmiş, belli bir sınır koymamıştır. Yukarıda Hz. Muhammed (a.s.v.)'in 'Demirden bir yüzük dahi olsa kadına ver' (Buhari/4741, Müslim/1425) buyurduğunu nakletmiştik.
Âmir b. Rabiâ'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Fezâre oğullarından bir kadın, (mehir olarak) bir çift ayakkabı karşılığında evlendi. Bunun üzerine Rasûlullah 'Nefsinin karşılığı ve hakkın (olduğu halde) bir çift ayakkabıya mı razı oldun?' buyurdu. Kadın 'evet' dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (a.s.v.), nikâhı tecviz etti". (Tirmizî/1113)
“Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz, öncekine (mehir olarak) kantarlarca mal vermiş bulunsanız da o maldan bir şey geri almayın. Acaba iftira ederek ve açık günahkârlık yaparak mı onu geri alacaksınız? O verdiğiniz (mehir) malını nasıl alırsınız ki birbirinize katılmış idiniz ve kadınlar (daha önce) sizden kuvvetli bir söz almışlardı.” (Nisa/20-21)
Ayetten de anlaşıldığı gibi Allah Teâlâ, kocanın karısına kantarlarca mehir vermesine rıza göstermiştir. 'Kantarlarca mal' çok mâl demektir. Bu da mehrin sınırı olmadığını gösterir. Fakat mehrin 10 dirhemden az, 500 dirhemden de fazla olmaması müstehabdır. Çünkü Hanefîler, mehrin en az 10 dirhem olmasının vacip olduğunu söylemişlerdir. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in kızlarının ve eşlerinin mehirlerinin de 500 dirhem olduğu rivayet edilmiştir.
Hz. Ömer'in şöyle dediği rivavet edilmiştir: "Kadınların mehirlerini çoğaltmayın! Zira mehirleri çoğaltmak dünyada lütuf veya. Allah katında takva olsaydı, ona Peygamber sizden daha evla idi. Oysa Resûlullah'ın 12 ûkiyeden fazla mehir karşılığında kadınlardan hiçbirini kendisine ve kızlarından hiçbirini de başkasına nikahladığını bilmiyorum". (Tirmizî/ 1114, imam Ahmed ve Sünen sahipleri)
 Mehrin Alt Sınırı
1- İmam Malik'in görüşüne göre, mehrin en azı 3 dirhem, yani bir çeyrek altındır.
2- İmam-ı Azam'ın görüşüne göre, mehrin en azı 10 dirhem, yani takriben bir altındır.
3- İmam Şafiî ve imam Hanbel'e göre ise mehrin en azı için bir sınır yoktur.
Mehrin Acele Verilmesi ve Tehir Edilmesi
Mehrin acele (peşin) verilmesi şart değildir. Mehrin tümü cinsî münasebetten önce de sonra da verilebilir veya bir kısmı peşin olarak, bir kısmı da tehir edilerek verilebilir. Ancak mehrin zamanını tayin etmek şarttır. Mehir kadının malı olduğu için, kadın zamanını tayin edebilir. Eğer mehir, muaccel ise kadın kendini kocasına teslim etmeyebilir. Değilse buna hakkı yoktur, çünkü kendisi baştan razı olmuştur.
Vâdenin meçhul olmaması şartıyla mehrin tümünü veya bir kısmını vadeye bağlamak caizdir. Bir kimse vâdesini belirtmeden, vadeli yüzbin liralık mehir karşılığında veya mehri hasat zamanında, ya da yağmur yağacağı zamanda ödemek üzere evlenirse, mehrin belirtilmesi fâsid olur.
Mehrin Tümünün veya Yarısının Vacip Olması ve Düşmesi
Mehrin, kadının kocası üzerinde bulunan hakkı olduğu yukarıdaki bahislerden anlaşılmıştır. Şimdi mehrin hangi durumlarda tümünün, hangi durumlarda yansının vacip olduğunu ve hangi durumlarda da mehrin tümünün kocanın üzerinden kalktığını beyan edeceğiz.
Mehrin Tümünün Vacip Olması
Mehrin tamamını vermek iki durumda vacip olur: Kocaya, hanımı ister hay izliyken, ister temizken münasebette bulunduğunda mehrin tümünü Ödemek vacip olur. Çünkü yaptığı akdin karşılığını almıştır; Bunun bedelini de vermesi gerekir. 
Şu ayet buna delâlet etmektedir: “Öyleyse o kadınların hangisini nikâh edip ondan faydalanmışsanız (lezzet almışsanız), onların-mehirlerini kendilerine farz (tam) olarak verin!” (Nisa/24)
Ayetteki istimta kelimesinden maksat, cinsî münasebet ve ondan alınan zevktir. Ücretten maksat, mehirdir. Mehire ücret denmesinin sebebi, faydalanma mukabili olduğundandır.
Hz. Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir: 'Bir erkek bir kadınla evlenip de cinsî münasebet kurduğunda mehrin tümünü vermesi gerekir'. (İmam Mâlik, Muvatta, U/526)
Kadın öldüğünde, kocası ister onunla cinsî münasebette bulunmuş olsun, ister olmasın, mehrin tümü vacip olur. Bu hususta sahabîler icma etmiştir.
Mehrin Yarısının Vacip Olması
Eğer koca cinsî münasebetten önce karısını boşarsa, kesilen mehrin yarısını ödemesi vacip olur. 
Şu ayet buna delâlet etmektedir: “Eğer kadınları, onlara el sürmeden mehirlerini tayin etmiş olduğunuz halde boşarsanız, onlara mehrin yarısı vardır. Ancak onların haklarından vazgeçmeleri veya nikâh bağı elinde bulunan (kocanın) ondan (mehrin tümünden) vazgeçmesi müstesnadır.” (Bakara/237)
Mehrin Tümünün Koca'dan Sakıt Olması
Kadının kendisi duhulden önce kocasından ayrılırsa, mehrin tümü kocanın üzerinden düşer. Meselâ kadın rnüslüman olduktan sonra nikâhı kendisi feshettiğinde veya kadın mürted olduğunda veya kocada bulunan bir ayıptan ötürü ayrıldığında veya koca kadında bulunan bir ayıptan ötürü onu boşadığında mehrin tümü kocanın üzerinden düşer. Çünkü bu durumlarda mehrin düşmesine sebep olan kadının kendisidir ve bu yolu bizzat kendisi seçmiştir.
* Kadının Mehri Teslim Almadığı İçin, Gerdeğe Girmemesi Ve Kocasının Diğer Evlilik Münâsebetlerinde Bulunmasına Engel Olması
Zevce, mehrin peşinatını tamamıyla teslim almadan kendini kocasından menedebilir. Velîsi de onu kocasından menedebilir. Kendini meneder veya velîsi onu kocasından menederse, nafaka ve benzeri şeyleri vücûben hak eder. Zîra kusur, kocası tarafından işlenmiştir. Bu durumda mehrin muayyen olmasıyla peşin olması arasında bir fark yoktur. Mehir vâdeliyse, ödeme vâdesi kadının kendini kocasına teslim etmesinden önce gelmiş olsa da, olmasa da kadın, kendisini kocasına teslim etmeme hakkına sahip olamaz. Çünkü kadın mehrin vadeli oluşuna razı olduğunda, derhal kendini kocasına teslim etmesi gerekir. Vâdenin dolması bu vücûbu kaldırmaz. Kadın küçük yaştaysa veya deliyse, velîsi onu kocasından meneder. Mehir tesliminin gerdekten önce olması vâcib değildir. Eşler arasında tartışma çıkar da koca, "kendini bana teslim etmedikçe mehri teslim etmem" der; kadın ise "mehri teslim etmediğin takdirde kendimi sana vermem" derse, aralarında anlaşmazlığı çözümlemek için koca, mehri, şeriat temsilcisi sayılan âdil bir kimsenin yanına bırakmakla emrolunur.
Bu âdil kişi, eslerden birinin değil de, şeriatın temsilcisidir. Bu mehir, adaletli kişinin yanında telef olursa, kocanın üzerine olur. Koca, mehri âdil kişinin yanına indirince, zevce, kendini kocasına teslim etmeye zorlanır. Kocasının kendisiyle cinsel temasta bulunmasına imkân tanırsa, kocası temasta bulunmasa bile, adaletli kişi mehri kadına verir. Kadının mehri teslim almasından sonra koca onunla cinsel temasta bulunmaya yeltenir, ama kadın kendini kocasına vermezse, koca, mehri ondan geri alır.
Kadın kendini kocasına verir ama vaginada tıkanıklık, yapışıklık ve et parçası gibi cinsel temasa engel bir durum olursa, âdil kişi mehri (yine) kadına teslim eder. Mehrin teslimi, kadının kendini kocasına teslim etmesi sebebine dayanır.
Baştan beri eşler arasında bir anlaşmazlık bulunmaz da, aksine zevce hemence kendini kocasına teslim ederse, cinsel temastan önce mehri isteme hakkına sahip olur. Kocası mehri vermezse, kadın cinsel temasa girmeyebilir. Ama kendini rızasıyla kocasına teslim eder, kocası mak'adtan bile olsa kendisiyle cinsel temasta bulunur ve temastan sonra mehri ister de kocası vermezse, artık bu temastan sonra kendini cinsel temastan menedemez. Ama kocası kendisiyle cebren temasta bulunursa ve kadının kendisi deli, ya da küçük yaştaysa, cinsel temastan kendini menetme hakkı düşmez. Kadının vagina ağzı yapışık veya bir et parçasıyla tıkanıksa ve kendini kocasına teslim etmişse, kocası da mehri ona vermeden önce onun rızasıyla vaginası dışındaki yerlerinden şehevî açıdan yararlanırsa, artık bundan sonra kadın hiç bir hakka sahip olmaz. Aksi takdirde sağlam kadın hükmünde olur. Çünkü bu durumda vagina dışındaki yerlerden yararlanmak, vaginadan yararlanmak gibidir. Kadının cinsel temasa engel olan hastalığı ortadan kalkınca, kendini kocasından menetme hakkı doğmaz.  Kuvvetli olan görüş budur.
Öncelikli davranış koca tarafından gelirse, hiçbir tartışmaya girmeden mehri hemence zevceye teslim ederse, zevcenin kocasına dilediği zaman gerdeğe girme imkânını tanıması gerekir. Özürsüz olsa dahi kendini kocasından menederse, kocası kendisine vermiş olduğu mehri geri alamaz. 
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Siz birinci durumda -kadının hemence kendini kocasına teslim etmesi durumunda cinsel temastan önce mehri isteme hakkına sahiptir; kocası mehri vermezse, kadın kendini ona teslim etmekten menetme hakkına sahip olur diyorsunuz; oysa bu sonuncu durumda dediniz ki: Koca önce davranıp mehri kadına teslim eder de, kadın kendini ona vermekten kaçınırsa, koca mehri geri alma hakkına sahip olmaz. Peki bu iki durum arasında ne fark vardır? Buna cevap olarak deriz ki: Birinci durumda kadın kendini kocasına teslim etmiş, ama kocası cinsel temasta bulunup da onu teslim almamıştır. İkinci durumdaysa, koca mehri teslim etmiş ve zevce de onu teslim almıştır. Böylece de mehir, kadının mülkü olarak onun havzasına girmiştir. Koca artık bu mehri zevceden geri isteyemez.
İşte bu nedenle biz diyoruz ki: Koca cinsel temasta bulunup da zevceyi teslim alırsa, artık bundan sonra zevce kendini kocasından menedemez. Ama koca, mehri teslim ettikten sonra kadından cinsel temasta bulunmayı isteyebilir. Kadın da bazı hususlarda kocasının bir süre beklemesini isteyebilir:
1- Temizlik için mühlet vermesi. Kadının kendisi veya velîsi temizlik için mühlet isterse, üç gün mühlet vermek vâcip olur. Koca buna razı olursa ne alâ. Aksi takdirde bu süreyi kadı tayin eder.
2- Zevce cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaşta olursa, kendisine dayanabileceği zamana kadar mühlet tanınır. Kocası artık cinsel temasa dayanabilecek duruma geldiğini iddia eder, velîsi ise bunun tersim savunursa, bu kadın, cinsel temasa dayanıp dayanamayacağını karara bağlaması için (bu işten anlayan) dört kadına veya mahremi olan iki erkeğe, ya da buruk iki erkeğe gösterilir. Şunu da kaydedelim ki, Şâfiîler teyemmüm bahsinde anlatmışlardır ki, âdil doktorun görüşüyle amel olunabilir. 
Şu halde iki doktorun görüşüyle amel etmek için bir engel yoktur. Bununla beraber doktor olmayan dört kadının re'yi ile amel etmenin caiz olduğunun açıkça söylenmesi, tabiplerin re'yinin daha kuvvetli ve değerli olduğuna delâlet etmektedir. Cinsel temasa dayanıklı oluncaya dek beklediği süre zarfında nafaka alma hakkına sahip değildir.
3- Zevce hasta ise, iyileşinceye dek kendisine mühlet tanınır. Bu süre zarfında kocasından nafaka alma hakkına sahip olmaz.
4- Afizî bir nedenle zevcenin zayıf olması. Bu durumda zaafiyeti geçinceye dek mühlet tanınması gerekir. Bu süre zarfında da kocasından nafaka alma hakkına sahip olmaz. Doğal zayıflığa gelince; koca, onun bu zaafiyeti geçinceye dek beklemekle yükümlü olmaz. Çünkü bu süre uzayabilir. Zayıf kadın, cinsel temastan ötürü zarara uğramış olmaz. Bu işin illeti zarar olduğuna göre, işi karara bağlama yetkisi âdil bir erkek tabibe veya sâliha, iyi yoldaki kadın tabiplere verilseydi daha güzel olurdu.
Çünkü cinsel temasta bulunmak bazen kadının sıhhate kavuşması için bir neden olabilir. Ama ben bunu Şafiî kitaplarında görmedim. Şâfiiler sarahatle belirtmişlerdir ki, zevce, cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaştaysa veya hastaysa, ya da arızî bir zaafıyet içindeyse, kocanın onu teslim alması mekruhtur. Bunun sırrı da şu olsa gerektir: Koca işin başındayken bu durumdaki zevcesinden tiksinir ve bu nedenle de aralarında sevgi ve merhamet duyguları dumura uğrayabilir.
Sevgi ve merhametse, evlilik ilişkilerinin dayanağı olan iki esastır.
Mehir vadeli olup ödeme vâdesi gelmemişse ve kadının kendini kocasına tesliminden önce bu vâde dolmuşsa, Şâfiîlerîn de dedikleri gibi, bundan sonra kadın kendini kocasından menedemez. Çünkü kadının vâdeye razı olması, kendini kocasına teslim etmesini zorunlu kılmıştır. Tesliminden önce mehri ödeme vâdesinin dolmuş olması, bu zorunluluğu ortadan kaldırmaz.
Gerdekten önce teslim işine ilkin hangisinin başlaması gerektiği hususunda anlaşmazlığa düşerlerse; Koca, mehri âdil bir kimsenin yanına bırakmaya, kadın da kendini teslim etmeye zorlanır. Kocasına, kendisiyle cinsel temasta bulunma imkânını tanırsa, mehri (o âdil kimseden) alma hakkına sahip olur.
Bu imkânı tanımazsa, kocası mehri geri alma hakkına sahip olur. Koca kendi arzusuyla mehri karısına verir, o da kendini kocasına teslim eder, ama kocası onunla cinsel temasta bulunmaz ve sonra da kadın kendini kocasından menederse, koca mehri geri alma hakkına sahip olmaz.* (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)


Mehr-i Misil
Mehr-i misil, kadının benzeri (kız kardeşi, akrabası vb) kadınlara verilen mehirdir. Bu mehir, kadının soyuna, sopuna, güzelliğine göre takdir edilen mehirdir. Mehr-i misil hususunda, kadının en yakın akrabaları dikkate alınır. Bunlar ana-baba bir kız kardeşleri, sonra baba bir kız kardeşleri, sonra kız kardeşinin kızları, sonra halalarıdır. Eğer kadının yakınları yoksa veya evlenmemişse anne, teyze gibi akrabaları dikkate alınarak mehir takdir edilir. Çünkü bunları dikkate almak, yabancı kadınları dikkate almaktan daha evladır. Eğer anne tarafından da akrabaları yoksa, aynı memleketteki yabancı kadınlar dikkate alınır.
Emsal Mehir'in Takdirinde Dikkate Alınması Gereken Sıfatlar
Neseb bakımından eşitlik gözetildikten sonra aşağıdaki vasıflarda da eşitlik gözetilmelidir:
1. Yaş, 2. Akıl, 3. Güzellik, 4. Zenginlik, 5. İffet, 6. Dindarlık, 7. Takva, 8. İlim, 9. Bakirelik, 10. Kendisini farklı kılan diğer vasıflar
Emsal Mehir'in Meşruiyetinin Delili
Bir kadınla evlenip mehir tayin etmeden ve onunla cinsî münasebette bulunmadan ölen adam hakkında kendisine sual sorulduğunda îbn Mes'ud şöyle demiştir: 'O kadına, kendi seviyesindeki kadınların mehrinin benzeri (mehr-i misil) tahakkuk eder; ne eksik, ne de fazla; hakkında vefat iddeti lâzım gelir ve miras alır1. Bunun üzerine Ma'kıl b. Sinan el- Eşcal kalkarak 'Rasûlullah, bizim aşiretin kadını Berva binti Vâşık hakkında da senin verdiğin hükmün aynını verdi' dedi ve bu şehadetle İbn Mes'ud(un gönlü) ferahladı. (Tirmizî/1145, Ebu Dâvud/2114)
Emsal Mehir Gerektiren Durumlar
Aşağıda zikredeceğimiz durumlarda emsal mehir vacip olur:
A. Nikâh akdi fasid olduğunda.
Meselâ şahitsiz veya velisiz akdedilen nikâhtan sonra cinsî münasebet olmuşsa, emsal mehir gerekir. Çünkü nikâhın şartlarından biri veya birkaçı eksik olduğunda hem nikâh, hem de tayin edilen mehir fasid olur ve onların arasını ayırmak da vaciptir.
B. Karı-koca mehrin tayin edilip edilmediğinde ihtilaf ederlerse, mehir fesh olunarak emsal mehir'e dönüşür.
Eğer karı-koca mehrin tayininde ihtilaf edip de kadın 'Bana mehir tayin ettin' derse, koca da 'Hayır, etmedim' derse, karı ve koca yemin ederler.
Böylece mehir fesholunarak, yerine emsal mehir vacip olur. Yine mehrin miktarında ihtilaf olduğunda da hüküm böyledir. Meselâ kadın 'İki bin lira mehir tayin ettin' derse, koca da 'Hayır bin lira mehir tayin ettim1 derse, ikisi de yemin ederler ve mehir fesholunarak emsal mehir'e dönüşür.
C. Mehiri, fasid bir şekilde tayin etmek de emsal mehir'i vacip kılar. Tayin edilen mehrin fasid olmasını aşağıda beyan edeceğiz:
Birinci Mesele
Tayin edilen mehir; şarap, domuz, oyun aletleri gibi şer'an mal sayılmayan maddelerden olursa, bu mehir fasid olur. Çünkü şeriat mehrin mal olmasını veya malın bedeli olmasını vacip kılmıştır.
İkinci Mesele
Mehir olarak tayin edilen mal, kendisinin olmadığı zaman mehri misil vacip olur. Meselâ gasp ettiği bir seccadeyi mehir olarak verirse bu fasid bir mehir olur.
Üçüncü Mesele
İki veya daha fazla kadını tek mehirle nikahlayan kişinin, nikâhı sahih, fakat mehiri fasid olur. Bu durumda kadınların her birine emsal mehir vermek gerekir. Çünkü iki veya daha fazla kadın tek mehirle nikâhlandığında, hangisine ne kadar mehir verileceği bilinemez.
Dördüncü Mesele
Velisi küçük çocuğu mehr-i misilden daha fazla mal vererek evlendirirse veya küçük-büyük bakire bir kızı iznini almadan mehr-i misilden daha az bir mal ile evlendirirse, mehir fasid olur ve mehr-i misil vacip olur. Çünkü veli, onlar için en uygun olanı yapmak zorundadır. Bu yüzden tayin edilen mehir, mehr-i misil'e dönüşür.
Beşinci Mesele
Reşid olan bakire veya dul kadın, velisine 'beni mehirsiz olarak evlendir' derse, veli de mehirsiz olarak evlendirirse mehr-i misil vacip olur. Ancak nikâh akdi ile değil, cinsî münasebet ile vacip olur.
Altıncı Mesele
Mehir tayin edilirken mehrin bir kısmının kadının babasına veya kardeşine verilmesi şart koşulduğunda nikâh sahih, mehir fasid olur ve kadına mehr-i misil verilmesi vacip olur.
Bir Uyarı;
Nikâh akdi için koşulan şartları üç kısımda beyan edebiliriz: 
Birinci Kısım
Koşulan şart, nikâhın gereklerine uygun olmalıdır. Eğer kadın kendisine nafaka verilmesi" veya kumalar arasında kendisine fazla gün tayin edilmesi hususunda şart koşarsa, koşulan bu şartlar geçersizdir. Bu durumda nikâh akdi ve tayin edilen mehir sahih olur.
İkinci Kısım
Koşulan şart nikâhın gereklerine aykırı olur da nikâhın asıl amacı olan cinsî münasebete mâni olmazsa, bu şartlar geçerli olmaz. Meselâ kadın nikâh akdinde kocasına 'Benim üzerime başka bir kadın almayacaksın' derse veya 'Kendisinin geçimini üstlenmemek' şartını koşarsa, nikâh akdine zarar vermez, fakat şartlar geçersiz olur. Çünkü Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah'ın Kitabı'nda olmayan her şart bâtıldır.” (Buharî/444)
Eğer mehir fasid bir şarta bağlanırsa mehir fasid olur. Çünkü mehire razı olmak, şarta bağlanmıştır ve o şart da fasiddir. Çünkü bu durumda rıza ortadan kalkar.
Üçüncü Kısım
Koşulan şart, nikâhın asıl amacı olan cinsî münasebete engel olursa, nikâh bâtıl olur. Meselâ kadın akid esnasında 'Benimle cinsî münasebette bulunmayacaksın’ veya 'Nikâhtan sonra beni boşayacaksın' diye şart koşarsa nikâh bâtıl olur. Çünkü bu şart, nikâhın asıl amacı olan cinsî münasebete engeldir.
* Gizli Ve Aşikâr Mehir İle Kocanın Verdiği Hediyeler Ve Kadının Çeyizi
Eşler gizlice bir mehir belirlerler, sonra da aşikâre olarak daha fazla miktardaki bir mehri söylerlerse, önce söyledikleri mehir esastır. Meselâ, gizlice yüzbin lira üzerine akid yapar, sonrada şöhret için akdin ikiyüz bin lira olduğu açıklanırsa, önce gizlice belirttikleri mehir lâzım olur ki, bu yüzbin liradır. Ama akidsiz olarak gizlice yüzbin lira üzerine anlaşır, sonra da açıkça ikiyüz bin lira üzerine akid yaparlarsa, akidte sözü edilen ikiyüzbin lira, mehir olarak geçerli olur. Gizli mehir, söylenirse muteber olur. Ama akidte söylenmezse muteber olmaz; açıklanan mehir muteber olur.*


NİKÂHI FESH ETMEK
Birbiriyle evlenenlerden birisinde delilik veya cüzzamlık gibi bulaşıcı bir hastalık görülse öteki için muhayyerlik hakkı vardır. İsterse nikahı fesh eder. Hatta evlendikten sonra birisinde böyle bir hastalık meydana gelirse diğeri yine muhayyerdir. Yalnız duhuldan sonra ünnet - erkeklik gücünün olmaması - meydana gelirse kadının muhayyerliği yoktur. Muhayyerlik meselesi fevridir. Yani hastalığının bulunduğunu öğrendiği gibi durumu mahkemeye intikal ettirecektir. Zamanında işi mahkemeye intikal ettirmezse muhayyerlik hakkını kaybeder.
Ünnet meselesini mutlaka mahkemeye götürmek gerekir. Yani erkeğin aczi anlaşılınca kadın hakime baş vuracaktır. Ünnet ya zevcin ikrarıyla veya ikrarına şahitlik yapan şahitlerle, yada zevc'in yeminden imtina etmesi halinde kadının yeminiyle sabit olur. Sabit olduktan sonra hakim aciz olan kimseye bir senelik bir müddet tanıyacaktır, bu müddet içerisinde durumu düzelirse ne ala, düzelmezse kadın yeniden işi hakime intikal ettirecektir. Sonra nikahı feshedecektir.
Dokunulmayan kadına mehir ve iddet gerekir mi?
Allah-u Teala buyuruyor; "Ey iman edenler! Mü’min kadınları nikâhlayıp, sonra onlara dokunmadan (cinsel ilişkide bulunmadan) kendilerini boşadığınızda, onlar üzerinde sizin sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur. Bu durumda onlara bir miktar mal veya geçimlik verin ve kendilerini güzel bir şekilde bırakın. " (Ahzab/49)
Âyetteki, «Mümin kadınları nikahlayıp da sonra, kendilerine dokunma¬dan...» ifadesinin -ki burada «dokunmak», cimadan kinayedir- zahirine göre çiftin bir arada kalmaları, münasebetin icab ettirdiği iddet ve mehri gerektirmez. İmam Şafii'nin görüşü budur. Delili ise, Allah-u Teala’nın kadı¬nın cinsi münasebetten evvel boşanması halinde iddet olmadığını bildirmiş olmasıdır. Halvet, bir arada kalma cima demek olmadığına göre, iddet ve mehir gerekmez.
Cumhur ise, halvet halinin (kimsenin bulunmadığı kapalı yer de karı kocanın yalnız kalması) münasebet gibi, mehrin tamamını ve iddeti icab ettirdiği görüşündedir.
MUT'A MALI
Mut'a, meta kelimesinden türemiştir ve kişinin 'yararlandığı şey' anlamına gelir. Buradaki mut'a'dan maksat, kocanın, boşadığı hanımına verdiği maldır.
 Mut'a'nın Vacip Olduğu Durumlar
Kocanın üzerine şu durumlarda mut'a vacip olur: 
A. Cinsî münasebetten sonra boşadığı zaman,
B. Nikâh akdinde mehir tayin edilmezse, cinsî münasebetten önce boşadığı zaman,
C. Kocada bulunan bir şeyden dolayı kadının ayrılmasına hükmedildiği zaman.
Meselâ kocanın mürted olması veya lian yapması durumunda mut'a vermesi gerekir. Kadınla cinsî münasebette bulunup bulunmaması hükmü değiştirmez. Ancak bu, mehir tayin edilmediği zaman söz konusu olur.
Kendisiyle cinsî münasebet kurulmadan boşanan kadına, eğer mehir tayin edilmişse mut'a verilmez. Zira bu durumdaki kadın tayin edilen mehrin yarısını alır. Ayrıca zaten kocasına da bir şey vermemiştir.
Söz konusu durumlarda mut'anın vacip olduğunun delili şu ayetlerdir: “Kadınlara yaklaşmadan ve mehirlerini tayin etmeden onları boşarsanız, size bir günah yoktur. Bu (durumdaki) kadınları faydalandırın. Zengin olan kendi kudretince, fakir olan da kendi kudretince uygun bir şekilde faydalandırsın (boşadığı hanımına bir şeyler versin).” (Bakara/236)
“Boşanmış kadınlar için, uygun bir tarzda faydalandırma (geçimlerini sağlama) vardır. Bu, Allah'tan sakınanlar üzerine bir haktır.” (Bakara/241)
Mut’a Miktarı
Eğer karı-koca arasında mut’a tayin edilmişse, aralarında anlaştıkları bu mal ister az, ister çok olsun kadının hakkıdır. Eğer mut'a konusunda ihtilafa düşerlerse, kadı eşlerin durumunu dikkate alarak mut'a tayin eder.
“Bu (durumdaki) kadınları faydalandırın. Zengin olan kendi kudretince, fakir olan da kendi kudretince uygun bir şekilde faydalandırsın.” (Bakara/236)
“Boşanmış kadınlar için, uygun bir tarzda faydalandırma vardır.” (Bakara/241)
Ancak mut'a'nın otuz dirhemden az, mehrin yarısından da fazla olmaması müstehabdır.
Mut'a'nın Meşruiyetinin Hikmeti
Mut'a'nın meşruiyetinin hikmetlerinden biri, kocasından ayrılan kadının gönlünü hoş etmek, onun elemini hafifletmektir.
Halkın çoğu, mehiri kadının bedeli olarak görüp aşırı gitmektedir. Onlar mehirde aşırı gitmenin, kadının mertebesini ve ailesini taltif etmek olduğunu zannediyorlar. Oysa mehirde aşırı davranmak, ne kadını, ne de ailesini taltif etmek anlamına gelir. Mehir, kadının evlenmeye istekli olduğunla ve bunu meşru bir şekilde yapmak istediğine delâlet eder.
Mehir, aile binasının temel taşlarından biridir. Ayrıca bu kişiler, mehirde aşın davranmanın topluma ve evlenen kişilere zararı dokunacağından, hatta toplumsal bir felâket halini alıp birtakım sosyal sorunlara sebep olacağından habersizdirler. Yine bu kişiler, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in sünnetine aykırı davrandıklarından da habersizdirler. Çünkü Hz. Muhammed (a.s.v.), mehrin az ve kolay olmasını tavsiye ederek bunun berekete sebep olduğunu belirtmiştir.
Mehirde aşırı davranmanın sebep olabileceği toplumsal fesada neden olanların bazılarını şöyle zikredebiliriz:
Mehir hususunda aşırı davranmak gençleri, özellikle de fakir gençleri evlenmekten uzaklaştırır. Bu durumdaki gençler de şeytana uyarak zinaya düşebilirler. Bu da neseplerin karışmasına, namusların kirlenmesine, hastalıkların artmasına sebep olur.
Gençler zamanında evlendirilirlerse, bu evlilik onları iffetli kılmaya sebep olur, ahlâk ve dinlerini muhafazada yardımcı olur. Bu durumda da toplum günah ve fücurdan korunur.
Mehir hususunda aşırı davranmak, kadınları fıtratın gereği olan evlilikten mahrum bırakır, bunun sonucu olarak da baba evlerinde uykularını kaçıran bir huzursuzluk ve boşluk içinde bocalamalarına sebep olur. 
Çünkü kadınlar huzursuzluk ve vesveselerini ortadan kaldıracak bir koca evine ihtiyaç duyarlar. O ev onların sükûnet ve ihtiyaçlarını karşılar. Fakat baba evinde bu ortamı bulamazlar. Dolayısıyla bu duruma düşmelerinin sebebi de mehir hususunda babalarının aşırı davranmasından kaynaklanmaktadır.
Ne var ki kadınların bu durumu, normal bir ortamda, yollarına fesad çıkmadığı zamanlarda böyledir. Eğer yollan uygunsuz bir ortama düşerse, kocasız kadınların çoğunda olduğu gibi hemen fitneye kapılırlar ve toplumu fesada sürüklerler, helak ederler.
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in mehir hususundaki sözlerine kulak verelim: “Evliliğin en bereketlisi, mehir ve nafaka bakımından en kolay olanıdır.” İmam Ahmed, VI/82, (Hz Aişe'den)
“Nikâhın en hayırlısı, en kolay olanıdır.” (Ebu Dâvud/2117)
Bu bakımdan ticaret amacıyla, şeref göstergesi olarak veya gurur ve kibir nedeniyle talep edilen mehirde hayır ve bereket olmaz.
Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Hz. Muhammed (a.s.v.), Abdurrahman b. Avf’ın üzerinde san bir boya lekesi gördü de 'Bu nedir?' diye sordu. Abdurrahman 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben 5 dirhem ölçüsünde altın bir çekirdek mukabilinde bir kadınla evlendim’ dedi. Rasûlullah 'Allah sana mübarek eylesin. Bir koyunla da olsa düğün ziyafeti ver’ buyurdu". (Buhari/4860, Müslim/1427)
Hz. Muhammed (a.s.v.), Abdurrahman b. Avf’a bereket için dua etmiştir. Bereket de 'hayrın çokluğu’ demektir. Çünkü bu evlilikte hayır vardır ve bu, mehrin az olmasının daha hayırlı olduğu düşüncesini pekiştirir. Acaba bu hususta aşırı gidip de bereketi yok edenlerin durumu nasıldır?
Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kadınların mehirlerini çoğaltmayın! Zira mehirleri çoğaltmak dünyada kerem veya Allah katında takva olsaydı, ona Peygamber hiç kuşkusuz sizden daha evla idi. Oysa Rasûlullah'ın 12 ukiyeden fazla mehir karşılığında kadınlarından hiçbirini kendisine ve kızlarından hiçbirini de başkasına nikahladığını bilmiyorum'" (Tirmizî/1114)
Sonuç olarak mehirde aşırı davranmak mekruh, mutedil davranmak da mendub'dur. Mehirde mutedil olmak, hem karı-koca için ve hem de toplum için hayır ve bereket sebebidir.

*    Tefviz Nikâhı
Tefvîz, lügatte bir işi başkasına havale etmektir. "İşimi Allah'a havale ettim" cümlesinde olduğu gibi. Fıkıh ıstılahındaysa, evlenme akdinden mehri çıkarıp uzaklaştırmaktır.
Tefviz nikâhı, mehri nikâhtan uzaklaştırmak demektir. İki kısma ayrılır:
1- Mehrin tefvizi: Örneğin kadının, velisine: "Beni dilediğin veya falanın dilediği miktardaki bir mehirle evlendir" demesidir.
2- Bıd'ın tefvizi: Örneğin kadının, velisine: "Beni mehirsiz olarak evlendir" veya "ne şimdi, ne de cinsel temastan sonra mehirsiz olarak beni evlendir" demesi gibi. Bunu söyleyen kadına mufavviza denir. Zîra bu kadın, evlendirilmesi işini velîsine bırakmıştır. Buna mufavvaza da denir. Çünkü velîsi, bunun işini kocasının yetkisine bırakmış, ona havale etmiştir. Reşid olması şartıyla kadının, velisine tefvizde bulunması sahih olur. Sefihin tefvizi ise, velayet bahsinde geçen şartlar çerçevesinde evlendirilmesi hususunda velîsine izin vermesi sayılır. Mehirden söz etmeksizin velîsine, "beni evlendir" demesi mehir için tefviz olmaz. Veya mehirsiz olarak bıd' için tefviz olmaz. Zîra evlenmenin âdeten mehirle olması gereklidir.
Tefviz nikâhının hükmüne gelince; velî, kadını mehr-i misille ve beldenin bilinen parasının mehir olarak ödenmesi üzerine evlendirirse, kadın için belirtilen mehir hak olur. Aksi takdirde, yani kadını mehr-i misilsiz veya beldenin bilinen parası dışındaki bir paranın mehir olarak ödenmesi koşuluyla evlendirir veya mehirden söz etmezse; kocanın cinsel teması veya ölümü durumunda kadına mehr-i misil vermek vâcib olur. Mehr-i misil takdir etmeden veya cinsel temasta bulunmadan boşarsa, kadına mehir yoktur. Ama mut'a vardır. Mehir takdir edilmeden koca ölürse, kadın için mehr-i misil kesinlik kazanır. Çünkü tefviz nikâhında mehr-i mislin vâcib oluşu hususunda, ölüm de cinsel temas gibidir. Bu, mutlaka böyledir. Koca, ölmeden kadın için mehr-i misil takdir etmiş olsa da olmasa da hüküm aynıdır.  


Mehirde Kadının Tasarruf Hakkı

Sırf sahih nikâh akdi sayesinde mehrin tamamına mâlik olunur. Bu da tasarrufunun tamam olmasını gerektirir. Zîra kişinin kendi mülkiyetinde bulunan bir şeyde dilediği gibi tasarrufta bulunması sahih olur" diyorlar diyecek olunursa, buna cevaben deriz ki: Bu mehir tamamıyla kadının her ne kadar mülkiyetindeyse de koca veya kadın tarafından vukûbulan ayrılma nedeniyle bu mehrin tümünün veya bir kısmının düşme ihtimali vardır. Dolayısıyla bu zayıf bir mülkiyettir. Mehri teslim almadan kadının onda yapacağı tasarruf sahih olmaz. 
Teslim aldıktan sonraysa mülkiyet kuvvetlenir ve kadının mehirde tasarrufta bulunması sahih olur ve kadın onu tazmin eder. Aynı şekilde kocanın da kadının mehrinde, ona henüz teslim etmeden tasarrufta bulunması sahih olmaz. Kadın hibe lâfzını kullanarak, tesellümden sonra kendi mehrinde kocası lehine bir tasarrufta bulunur, koca da gerdeğe girmeden onu boşarsa, hibe vesilesiyle mehrin tümünü hakkeder. Tesellümden önce hibe ederse, bu Şafiî mezhebinin kuvvetli görüşüne göre bâtıl olur. Mehrin yarısından fazlasını hak etmez. Gerdekten önce boşandığı takdirde kadın da mehrin diğer yarısını hak eder. Kocasına mehrin yarısını hibe ederse, koca bu hibe vesilesiyle mehrin yarısını, boşama nedeniyle de diğer yarısını hak eder. 
Sonra geriye bir mesele kaldı: Bu da, kadının hibe edilen yarı mehri kocaya karşı telef etmesidir. Bu hibeyi kocanın kendisi almış olsa -çünkü Şâfiîler nazarında hibenin kocaya yapılması ile başkasına yapılması arasında bir fark yoktur- kadın mehri telef ettiği takdirde koca, kendisine hibe edilmiş olan mehrin yarısındaki bir bedeli kadından almayı hak eder ki, bu da toplam mehrin dörtte biridir. Buna göre koca, hibeyle mehrin yarısına, boşamayla kalan yarının yarısına -ki bu dörtte birdir- sahip olur. Kalan dörtte biri de -telefiyetten ötürü- tâviz olarak alır. Böylece kadından mehrin tamamını almış olur. Mehrin yarısını kocasına hibe etmesi durumunda, kadına bir şey kalmaz.
Mehir borç olup kadın kocasını bu borçtan ibra eder (almaktan vazgeçer), koca da gerdekten önce onu boşarsa, mehir gitmiş olur ve eşlerden biri diğerinden birşey alma hakkına sahip olmaz. 
Mehrin Ayni Olması ve Onda Fazlalık Ya Da Eksilmenin Vuku Bulması
Mehir hayvan, bahçe, elbise veya tarla gibi bir ayın olur da, bu ayında bitişik bir fazlalık meydana gelirse, meselâ mehir bir hayvan olup bu hayvan tavlanırsa, veya mehir bir bahçe olup bu bahçe meyve verirse, veya mehir bir tarla olup bu tarlanın üzerine bir bina yapılırsa veya mehir bir elbise olup bu elbise boyanırsa, ya da mehirde kendisinden ayrı bir fazlalık meydana gelirse, meselâ mehir bir hayvan olup bu hayvanın yünü kırkılırsa veya mehir bir bahçe olup bu bahçenin meyvesi devşirilirse, bütün bunlar mehrin kadın tarafından teslim alınmasından ya önce, ya da sonra olur. Gerdekten önce boşarsa bu fazlalığın yarısı kocaya âit olur mu, olmaz mı?
Mehir artar, zevce de kocasından ayrılırsa ve bu ayrılığın sebebi zevce olursa, mehirdeki fazlalık, her halükârda kocaya âit olur. Zîra mehrin tümü kocaya aittir. Zevce, mehrin gelir veya ürününden bir şey hak etmez. Çünkü mehir, zevcenin mülkiyetinden çıktığı gibi, bu fazlalık da tümden onun mülkiyetinden çıkmıştır. Ama ayrılığa sebep olan kadın değil de, boşama veya başka bir yolla, koca ise mehirde meydana gelen fazlalık bitişik de olsa, ayrık da olsa, eşler onu yarı yarıya paylaşırlar. Bu, fazlalığın ayrılmadan sonra meydana gelmesi halinde söz konusu olan hükümdür.
Ayrılmadan önce meydana gelmesi halinde fazlalık; yavru, süt ve kazanç gibi ayrık ise, ayrılığın sebebi kadın da olsa, erkek de olsa fazlalığı kadın hak eder. Ayrılığın sebebi kocaysa, fazlalığın değil, sadece mehrin yarısını hak eder. Aksi takdirde fazlalığı almaksızın sadece mehrin tümünü almak üzere zevceye müracaat eder. Ayrılma, nikâh akdine bitişik bir sebeple olursa, meselâ kendisinde nikâh akdini feshetmeyi gerektiren bir ayıp bulunan bir kadını nikahlarsa; bir kavle göre mehrin fazlalığını almak için de kadına müracaat eder. Zîra nikâh akdi hiç yapılmamış gibidir. Ayrılma, kadın sebebiyle olmuştur. Mehrin tümü kocaya aittir.
Bir kavle göre koca ayrık mehir fazlalığını almak için zevceye müracaat edemez. Ancak bitişik fazlalığı almak için zevceye müracaat edebilir. Meşhur olan görüş budur. Bazıları bu hususta eşler arasında eşitlik uygulanmasını öngören görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü her iki durumda da nikâh akdi âdeta hiç yapılmamış gibidir.
Hayvanın tavlanması gibi mehre bitişik fazlalıklara gelince, ayrılma eğer koca sebebiyle olmuş ve kadın da mehrin fazlalığını eline geçirmişse, koca sadece mehrin yarısını hak eder. Mehrin fazlalığından bir şey alma hakkına sahip olmaz. Ama zevce müsamaha ederse, koca bu fazlalıktan pay alır. (Bu fazlalık ortada mevcut değilse) bunun kıymetini talep edemez. Örneğin bir kimse zevcesine mehir olarak bir hurmalık verir, sonra bu hurmalıkta çağla meydana gelirse, bu, hurmalığa bitişik bir fazlalıktır. Zevce, kocanın çağlayla birlikte hurmalığın yarısını almasına razı olursa, koca bunu kabul etmeye zorlanır. Kocanın, çağlanın kıymetini istemeye hakkı yoktur. Aksi takdirde çağlasız olarak hurmalığın yarısının kıymetini alır. Kocası kendisinden ayrılır, ayrılırken ağaçlar üzerinde olgunlaşmamış hurmalar bulunursa, kocası yansını alsın diye, kadın, hurmaları kesip devşirmeye zorlanmaz. Çünkü meyveler, hurmalık zevcenin mülkiyetindeyken meydana gelmiştir. Hatta hurma devşirme zamanına kadar zevce, bu çağlaları ağaç üzerinde bekletme imkânına sahiptir. Koca, meyveyi keserse, keserken hurma ağacının lif ve dallarını kırma gibi ağaçta bir zarar meydana getirmediği takdirde değerin yansına sahip olur. Çağlaların bekletilmesi uzun sürüp ağaçlara zarar verirse yine aynı hüküm söz konusu olur.
Koca, devşirme zamanı gelinceye dek meyvelerin ağaç üzerinde bekletilmesine razı olur, bununla birlikte sadece hakkını alırsa -ki bu, hurmalığın yansıdır- kadın sorumluluktan kurtulsun diye, kocanın bu yarıyı almış olması şartıyla, kadın bunu kabullenmeye zorlanır. Ama devşirilmesi zamanına dek meyvelerin ağaç üzerinde bekletilmesine razı olmazsa, buna yetkisi vardır. Tabiî bu durumda onları kesmeye de hakkı yoktur. Nitekim daha önce de bundan söz edilmişti. Aksine bunların kıymetini alma hakkına sahip olur.
Kısacası, kocanın anılan durumda zevcesine, meyveleri ağaç üzerinde bekletme imkânını tanıması ve meyveleri kesmeye zorlaması uygun olur. Ama koca da, hurmaları kesim zamanına dek bekletmek için razı olmaya zorlanamaz. Koca için kıymet alma hakkı vardır/Kesim nedeniyle hurmalıkta meydana gelen değer eksilmesi veya hurmaları ağaç üzerinde bekletme nedeniyle de koca, kıymet alma hakkına sahip olur. Ayıp meydana gelmesi nedeniyle mehrin eksikliğe uğramasının üç hali vardır:
1- Eşlerin ayrılmasından ve zevcenin tesellümünden sonra, zevcenin fiili veya yabancı bir şahsın fiili nedeniyle mehrin değer eksikliğine uğraması. Bu durumda koca, az da olsa çok da olsa, bu değer eksikliği farkını zevceden alma hakkına sahip olur. Ama başka bir sebeple meydana gelen değer eksikliğinin farkını talep edemez.
2- Ayrılmadan önce ve zevce tarafından teslim alındıktan sonra mehirde eksiklik meydana gelmesi. Bu durumda koca ayıplı olarak, ayrıca bir bedel almaksızın mehri alabileceği gibi, sağlam olarak edeceği fiyatın yarı bedelini de alabilir.
3- Talâktan ve kadın tarafından teslim alınmazdan önce mehirde eksilmenin vuku bulması. Bu durumda kadın buna razı olursa, koca, eksilmenin bedelini almaksızın, mehrin yansını alır. Çünkü mehirdeki bu eksiklik, kocanın yarımdayken meydana gelmiştir. Kadın buna razı olmazsa, mehr-i mislin yarısını alır ve koca tamamını alır. Mehirdeki ayıp, yabancı birinin vasıtasıyla veya zevce vasıtasıyla meydana gelmişse, koca, meydana gelen değer eksikliği farkını almakla birlikte mehrin aslının yarısını alır.
Geriye bir şekil daha kaldı ki, bu da mehrin bir taraftan artması, bir başka taraftan eksilmesidir. Bir kimse zevcesine, meyve vermemiş bir hurmalığı mehir olarak verir ve sonra bu hurmalık meyve verir ama öte taraftan bir âfet gelip bu meyveleri azaltırsa, ya da bir kimse zevcesine mehir olarak bir manda verir ve bu manda bir malak doğurur, ama öte taraftan manda hastalanır ve bu hastalık mandanın sütünü eksiltirse, bu durumda hüküm olarak mehrin değeri, eşler arasında paylaştırılır. Bunu kabullenmezlerse, o mala değer takdir edilir. Takdir edilirken malın değerinde meydana gelmiş olan artış ve eksilmeler nazar-ı itibara alınmaz. Bu anlatılanlar, ayrılmayla birlikte mehirde eksilmenin vukü bulmasına dair hükümlerdi. 
Mehir henüz kocanın yanındayken bir eksilme meydana gelir ve koca da karısıyla gerdeğe girmek isterse bunun dört şekli vardır: 
1- Mehirdeki ayıp, sefih olmayan reşîd zevcenin eliyle meydana getirilmiş olmalıdır. Bu durumda zevce, kocadan bir şey alma hakkına sahip olmaz.
2- Mehirdeki ayıp, semavî bir âfet nedeniyle meydana gelir, meselâ mehir bir hayvan olup bu hayvana körlük İsabet ederse, bu durumda kadın muhayyer olur: Dilerse mehri fesheder ve mehr-i misil alır. Dilerse mehri onaylar ve ayıplı da olsa alır.
3- Mehirde yabancı bir şahıs tarafından ayıp meydana getirilmesi.
4- Mehirde koca tarafından bir ayıp meydana getirilmesi. Bu iki durumda zevce mehri feshedip mehr-i misil almakla, ayıplanan mehri, değer eksikliği farkım talep etmekle birlikte, almak arasında muhayyer olur.
Kısaca, mehirde ayıp meydana gelmesi durumunda zevce, ilk üç durumda muhayyer olur. Yani mehir koca veya yabancı bir şahıs veya semavî bir âfet nedeniyle telef olursa, mehri feshedip mehr-i misil almakla, meydana gelen değer eksikliği farkını taleb ederek ayıplı mehri almak arasında muhayyer olur. Dördüncü durumda zevceye muhayyerlik yoktur. Bu son durum, reşid olan zevcenin mehirde ayıp meydana getirmesidir. * (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)
Nikâh Akdi ve Gerekleri
Nikâhın lügat mânâsı, iki şeyi birbirine birleştirmek, karıştırmaktır. Şer'î mânâsı ise akiddir; dolayısıyla eşlerin birbirlerinden faydalanmalarını mubah kılmaktır.


Nikâhın Sahih ve Bâtıl Olan Çeşitleri
Nikâh sahih ve bâtıl olmak üzere iki çeşittir. Bâtıl olan nikâh, sıhhat şartlarından birinin eksik olduğu nikâhtır. Bu tür nikâhın haram olmaktan başka hükmü yoktur. Dolayısıyla bu tür nikâhın üzerine evliliğin yükümlülükleri oluşmaz. Ancak bâtıl olan bazı nikâhlarda mehr-i misil vacib olur. Meselâ velisiz olarak yapılan nikâhtan sonra cinsî münasebet vuku bulursa, kadına mehr-i misil vermek vacip olur. Hz. Muhammed (a.s.v.)'in, üç defa 'Velisinin izni olmadan yapılan nikâh bâtıldır' dediğini nakletmiştik. Böyle bir nikâhtan sonra cinsî münasebette bulunan kişinin, kadının cinsel uzvunu helâl kıldığından dolayı mehr-i misil vermesi gerektiği rivayet edilmiştir. (Tirmizî/1102)
Sahih olan nikâh ise, nikâhın rükün ve şartlarından hiçbirinin eksik olmadığı nikâhtır, İşte böyle bir nikâhın üzerine aşağıda zikredeceğimiz birtakım yükümlülükler neticelenir.
Nikâh Akdinin Hükümleri
Nikâh akdinin birçok rüknü vardır. Nikâh ve nikâhın hükümlerinden bahsederken onları beyan etmiştik.


SAHİH OLAN NİKÂH AKDİ ÜZERİNE TERETTÜB EDEN HAK VE VACİPLER
Nikâh akdi sahih olarak yapıldıktan sonra, eşlerin üzerine karşılıklı olarak terettüb eden birtakım hak ve vecibeler vardır. Bu hak ve vecibeleri kendi yerlerinde zikredeceksek de şimdi onları burada maddeler halinde belirtmek istiyoruz:
1. Eşlerin her biri diğerinden meşru bir şekilde istifade etmelidir.
“Kadınlar sizin tarlanızdır (ekinliğinizdir). Tarlanıza dilediğiniz biçimde varın.” (Bakara/223) 
Allah`ın nimetinden helâl olarak yararlanmak, yapacağı hayırlı işler için fikrini meşgul eden cinsel arzuyu, sağlam düşünebilmek için gidermek, koca karının, karı da kocanın hakkını ödemek ve en önemlisi Müslüman nesli yetiştirmek amacıyla yapılan meşru (helal) bir cinsel ilişki ibadettir ve insana aldığı zevkler yanında sevap da kazandırır.
2. Kadın, kocasına tâbi olmalı ve itaat etmelidir. 
Ayrıca nefsini kocasına teslim etmeli ve onun evinin koruyucusu olmalıdır.
Bu hususta Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Kadın, kocasının yatağını (mazeretsiz) terk ederek gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lanet ederler.” (Müşlim/l436, Buharî/-4897)
“Bir erkek karısını yatağına davet ettiği zaman kadın (mazereti olmadığı halde) gelmez ve kocası da ona dargın olarak gecelerse, melekler sabaha kadar o kadına lanet ederler.” (Müslim/1436)
“Sizin onlar (kadınlar) üzerindeki hakkınız, hoşlanmayacağınız kimselere döşeklerinizi çiğnetmemeleridir.” (Müslim/1218)
3. Koca, karısının mehrini vermelidir. 
Çünkü mehir, kadının kocası üzerindeki bir hakkıdır.
“Kadınlara nikâh bedellerini (mehirlerini) zorluk çıkarmaksızın verin!” (Nisa/4)
4. Kadının geçimi kocanın üzerinedir.
Tüm Müslümanlar, kadının geçiminin koca üzerine vacip olduğunda ittifak etmişlerdir.
“(Boşadığınız) kadınları gücünüz nisbetinde oturmakta olduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. Onları darlık ve sıkıntıya sokmak maksadıyla kendilerine zarar vermeyin. Eğer gebe iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin.” (Talak/6)
Hz. Muhammed (a.s.v.) de şöyle buyurmuştur: “Onların (kadınların) sizin üzerinizdeki hakları da mâruf veçhile rızıklandırılmaları ve giydirilmeleridir.” (Müslim/1218)

* Evlilik Nafakası
Bilindiği gibi nafaka üç nev'idir: 
1- Yedirme, 2- Giydirme, 3- Barındırma.
Yedirme ve giydirme; zenginlik ve yoksulluk açısından kocanın durumuna göre takdir edilir. Bunlar takdir edilirken, karının durumu nazar-ı itibâra alın­maz. Zengin ve yoksul kocaların haklarının ne olduğu da bilinmektedir.
Meskene gelince; kocanın durumuna göre değil de kadının durumuna uygun bir meskeni kadın için temin etmek, kocaya farzdır. Çünkü yedirme ve giydirmede muteber olan, bunları kadına mülk etmektir. Yani koca yiyecek ve giyeceği karısına mülk olarak verir. Koca ise, ancak muktedir olabildiği şeyleri mülk olarak verebilir.
Meskenin durumuna gelince; bunda muteber olan faydalanmadır. Çünkü koca meskeni karısına mülk etmemektedir. O karısını, durumuna göre uygun tarzda meskenden yararlandırmakla yükümlüdür.
Bu hususlar şöyle açıklanmaktadır:
Malî sıkıntı içinde bulunan kocanın, her günün fecir vaktinde karısına bir müd yiyecek vermesi farzdır. Şâfiîlerde tartı olarak bir müd, yüzyetmişbir tam, yedide üç dirhem ağırlığındadır.
Malî sıkıntı içinde bulunan kocanın karısına, içinde bulunduğu belde halkının çoğunlukla azıklandığı gıda maddesinden yarım kadeh verilir.
Malî sıkıntı içinde bulunan kimsenin tanımı şöyledir; Hiç malı olmayan veya malı olup da ekseriyetle yaşayabileceği ömrüne paylaştırıldığı takdirde kendisine yetmeyecek olan kimsedir. Çoğunlukla emsallerinin yaşadıkları yaşa ulaştığında malı kendisine bir yıl süreyle yetmeyecekse mu'sir olur. Meselâ mülkündeki şeyler, kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere göre senenin günlerine paylaştırılır. Yanında kalan bir buçuk müdden fazla olursa, mu'sir olmaz da orta halli olur. Karısına bir buçuk müdlük gıda maddesi vermesine hükmedilir. Aynı şekilde yükümlülüklerinden sonra arta kalan iki müd olursa, varlıklı kimse olur.
Özetle Şâfiîlere göre mu'sir; malı varsa kendisinin çoğunlukla yaşayacağı ömrü boyunca gerekecek nafakasının kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere taksim edildikten sonra ancak bir müdde muktedir olan kim­sedir. Yanında malı yoksa da böyledir. Bir müd, mu'sir (malî sıkıntı içinde) olan koca üzerine vâcib en az nafaka miktarıdır. Yanındaki gıda maddesi bir müdden fazla olur da iki müdde ulaşmazsa, orta halli olur. Karısına (günlük olarak) birbuçuk müd vermesine hükmolunur. Yanındaki fazlalık iki müdde ulaşırsa, varlıklı olur. Karısına iki müd vermesine hükmolunur. 
Şâfiîler nafaka takdirini bu esaslara göre yaparlar. Karıya yetip yetmemesini nazar-ı itibâra almazlar. Çünkü karı bazen hasta olur veya herhangi bir sebepten dolayı yemek yiyemez. Kadına bu kadar nafaka verilir ve kendisi bunda dilediği gibi tasarrufta bulunur. 
Ancak kocasıyla beraber yemek yeme hususunda anlaşırsa, o takdirde nafakası düşer. Kocanın, karısına tahılı tane halinde vermesi gerekir. Un veya ekmek veyahut tahılın kıymetini vermesi yeterli olmaz. Tanelerin bit ve benzeri şeylerden salim olması gerekir. Koca, taneden gayrı şeyleri verdiğinde kadın bunları kabul etmek mecburiyetinde değildir. Kadının kocada kalmış geçmişe ait nafakası varsa, kocasından veya kocasının vekilinden o nafakayı bedel olarak para, kumaş ve benzeri şeyleri alma hakkına sahip olur. Gelecek zamana ait nafakaların karşılığını para olarak ne kocasından ne de başkalarından alabilir.
Hazır olan; yani içinde bulunulan günün nafakasına gelince; kadın, bunun karşılığını para olarak sadece kocasından alabilir. Öyle ki nafakada bunu kocadan başkası yaparsa sahih olmaz. Ancak bu bedel ribâ ise, -meselâ buğday yerine ekmek veya tahıl yerine un gibi- hiç bir halde caiz olmaz.
Koca (karısına nafaka olarak vereceği) tahılı öğütüp, hamur haline geti­rip pişirerek ekmek yapmakla yükümlüdür. Kadın bu işleri kendi başına yapmayı adet haline getirmiş olsa bile, bu işleri yapmak mecburiyetinde değildir. 
Ayrıca koca kendi durumuna uygun olacak kadar et ile, sebze, peynir, yağ, bal ve benzeri alışılagelen katıkları hazır etmekle yükümlüdür. Sonra eğer et yetiyorsa ne âlâ. Aksi takdirde karısına katığı tamamlaması gerekir. Alışmış olan kadın için, kocasının katığa ek olarak meyve temin etmesi de gerekir. Bazı mevsim günlerini de yenilmesi adet edinilmiş olan pasta, yemiş, balık, aşure tatlısı gibi yiyecekler de meyve gibidirler. Tiryakisi ise kadına sigara ve kahve parasını vermesi gerekir. 
Kadın hâmileyken iştahının meselâ bazı acılı, ekşili şeyleri çekmesi durumunda, kocasının ona lâzım olan bu şeyleri temin etmesi gerekir. Vermeyecek olursa, karısının ondan isteyeceği şeylere karısını sahip kılması vaciptir. 
İçme, temizlenme ve cinsel temastan dolayı kendisiyle gusletmesi için gerekli suyu temin etmesi vâciptir. 
Yemek pişirme ve su içme için her zamana uygun olarak gerekli aletleri karısına temin etmekle yükümlüdür. 
Tarak, yağ ve sabun gibi temizlik alet ve malzemelerini de temin etmesi gerekir. Emsali kadınlar için her ay veya her cuma adet haline getirilen hamam ücretini de karısına vermesi gerekir. 
Kına ve süslenme (tuvalet) malzemelerine gelince; koca bunları temin etmekle yükümlü değildir. Çünkü bu gibi şeyler kocaya bağlıdır. Karısı için süs olarak gerekli gördüğü şeyleri temin etmek, kocanın yükümlülüğüdür. 
Hastalık tedavisinin, tabibin, hacamatçının, kan alanın ve benzerlerinin ücretini vermek, kocaya düşmez. Bu anlattıklarımız yemek, içmek ve bunlara bağlı olan şeylerle ilgili hükümlerdir.
Giysiye gelince, senenin her mevsiminde kadına yetecek kadar giysi takdir edilir. Bu, kadının uzunluk ve kısalığına; kocanın zenginlik ve yoksulluğuna; insanların adetine, soğukluk ve sıcaklığa göre değişir. Giysi, (içinde barınılmakta olan) meskenin; hasır, halı, kilim ve örtü gibi mutad sergisine tabidir. Kadı bütün bunları takdir ederken, mahallin adetlerine uyar. Öyle ki kadın evi serilmeyen bir kadınsa, evi serilmez. Kadına her altı ayda bir giysi verilir. Kendi hatası sonucu olmasa bile giysisi telef olduğu takdirde, başka giysi almaya hakkı olmaz.
Koca yoksul da olsa kendisinin durumuna değil de karısının durumuna uygun bir meskeni, karısına temin etmekle yükümlüdür. Bu ev, mülk de olabilir, kira da... koca, yoksul da olsa karısına bir hizmetçi temin etmekle yükümlüdür. Ancak kadının hür olması ve kendisi hizmet ettirmese bile emsali kadınlara hizmetçilerin hizmet etmekte olmaları şarttır. Aksi takdirde koca hizmetçi tutmakla yükümlü olmaz. Meğer ki kadın hasta veya çok yaşlı olsun: Bu durumda her ne kadar adet olarak kendisine hizmet edilmesi gerekenlerden değilse de kocanın onun için bir hizmetçi tutması vâcib olur. Hizmetçinin karıya bakması helâl olanlardan olması şarttır. Koca, durumuna uygun tarzda hizmetçiye yemek vermekle yükümlüdür.
Nafakanın; Kumaş, Tahıl Veya Bunların Para Olarak Kıymetleriyle Takdir Edilip Edilemeyeceği Hususu
Nafakanın önce belirtildiği gibi çeşitli sınıftan mad­delerden takdir edilmesi gerekir. Bilindiği gibi kadın, nafakasının bedelini (para olarak) almaya zorlanamaz. Zamanı gelmemiş nafakasının bedelini de isteyemez. Çünkü bu ne kocanın ne de başkasının üzerine henüz vâcip olmamıştır. Donmuş (geçmişten kalmış) nafakaya gelince; bunun bedelini kocasından veya başkasından alabilir. İçinde bulunulan günün nafakasının bedeli neyse, -bu ribâ değilse- sadece kocasından para veya başka bir eşya olarak alabilir. * (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)
5. Kadınlar arasında adil davranmalıdır.
Eğer erkeğin birden fazla hanımı varsa onlar arasında adalete uygun olarak taksimat yapması gerekir. Bu hususta Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Bir erkeğin iki karısı olur ve onlar arasında adalet yapmazsa, kıyamet günü bir tarafı çarpık olarak gelir.” Tirmizi114l, İbn Mâce/1969, Ebu Dâvud/2133, (Ebu Hüreyre'den)
Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Muhammed (a.s.v.), hanımları arasında (günlerini) adaletle böler ve 'Allahım! Elimden geldiği kadarıyla benim taksimim budur! Senin kadir olduğun ve benim elimden gelmeyen hususlarda beni kınama' derdi". (Tirmizî/1140, Ebu Dâvud/213'f ve diğer muhaddisler)
(Bu husus, ileride “Çok Eşlilik” konusu altında ayrıntılı olarak ele alınacaktır.)
6. Nesebin sabit olması
Cinsî münasebetten sonra, hamileliğin bilinen müddeti içinde doğan çocuklar kadının kocasına nisbet edilir. Hamileliğin en az müddeti altı ay, en fazla müddeti ise dört yıldır. Bu bakımdan meşru olan her evlilikten doğan çocuklar kocaya nisbet edilir. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: "Çocuk döşek sahibinindir. Zâni'ye de taş (hadd) vardır.” Müslim/1457, (Hz. Aişe'den)
7. Miras
“Mirasın şartları tamam olduğunda, eşler arasında miras sabit olur. Vasiyetler yerine getirildikten ve borçlar ödendikten sonra, eğer çocukları da yoksa, hanımlarınızın bıraktığı malın yarısı; eğer çocukları varsa 1/4'i sizindir. Vasiyetlerinizin ve borcunuzun ifa edilmesinden sonra eğer çocuğunuz da yoksa bıraktığınız malın 1/4'i, eğer çocuğunuz varsa l/5 eşinizindir. Babası, annesi ve evlâdı olmadığı halde vefat eden bir erkek veya kadının erkek veya kız kardeşi varsa, vasiyeti ve borcu çıktıktan sonra onların her birine terekenin 1/6'i düşer. Eğer kardeşler birden fazla iseler, hepsi vasiyet ve borç çıktıktan sonra zarara uğratılmış olmaksızın terekenin 1/3'inde ortaktırlar. Bu, Allah'tan bir tavsiyedir (emirdir). Allah bilendir ve halimdir. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah o kimseyi altından nehirler akan cennetlere yerleştirir. O cennetlerde ebedî kalıcıdırlar. Bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Nisa/12)
 Nikâh Akdinin Sünnetleri
Nikâh akdinin birtakım sünnetleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
A. Nikâh akdinden önce hutbe okumak.
Bu hutbenin koca adayı veya onun vekili tarafından okunması müstehabdır. Bu hususta Abdullah b. Mes'ud'dan merfû (Hz. Peygamber'e nisbet edilen söz ve haber anlamında hadis terimi) olarak rivayet edilen bir hadîsi Hutbe bahsinde nakletmiştik.
B. Eşlere dua etmek.
Nikâh esnasında eşlere dua etmek sünnettir. Zira Ebu Hüreyre şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah evlenen bir kimseyi tebrik edeceği vakit 'Allah sana mübarek eylesin, sana mübarek olsun, aranızı hayırla cem etsin’ buyurdu". (Tirmizî/1091,. Ebu Dâvud/2130, İbn Mâce/1905)
C. Nikâhı ilan etmek.
Nikâhı aleni yapmak ve tef çalarak ilan etmek sünnettir. Nikâhı gizletmek veya gizli yapmak mekruhtur. 
Zira Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Bu nikâhı aleni yapın, onu ilan etmek için de tef çalın.” İbn Mâce/1895, Tirmizî/1088, (Hz. Aişe'den)
“Haram (birleşme) ile helâl (izdivac)ı birbirinden ayıran şey,  tef ve ses teşhirdir!” (Tirmizi/1088)
“Bu nikahı aleni yapın, onu mescitlerin içinde kurun ve onun için tef çalın.” Tirmizî/1089, (Hz. Aişe'den)
Nikâh için sevinç gösterileri yapmak, güzel oyunlar oynamak da sünnettir.
Hz. Aişe Ensar'dan bir kişiye gelin götürdü. “Hz. Muhammed (a.s.v.) 'Ey Aişe! Beraberinizde çalgı aletleri var mıydı? Çünkü Ensar bunu sever' dedi.” (Buharî/4867)
Ancak fitneye, şehvetleri tahrik etmeye sebep olan şeyler ve içinde hayasız sözler bulunan şarkılar haramdır.


VELİME YEMEĞİ
(Düğün Yemeği)
Velime, içtima mânâsına gelen velim kökünden müştaktır. Buna velime denmesinin sebebi, koçların bir araya gelmesindendir. Velimenin lügat mânâsı, düğün ve davetlerde verilen yemek demektir.
Velime'nin Hükmü
Düğün sebebiyle velime yemeği vermek sünnet-i müekkededir. Çünkü bu, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in hem fiili, hem de sözüyle sabit olmuştur. Bu hususta Enes b. Mâlik'ten şöyle rivayet edilmiştir: 'Rasûlullah, Saliye binti Huyey için kavut ve hurmadan düğün ziyafeti verdi'. (Buharî/4877, Tirmizî/1090, Ebu Dâvud/3744, İbn Mâce/1909)
Yine Enes b. Mâlik şöyle rivayet etmiştir: 'Gün yükseldiği zaman Rasûlullah bizlere (Zeyneb İçin) ekmek ve et ziyafeti verdi'. (Müslim/1428)
Resûlüllah (a.s.v.) bazı kadınlarıyla evlenmesi münasebetiyle yemek tertip ettiği gibi, evlenen Abdurrahman bin Avf'a: "Bir şat (keçi veya koyun)la da olsa yemek tertip et" diye emir buyurdu.
Yine Enes b. Mâlik şöyle rivayet etmiştir: "Abdurrahmah b. Avf, Rasûlullah zamanında altından bir çekirdek karşılığında evlendi de Rasûlullah ona 'Bir koyunla da olsa düğün ziyafeti yap' buyurdu". (Buhari/4872, Müslim/1427) Âlimler, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in fiilini ve sözünü mendup olarak değerlendirmiştir.
Velime Yemeğinin Ölçüsü
Velime yemeğinin en azı, bir koyundur. En çoğunun ise sınırı yoktur.
Velime Yemeğinin Zamanı
Düğün velimesinin zamanı, akidden itibaren başlar, gerdek gecesine kadar devam eder. Ancak cinsî münasebetten önce velime yemeği vermek en efdalidir. Çünkü Hz. Muhammed (a.s.v.), velime yemeklerinin tümünü cinsî münasebetten önce vermiştir.
Velime'nin Meşruiyetinin Hikmeti
Düğün velimesinin meşru kılınmasının hikmeti, kendisini evlenmeye ve insanları kendisinin yanında toplamaya muvaffak ettiğinden ötürü Allah'a şükretmektir. Çünkü bu toplantı sayesinde insanlar tanışırlar, yakınlaşırlar. Ayrıca nikâh da gizlilikten aleniyete çıkmış olur.
Velime Yemeğine İcabet Etmenin Farz-ı Ayn Olması ve Bu Yemeğe İcabet Etmemenin Hükmü 
Evlenme münasebetiyle tertip edilen yemeğe vaki olan davete icabet etmek vaciptir. 
 Resûlüllah (a.s.v.) buyuruyor: اِذَا دُعِىَ اَحَدُكُمْ اِلَى الْوَلِيمَةِ فَلْيَاْتِهَا "Sizden biriniz, evlenme münasebetiyle yapılan yemeğe davet edilirse icabet etsin." Böyle bir yemekten fakir ve muhtaç olan kimseleri mahrum bırakmak doğru bir şey değildir. 
Velime yemeğine icabet etme hususunda Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri düğün yemeğine davet olunduğunda oraya gelsin.” Buharî/4878, Müslim/1429, (İbn Ömer'den)
Ebu Hüreyre'nin rivayeti şöyledir: “Kim (özürsüz olarak) davete gitmezse, muhakkak Allah'a ve Rasülüne isyan etmiş olur.” (Müslim/1432)
Düğün yemeğine icabet etmenin vacip olmasının birtakım şartları vardır.
Alimler bu şartları şöyle beyan etmişlerdir:
A. Davet sahibi, sadece zenginleri davet etmemelidir. -
Sadece zenginlerin davet edildiği düğün yemeğine icabet etmek vacip değildir. 
Resûlü Ekrem (a.s.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor:
شَرُّ الطَّعَامِ طَعَامُ الْوَلِيمَةِ يُدْعَى اِلَيْهَا الْاَغْنِيَاءُ وَيُتْرَكُ الْفُقَرَاءُ وَمَنْ لَمْ يُجِبَّ الدَّعْوَةَ فَقَدْ عَصَى اللّٰهَ وَرَسُولَهُ
"En kötü yemek, zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı (evlenme münasebetiyle yapılan) velime yemeğidir. Davete icabet etmeyen, Allah ve Resûlüne asi olmuştur." (Müslim/1432)
Bu hadîs, sadece zenginlerin davet edilip fakirlerin terkedildiği bir zamanın geleceğini haber vermektedir. Bu Hz. Muhammed (a.s.v.)'in bir mucizesidir. Bugün bu mucize tahakkuk etmiştir.
B. Davet eden de, davet edilen de Müslüman olmalıdır.
Müslüman olmayan kişinin velime davetine icabet etmesi farz değildir.
C. Velime yemeğinin ikinci günü olmamalıdır.
Eğer velime yemeği birkaç gün devam ediyorsa birinci gün değil de ikinci gün davet edilirse, buna icabet etmek farz değil, müstehabdır. Eğer üçüncü gün davet edilirse, buna icabet etmek mekruh olur.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Birinci günün yemeği vacip, ikinci günün yemeği sünnet, üçüncü günün yemeği ise gösteriştir; her kim gösteriş yaparsa Allah da onu (kıyamet günü) teşhir eder.” Tirmizî/1097, (İbn Mes'ud'dan)
“Velime, birinci günde hak, ikinci günde mâruf, üçüncü günde ise riya ve gösteriştir.” (İmam Ahmed, V/28)
D. Davet, sevgi nedeniyle yapılmış olmalıdır.
Eğer korkudan veya o kişiden faydalanmak amacıyla davet yapılırsa, icabet etmek vacip olmaz. Bu durumda kişi muhayyerdir.
E. Davet sahibi zâlim, şerir ve malını haramdan kazanan bir kişi olmamalıdır. Böyle olan kişinin davetine icabet etmek vacip değildir.
F. Davet yerinde münker birşey olmamalıdır.
Meselâ erkek ve kadınların karışık bulunduğu bir davete, insan ve hayvan resimlerinin/heykellerinin bulunduğu bir davet yerine gitmek vacip değildir. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim Allah'a ve ahiret gününe iman etmişse, içkilerin dolaştırıldığı bir sofrada oturmasın.” (Hâkim, Müstedrek, IV/288)
Davete icabet eden kişinin icabetiyle münkerler ortadan kalkacak-olursa, davete icabet etmek vacip olur.
* Davete icabet etmenin vacip olmasının sekiz şartı vardır:
1 - Çağıran ve çağırılanın Müslüman olmaları.
2 - Muayyen kimselerin çağrılmaması. Bütün mahalle veya komşular veyahut köy halkının tamamı çağrılmış olmalı.
3 - Bizzat yemek sahibi veya vekili tarafından davetin vaki olması.
 Meselâ gelmek isteyen gelsin diye umumi bir davet yapılırsa icabet etmek vacip değildir.
4 - Yapılan yemek bir günden fazla devam ederse, birinci günde davetin vaki olması. İkinci ve üçüncü günlerde vaki olan davete icabet etmek vacip değildir.
5 - Korku için davetin vaki olmaması.
6 - Hastalık veya başka bir mazeretin bulunmaması.
7 - Yemek mahallinde onu rahatsız edecek zalim ve ahlaksız bir kimsenin bulunmaması.
8 - İslam’ın kabul etmediği gayri meşrû bir şeyin bulunmamasıdır. Ancak oraya gitmesiyle gayri meşrû olan şeyin izale edileceğini biliyorsa icabet etmesi lazımdır. * (Halil Günenç- Büyük Şafii İlmihali)
Velime Yemeğinden Yemek
Velime davetine icabet eden kişinin, velime yemeğinden yemesi vacip değildir. Vacip olan sadece orada hazır bulunmasıdır. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “İçinizden biri bir yemeğe davet edildiği zaman hemen İcabet etsin; artık isterse yemek yer, isterse yemeyip bırakır.” Müslim/1430, (Câbir'den)
Bazı âlimler, oruçlu olmayan kişinin velime yemeğinden yemesinin vacip olduğunu söylemişler ve buna delil olarak da şu hadîsi göstermişlerdir: “Sizden biri bir davet alırsa, icabet etsin, eğer oruçlu ise davet sahibine dua etsin, oruçsuz ise yemek yesin.” Müslim/1431, (Ebu Hüreyre'den)
Hadîsin metninde geçen Feyusalli (salât etsin) ibaresinin mânâsı, 'dua etsin' demektir. Salât'ın lügat mânâsı dua demektir.
“Onlar için dua et (salli), şüphesiz senin saîâtın (duan) onlara huzur verir.” (Tevbe/103)
Velime yemeğine davet edilen kişinin, bir şeyler yemesi müstehabtır. Gelin üzerine şeker, badem, ceviz, dinar ve dirhem gibi şeyler serpmek caizdir. Serpilen şeyleri toplamak da helâldir. Ancak toplamamak daha evladır.


*MEVLÛT (Mevlid)
Evlenme gibi münasebetlerde bir çok kimse mevlid okutup ziyafet tertip ediyor. Öyle ki bu İslâm’ın bir çok ülkelerinde adet haline gelmiştir. Onu yapmayan kınanıp kötülenir. Yapılan bu işin İslâm’da yeri nedir şeklinde sık sık sorulmaktadır. 
Bu soruya cevabımız şöyledir: Mevlid ne farz, ne de sünnettir. 
Bu adet Peygamber (a.s.v.)'in vefatından sonra icat edilmiştir. Hangi tarihte icat edildiğine dair kesin bir vesika yoktur. İ'anetüttâlibin (C.3, S.364)'te Sahavi'den naklettiğine göre Peygamber (a.s.v.)'den üç asır sonra icad edilmiştir. 
İbnü’l Cevzi’ye göre de Mevlid, hicri tarihine göre yedinci asırda Erbil meliki Elmuzaffer Ebu Said tarafından icat edilmiştir. İmamı Suyuti de "Elhâvifi lilfetâva" adlı kitabında (C. 1, S. 189) aynı kanaati yürütmektedir. Aynı kitap, Maliki olan eş-Şeyh Tacüddin Ömer bin Ali el-lahmi'nin "Mevlid okutmak caiz olmayan bir bid’attir" şeklinde sözünü naklederken kendisinin bu kanaatta olmadığını beyan etmekte ve İbni Haceri'l-Askalâni gibi zevatın sözlerine dayanarak mevlidi okutmanın iyi bir şey olduğunu açıklamaktadır.
İbni Haceri'l-Askalâni, "Mevlidin hükmü nedir?" diye sorulan bir suali şöyle cevaplandırdı: "Mevlid işi bid’attır. Bunu Selef-i sâlihinden hiçbir kimse yapmamıştır. Hicretten üç asır sonra meydana gelmiştir. Bununla beraber mevlid işinin iyi tarafları vardır. İyi tarafları yapılırsa bidati hasene sayılır, yoksa bidati seyyie'dir."
Sonra şöyle devam ediyor: "Mevlidin meşruiyetine dair iyi bir vesika buldum." Buhari ve Müslim'de sabit olmuştur ki Peygamber (a.s.v.) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin aşure gününde oruç tuttuklarını gördü. Onlara Orucun sebebini sorunca şöyle dediler: "Bugün Allah'ın, Firavnı denizde boğup Musa'yı kurtardığı bir gündür. Biz Allah'a şükrederek onu oruç tutuyoruz. Bunun üzerine Peygamber (a.s.v.) Biz Musa'ya sizden daha yakınız..." Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde Allah'a şükretmek tam yerindedir. Yalnız Mevlidin, Peygamberin doğduğu günde olması için dikkat etmek lazımdır. Sair günlere teşmil edip mevlid merasimini icra etmek manasızdır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, zamansız olarak halkın okuttukları Mevlidin pek ehemmiyeti yoktur. Mevlid, erkek ile kadınların bir araya gelmesine vesile olacak veya içki içilmesine yol açacak ise onu tertip eden kimsenin Allah'ın indinde mesul olacağı gibi oraya giden kimse de mesuldür.   * (Halil Günenç- Büyük Şafii İlmihali)


 *ÇOK EŞLİLİK
Toplumun hayat tarzı, gelenekleri, kültürü, erkek-kadın nüfus oranı, ekonomik ihtiyaç ve imkân, sosyal statü, bölgesel şartlar gibi dış faktörlerle de yakından ilgili olan çok evlilik insanlık tarihinde yaygın bir geçmişe sahip bulunmaktadır. Eski Bâbil ve Mısır’da yaşayanlardan Atinalılar’a, Hintliler’e, İranlılar’a, Türkler’e, Slavlar’a, Cermenler’e ve Anglosak-sonlar’a varıncaya kadar birçok millet ve toplumda çok evliliğin uygulama alanı bulduğu bilinmektedir. Hammurabi kanunlarında belirli şartlarla ikinci evliliğin meşrû kabul edildiği görülür. Arkeolojik kazılardaki bulgulardan, Anadolu’da da bazı durumlarda çok evliliğin uygulandığı anlaşılmaktadır. Brahmanizm ve Zerdüştîlik gibi Doğu dinlerinde çok evlilik meşrû kabul edilmiştir.
Yahudilik ve Hristiyanlık’ta çok evliliği yasaklayan bir hüküm yoktur. (Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. İbrâhim (Tekvîn, 16/14), Hz. Ya‘kūb (Tekvîn, 29/20-30; 30/36), Hz. Dâvûd (II. Samuel, 5/13-16), Hz. Süleyman’ın (I. Krallar, 11/3; Neşîdeler Neşîdesi, 6/8) ve İsrâiloğulları’nın diğer bazı peygamberlerinin (meselâ bk. Çıkış, 18/2-4; Sayılar, 12/1) çok karılı oldukları belirtilmektedir.
Çok evlilik, Câhiliye dönemi Arapları arasında da yaygın bir uygulamaya sahip olup evlenilen kadınların sayısı konusunda herhangi bir sınırlama yoktu. Kabile ve ailelerin gücü ilk planda nüfusa dayandığından çok evlilik, iş gücünü arttıran ve savaşlar sebebiyle uğranılan nüfus kaybını telâfi eden tabii bir yol olmasının yanında o günkü yerleşik ve göçebe Arapların hayat tarzının, kadın-erkek nüfus oranının, gelenek ve kültürlerinin bir sonucu idi. Hatta çok evlilik kuvvet ve servetin, tek evlilikse zayıflık ve fakirliğin sembolü kabul edilmekte ve bu sebeple çok evlilik toplum içinde bir iftihar ve itibar vesilesi sayılmaktaydı.
İslâm dini tek evliliği teşvik etmekle birlikte prensip olarak çok evliliği yasaklamamıştır. Ancak zorlaştırıcı birtakım kayıt ve şartlardan başka ona bir üst sınır getirmiş ve en çok dört kadınla evlenmeye izin vermiştir. Konu ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlara haksızlık yapmaktan korkarsanız hoşunuza giden kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan endişe ederseniz bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz câriyelerle yetinmelisiniz. Doğruluktan sapmamanız için en uygun olan yol budur” (en-Nisâ 4/3) denilmektedir. Öte yandan Hz. Peygamber, beş hanımla evli olarak İslâmiyet’i kabul eden Nevfel b. Muâviye’ye birisini bırakmasını (Beyhakī, VII, 184), sekiz hanımlı Kays b. Hâris ile (İbn Mâce, “Nikâḥ”, 40) on hanımlı Gaylân b. Seleme’ye de (Tirmizî, “Nikâḥ”, 33) dörtten fazla olan hanımlarını boşamalarını emretmiştir.
İslâm hukukunda da çok evlilik dinin bir emri olarak değil, ihtiyaç halinde kullanılabilecek bir ruhsat olarak tanıtılmış, kural olarak tek evlilik tavsiye edilmiştir. 
İslâm âlimleri çok evliliğin hangi sebeplerle meşrû kılındığı hususunda bazı değerlendirmeler yapmışlardır. 
1. Milletlerin güçlü ve itibarlı olmalarında çeşitli etkenlerin yanı sıra nüfusun önemli rol oynadığı bir gerçektir. Tek başına yeterli sayılmamakla birlikte nüfus faktörü olmadan güçlü millet olmak ve büyük devlet kurmak mümkün değildir. Bu hedefe ulaşabilmek için gerektiğinde çok evlilik yönteminin kullanılması sağlıklı bir yol olarak görülmüştür. 
2. Savaşlar sebebiyle, hatta nüfus artışının tabii seyri sonucu bazen kadın nüfusu erkek nüfusundan fazla olabilmektedir. Tarihte meydana gelen ve günümüzde tekrarlanan olaylar bu sosyal gerçeğin sürüp gideceğini göstermektedir. Kadın ve erkek nüfusu arasındaki sayısal farklılığın tedbir alınmadığı takdirde birtakım sosyal ve ahlâkî problemleri beraberinde getireceği muhakkaktır. Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan 7 milyonluk bir insan kaybıyla çıkan Almanya’da ortada kalan dul kadınların problemi uzun süre Alman sosyolog ve ahlâkçılarını meşgul etmiş ve tedbir olarak bir ara çok evliliğe izin verilmesi de düşünülmüştür. 
3. Evlenip aile kurmanın amaçlarından biri de çocuk sahibi olmaktır. Kadındaki bir rahatsızlık sebebiyle çocuk sahibi olamayan ailelerde meselenin çözümü, çok evliliğin uygulanmadığı toplumlarda boşanıp yeniden evlenmeye bağlıdır. İslâm dini böyle bir durumda erkeğin eşini boşaması yerine ikinci defa evlenmesini, hem birinci eş hem de toplum için daha insanî ve ahlâkî bulmaktadır. 
4. Hemen hemen bütün toplumlarda azımsanmayacak sayıda erkeğin hiçbir hukukî ve ahlâkî sorumluluk yüklenmeden fiilen birden fazla kadınla ilişki kurduğu bilinen bir gerçektir. Bu ilişkiye bazen samimi ve güçlü bir sevgi, bazen da birinci eşle cinsî münasebette bulunmanın hem dinen hem de tıbben sakıncalı olduğu âdet ve lohusalık halleri veya başka durumlar sebebiyet vermekte, bu açıdan da söz konusu münasebet mâzur görülebilmektedir. 
Bu sosyal realitenin aile ve toplum hayatında meydana getireceği olumsuz etkileri en aza indirmeyi amaçlayan İslâm dini çok evliliğe izin vermiş ve mevcut olan bir fiilî durumu hukukî ve ahlâkî esaslara bağlamıştır.
İslâmiyet çok evliliği dört kadınla sınırladığı gibi belirli hukukî esaslara da bağlamıştır. Çok evliliğe izin veren âyette, “Aralarında adaletsizlik yapmaktan endişe ederseniz bir kadınla yetinmelisiniz” (en-Nisâ 4/3) denilmektedir. 
Hz. Peygamber de, “Kimin iki hanımı olur da bunlardan birine farklı ilgi gösterirse kıyamet gününde bir tarafı felçli olarak haşredilecektir” (Müsned, II, 295, 347, 471; Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 38; Tirmizî, “Nikâḥ”, 42) buyurmaktadır. Bu konuda şart koşulan adaletten maksat şeklî ve zâhirî yönden gösterilen adalettir. Bu da eşlere zaman ayırmada, barınma, yeme içme, giyim gibi aslî ihtiyaçlarını gidermede ve bir koca olarak hüsn-i muâşerette eşit davranma şeklinde yorumlanmıştır. İnsanın elinde olmayan kalbî bağlılık, söz konusu adaleti zedeleyici bir unsur olarak görülmemiştir. Nitekim bir başka âyette, “Ne kadar istekli olsanız da kadınlar arasında tam âdil davranmaya güç yetiremezsiniz. O halde birisine tamamen kapılıp diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın” (en-Nisâ 4/129) denilmek suretiyle kalbî temayülün söz ve davranışlara aksettirilmemesi istenmiştir. 
İslâm hukukçularının genel temayülü, âyette zikredilen adaletin hukukî olmaktan çok dinen şart olduğu, eşlerine adaletli davranamayacağı hususunda zann-ı galibi olan kimsenin birden fazla kadınla evlenmesinin dinen câiz olmadığı yönündedir (Cessâs, II, 55). Koca eşler arasında gözetmesi gereken adaleti açıkça ihlâl ediyorsa, haksızlığa uğrayan kadının mahkemeye başvurma hakkı vardır. Hâkim kocayı adaletli davranmaya zorlar. Eğer aynı hal devam ederse kadının talebi üzerine, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre, hâkimin onları bir talâk-ı bâin ile boşama veya nikâh akdini feshetme yetkisi bulunmaktadır.
Çok evlilikle ilgili âyetin (en-Nisâ 4/3) devamında tek kadınla evlilik tavsiye edilirken gerekçe olarak zikredilen kaydı, “Bu sizin çoluk çocuğunuzun artıp geçim derdine düşmemeniz için en uygun yoldur” şeklinde anlayan müfessir ve hukukçular da vardır. Bazı İslâm hukukçuları bundan hareketle Kur’an’ın çok evlilik için adaletli davranmanın yanı sıra “eşlerin nafakasını temin edebilecek malî güce sahip olma” kaydını da getirdiği, bunun hukuken olmasa bile dinen şart olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Hanbelî mezhebine göre kadın nikâh akdinden önce kocasının ikinci bir hanımla evlenmemesini şart koşabilir. Bu şarta uymaması halinde kocayı icbar etmek mümkün olmayıp ikinci hanımla kıyılan nikâh da sahih kabul edilmekle birlikte birinci hanım için nikâhının feshini talep etme hakkı doğmaktadır (Buhûtî, V, 91). Öte yandan, “Bir hususun örf ve âdetçe kabul edilmesi açıkça şart koşulması gibidir” (Mecelle, md. 43) kaidesine göre bu konuda mevcut olan örfe riayet de gerekli görülmüştür. İbn Kayyim el-Cevziyye, “Bir erkeğin, eşleri üzerine evlenmeyen bir aileden olduğu farzediliyor ve âdetleri böyle devam ediyorsa bu âdet açıkça şart koşulmuş gibi geçerlidir. Aynı şekilde soyu, mevkii, sosyal durumu bakımından üzerine evlenilmeyeceği bilinen bir kadın için de aynı durum söz konusudur” demektedir (Zâdü’l-meʿâd, IV, 15).
Günümüz İslâm ülkelerinde çok evlilik konusunda farklı kanunî düzenlemeler ve uygulamalar vardır. En serbest şekliyle tatbik edildiği ülkelerin başında Suudi Arabistan gelirken Ürdün ve Mısır’da da diğer ülkelere nisbetle daha geniş bir çerçeve içerisinde uygulanmaktadır. Suriye, Irak, Fas, Yemen, Endonezya dahil İslâm ülkelerinin çoğunda çok evlilik hâkimin izni, birinci eşin rızası, iyi halin ve eşlerini geçindirebilecek ekonomik gücün ispatı, birinci eşte hastalık, kısırlık vb. bir durumun bulunması gibi birtakım şartlara bağlanmıştır. Pakistan’da çok evlilik tamamen ilga edilmemişse de getirilen şartlarla oldukça ağırlaştırılmıştır. Tunus ve Türkiye’de ise tamamen yasaklanmıştır.
Çok evlilik konusu Batı dünyasında ağır şekilde eleştirilmiş, kadın-erkek eşitliğini ortadan kaldırdığı, kadın hak ve hürriyetlerini engellediği, modern hayat tarzını zedelediği, geri kalmışlığın ve ilkelliğin bir kalıntısı olduğu söylenmiş, İslâm ülkelerinde de bazı çevrelerce aynı görüşler tekrarlanmıştır. Bu arada bazı Batılı düşünürler aksine açıklamalarda bulunarak çok evliliğin meşrulaştırılmasının gerektiğini, sosyal, ahlâkî ve ekonomik açıdan örnek bir sistem olduğunu söylemiş, uygulamada Batılıların çoğunun tek evlilikle yetinmediğini, realitede gayri meşru yoldan çok evliliğin bulunduğunu belirterek bu sistemi kınayanları iki yüzlülükle itham etmişlerdir. Konu ile ilgili olarak Alman filozofu Schopenhauer ile Fransız hekimi ve psikoloğu Gustave Le Bon’un ilginç düşünceleri vardır (bk. Kevser Kâmil Ali, s. 217 vd.).
Prensip olarak tek kadınla evliliği tavsiye eden İslâm dininin çok evlilik hususundaki tutumunu eleştirenlerin çoğu öyle anlaşılıyor ki konu ile ilgili hükmü yeter derecede bilmemekte ve bazı şartlara bağlı olarak verilen müsaadeyi dinî bir emir ve zorunluluk zannetmektedirler. Evlilik dışı ilişkiler hususunda müsamahakâr olan eleştiricilerin meseleyi sadece kadın hakları açısından ele almaları da isabetli değildir. Aslında çok evlilik uygulamasının bütün kadınların aleyhine bir durum olduğu söylenemez. Çünkü tek tek fertler açısından bakıldığında çok evlilikten zarar gören kadınlar olduğu gibi kadının kendisi de dahil olmak üzere bundan faydalanan fertler ve cemiyetler de vardır. Toplumlarda zannedildiğinden çok daha yaygın olan birden fazla kadınla ilişki kurma olayında problem hukukî bir statüye kavuşturulmadığı takdirde ikinci kadın çeşitli haklar, sosyal baskı ve benzeri yönlerden zarar gördüğü gibi ilk hanım da gayri meşru yollara başvuran bir erkeğin eşi olmanın çeşitli sıkıntılarını çeker. Ayrıca bu tür ilişkileri yürüten erkeğin, doğacak çocukların, dolayısıyla aile müessesesi ve toplumun da çeşitli problemleri söz konusudur. Çok evlilik İslâm’ın ihtiyaç halinde, belli kayıt ve şartlarda kullanılabilen bir müsaadesi, toplumda dengeyi sağlayan ve bazı problemleri çözen bir çözüm şekli ve bir tür “sosyal sigorta” olarak kabul edilmelidir. Esasen Müslüman toplumlarda öteden beri tek evliliğin hâkim olması, tahminen % 10’u geçmeyen bir oranın çok evliliğe yönelip bunların da genelde ikinci evlilikle yetinmesi bunu göstermektedir. Diğer taraftan çok evliliğin kanunen yasak-landığı İslâm ülkelerinde bu uygulama belli oranda da olsa fiilen devam etmekte, bu fiilî durumun yol açtığı mağduriyetlerin de kanunî tedbirlerle giderilmesine çalışılmaktadır. Temelde dinî müsaadeye ve iki taraflı rızâya dayanan çok evliliğin şeklî ve kanunî düzenlemelerle önlenmesi yerine İslâm hukukunun kendi yapısı ve tedbirleri içerisinde kayıt ve şart altına alınması, Müslüman toplumların sosyal olgusuna ve yapısına daha uygun görünmektedir.
Çok evlilik meselesine kadın-erkek eşitliği açısından yaklaşanların içinde, bu konuda erkeğe tanınan hakkın kadına tanınmadığını söyleyenler de vardır. Selim yaratılışı bozulmamış hiçbir insanın kabul edemeyeceği çok kocalılık uygulamasına İslâm’ın olumlu bakması düşünülemez. Yalnız kadın-erkek ilişkileri bakımından değil aile ve toplum ilişkilerini düzenleyen nesep, nafaka, miras vb. hukuk kuralları bakımından da son derece sakıncalı olan bu durum esasen tarih boyunca bazı Eskimo, Hint ve Afrika kabilelerindeki sınırlı uygulama dışında taraftar bulmamıştır.
Çok evlilik konusunda Hz. Peygamber’in özel bir durumu olduğu şüphesizdir. Onun hayatının sonlarına doğru dokuz hanımı bir nikâh altında toplamış olması, bazı araştırmacılar tarafından dünyevî zevklere düşkünlükle yorumlanmak istenmiş ve konuyla ilgili bazı iddialar ileri sürülmüştür. Kendisinden önceki birçok peygamberin uygulamalarına, yaşadığı dönemle içinde bulunduğu çevrenin geleneklerine uyarak birden fazla kadınla evlenen ve evlât sahibi olan Hz. Peygamber’in çok evlilik sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür: 
1. Hz. Peygamber’in ilk evliliği, kendisi yirmi beş yaşında iken kırk yaşında olan ve yetimleri bulunan dul bir kadınla olmuştur. Hz. Hatice ile olan bu beraberliği yirmi beş yıl sürmüş, hayatının bu zinde döneminde başka bir kadınla evlenmemiştir. Onun vefatının ardından birkaç yıl yalnız yaşadıktan sonra elli beş yaşında bir dul olan Sevde ile evlenmiştir. Daha sonra da Hz. Âişe dışında evlendiği kadınların hepsi duldu. Bütün gençlik ve olgunluk çağını kendisinden on beş yaş büyük dul bir kadınla geçiren Hz. Peygamber’in evliliklerini beşerî zevklerini tatmin için yaptığını söylemek mümkün değildir. 
2. Çok evliliği dört kadınla sınırlandıran âyet nâzil olduğunda Hz. Peygamber dokuz hanımla evli bulunuyordu. Âyet gereği, dörtten fazla hanımla evli olanlar dört tanesini seçmek zorundaydı. Bu durumda kocalarından ayrılan kadınların başka erkeklerle evlenmeleri mümkün olduğu halde Hz. Peygamber’in eşleri müminlerin anneleri sayıldığından boşanmaları halinde başkalarıyla evlenmeleri söz konusu değildi (bk. el-Ahzâb 33/53). Bu sebeple Resûl-i Ekrem’e has bir ruhsat olmak üzere hanımlarını nikâhı altında tutmasına izin verilmiştir. 
3. Son peygamberin getirdiği yeni vahiy şüphesiz erkekler kadar kadınları da ilgilendiriyordu. Kadınlara yönelik tebliğlerde Hz. Peygamber’in hanımları eğitici ve öğretici görevi ifa ediyorlardı. Özellikle kadınlara has olup erkeğe sormaktan kaçınacakları şeyler hususunda Resûl-i Ekrem’in hanımları birer ilim ve fetva mercii olarak hizmet görüyordu. Bu alanda Hz. Âişe’nin özel bir yerinin olduğu bilinmektedir. Hz. Âişe Resûlullah’ın ölümünden sonra her yaştan insanların, bilhassa kadınların rahatlıkla başvurdukları bir merci olmuştur. Kendisine uzak bölgelerden bazı kişiler de mektupla başvurarak sorular yöneltirlerdi. Hz. Âişe bunlara yazılı olarak cevap verirdi. 4. Bu genel amaç ve sebeplerin dışında Hz. Peygamber’in, eşlerinin hemen her biriyle ilgili özel evlenme sebepleri de bulunmaktadır. Bunlar arasında, kocasının ölümü üzerine dul ve desteksiz kalan ve İslâm’a bağlılıkta sebat eden sahâbî kadınları himayesine alma, onları ödüllendirme (meselâ Sevde bint Zem‘a, Zeyneb bint Huzeyme, Hind bint Ebû Ümeyye), Araplar’ın içinde yerleşmiş yanlış anlayışları değiştirmede fiilen öncülük etme (meselâ Zeyneb bint Cahş), ashabın ileri gelenleriyle, köklü Arap kabileleri ve komşu topluluklarla akrabalık kurarak İslâm toplumunun bütünleşmesini sağlama (meselâ Hafsa bint Ömer b. Hattâb, Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân, Safiyye bint Huyey) gibi amaç ve sebepler sayılabilir. Nitekim İbn Hacer, Hz. Peygamber’in çok evlilik yapmasının temelinde Arap kabileleriyle akrabalık kurmak, bu yoldan onların kalbini kazanmak ve nübüvvetin konumunu güçlendirmek, erkeklerin bilemeyeceği birçok dinî hükmün eşleri vasıtasıyla Müslüman kadınlara ulaşmasını sağlamak gibi amaçlar bulunduğunu söylemektedir (Fetḥu’l-bârî, XIX, 138).* (Kaynak: https://islam ansiklopedisi. org.tr/cok-evlilik )


Taaddüd-ü Zevcatın Hükmü, Meşruiyetinin Hikmeti 

Taaddüd-ü Zevcat (çok evlilik) mubahtır.
“Eğer yetim (kız)lar(la evlendiğiniz takdirde onlar)a haksızlık yapmaktan korkarsanız, hoşunuza giden (başka) kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.” (Nisa/3)
Fakat bazen taaddüd-ü zevcat mendup, bazen mekruh, bazen de haram olur. Bu hüküm, birden fazla evlenmek isteyen kişinin durumuna göre değişir.
A. Kişinin zevcesi onu iffetli kılmaya yeterli olmaz da ikinci bir kadına ihtiyaç duyarsa veya hanımı hasta ise veya çocuk doğurmuyorsa kocası da çocuk istiyorsa, bu durumda kişinin birden fazla evlenmesi mendup olur. Çünkü burada meşru bir maslahat bulunmaktadır. Sahabenin çoğu, birden fazla kadınla evlenmiştir.
B. Birden fazla kadınla evlenmek ihtiyaçtan değil de daha fazla zevk içinse veya kişi birden fazla kadın arasında adaletli davranamayacaksa, bu durumda birden fazla evlenmek mekruh olur.
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Sana kuşku veren şeyi bırak, kuşku vermeyen şeyi al!” (Tirmizî/2052)
C. Birden fazla kadınla evlendiği takdirde aralarında adalet yapamayacağından eminse veya fakir veya zayıf ise, bu durumda birden fazla kadın almak kişiye haram olur; zira burada başkasına zarar vermek söz-konusudur. 
Oysa Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Ne başkasına zarar vermek, ne de zarara uğramak vardır.” (Ibn Mâce, Kitab'ul-Ahkâm; İmam Mâlik, Muvatta)
“Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kadınlar arasında, (sevgide) adalet yapmaya güç yetiremezsiniz.” (Nisa/129)
Yani kalbinize hükmedip muhabbette eşit davranmanız gücünüzün dışında bir şeydir. Ancak bu durum, zulme sebep olmamalıdır. 
“Eğer (birden fazla olan) kadınlar arasında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tanesiyle veya sağ ellerinizin mâlik oldukları (cariyeler)le yetinin! Doğru yoldan sapmamanız için hakikate en yakın olanı budur.” (Nisa/3)
Şu da bilinmelidir ki ikinci veya üçüncü bir kadınla nikâh yapılırsa bu akid sahih olur. Ancak kişi o akdin; muaşeret, mehir, nafaka ve benzeri vaciplerini yerine getirmek zorundadır. Kişinin kadına ihtiyacı olmasa da, zevk için fazla evlense de bu akid sahihtir. Hatta birden fazla evlenmek o kişiye fakirlik, zayıflık gibi birtakım sebeplerden ötürü haram olsa bile, bu, nikâhı bâtıl kılmaz. Ancak o kişi günahkâr olur.
Zevceler Arasında Adaleti Gözetmek
İslâm'ın kişiye farz kıldığı adalet; nafaka, mesken, geceleme, zevcelerin haklarını yerine getirmek gibi hususlardaki adalettir. Kalbin birine diğerinden daha fazla muhabbet duyması ise adaletsizlik değildir. Bu, kadınlar arasında gözetilmesi gereken adaletin kapsamına girmez.
Çünkü hiç kimse sevgi hususunda kalbine hükmedemez. Şu ayet de bu hususa işaret etmektedir:
“Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kadınlar arasında (sevgide) adalet yapmaya güç yetiremezsiniz.” (Nisa/129)
Yani ne kadar isteseniz de kalbinize hükmedip zevceler arasında eşit bir şekilde muhabbet göstermeye gücünüz yetmez. Ancak bu meyliniz, sizi diğer kadına zulmetmeye itmemelidir.
Fakat nafaka, mesken, geceleme ve muaşerette adaleti gözetmek mümkündür. Birçok insan buna muvaffak olabilir. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) Bu hususta şöyle buyurmuştur: “Allahım! Benim sahip olduğum yerde taksimata riayetim budur. Ancak senin gücünün yeteceği, benim gücümün yetmeyeceği şeylerde beni kınama!” (Ebu Dâvud/2134, Tirmizî/1140, (Hz. Aişe'den)
Bu sevgi, kalbin meyline bağlı olan bir şeydir. Hz. Muhammed (a.s.v.), Hz. Aişe'yi diğer hanımlarından daha fazla severdi.
 Taaddüd-ü Zevcat'ın Meşruiyetinin Hikmeti
İslâm, çok evliliği (poligami) mubah kılmıştır. Çünkü birden fazla evlenmenin toplumun ıslahı açısından birtakım faydalan vardır. Bunları, ancak basiret erbabı idrak edebilir. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
A. Birden fazla evlenmenin mubah kılınmasındaki sebeplerden biri, tek kadın ile yetinemeyen kimselerin iffetlerini korumaktır. Çünkü bu meyil, fıtrî bir şeydir. Bu durumdaki kişilerin ikinci, üçüncü ve dördüncü bir kadın almalarına izin vermek, hem fertler, hem de toplum için daha yararlıdır. 
B. İslâm, şehvetine sahip olamayan kimselerin kadınların peşinden koşmalarına, gizli dost tutmalarına mâni olmak için birden fazla evliliği mubah kılmıştır. Çünkü buna izin verilmediği takdirde kadınlar, haklarından mahrum edilmiş, nesepler karışmış, çocuklar baba şefkatinden mahrum kalmış olur. Oysa hakları ve şerefleri korunmuş olduğu halde ikinci zevce olmak, kocasız yaşamaktan veya başkasının metresi olmaktan bin defa daha hayırlıdır. Çünkü metres olmak şekavet ve zillettir. Bu bakımdan İslâm'ın birden fazla evlenmeyi mubah kılmasının amacı, erkeği zinadan, kadını metres olmaktan ve birtakım çirkin hareketlere mâruz kalmaktan, ümitsizlik ve şekavetten, toplumu da ahlâksızlıktan ve başıboşluktan korumaktır.
 Taaddüd-ü Zevcat'ı Mubah Kılan Sebepler
Taaddüd-ü zevcat'ın meşru kılınmasının hikmeti apaçık ortadadır. Bunun mubah kılınmasını gerektiren birtakım nedenler bulunmaktadır:
1. Karısı hasta olan ve kadına ihtiyacı olan bir kişinin, zina edip dinini, malını, sıhhatini tehlikeye atması mı veya zina etmemek için nefsine zulmetmesi mi yoksa meşru bir şekilde mehir ve nafakasını vererek ikinci bir kadınla evlenmesi mi daha iyidir? Hiç şüphesiz bu üçüncü durum hem kişiler, hem de toplum için daha iyi, daha faydalı ve daha temizdir.
2. Bugün savaşlar artmış, hayatın bir parçası olmuşlardır âdeta. Savaşlar nedeniyle erkekler eksilmektedirler veya çeşitli yaralar nedeniyle çirkinleşmiş, sakat kalmış, çalışamaz ve evlilik yapamaz duruma gelmişlerdir. Kadınların sayısı ise erkeklerin sayısından çok fazladır. 
Bu durumda erkeklerin tek kadınla evlenmesi binlerce kadının erkeğin koruyuculuğundan mahrum kalması, yaşlanan kadınların kendilerine bakacak çocuktan mahrum kalmaları, kadınların metres hayatı veya fahişelik yapmaları daha mı iyi? 
Oysa bu kadınların meşru bir şekilde bir erkeğin ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olmaları daha iyi değil mi? 
Böyle durumlarda 'taaddüd-ü zevcat zaruri ve insanî bir şeydir, mürüvvet ve gayret bunu gerektirir' dersek, hakka ve mantığa zulmetmiş olur muyuz?
'Hz. Muhammed (a.s.v.)'in birden fazla evlenmesi insanî ve şerefli bir şeydir' dersek, vakıaya muhalefet etmiş sayılmayız. Çünkü o kadınların bazıları ailelerini terk ederek hicret ettiler veya kocaları şehid olduğu için yalnız kaldılar veya kocalarından boşandıkları için çoluk-çocuklarıyla muhtaç duruma düştüler. Onların bu durumlarına vâkıf olan Hz. Muhammed (a.s.v.), onlarla evlenerek hayırlı bir koruyucu oldu. Ayrıca onları mü'minlerin annesi olma şerefine ve peygamberlerin efendisinin hayat arkadaşı olma mertebesine yükseltti.
Hristiyan Avrupa taaddüd-ü zevcat'ı yasaklamakla ne elde etti? Aileye hıyanet etmekten veya nefse azap etmekten başka ne elde edebilirdi ki?
3. Sevdiği bir kadınla evli olduğu halde çocuk doğuramayan o kadını boşamak mı veya erkeğe ikinci bir kadınla evlenme izni vermeyerek onu çocuksuz ve mahzun bırakmak mı daha iyidir? Yoksa o erkeğe ikinci bir kadınla evlenme izni vermek, birinci hanıma da zulüm edilmemesini emretmek mi daha iyidir?
4. Taaddüd-ü zevcat'tan mahrum bırakılan toplumlarda fesad daha fazladır. O toplumlarda aileye ihanet artmış, gizli dost edinmeler çoğalmıştır. Durum öyle bir hale gelmiş ki akıllı insanlar feryad ederek taaddüd-ü zevcat'ın serbest bırakılmasını istiyorlar. Çünkü taaddüd-ü zevcat, toplumsal ve ahlâkî hayatlarını mahveden kural ve kanunlarından daha uygun ve yararlıdır.
Bir Uyarı
Taaddüd-ü zevcat'ın mahiyetini bilmeyen bazı cahillerin yaptığı şeyler, İslâm'ın hüküm ve hikmetine nakısa teşkil etmezler. Bu cahillerin ahmaklıklarının mesuliyetini İslâm yüklenemez. Çünkü İslâm, taadddüd-ü zevcat'ı kötü muamele yapma aracı olması için mubah kılmamıştır. Onu toplumun korunması, ferdin gözetilmesi, rezaletlerin ortadan kaldırılması için mubah kılmıştır. Evet bütün bu nedenlerden ötürü ve şer'î şartlarla beraber taaddüd-ü zevcat'ı mubah kılmıştır; onu ahlâkî ve hukukî hükümlerle koruma altına almıştır. Bu bakımdan İslâm, insanların tüm ihtiyaçlarını içinde bulunduran bir laboratuvara benzer. Her fert kendi ihtiyacına ve hastalığına uygun olan şeyi ondan alır. Biri çıkıp da 'Bu laboratuvarın önemi azdır, içindekiler tüm fertlerin ihtiyacını karşılamaya yetmiyor' diyerek onu küçümsemeye kalkışırsa, bu mâkul olmaz. Yine o laboratuvarın içindeki her ilacı herkese; ihtiyacı olmayanlara da mubah kılsak bu da mâkul olmaz. 
Taaddüd-ü zevcat, İslâm düşmanlarının hoşuna gitmiyor diye, onların bozulmuş mizaçlarına uymuyor diye, şehvetlerine ters düşüyor diye, onu tenkid etmeye hakkımız yoktur. 
Kadınlar Arasında Taksimat Ve Onunla İlgili Meseleler
Kasm'ın (taksimin) lügat mânâsı, nasiptir. Istılahı mânâsı ise, birden fazla hanımı olan kişinin hanımlarının yanında eşit bir şekilde gecelemesidir.
Kadınlar Arasındaki Taksimatın Hükmü
Birden fazla hanımı olan kişinin, onların arasında taksimat yapması ve ona göre gecelemesi gerekir. Onlar arasında adaleti yerine getirmesi için bu vaciptir.
Taksim ve Diğer Haklarda Kadınlar Arasında Adaletin Vacip Olduğunun Delili
Taksim ve diğer haklarda, kadınlar arasında adaleti gözetmenin vacip olduğunun delili Kur'an ve Sünnet'tir.
“Eğer (velisi bulunduğunuz) yetim (kız)lar(la evlendiğiniz takdirde onlar)a haksızlık yapmaktan korkarsanız, hoşunuza giden (başka) kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Eğer (birden fazla) kadınlar arasında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tanesiyle veya sağ ellerinizin mâlik oldukları (cariyeler) ile yetinin!” (Nisa/3)
Bu ayeti kerime, kadınlar arasında adaletin gerektiğine işaret etmekte 'Kadınlar arasında taksimatta adaleti gerçekleştirememekten korkarsanız, sadece bir kadınla evlenin1 anlamına gelmektedir.
Hz. Muhammed (a.s.v.) de şöyle buyurmuştur: “Bir erkeğin iki karısı olur ve onlar arasında adalet yapmazsa, kıyamet günü bir tarafı çarpık olarak gelir.” Tirmizî/l14l, Ebu Dâvud/2133, (Ebu Hüreyre'den*
Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah, hanımları arasında (günlerini) adaletle böler ve 'Allahım! Elimden gelen hususta benim taksimim budur. Senin kadir olduğun ve fakat benim elimden gelmeyen hususlarda beni kınama' derdi". (Tirmizi/ll40, Ebu Dâvud/2134)
Taksimata Müstehak Olan Kadınlar
Kocasına itaat eden kadınlar hasta, hayızlı ve nifaslı olsalar bile taksimata müstehak olurlar. Kocasına itaat etmeyen kadınlar ise taksimata müstehak olmazlar. Çünkü kocalarına itaat etmemekle bu haklarını kaybetmişlerdir. Kocaya itaat etmemenin keyfiyetinden ileride bahsedeceğiz.
Kadınlar Arasındaki Taksimatın Keyfiyeti
Koca, her karısı için bir gece tayin edebilir, eğer gece çalışıyorsa her karısı için bir gündüz tayin edebilir. Her gece bir karısının odasına gidebileceği gibi, sıra ile her kadını bir odaya da çağırabilir. Ancak kocanın, kadınların odalarına gitmesi daha evladır. Eğer kadınlardan birinin yanında gecelerse, diğerlerinin yanında da gecelemesi vacip olur.
Hanımlarından birinin yanına giderken, diğerini yanına çağırmak haramdır. Çünkü kumaların birbirlerinin evlerine çağırılmaları kendilerine ağır gelir. Ayrıca rızalarını almaksızın hanımların hepsini aynı evde barındırmak da haramdır. Çünkü bu, aralarında kin ve nefrete sebep olur.
Ayrıca koca, hanımlarının her birine ikişer veya üçer gün tayin edebilir, Ancak üçten fazla gün tayin etmek haramdır. Zira kadının üç günden fazla yalnız kalması tehlikelidir.
       Peygamber (a.s.v.): "Kişi iki kadınla evli olur ve aralarında adaletli olmazsa kıyamet günü bir tarafı eğik olarak gelecektir." buyuruyor.
Koca, birini diğerine tercih etmemek için hanımları arasında kura çekerek sıralarını belirlemelidir. Sırası olmayan hanımının yanına gündüz gidebilir. Ancak ihtiyaçtan fazla kalmamalıdır.
Hz, Aişe Urve b. Zübeyr'e şöyle demiştir: 'Ey kız kardeşimin oğlu! Rasûlullah, (biz hanımlarının) nöbetlerimizde yanımıza uğrarken bazımızı bazımıza tercih etmezdi, hatta bazı günler olurdu ki o hepimizi dolaşır, hanımlarından her birine cimada bulunmaksızın yaklaşırdı, o kadının kendi nöbeti gelip Rasûlullah onun yanında kalana kadar bu böyle devam ederdi'. Ebu (Dâvud/2135, Hâkim, 11/186)
Kocanın, sırası olmayan hanımının evine geceleyin girmesi -hastalık ve benzeri mazeretler müstesna- caiz değildir.
Evlendiği kadın bakire ise başlangıçta ona yedi gün ayırabilir. Bu yedi günün peş peşe olması vaciptir. Evlendiği kadın dul olursa, ona da üç gün ayırabilir. Bu üç günün peş peşe olması vaciptir.
Enes b. Mâlik şöyle demiştir: 'Bir kimse dul (karısı) üzerine bakire bir kızla evlendiğinde (nöbete tâbi olmaksızın) yedi gün onun yanında kalırdı, (sonra nöbet tayin olunurdu). Bakire kız üzerine dul bir kadınla evlendiğinde de onun yanında üç gün kalırdı'. (Müslim/1461, Buharî/4916)
Ravi Halid el-Hazza şöyle demiştir: "Ben, Enes bu hadîsi 'Peygamber buyurdu' diye rivayet etti deseydim, hiç kuşkusuz yine doğru söylemiş olurdum. Lâkin Enes 'Sünnet böyledir' tabiriyle rivayet etmiştir".
Ebubekir b. Abdurrahman'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah Ümmü Seleme ile evlenip onunla zifafa girdiği zaman, zifaf müddeti sonunda yanından ayrılmak isteyince Ümmü Seleme Peygamber'i elbisesinden tuttu. Bunun üzerine Rasûlullah 'Eğer istersen senin yanında kalmayı artırırım da bu fazlalığı nöbetine sayarım. Çünkü bakire için yedi gün, dul için de üç gün (nikâh hakkı) vardır' buyurdu". (Müslim/1460)
Kadınlardan biri kendi sırasını kumasına verirse, koca onun yanında iki gece kalabilir. Ancak bu, hakkını veren kadının sırasının geldiği gecede olmalıdır. Eğer ikisinin sırası peşpeşe geliyorsa, onun yanında peş peşe iki gece kalabilir. Nitekim Şevde binti Zem'a, kendi sırasını Hz. Aişe'ye verdiğinde Hz. Muhammed (a.s.v.) böyle yapmıştır.
Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Şevde binti Zem'a kadar ahlâkını edinmeyi istediğim bir kadın görmüş değilim. O, kendisinde kalp kuvveti ve zekâ keskinliği bulunan bir kadındı. O yaşlandığı zaman Rasûlullah'tan hakkı olan nöbet gününü bana hibe etti. Bizzat kendisi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sende hakkım olan nöbet günümü Aişe'ye hibe ettim' dedi. Artık Rasûlullah da biri benim günüm, diğeri de Seyde'nin günü olmak üzere benim için iki gün ayırır oldu". (Buhari/4914, Müslim/1463)
Sefere çıkmak isteyen kişi hanımları arasında kura çekmeli ve kura kime çıkarsa onu beraberinde götürmelidir. Nitekim Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: 'Rasûlullah bir sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kura çekerdi. Kura, onlardan hangisine çıkarsa Rasûlullah onu beraberinde sefere çıkarırdı'. (Buharî/3910, Müslim/2770)
Kadın, İslâm’ın kabul ettiği hususlarda kocasına itaat etmekle mükelleftir. Kocasının izni olmaksızın yola çıkması caiz olmadığı gibi mahalle veya şehri gezmesi de caiz değildir. Kadın İslâm dininde değerli bir varlıktır. Onu tezyif edip zulmetmek caiz değildir.
Maalesef İslâm’ın kadına yüklemediği bir çok vazife kendisine yüklenmektedir. Cahiliyyette olduğu gibi hala İslâm’ı bilmeyen cahillerin zulmünden kurtulamamaktadır.
Kocasına itaat etmeyen kadına önce va'z ve nasihât edilir; yola gelmezse bir müddet terk edilir. Yine yola gelmezse hafifçe dövülür.

Şayet bir kadına zulmedilip hakkına tecavüz edilirse mahkemeye baş vurup durumu beyan etmesi ve gereğinin yapılması için kendi kendini savunması tabii bir hakkıdır.


MUVAKKAT (Süreli) NİKAH veya MUT`A NİKAHI

Mut`a nikahı, ücret veya mal mukabilinde belli bir süre için kadınla evlenmektir. Cahiliyette mübah olduğu gibi İslam`ın ilk günlerinde de mübahtı. Sonra nesh edilip yürürlükten kaldırıldı. Tirmizi şöyle diyor: "Mut`a nikahı İslam`ın ilk günlerinde idi. Adam bir şehre gittiğinde kimse ile tanışmadığından orada kalacağı süre kadar bir kadınla evlenebilir. O da eşyasına bakar, muhafaza eder, işini düzene kordu.
" Mut`a nikahının haram olduğuna dair ittifak vardır. (Bilmen, c. II, s. 25-26, paragraf 115) Rafiziler ile Şiiler ise caiz olduğunu iddia etmektedirler.


KÖLELİK VE CARİYELİK

İslâmiyet’ten Önce Kölelik: Köleliğin tarihi çok eskilere uzanmaktadır. Eski Mısır’da ve Yakındoğu’da kölelerin çok kalabalık bir yekün teşkil ettiği bilinmektedir. Bu dönemde savaş esiri kölelerin yanı sıra komşu kabile ve kavimlerden kaçırılan insanlar, babaları veya diğer yakınları tarafından köle olarak satılan çocuklarla borçlarına yahut işlemiş oldukları suçlara karşılık köle statüsüne geçirilen kişiler de büyük bir sayıya ulaşmaktadır.
Tevrat’ta kölelikle ilgili olarak dönemin anlayış ve uygulamasını yansıtan bazı pasajlar vardır. Hz. Nûh’un üç oğlundan Hâm’ın işlediği günah sebebiyle oğlu Ken‘ân’ın Hâm’ın kardeşleri Sâm ve Yâfes’e kul olarak cezalandırıldığından bahsedilir (Tekvîn, 9/20-29). Tevrat’ın ifadelerine göre kişinin borcuna mukabil kendisini köle olarak satması mümkündür (Levililer, 25/39). Ayrıca alacaklılar, borçlarını ödemeden ölen kimsenin başka malı yoksa çocuklarını köle olarak alabilirler (II. Krallar, 4/1-7). Bir kimsenin kendi öz kızını satabilmesi de mümkündür (Çıkış, 21/7). Hz. Yûsuf’la ilgili pasajlardan o dönemde yakalanan hırsızın, malını çaldığı kimsenin kölesi haline getirildiği anlaşılmaktadır (Tekvîn, 44/10; aynı olay için bk. Kur’ân-ı Kerîm, Yûsuf 12/75). Tevrat’ta köle âzadıyla ilgili bir hüküm yoktur. Sadece bir yerde, ağır borca girmiş bir Yahudinin borçlarını ödemek maksadıyla kendi kendini satmasından ve onun altı hizmet yılından sonra yedinci yılda serbest olacağından bahsedilmektedir (Çıkış, 21/2-6). Efendisi tarafından gözünün kör edilmesi veya dişinin kırılması halinde de köle hürriyete hak kazanır (Çıkış, 21/26). İncil’de de kölelerin âzad edilmesine dair bir hüküm yer almaz. Gerek Katolik kilisesi gerekse diğer kiliseler köleliği bir vâkıa olarak kabul etmişler ve Hristiyanların kendi dindaşı köleler edinmesinde bir sakınca görmemişlerdir. Hatta Saint Thomas d’Aquino’ya göre kölelik Hz. Âdem’in ilk günahının kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak Hristiyanlığın zamanla Avrupa’da kölelere daha yumuşak davranılması konusunda köle sahipleri üzerinde olumlu etki yaptığı bir gerçektir. Fakat aynı etki Amerikan uygulamasında görülmez.
Eski Yunan ve Roma’da kölelik yaygındı. Aksi düşüncede olanların mevcudiyetine rağmen dönemin filozoflarının hâkim anlayışına göre kölelik devlet ve aile gibi temel beşerî kurumlardan biridir. Aristo, birçok ırkın hürriyet için gerekli ruh yüceliğine sahip olmadığı kanaatindedir. Bu bakımdan kölelik sadece efendi açısından değil, kendi başına elde edemeyeceği bir yaşama tarzına bu yolla ulaşan köle için de hayırlı bir şeydir. Gerçi uygulamada bazan hür ruhlu insanlar da köleleştirilmekte ve köle ruhlu insanlar hür olabilmektedir; fakat bu ârızî durumlara rağmen kölelik tabii ve güzel bir müessesedir. Roma hukukunda Ius Gentium’a göre kölelerin hiçbir değeri yoktu; başlangıçta âzat edilmeleri de yasaklanmıştı. Daha sonra sınırlı bazı imkânlar getirildi. Öte yandan Roma hukukunda hür bir Romalı köle durumuna sokulamazken sonraları kendini satan, arkasından da hür bir Romalı olduğunu ispat ederek serbest kalan kişileri cezalandırmak maksadıyla yirmi beş yaşını aşan böyle kimselerin hileli satışlarının muteber olacağı ve böylelerinin artık köle olarak kalacağı hususunda bir Senatus Colsultum kararı çıkarıldı. Eski Yunan ve Roma’da köleliğin başlıca kaynaklarını savaş esirleri, korsanlık vb. yollarla kaçırılan veya yabancı (barbar) ülkelerden getirilen insanlarla kölelerden doğan çocuklar teşkil ediyordu. Bunların yanı sıra önceleri borçlunun borcuna karşılık alacaklısına köle olma kuralı hâkimdi. Ayrıca ebeveyni tarafından terkedilmiş çocukların kendilerini büyütüp besleyenlerin kölesi olduğu veya fakir anne babaların çocuklarını köle olarak sattığı dönemlere de rastlanır. Sonraları köleliğin bu tâli kaynakları yasaklanmıştır. Bu dönemlerde kölelerin hayat şartlarının son derece elverişsiz olduğu ve bu durumun zaman zaman büyük sosyal çalkantılara (Spartacus isyanı gibi) sebep olduğu bilinmektedir. Roma hukukunda belirli bir dönem köleler arasında evlilik yoktu, bunun yerine serbest cinsî hayat yaşamalarına göz yumuluyordu. Ayrıca köle efendisinin keyfine ve sınırsız hâkimiyetine tâbi idi. Âzat edilen köleler de cemiyette aslen hür olanlardan farklı bir sosyal ve hukukî statüye sahipti.
İslâmiyet’in ortaya çıktığı sıralarda Arap yarımadasında ve Mekke’de de kölelik yaygındı; köleler, hürlerle arası kesin çizgilerle ayrılmış alt bir sosyal sınıf oluşturuyordu. Efendinin kölesi üzerindeki mülkiyet hakkı, üçüncü şahıslardan gelecek haksız fiillere karşı sınırlı bir güvence sağlasa da efendiye kölesi üzerinde mutlak tasarruf yetkisi veriyordu. Efendinin câriyesini fuhşa zorlayarak bu yolla para kazanabilmesi, bir ahlâkî sapkınlık olmasının yanında bu yetkinin ve kölelerin insan sayılmamasının da ürünüydü.
Borcunu ödeyemeyen borçlu kendisini, geçim sıkıntısı içindeki baba çocuğunu köle olarak satabilse de Câhiliye’de köleliğin asıl kaynağını savaş esirleri teşkil ediyordu; köle bir anneden doğanlar da köle sayılıyordu (Cevâd Ali, V, 573-574). Taberî, Doğu Arabistan’da Rebîa kabilesi dışındaki kabilelerin ele geçirdikleri esirleri köleleştirdiklerini nakletmektedir (Târîḫ, I, 227). Bu kölelerin büyük çoğunluğunu Afrikalı siyahîler teşkil ediyordu; nitekim Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl-i Habeşî de bunlardan biriydi. Menşeleri kesin olarak bilinmeyen bu köleler, ya ele geçirenler tarafından satılmış ve el değiştire değiştire Mekke’ye kadar getirilmiş bazı esirler yahut kuraklık ve kıtlık gibi sebeplerle aileleri tarafından satılmış çocuklar ya da yurtlarından kaçırılmış ve köle olarak satılmış kimselerdi. Arap yarımadasında siyahî kölelerin dışında diğer ülkelerden getirilmiş kölelere de rastlanmaktaydı. Belâzürî’nin kaydettiğine göre İkrime b. Ebû Cehil’in karısı Ümmü Hakîm’in ve Hâris b. Kelede es-Sekafî’nin köleleri Rum menşeliydi (Ensâb, I, 357, 367). Aynı şekilde Ezrak b. Ukbe es-Sekafî ve Suheyb b. Sinân da Rum menşeli idiler. Selmân-ı Fârisî İranlı idi; kaçırılarak Yahudilere satılmış ve İslâmiyet’e girmek üzere Medine’ye kadar gelmişti. Medine’de hürriyetini elde edebilmesi için Hz. Peygamber kendisine nakdî yardımda bulunmuştur (İbn Hişâm, I, 214-222). Bu devirde Arap kölelere de rastlanmaktadır. Resûl-i Ekrem’in âzat ettiği kölesi Zeyd b. Hârise bunlardan biridir.
* Kölelik ve cariyeliğin bu asırda da örnekleri vardır: 1910-1945 yıllarında Kore Yarımadası'nı işgal eden Japonya, II. Dünya Savaşı sırasında Japon askerlerine hizmet etmek ve “Comfort Women” (Rahatlama Kadınları) adı altında seks kölesi olarak çalıştırmak üzere, büyük çoğunluğu Kore, Filipinler, Tayvan ve diğer Asya ülkelerinden yaklaşık 200 bin kadını kaçırdığı bilinmektedir. Öyle ki Hong Kong'da bir ay içinde 10 bin kız çocuğu ve kadın tecavüze uğradığı. Bu nedenle Güney Kore ve Japonya, istismar mağduru kadınlara tazminat ödenmesi için bir 2015'te anlaşma imzalamıştı.
Nazilerin yaptıkları; Gettolarda ve toplama kamplarında, Alman yetkililer kadınları genelde ölümlerine yol açacak şartlar altında zorunlu işlerde kullandılar. Alman doktorlar ve tıbbî araştırmacılar Yahudi ve Roman (Çingene) kadınları sterilizasyon deneylerinde ve diğer etik olmayan insan deneylerinde kobay olarak kullandılar. Hem kamplarda, hem gettolarda, kadınlar özellikle şiddete ve tecavüze maruz kalıyordu. Hamile Yahudi kadınlar genellikle hamileliklerini gizlemeye çalışıyorlardı ya da kürtaj yaptırmaya zorlanıyorlardı. İmparatorlukta, zorunlu çalışma için Polonya ve Sovyetler Birliği'nden sürülen kadınlar sıkça şiddete maruz bırakılıyor, tecavüz ediliyor ya da yemek ve diğer zorunlu ihtiyaçlar, temel yardımlar için cinsel ilişkiye girmeye zorlanıyorlardı. Polonyalı, Sovyet ve Yugoslav zorunlu işçi kadınların hamilelikleri bazen Alman erkeklerle yaşadıkları cinsel ilişkilerin sonucuydu. Eğer “ırk-uzmanları” diye adlandırılan kişiler çocuğun “Almanlaştırılabilir” olmadığına karar verirlerse, kadınlar genelde kürtaja zorlanıyordu, doğum yapmak için yeni doğan bebeklerin ölmesini garantileyen şartlardaki geçici doğum-hanelere gönderiliyordu. Ya da yiyecek ve ilaç olmaksızın geldikleri bölgelere geri sevk ediliyorlardı. 
Avrupa'nın tam ortasında 1992 yılında başlayan ve 14 Aralık 1995'e kadar devam eden en kanlı ve en acılı anların yaşandığı Bosna Hersek'teki savaşın en büyük mağduru kuşkusuz kadınlar ve korumasız çocuklar oldu.
Yaklaşık 310 bin sivilin katledildiği, milyonlarca insanın mülteci konumuna düştüğü, on binlerce kadının tecavüze uğradığı, sivillerin toplama kamplarında açlığa terk edildiği ve topluca öldürüldüğü bir savaş olarak kayıtlara geçti.* (alıntı)
İslâm Döneminde Kölelik
İslâmiyet köleliği (rık), eski medeniyetlerde ve çağdaşı güçlü devletlerde yerleşmiş ve tabii kabul edilmiş bir konumda bulduğundan onu tek taraflı ve kesin bir kararla kaldırma yönüne gitmeyip zaman içinde ortadan kalkmasına imkân verecek bir zemin oluşturma yolunu seçti. Bunun başlıca üç sebebi olduğu söylenebilir:
1. Köleliğin en önemli ve devamlı kaynağını savaş esirleri teşkil eder. Savaş esirlerinin tasfiyesi konusunda takip edilen belli başlı yolların birincisi onların öldürülmesidir. Her devirde çok sık başvurulan ve günümüzde de uygulanmasından vazgeçilmeyen bu yol, vicdanları daima rahatsız ettiği gibi galiplere intikam hislerinin tatmininden başka bir fayda da sağlamamıştır. İkincisi, savaş esirlerinin kurtuluş akçesi (fidye-i necât) veya esir mübadelesi yoluyla serbest bırakılmasıdır. Fakat mağlûbun kurtuluş akçesi veremediği yahut mübadele edecek esire sahip olmadığı veya galibin, mağlûp tarafı askerî bakımdan kuvvetlendirme sonucunu doğuracak olan böyle bir yola yanaşmadığı durumlarda bu çözüm şekli de tıkanmaktadır. Savaş esirlerinin karşılıksız olarak serbest bırakılması ise son derece insanî bir hareket olmakla birlikte özellikle geçmiş dönemlerde çok az uygulanmıştır. Esirleri tasfiye etmenin üçüncü yolu onları hür insanlardan ayrı bir statüyle muhafaza etmek, yani köle olarak kullanmaktır. Şu halde savaş esirlerinin karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılması mümkün olmadığı zaman geriye iki yoldan biri kalmaktadır: Öldürülmek veya köle olarak yaşamak. Buna göre kölelik ölümün alternatifi olarak ortaya çıkar. Nitekim köleliğin yasaklanmış olduğu günümüzde savaş esirlerinin serbest bırakılmadığı durumlarda onları bekleyen âkıbet, çok defa tek tek veya toplama kamplarında topluca öldürülmekten ibaret olmuştur. Savaş esirlerine yapılacak muameleyle ilgili bugün uluslararası hukukta geliştirilen esaslar (bk. ESİR) uygulamaya her zaman aynı ölçüde yansımamaktadır. İslâmiyet bundan dolayı köleliği tamamen kaldırmamış, uygulamada genellikle ölümün alternatifi olduğu için onun kapısını aralık bırakmıştır. Bununla birlikte İslâm hukukunda savaş esirlerinin mutlaka köle statüsüne geçirilmesine dair bir kural yoktur; şartlara göre karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılabilirler. İslâm dinine göre insan için aslolan esaret değil hürriyettir (İbn Kudâme, el-Muġnî, VI, 112).
2. Ele geçirilecek savaş esirlerinden köle olarak faydalanılacağını bilmek savaş esnasında gereksiz kan dökme işini belirli ölçüde önlemekte, ayrıca bu durum savaşın sona ermesinden sonraki esir katliamına da mani olmaktadır. Çünkü galip askerin bu sırada esir öldürmesi hissesine düşecek ganimet payını azaltmaktan başka bir sonuç doğurmaz.
3. Köleliği tek taraflı bir kararla kaldırmanın o dönemde Müslüman toplumun aleyhine bir durum ortaya çıkaracağı açıktır. Zira gayri müslim devletler köleliği uygulayıp ele geçirdikleri Müslüman esirleri devamlı köleleştirirken İslâm devletinin elindeki esirleri serbest bırakması onun zayıflaması neticesini doğuracaktır. İslâmiyet bu sebeplerle köleliği ortadan kaldırmamış, ancak getirmiş olduğu çeşitli tedbirlerle kaynaklarını en aza indirme, mevcut köleleri tedrîcî bir surette azaltma, köle oldukları süre içinde insanca muamele edilmesini sağlama ve sonunda onları hür olarak yeniden insanlığa kazandırma yolunda başarılı adımlar atmıştır.
İslâm dini her şeyden önce köleliği yalnız savaş esirlerine münhasır kılmış, diğer kaynaklara izin vermemiştir. Bunun yanında Allah rızâsına kavuşmak isteyen Müslümanların samimiyetle benimsedikleri gönüllü köle âzat etme alışkanlığını yerleştirmek, ayrıca bazı günahların kefâreti olarak köle âzadını şart koşmak suretiyle köleler için hürriyete kavuşma yollarını çoğaltmıştır (el-Mâide 5/89; el-Mücâdile 58/3). Yalnız İslâm hukukunda görülen bir uygulama olarak da devlet, gelirlerinin belirli bir bölümünü köle âzadına tahsis etmiştir (et-Tevbe 9/60). Bu arada İslâmiyet kölelere birçok noktada hürlere yakın bir hukukî statü vermiş ve bunu sosyal hayatta uygulamaya koyarak onlara hürriyetlerine kavuşuncaya kadar insanca yaşama imkânı sağlamıştır. Köle ve câriyelerle evlenmenin teşvik edilmesi (el-Bakara 2/221; en-Nisâ 4/25), kölelere karşı kötü muamelenin yasaklanıp onlara iyi davranmanın dinî ve hukukî bir sorumluluk haline getirilmesi (en-Nisâ 4/36; Müsned, I, 78; IV, 35-36; Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 29-42) bunun örnekleridir. Bunların ne ölçüde ileri ve insanî bir anlayışı yansıttığını anlamak için İslâm toplumundaki kölelerle diğer toplumlarda -özellikle yakın zamana kadar Amerikan toplumunda- yer alan kölelerin yaşayışlarının karşılaştırılması yeterli olacaktır. (Kaynak: https://islam ansiklopedisi. org.tr/kole )
Cariyelerle Evlilik: Nikah yapılmaksızın cariyelerle mülkiyet yoluyla cinsel ilişkiye girilebileceği, kişinin kendi cariyesiyle evlenemeyeceği, mülkiyet yoluyla cinsel ilişkiye girilen cariyelerin istenildiği zaman satılabileceği, evlendirilirken rızalarının alınmasına gerek olmadığı' gibi cariyeler konusunda oluşturulan Kuran ve sünnete aykırı bir anlayış var.
İslam'a göre yapılması gereken doğru uygulamalar şu şekildedir: "Kuran ve Sünnet ölçülerine göre hür kadınla cariyeler bir araya getirilemez; hür kadın varken cariye, cariye varken hür kadınla nikah yapılamaz. Onlar hiçbir şekilde hür kadına kuma yapılamaz. Mülkiyet yoluyla cariyelerle ilişkiye girilmez. Cariyelerle ilişkiye girmenin tek yolu evliliktir. İslam Toplumu'nun veya şahısların malik olduğu Müslüman namuslu cariyelerle ancak bekar veya dul olup da Müslüman kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen erkekler evlenebilir." (Ali Rıza Demircan- Cariyeler ve Sömürülen Cinsellikleri)


KARI - KOCA İLİŞKİLERİ

Kadınlarla iyi geçinmeli ve onlara karşı güzel ahlâklı olmalıdır. Zira Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmaktadır: 
“Onlarla iyi geçinin.” (Nisâ/19)
“Onlar sizden sağlam bir teminat almışlardır.” (Nisâ/21)
“Yakın arkadaşınıza iyilik edin.” (Nisâ/36)
Müfessirlerden bazıları 'yakın arkadaşları maksadın zevce olduğunu söylemişlerdir. 
Hz. Peygamber (s.a) son nefesinde üç şey hakkında vasiyette bulundu. Dili ağırlaşıncaya ve konuşması fısıltı hâlini alıncaya kadar bu üç şey hakkındaki tavsiyesini tekrarlayıp duruyor ve şöyle diyordu: “Namaza dikkat ediniz. Bir de elinizde bulunan kölelerin hakkına riayet ediniz. Onların tâkatinin dışında kendilerine bir şey yüklemeyiniz. Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Allah'tan! Zira kadınlar ellerinizde esirdirler; (esire benzerler). Onları Allah'ın emanetiyle tasarrufunuz altına almış bulunuyorsunuz. Onların nefislerini Allah'ın kelimesiyle kendinize helâl kılmış bulunuyorsunuz.” (Nesâî ve İbn Mâce)
Kadınla iyi geçinmek, sadece kadına eziyet etmemek demek değildir. Aksine kadına eziyet etmediği gibi, kadından gelen eziyete de tahammül etmektir. Kadının heyecan ve öfkesi ânında hilim ve sabır göstermelidir. Böyle yapmakla Hz. Peygamber'e uymuş olur. Çünkü Hz. Peygamber'in pâk zevceleri onun konuşmalarına karşılık verirlerdi. Hatta onlardan bazıları sabahtan akşama kadar Hz. Peygamber'e küserdi.
Rasûlullah ile Aişe validemizin arasında bir münâkaşa cereyan etti. Öyle ki, Hz. Ebubekir es-Sıddîk'ı aralarında hakem yapmaya mecbur oldular. Bunun üzerine Rasûlullah, Âişe validemize şöyle dedi:
- Sen mi konuşacaksın, yoksa ben mi?
- Hayır, sen konuş! Fakat hakikatten ayrılma. Ancak hakkı söyle!
Hz. Âişe'den bu sözü duyunca Hz. Ebubekir (r.a) öfkelenerek, ağzını kanatacak şekilde Âişe'yi tokatladı ve Âişe'ye hitâben dedi ki: 'Ey nefsinin düşmanı! Acaba Allah'ın Rasûlü haktan başkasını mı söyler?' Bu durum karşısında kalan Hz. Âişe, Rasûlullah'a sığındı ve arkasında oturmaya mecbur oldu. Rasûlullah (s.a) Hz. Ebubekir'e hitaben şöyle dedi: “Biz seni onu dövmek için çağırmadık ve senden vurmanı da istemedik.” (Tebârânî ve Hatib)
Enes (r.a) der ki: 'Allah'ın Rasûlü, çocuklar ve kadınlar hakkında herkesten daha merhametli ve şefkatli idi'. (Müslim)
Hanımının sıkıntılarını gidermeye, onunla oynaşmaya ve şakalaşmaya çalışmalıdır. Çünkü bu tür hareketler kadınların kalbini hoş eder. Allah'ın Rasûlü (s.a) onlarla şakalaşıyordu.
İşlerinde ve hareketlerinde onların seviyesine iniyordu. Hatta rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) Âişe validemizle yarışıyordu. Bir gün Hz. Âişe onu geçti. Bazı günlerde o Âişe'yi geçti ve 'Bugün kazandığım zafer, daha önce kazandığın zafere karşılık olsun' dedi. (Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Mâce) 
Haberde şöyle gelmiştir: Hz. Peygamber herkesten daha iyi hanımlarıyla konuşan ve şakalaşan bir kimseydi. (Hasan b, Süfyan, Bezzar ve Taberânî)
Âişe vâlidemiz şöyle anlatmaktadır: “Aşûre gününde birtakım Habeşlilerin mescitte kılıç kalkan oyunlarının seslerim duydum. Seslere dikkat ettiğimi gören Rasûlullah bana şöyle dedi: 'Onların oyunlarını görmek is ter misin?' Ben 'evet isterim' dedim. Rasûlullah onlara haber gönderdi, benim odamın kapısına geldiler. Rasûlullah kapı yanlarının arasında durdu. Elini kapının önüne koydu. Bir elini de arkaya uzattı. Ben de çenemi Rasûlullah'ın eli üzerine koydum. Onlar oynuyor, ben de böylece seyrediyordum. Rasûlullah zaman zaman bana 'Bu kadar yeter mi?' diyordu; ben ise, Rasûlullah'a iki veya üç defa 'sus (biraz seyredeyim)' dedim. Sonra Rasûlullah bana tekrar, 'Ey Aişe! Bu kadar yeter mi?' dedi. Ben de 'evet' dedim. Bunun üzerine Rasûlullah Habeşlilere işaret etti. Onlar da dağılıp gittiler. Onlar gittikten sonra Hz. Peygamber 'Mü'minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel ve ailesine karşı en fazla lütufkâr olan kimsedir' dedi. (Nesâî, Tirmizî ve Hâkim)
“Ey ümmetim! Sizin en hayırlınız, zevcelerine en hayırlı olanınızdır. Ben ise zevcelerim için hepinizden daha hayırlıyım.” (Tirmizî)
Hz. Ömer (r.a) katılığına rağmen şöyle demiştir: 'Müslüman kişi aile efradı içinde çocuk gibi olmalıdır. Dışarıya karşı ise erkek olmalıdır'.
Lokman Hekim şöyle demiştir: 'Akıllı bir kişiye gereken hare-ket, aile efradının içinde çocuk gibi olmaktır. Ne zaman cemaate katılırsa, erkek olmalı'.
“Allah, katı tabiatlı, sitemkâr, kibirli ve hiç kimseye ikramda bulunmayanlara buğzeder.” (Ebu Bekir b. Lâl)
Bu hadîsin tefsirinde şöyle denildi: 'Ca'zerî, aile efradına karşı merhametsiz olan kimse demektir. Cevvaz ise, gururlu ve mütekebbir olan kimse demektir'.
Hadîse verilen bu mânâ, şu ayete verilen mânâlardan biridir: 'O utüll'dür' (Kalem/13). Denildi ki: Utüll, lisânı bozuk, çoluk çocuğuna karşı kalbi katı demektir.
Bedevî bir kadın, ölen kocasını şöyle vasıflandırıyordu: 'Allah'a yemin ederim, o eve girdiği zaman, güler yüzlü idi. Çıktığında diline sahipti. Bulduğunu yer, kaybolanın nereye gittiğini sormazdı'.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: “Nafakası kendisine düşen kimseleri perişan etmek günah bakımından kişiye yeter de artar.” (Ebu Dâvud, Nesâî) * İmam-ı Gazali- İhya-u Ulumiddin-2)

 *             CİNSEL HAYAT
Yeryüzünde canlı varlıkların soylarının devamı üreme faaliyetine, bu da genel olarak erkek ve dişi olmak üzere iki farklı cinsin ortak faaliyetine bağlıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de varlıkların erkek ve kadın olarak çiftler halinde yaratılmış olduğu (er-Ra‘d 13/3; Tâhâ 20/53; Yâsîn 36/36; ez-Zâriyât 51/149), insanların da kadın ve erkek olmak üzere iki ayrı cinste bir çift olarak yaratıldığı bildirilir (el-Fâtır 35/11; eş-Şûrâ 42/11; el-Hucurât 49/13; en-Necm 53/45). Bu itibarla cinsiyet, insan tabiatının en köklü ve ayrılmaz bir özelliğidir.
Cinsiyet farklılığı ve bu farktan doğan her şey ârızî olmayıp, aksine hayatın devamı, sürekliliği ve düzeni için zaruridir. Erkek ve kadın olarak ayrılan iki farklı cinsiyet, tek tek ele alındığında birbirinin aynısı olmayıp, aralarında yaratılış farkları vardır. Bu farklılıklar beden yapısında olduğu kadar duygu, düşünce, davranış ve tutumlarda da kendisini gösterir.
İslâm’a göre, insan olmaları bakımından kadın ve erkek arasında herhangi bir ayırım söz konusu değildir; her ikisi de insan cinsine dahil olmaları bakımından eşittirler. Kur’ân-ı Kerîm’de insanlar arasında bilgi ve takvâ dışında bir derecelenmeye yer verilmediği (el-Hucurât 49/13; ez-Zümer 39/9), yapılan iyi işlerin karşılığının erkek-kadın ayırımı gözetilmeksizin aynı ölçülerde verileceği bildirilir (en-Nahl 16/97; el-Ahzâb 33/35). Yine Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm öncesi Arap toplumundaki kadın cinsiyetini aşağılayıcı anlayış ve uygulamalar da şiddetle eleştirilip reddedilir (en-Nisâ 4/124; el-En‘âm 6/140; en-Nahl 16/58-59; ez-Zuhruf 43/17; et-Tekvîr 81/8-9). Böylece İslâm, ne bir cinsin diğerine üstünlüğünü ne de aralarında her yönden tam bir eşitlik bulunduğunu benimser. İslâmî anlayışa göre her cinsin kendine has ve diğerinde bulunmayan bazı özellikleri vardır; dolayısıyla cinsler karşılıklı olarak birbirini tamamlar. Cinsiyetler arasında hem bir bütünleşme ve tamamlayıcılık, hem de rekabet söz konusudur. İslâm, cinsiyetlerin birbiriyle çatışan değil, birbirini bütünleyen özellikler olduğunu gösteren bir insanlık düzeni getirmiştir. İslâm aile düzeni, erkek ve kadının mümkün olan en üst seviyede kendi cinsî rollerinin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmesine dinî bir anlam kazandırmıştır.
A) Cinsî Duygu ve Cinsiyet Eğitimi
Cinsiyet, insan davranışlarını etkileyen önemli bir güdüdür ve her cins diğerine karşı tabii olarak ilgi duymaktadır (Âl-i İmrân 3/14; Yûsuf 12/23, 24, 30, 32-33). Hz. Muhammed (a.s.v.) de bir hadisinde, kendisine dünyadan üç şeyin sevdirildiğini belirtmekte ve bunlar arasında “kadın”ı da zikretmektedir (bk. Nesâî, “Nisâ”, 1).
İnsan tabiatı, cinsî hayatla ilgili üç farklı istek ve ihtiyacın tatminine imkân veren faaliyet ve davranışlara kaynaklık eder: 
1. Ruhsal tatmin ve huzur: Eşlerin birbirlerine duyduğu gönül yakınlığı; aralarında sevgi, saygı, bağlanma duygularının canlanmasına, birlikte yaşamayı zevkli hale koyan psikolojik bir ortamın doğmasına yol açar (el-A‘râf 7/189; er-Rûm 30/21). 
2. Bedensel lezzet ve zevk: Bir ihtiyaç olarak hissedilen cinsî birleşme, kişiye zevk verici bir özelliğe sahiptir. 
3. Neslin devamı: Her insan kendinden sonra bu dünyada soyunu devam ettirecek çocuklara sahip olma arzusunu taşımaktadır. 
İslâm dini, insanın fıtratının gerektirdiği cinsî ihtiyaç ve arzuların tatminini son derece doğal karşılamış ve bu konuda fert ve toplumun huzurunu, sağlam ve sağlıklı gelişimini hedef alan düzenlemeler getirmiştir. Cinsiyet güdüsü, insanı kural tanımaz taşkınlıklara sürüklemektedir. Bunun tatminini sağlayacağı zevk bir amaç haline getirildiğinde ise, insanın ahlâkî kişiliği bundan büyük zarar görmektedir. Başı boş ve sorumsuz bir cinsel hayat, nesillerin bozulmasına, insanlar arasındaki gerçek sevgi ve rahmet duygularının yok olmasına, düşmanlık ve anlaşmazlıkların çoğalmasına, ruh ve beden yönünden pek çok hastalığın yayılmasına yol açmaktadır. Bundan dolayıdır ki, Müslümanların iffet ve namuslarını korumaları Kur’an’ın bir emridir (en-Nûr 24/32, 33). İslâm, kadın ve erkeğin nikâh akdine dayalı beraberliği dışında, serbest ilişki ve birleşmelere izin vermez. Cinsî ahlâkta esas olan iffet ve namusun korunmasıdır ve bunun en uygun yolu da evlenmedir.
Çünkü insanın cinsî duygu ve isteğini ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, İslâm açısından bu istenen bir şey de değildir. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.v.), Allah’a daha çok ibadet etmek amacıyla cinsî arzularını bütünüyle köreltme yoluna gitmek isteyenleri bundan sakındırmıştır (Buhârî, Nikâh/8; Müslim, Nikâh/6-7). Gençleri evlenmeye teşvik eden Resûlullah, bunun insanı günah işlemekten koruyacağını bildirmiş, evlenmek için imkân bulamayanlara da oruç tutmayı ve iffetlerini bu şekilde korumaya çalışmalarını tavsiye etmiştir (Buhârî, Nikâh/2, Savm/10; Müslim, Nikâh/1; Nesâî, Nikâh/6). 
Kur’ân-ı Kerîm’de, eşlerin biri diğerinin iffetini koruma sebebi oluşu; “...onlar sizin elbiseniz, siz de onların elbisesi durumundasınız” (el-Bakara 2/187) 
Zina ve fuhşun her çeşidi ile buna götüren yollar İslâm’da ahlâka son derece aykırı, kötü bir yol, çirkin bir iş ve bir hayasızlık olarak nitelendirilir (el-En‘âm 6/151; el-A‘râf 7/133; el-İsrâ 17/32). * ( konu genel olarak DİB İlmihal-2 kitabından alınmıştır.)

* CİMANIN ADABI

Cimanın sünnette sabit olmuş bir çok adabı vardır. Bunların bir kısmım şu şekilde sıralayabiliriz (el-Mugn.t, VII, 25; İhyau Ulumiddin, II, 46 vd)
           Temizlik
          İnsan fıtratı gereği temizliği sever. Yani fıtratı gereği gülden hoşlanan insan, temizlikten de hoşlanacaktır. Fıtrata uygun olmayan şeyleri yapmak, insan ruhu üzerinde etki bıraktığı gibi temizliğe özen göstermemek de insan ruhu üzerinde eser bırakacaktır.

       Evlilik hayatında da temizlik büyük öneme haizdir. Genel olarak temiz giyinmeye, vücut temizliğine özen göstermeye, evinini ve çocuklarının temizliğine özen gösterilmelidir. Hamarat ama temizliğe özen göstermeyen hanımlar, erkekleri tarafından pek ilgi göremeyebilirler. Öte yandan, güzel olmayıp temizliğe gereken ilgiyi gösteren kadınlar ise kocaları tarafından ilgiyle karşılanırlar. Cinsel ilişki esnasında da çıkabilecek ağız ve ter kokusu, çiftler arasında hoş karşılanmayacağı gibi, bıkkınlığa da yol açacaktır. Bu nedenle de olumsuz etkiler yaşanmaması için  evlilik hayatının her safhasında temizliğe özen gösterilmelidir.
          Kişinin Ailesine Yaklaşacağı Zaman Dua Etmesi
Kişinin, hanımına yaklaşacağı zaman şöyle dua etmesi müstehabdır: 'Allah'ın izniyle başlıyorum. Yârab! Bizi ve bize ihsan edeceğin çocuğu şeytanın şerrinden muhafaza eyle!'
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Onların biri eşine (cinsî münasebet için) yaklaşmak istediği zaman 'Bismillah, yâ Allah! Bizi şeytandan uzaklaştır, şeytanı da bize ihsan edeceğin çocuktan uzak kıl1 derse, şu muhakkak ki karakocanın bu birleşmesinden bir çocuk doğduğu takdirde artık o çocuğa ebediyyen şeytan zarar veremez.” Buharî/14l, Müslim/1434, (İbn Abbas)
Cimada bulunmadan önce besmele çekmek müstehaptır. Ayrıca İhlas suresini okur, tekbir ve tehlil getirir; çocuk doğma imkanından ümit kesmiş olsa dahi şöyle der: "
بسْمِ اللّٰ.ِ الَلهّٰمُّ جَنبِّنْاَ ال شَّ ي ط ا ن وَجَنِّبِ الشَّيْطَانَ مَارَزَقْتَنَا
“Bismillâh, Allâhümme cennibne’ş-şeytâne ve cennibi’ş-şeytâne mâ razaktenâ.”
  “Allâh’ın adıyla. Allâh’ım bizi şeytândan ve şeytânı da bize ihsân edeceğin şeylerden (çocuklardan) uzaklaştır.” der de aralarında bir çocuk olursa şeytân ona ebediyyen zarâr vermez.” (Buhârî)
“Yüce ve Azim olan Allah'ın adıyla. Allah'ım. Şayet sulbümden bir zürriyet çıkmasını takdir buyurmuş isen, sen bunu temiz bir zürriyet kıl; Allahım! Şeytanı benden uzaklaştır ve bana ihsan edeceğin evlattan uzak tut." Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. 
Bu esnada ve ilişki sırasında (kıbleye hünnet maksadıyla) kıbleye yönelmez. 
Kendisini ve hanımını bir örtü ile örter ve üzerleri açık bulunmaz. O) Çünkü biraz sonra da görüleceği gibi bu şekilde cima mekruhtur.
Oynaşmak, kucaklaşmak ve öpüşmekle başlar. İşini bitirdikten sonra hanımının da işinin bitmesi için biraz bekler. Çünkü kadının inzali gecikmiş olabilir. Cima esnasında çok konuşmak mekruhtur. 
Özürsüz olarak dört günden fazla cimayı terk etmez.
Ondan faydalanmak isteyecek olursa aybaşı olan hanımının göbeği ve diz kapağı arasını bir örtü ile kapatır. İkinci defa cima etmek isteyen cinsi organını yıkar ve abdest alır. Çünkü abdest almak hem arzuyu hem de temizliği arttırır. 
Pazartesi veya cuma geceleri gibi, cimanın müstehap olduğu gece diye bir sünnet söz konusu değildir. Bununla birlikte cuma günü cimanın müstehap olduğunu kabul eden ilim adamları vardır.
Üzerleri açık olduğu halde ilişkide bulunmak mekruhtur. Çünkü İbni Mace, Ukbe b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu: "Sizden kim hanımına yaklaşırsa örtünsün ve her ikisi de yaban eşekleri gibi üzerleri açık ve çıplak kalmasın." Bu durumda bu halde olmaktan nefret ettirmek için Peygamber (s.a.) böyle bir benzetme yoluna gitmiştir. 
Karı kocanın aralarında cereyan eden şeyleri başkalarına anlatmaları mekruhtur. Bazı kimseler ise sır olan şeyleri açıklama durumunda olduğu için haram olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
sırrı açıklamak haramdır.
Cünüp olduğu sürece saçlarını, tırnaklarını kesmemesi, herhangi bir yerinden kan çıkarmaması da uyulması gereken edepler arasındadır.
Zifaf gecesi ve cimadan önce erkeğin hanımının alnını tutup şöyle demesi müstehaptır:
“Allahım! Senden, bunun hayrından ve ahlakına, mayasına yerleştirdiğin hayırdan dilerim. Onun şerrinden ve mayasına yerleştirdiğin şerden de sana sığınırım.” (İbni Mace ve Ehu Davud)
Koca, karısının, ferci dahil bütün vücuduna bakması ve dokunması mezheplerin ittifakı ile caizdir. Burada fercden kasıt, faydalanılan yerdir. Ancak erkeğin de kadının da birbirlerinin ferclerine bakması ve kişinin kendi fercine ihtiyaç olmaksızın bakması mekruhtur. Fercin iç tarafına bakmasının keraheti ise daha şiddetlidir. Hz. Aişe (r.a) -ferci kastederek-: "Ne ben ondan gördüm, ne de o benden gördü. " demiştir (İbn-i Mace)
Kadının erkeğe, erkeğin kendisine bakabildiği şekilde bakması caizdir. Çünkü yüce Allah kadınlara da gözlerini tıpkı erkeklere emrettiği şekilde haramdan korumalarını emretmiştir. Ebu Davud ve başkalarının rivayetine göre: "Peygamber (a.s.) Ümmü Seleme ile Hafsa (r.anhuma)'ya İbni Ümmü Mektum'dan saklanmalarını emretmiş ve şöyle demiştir: "Siz de onu görmeyen körler misiniz?"* (İslam Fıkhı Ansiklopedisi 2/361-368)
Haram Olan Cinsel İlişkiler:
Normal cinsî tabiata aykırı düşen yollardan cinsî tatmin sağlanması da İslâm’ın hiç tasvip etmediği bir davranış biçimleridir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
- Homoseksüel (Eşcinsel, livata) ilişkiler: 
Kur’ân-ı Kerîm’de, eşcinsel bir yönelişe saplanıp kalan Lût kavminin davranışı çok sert bir dille tenkit ve reddedilir (el-A‘râf 7/80; el-Hûd 11/78, 83; eş-Şuarâ 26/161-166; el-Ankebût 29/28-29). 
- Arka Organdan Temas Etmek: 
“Erkeğin kendi eşine tenasül organından değil de arka uzvundan yaklaşması, Hz. Muhammed (a.s.v.) tarafından “küçük livâta” olarak adlandırılır ve kesin olarak yasaklanır.” (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 45; Tirmizî, “Tahâret”, 102; İbn Mâce, “Nikâh”, 29). 
"Hanımına dışkı yerinden yaklaşan kimse lanete uğramıştır." 
"Erkeğe veya kadına arka yoldan yaklaşan kimseye Allah, rahmet bakışıyla bakmaz" (Ebû Dâvûd, Nikâh/45; Müsned, I/86; II/444; Tirmizî, Taharet/102;)
- Başkalarının Yanında Sevişmek ve Cinsel İlişkide Bulunmak: “Siz hâlâ erkeklere yanaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” Kavminin cevabı, “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azabını getir bize” demeden ibaret oldu.” (Ankebut/29)
İslâm hukukçularının bir bölümüne göre, kişinin başkalarının yanında eşini öpmesi bile mahkemede şahitliğinin reddolunması için yeter sebeptir.
- Arka Organdan Temas Etmek: 
Öte yandan, hayvanla cinsî temas kurulması iğrenç görülmüş, bu fiil ağır bir suç ve günah sayılmıştır (Ebû Dâvûd, “Hudûd/30; Tirmizî, “Hudûd/23).
- Âdet (hayız, regl) ve Lohusalık Halinde Cinsî Münâsebette Bulunmak: 
“Âdet ve lohusalık halinde cinsî münâsebette bulunmak Kur’an ve sünnete göre haramdır.” (Bakara/222, 263; Ahzab/48; İ. Mâce Hn/3683; C. Sağir 1/124.)
- Hayvanlarla Cinsel Temasta Bulunmak:  
“Dört sınıf insan vardır ki bunlar sabah ve akşam Allah’ın azap öfkesi içindedirler. (Sahâbîler tarafından) soruldu: ‘Bunlar kimlerdir Ya Resûlallah?’ Allah’ın Resûlü (sav) şu açıklamada bulundu: Onlar: Kadınlara benzemek isteyen erkekler, erkeklere benzemek isteyen kadınlar, eşcinseller (Homoseksüeller) ve hayvanlarla cinsel ilişki kuran kişilerdir.”(ed‐Dürüül‐Mensûr)  (konu ile ilgili diğer hadisler: Ebû Dâvûd, Hudûd/29; et‐Tac 4/350; 
- Eşler Arasında Acı Vererek (Sadizm) ve Acı Verdirerek (Mazohizm) Cinsel İlişkide Bulunmak: 
Allah “… Ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız” (Bakara 279) buyurarak başkasına acı vermeyi (zulmetmeyi) yasaklamıştır. 
 Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: “Allah’ın kadın kullarını dövmeyiniz.” “(Tövbe edip helâllık almadıkça) ıstırap veren kişi Cehennem’de azab görecektir; cezasını çekmek üzere Cehennem’e girecektir.” (el‐Camiüs‐Sağir “Lâ” ve “Küllü” maddeleri)
- Cinsel Görevden Kaçınmak: 
Allah’ın Resûlü: Allah erteleyen kadına la’net etsin, buyurdu. “Erteleyen kadınlar kimlerdir Ey Allah’ın Peygamberi?” şeklinde bir soru yöneltilince de erteleyen kadınları şöylece tarif buyurdu: “Erteleyen kadınlar, kocaları tarafından arzulanıp istenen, fakat‐geldim, geleceğim diyerek, kocaları uyuyuncaya kadar onları bekletip oyalayanlardır.” (M. Zevâid 4/296, El‐Metâlibül‐Âliyetü 2/26‐7)
“(İlişkide bulunmak için) Kişi karısını yatağına çağırdığı zaman, (tıbbî veya dînî bir mazereti olmaksızın) kadın gelmekten kaçınır, kocası da bu sebeple ona kırgın ve kızgın olarak gecelerse, melekler sabaha kadar o kadının Allah’ın öfkesine uğramasını dilerler.” (Müslim Hn/830)
- Îlâ Yapmak: İlâ, kocanın, karısıyla cinsî münasebette bulunmayacağına, dair yemin etmesidir.
- Zıhâr Yapmak: Cinsel ilişki esnasında, karısını anası, kız kardeşi gibi mahremlerinden birine benzetmesi.
- Ağzı cinsel organa dönüştürmek ve ağza boşalmak: Ağız da cinsel temas için değil, başka işler için var edilmiştir; oradan cinsel temas yaratılış amacına da, fıtrata da ters düşer, fıtratları bozulmamış olanlar bundan nefret ederler. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)
- El ile cinsî tatmin olmak (mastürbasyon): El ile cinsî tatmin sağlanması (mastürbasyon) da yine hoş görülmeyen (Şafiilere göre haram, Hanefilere göre tahrimen mekruh) bir davranıştır.
Geçici haram durumlar:
- Ramazan ayında Oruçlu İken Cinsel Yaklaşımda Bulunmak:
- Hac’ta İhramlı İken Cinsel İlişkide Bulunmak:
- İtikâfta İken Cinsî Münâsebette Bulunmak:
(Bu haramların bir bölümü ilgili konu içinde ayrıntılı açıklanmıştır. 
Ayrıca cinsel konular ile ilgili hususları ayrıntılı olarak öğrenmek için ‘Cinsel Hayat’ adlı kitaptan yararlanabilirsiniz  https://www.alirizademircan.net/dokuman/Ali-Riza-DEMIRCAN-TURKCE-cinsel-hayat.pdf )
Bütün bunlar İslâm’da cinsî duygunun ve isteğin tabii karşılandığını, fakat insanın bu duygusuyla başı boş bırakılmayıp onun sağlıklı, düzenli ve huzurlu bir yöne sevk edildiğini, aklın duyguya hâkim kılınarak insanın cinsî tabiatının eğitilmek istendiğini gösterir.
Erkek ve kadın olarak her cinsin kendine has özelliklerinin korunması ve kendi tabii yönünde geliştirilmesi, cinsiyet farklılaşmasının doğal sonucudur.
Bu bakımdan, kıyafetten başlayarak her türlü bilgi, tavır ve davranışlarda, cinsler arasındaki bu farklılığı dikkate alan ve her cinsin kendi özelliklerine uygun düşen bir eğitim kaçınılmazdır. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etmiş (Buhârî, “Libâs”, 61-62; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 30) ve bu tipler için bazı yaptırımları yürürlüğe koymuştur (Buhârî, “Libâs”, 61; Müslim, “Selâm”, 62). 
Ayrıca, erkekler için yasakladığı cins ve renkteki giyecekleri erkek çocuklar üzerinde görünce hoşnutsuzluk gösterip müdahale etmiştir (Müsned, IV, 171).
Her cinsin kendi özelliğini koruması yanında, bazı temel ahlâkî değerlerin de kazandırılmasıyla, sağlıklı bir cinsî eğitim ve gelişim sağlanabilir. Bunun için gerekli olan tedbir ve uygulamalar için en uygun yer aile yuvasıdır.
İslâm bu konuyu da bazı kurallara bağlamıştır. Buna göre, çocukların zihnî ve bünyesel gelişimlerine paralel şekilde cinsî yönden bilgilendirilmesi ve eğitilmesi tavsiye edilir. 
Ana babanın kendi odalarında örtüsüz bulunabileceği saatlerde çocukların ve diğer ev halkının izinsiz olarak odaya girmemeleri gerekir. 
Gençler ve yetişkin kişiler de, karı kocanın odasına girerken her defasında izin istemelidir (en-Nûr 24/58-59). Böylece karı koca arasındaki cinsiyet hayatı gizliliğini korumalıdır. 
Erkekle erkeğin, kadınla kadının birlikte aynı yatakta yatması da uygun değildir (Müslim, “Hayâ”, 73). 
Çocukların, yedi ya da en geç on yaşlarında yataklarının ayırılması, kız ve erkek çocukların ayrı ayrı yataklarda yatırılmasını tavsiye eden Hz. Muhammed (a.s.v.) (Ebû Dâvûd, “Salât”, 26; Müsned, II, 180, 187), cinsiyet eğitiminde ana babanın büyük sorumluluğuna da işaret etmiş olmaktadır.
Evlilik Sırlarının İfşası
Ebû Sa’îd el-Hudrî (r. a.), Rasûlullah (a.s.v.)’in şöyle buyurduğunu bildirmiştir: “Kıyamet gününde Allah katında sahip olduğu konum bakımından en şerli kimselerden biri karısı ile cinsel ilişkide bulunup karşılıklı olarak birbirlerinden istifade eden ve daha sonra da hanımının sırrını ifşa eden adamdır.” (Müslim K. Nikâh/1437)
Bu hadis ile ilgili olarak İmam Nevevî  şöyle der: Bu hadiste, erkeğin hanımı ile olan cinsel hayatını ifşa etmesinin ve bunun de taylarını, ilişki sırasında hanımı ile konuştuklarını, yaptıklarını vb. şeyleri başkalarına anlatmasının haram olduğu bildirilmektedir. (Şerhu Sahîh-i Müslim, c. 3, s. 610)
Kocası Yanında İken İzni Olmadan Nafile Oruç Tutması
Ebû Hureyre (r. a.) Rasûlullah (a.s.v.)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Bir kadının, kocası yanında iken onun izni olmaksızın oruç tutması helal değildir. Yine, kocasının izni bulunmaksızın evine birinin girmesine de izin veremez.” (Muttefekun aleyh. Buhârî, K. Nikâh/5195; Müslim, K. Zekat/1026)
Bu hadis ile ilgili olarak İmam Nevevî  şöyle demiştir: “Bu hadis belli bir zamana bağlı olmayan nafile ve mendup oruçlara hamledilir. İfade edilen yasak, haramlık bildirmektedir. Ashabımız bu hususu tasrîh etmişlerdir. Bunun sebebi şudur: Kocanın istediği her an karısından faydalanma hakkı vardır. Kocanın bu hakkı da, hemen yerine getirilmesi gereken bir haktır. Nafile ya da vacip bile olsa daha sonra yapılabilecek bir amelden dolayı ertelenemez. Kocanın bizzat izni bulunmasa da, kadının oruç tutmasına göz yumulması gerekir. Hanımıyla ilişkide bulunmak istediğinde bu hakkı zaten yine vardır. 
Hanımının orucunu bozdurabilir, denilirse, cevaben şunu söyleriz: Normalde kadının oruçlu olması cinsel ilişkide bulunmaya bir engel teşkil eder. Çünkü tutulan orucu bozmak suretiyle işlenecek cürümden endişe edilir. Rasûlullah (a.s.v.)’in "Kocası yanındayken" ifadesi “beldesinde mukim iken” manasındadır. Koca yolculukta ise, hanımının oruç tutma hakkı vardır. Kocası kendisi ile birlikte bulunmadığından dolayı cinsel bakımdan istifade söz konusu değildir.” (Şerhu Sahîh-i Müslim, c. 3, s. 65 )
Kadının Kocasının İzni Olmadan İnfakta Bulunması
Ebû Hureyre’den rivâyete göre şöyle der: “Veda haccı senesindeki hutbesinde Rasûlullah (a.s.v.)’i şöyle söylerken işittim: “Kadın, kocasının evinden beyinin izni olmaksızın infakta bulunamaz.” ( Hasen hadis. Ebû Dâvûd/3565; Tirmizî/670;İbn Mâce/2295; 
Âişe (r. anha) şöyle der: “Rasûlullah (a.s.v.) buyurdu ki: “Kadın evinin yiyeceğinden –bir rivâyette kocasının evinden- herhangi bir fesada yol açmaksızın infakta bulunursa, bu infakının ecrini kendisi; çalışıp kazandığı maldan infak edilmesinden dolayı olan ecri de, kocası alır. Malı koruyan kişi için de benzer durum geçerlidir. Hiçbiri diğerinin ecrini eksiltmez.” (Buhârî, K. Zekât/1425; Müslim, K. Zekât/1024) 

B) Cinsî Hayat ve Yasaklar
İnsanın ruhî ve mânevî olduğu kadar bedenî-tabii ihtiyaçlarının da mâkul ve dengeli bir şekilde karşılanması gerektiği ilkesini benimseyen İslâm dini, insanın cinselliğini de tabii bir vâkıa olarak ele almış, ancak bu konuda, belli sınırlar ve mâkul ölçüler koyarak hem cinsî hayatı korumayı ve devam ettirmeyi, hem de insanlık onuruna ve değerine aykırı davranışları, sapma ve aşırılıkları önlemeyi hedef almıştır. Diğer bir anlatımla İslâm dini, diğer alanlarda olduğu gibi bu konuda da akıl ile duygular arasında mutedil ve dengeli bir yol çizmiştir. Çünkü insan akıl, sezgi, düşünme ve karar verme, utanma, iffet gibi güzel haslet ve duygularla donatılmanın yanı sıra şehvet, yeme ve içme gibi bedenî ihtiyaçlara, birtakım zaaf ve temayüllere de sahiptir. İnsanın diğer dünyevî lezzet ve menfaatlerde olduğu gibi cinsellik konusunda da çoğu zaman bencillik ve aşırılığa kaçması, bedenin arzu ve duygularına kapılıp barbarca bir çekişmeye girmesi kuvvetle muhtemel olduğundan, İslâm’da cinsel eğitim ve cinsî ihtiyacın tatminiyle ilgili birçok düzenleyici ve emredici kurallar konmuştur. 
İslâm’ın iki aslî kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te cinsî hayatla ilgili birçok ayrıntılı hüküm yer almaktadır. Bunun için de özel hayatın bir parçasını oluşturan cinsî hayatın dinin bu emir ve tavsiyeleri doğrultusunda düzenlenmesi, Müslüman için ayrı bir önem taşır. 
İslâm akıl ve iradenin bedenî haz ve arzulara tâbi kılınmamasını, insanın şehvetin esiri olmamasını ister. Buna karşılık cinsel hayattan çekilme, hadımlaşma, Hristiyanlık’ta olduğu gibi din adamlarının evlenmeyerek Tanrı’ya daha yakın olacağı iddiası İslâm’da hoş karşılanmaz. Hz. Muhammed (a.s.v.) kendini gece gündüz ibadete vererek dünyevî haz ve ihtiyaçlardan geri duran sahâbîleri eleştirerek bunun İslâm’ın önerdiği bir hayat tarzı olmadığını, bedenin, organların ve nefsin de kişi üzerinde hakları olduğunu, onların da haklarının verilmesi gerektiğini belirterek itidalden, tabii ve fıtrî yoldan ayrılmamayı önermiş, hadımlaşmayı da yasaklamıştır (Buhârî, “Nikâh”, 7; Müsned, II, 173; III, 82). 
Zaten evlenip iffeti koruma, cinsî arzularını meşrû ölçüler içerisinde giderme, sağlıklı ve düzenli bir cinsellik dinin emrettiği ve teşvik ettiği bir husus olduğundan geniş anlamda “ibadet” kavramına dahildir. Kur’an’da, “Sizler için kendileriyle sükûnete erip tatmin olacağınız eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi, O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen toplumlar için ibretler vardır” (er-Rûm 30/21) buyurulur.
İffetini koruyan, evlilik içi meşrû cinsel ilişki ile yetinen müminlerden övgüyle söz edilir (el-Mü’minûn 23/5-6). Hz. Muhammed (a.s.v.)’in Müslümanları evlenmeye teşvik etmesi, evlilik birliğini mümkün olduğu sürece korumayı öğütlemesi, bu konuda velilere ve devlete birtakım görevler yüklemesi, bekârlığı kınayıp bekâr kalmayı âdet edinenlerin şiddetle eleştirilmesi de aynı amaca yöneliktir. Çünkü diğer dinî vecîbeler de dengeli ve huzurlu bir aile hayatı içinde daha iyi ifa edilebilecektir.
Evlenmeden önce tarafların birbirini görüp beğenmesi, taraflar arası denkliğin gözetilmesi gibi tedbirler, eşlerin vücut ve ağız temizliğine dikkat etme, karşılıklı sevgi ve saygı gösterme, süslenme ve güzel koku sürünme, birbirlerini cinsel yönden de tatmin etme, cinsel hayatın sırlarını koruma gibi karşılıklı hak ve ödevleri de dahil, cinsel hayatla ve aile hayatının mahremiyetiyle doğrudan veya dolaylı olarak ilgili birçok konuda gerek Hz. Muhammed (a.s.v.)’in sünnetinde ve gerekse klasik dinî literatürde yer alan bilgi ve tavsiyeler, Müslümanların aile hayatı ve cinsel ilişki açısından da sağlıklı ve huzurlu bir hayata kavuşmasını, yanlışlık ve sapmalardan korunmasını hedef alır. Eşler arası cinsel yetersizliğin ve hastalığın haklı bir boşanma sebebi sayılmasının da böyle bir anlamı vardır. İslâm’ın cinsî hayatla ilgili olarak koyduğu yasak ve sınırlamalar da bir yönüyle bu gayeye mâtuftur. Kadınlarla ay hali ve lohusalık döneminde cinsî ilişkinin yasaklanması, eşler arası bile olsa anal ilişkinin livata olarak adlandırılıp yasaklanması da böyledir. İslâm’ın teşhirciliği, müstehcenliği, çıplaklık ve hayasızlığı, karı koca olmayanlar için şehvetle dokunma ve bakmayı, alkolü, kadın-erkek ilişkilerinde ölçüsüzlüğü kınayıp yasaklaması, bunların önlenmesi için birtakım tavsiyelerde bulunması da aynı şekilde fıtratı ve tabii olanı koruma, mâkul ve dengeli bir cinsî hayatı yaşatma, sapıklık ve aşırılıkları önleme çabası olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu konularda insan, duygu ve bedenî arzularının yoğun baskısı altında olduğundan çoğu defa akıl ve iradesiyle hareket edemez. 
Aklın ve hür iradenin hâkim olmadığı alanda kişiye verilecek serbestlik, onu başı boşluğa, sapıklığa ve duygularının esiri olmaya götürecektir. İslâm böyle nazik bir konuda devreye girerek ferde akıl ve düşünce ile hareket etmesinde yardımcı olmakta, bedenî arzu ve ihtirası mâkul bir zeminde tatmin etme yolları göstermektedir.
Son yüzyıllarda Batı dünyasında sloganlaşan cinsî serbestlik akımı, birçok sapıklığın, doğal olmayan ilişkilerin, iğrenç zevklerin yayılmasına, önü alınamayan hastalıkların, ruhî bunalımların baş göstermesine yol açmış, hatta bundan bütün dünya ülkeleri zarar görmeye başlamıştır. Öte yandan ağırlaşan ekonomik şartlar, gayri meşrû ilişkilere karşı toplumsal hassasiyetin kaybolması, fuhşun yaygınlaşıp kolaylaşması ve bencillik gibi farklı birçok âmil toplumda bekârların sayısını arttırmakta, böylece insanların cinsel ihtiyaç ve isteklerini gayri meşrû yoldan karşılayan, sömüren yeni yeni ticarî faaliyet alanları ve sektörler ortaya çıkmaktadır. 
Bu olumsuz gelişmelerden cinselliği ticarî kazanç konusu yapılan kadınlar başta olmak üzere toplumun her kesimi, aile kurumu, yeni yetişen nesil ayrı ayrı zarar görmektedir. 
Toplumumuzda evlilik içi huzursuzluk ve tatminsizliklerde de bu dış telkin ve yayınların önemli payı vardır. Denilebilir ki, cinsî duyguların sömürü, tahrik ve serbestisini konu edinen ve teşvik eden bunca yayın ve zararlı faaliyet, bu yayın ve faaliyetlerin etkisinde oluşan hayat tarzı ve çevre karşısında kalan insanımızı, bütün bunlara rağmen sapma ve ayak kaymalarından koruyucu en büyük faktör İslâm inancına bağlılığı ve dinî ahlâkî değerlere olan saygısıdır. Batı toplumlarında da dindar Hristiyan ve Yahudi aileler, çevreden gelen olumsuz telkinlere karşı aynı direnci gösterebilmektedirler.
Çünkü akıl ve irade imanla, Allah’a karşı duyulan saygı ve sorumlulukla birleşince, bedenî arzu ve duyguları kolayca dizginleyebilmekte, kişi, insanlığına yakışır bir hayat tarzını sürdürebilmekte, buna karşılık ferdî yetişkinliğin, dinî inancın ve sorumluluk duygusunun bulunmadığı durumlarda ise kişiler nefislerine, kötü telkin ve çağrılara kolayca teslim olmaktadırlar.
İffet ve namusun korunması, İslâm dininin cinsî hayata ilişkin genel dinî ve ahlâkî ilkesini teşkil ettiği gibi zinanın haram kılınışı, zinaya veya iffetin ihlâline yol açabilecek durum ve davranışların yasaklanması da yine aynı ilkeyi korumaya yönelik önlemlerdir. Çünkü bir değeri koruma, onu doğrudan veya dolaylı şekilde ihlâl eden tehlikelere karşı önlem almakla mümkün olur. Bu sebeple dinin aslî kaynaklarında değişik şekillerde ifade edilen ve yukarıda yer yer değinilen zina yasağı ve cinsî hayatı koruma amacına yönelik olarak alınan çeşitli önlemler ve getirilen kısıtlamalar, fıkıh kültüründe hukukî ve ahlâkî, ferdî ve sosyal boyutlarıyla ayrıntılı biçimde ele alınmış ve dinin gösterdiği hedeflere ulaşmada fert ve topluma kılavuzluk edilmiştir.

Zina Yasağı
Evlilik dışı cinsel ilişki demek olan zina öteden beri insan aklının, ahlâk ve hukuk düzenlerinin, diğer semavî dinlerin yanlış, ayıp ve kötü gördüğü bir fiil olup İslâm dininde de kesin olarak yasaklanmış, işlenmesi büyük günahlar arasında sayılmış ve önlenebilmesi için birtakım tedbirler öngörülmüştür.
Kur’an’da namus ve iffeti koruma Müslüman erkek ve kadınların en önde gelen vasıfları olarak sayılır (el-Mü’minûn 23/5; en-Nûr 24/30-31; el-Furkan 25/68; el-Ahzâb 33/35). Kur’an’da, “Zinaya yaklaşmayın, zira o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur” (el-İsrâ 17/32) buyurularak hem zinanın apaçık bir çirkinlik ve sapma olduğu belirtilmiş hem de zinanın yanı sıra kişiyi zinaya götürecek yol ve ortamlar yasaklanmıştır. Çünkü zina, nesebin karışmasına, ailenin dağılmasına, hısımlık, komşuluk, arkadaşlık gibi bağların çözülüp toplumun mânevî ve ahlâkî değerlerinin temelden sarsılmasına yol açan ve insanı bedenî zevklerinin esiri yapıp aşağılayan çirkin bir davranıştır.
Böylesi zararlı ve kötü davranışın sadece ahlâkî ve dinî müeyyidelerle yasaklanması yeterli olmayacağından Kur’an’da zina eden erkek ve kadına bedenî ceza (celde) uygulanması da emredilmiştir (en-Nûr 24/3). Hz. Muhammed (a.s.v.)’in tatbikatında ise bu konuda bir ayırıma gidilerek, Kur’an’da zikredilen bedenî ceza evli olmayan kimselerin zinasına uygulanmış ve ayrıca bu kimseler bulundukları bölge dışına bir yıllığına sürgün edilmiş, zina eden evli erkek veya kadının ise taşlanarak öldürülmesi (recm) yönünde uygulamalar yapılmıştır (Buhârî, “Hudûd”, 30, 32; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 23- 25; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VII, 91-97).
Kur’an ve Sünnet’teki bu esaslardan ve ayırımdan hareketle gelişen İslâm ceza hukukunda da zina suçunun oluşumu, uygulanacak cezanın mahiyet, tür ve şekli, sanık ve suçluların hak ve yükümlülükleri gibi konularda ayrıntılı bir hukuk doktrini meydana gelmiştir. Bu ayrıntıların temel amacı, suçta ve cezada kanunîliğin, açıklık, kesinlik ve objektifliğin sağlanması, suçlunun ve toplumun haklarının korunmasında dengenin kurulması, toplumun genel ahlâk esaslarının ve kamu düzeninin ihlâlinin önlenmesidir.
Zina suçunun ispatında dört erkek şahidin bulundurulması veya suçlunun dört defa ikrarda bulunması şartı da suçun tesbit ve ispatında şüpheli durumları önlemek içindir. Bu aynı zamanda zinanın aleniyet kazanıp toplumca bilinir bir hal aldığında cezalandırılması gibi bir anlam da taşır.
Toplumda zinanın önlenebilmesi için yasaklamanın veya suçu sabit görülenlere ceza uygulamanın yeterli olmayacağı, hatta İslâm’da cezaların uygulanışının amaç olmadığı açıktır. Onun için de İslâm’da suçların önlenmesi, kişileri suçu işlemeye sevkeden duygu, ortam ve araçların ıslah edilmesi, işlenen suç ve günahların da mümkün olduğu ölçüde gizlenmesi ilke edinilmiş, bunun için de öncelikli olarak, erkek ve kadınların yabancıların (aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan kimselerin) yanında belli yerlerini örtmeleri, birbirlerini tahrik edecek şekilde davranmamaları, yabancı kadınla erkeğin baş başa kalmaması (halvet), toplumda açıklık ve müstehcenliğin önlenmesi gibi birinci kademede yer alan önlemler alınmıştır. Karşı cinsleri cinsel yönden uyaracak türde söz, bakış ve yakın ilişkilerin de zinaya hazırlayıcı hareketler olarak kınanması bu yüzdendir.
Hukuk düzeninin öngördüğü hedeflerin gerçekleşmesinde yasaklar ve bu yasakları koruyucu cezalar, tâli yasaklar ve tedbirler kadar, sosyal arka plan ve insan unsuru da önem taşır. Bu sebeple de İslâm toplumlarında söz konusu tedbirlerle yetinilmeyerek ailelere ve topluma çocukları eğitme, evlilik yaşını geçerli bir sebep olmadıkça geciktirmeme, evlenmeleri kolaylaştırma, toplumda dinî ve ahlâkî değerleri diri tutma gibi ilâve görevler verilmiş, her Müslümanın kendi eğilim ve davranışını kendi başına denetleyebilecek bir ahlâkî yetişkinliğe, kişilik ve sorumluluk bilincine ulaşması hedeflenmiştir.
Çünkü İslâm’ın temel gayesi suçluların cezalandırılması değil, toplumda suç ortamının oluşmaması, insanların güven ve huzur içinde yaşamasıdır.
Ancak, bütün bu önlemlere rağmen toplumda zina suçu işlendiğinde, aleniyet kazanıp kesin olarak ispat edildiğinde, suçlunun cezalandırılması, hem suçun önlenmesi, hem toplum hakkının korunması açısından kaçınılmaz bir sonuçtur. İslâm’ın cezaların objektif, âdil ve tutarlı bir şekilde uygulanmasını emredip suçluya artık suçu işledikten sonra acınmaması gerektiğini ikaz etmesi de (en-Nûr 24/2) suçlunun cezalandırılmasının gerçek anlamda adalet ve rahmet olması gerçeğini ifade içindir. Çünkü insanlara gerçek anlamda acıma, suçluları affetme şeklinde değil, suçları önlemeye çalışma, suça giden yolları kapama, fakat toplumda suç işlendiğinde de tâvizsiz, tutarlı ve etkili şekilde suçluları cezalandırma ile olur.
Günümüz toplumlarında zinanın, birçok cinsel suç ve sapıklığın yaygın bir hal almasının, aileyi ve toplumun ortak mânevî ve ahlâkî değerlerini sarsıcı bir boyuta ulaşmasının temelinde eğitimin, aile içi ve beşerî ilişkilerin dinî ve ahlâkî zeminden koparılarak bireyci, özgürlükçü, bencil ve yararcı bir zeminde geliştirilmeye çalışılması, suçları tesbit ve cezalan-dırmada, kadın-erkek ilişkilerinin bireysel özgürlük ve hakların sınırlarını belirlemede bazı temel kriterlerin yitirilmiş olması yatmaktadır. Bu yanlışlıklar sonucu, suçluya acıma veya bireysel özgürlükleri koruma adı altında yanıltıcı propagandanın baskın etkisi sonucu birçok suç gerektiği şekilde önleyici, ıslah edici ve denk bir ceza ile karşılık görmemekte, suç mağduru fert veya toplumun hakları göz ardı edilmektedir. Batı toplumu için çok daha geçerli olan bu değerlendirmeler, Batı toplumuyla yakın ilişki içinde olan Müslüman toplumlar için de kısmen geçerli olup, Batı’daki bu olumsuz gelişmelerden Müslüman toplum ve kesimler de oldukça etkilenmektedir. 
Bu alanda sayıları ve etkinlikleri giderek artan birçok olumsuz yayın, yönlendirme ve cinsel özgürlük propagandasına, örgün eğitiminin ve resmî politikaların da bu konuda yetersizliğine rağmen toplumumuzda zinanın ve diğer cinsel suç oranlarının Batı toplumlarına göre daha düşük olmasının temel nedeni, İslâm dininin ve genel ahlâk ilkelerinin fertlerin gönüllerinde, günlük hayatlarında ve insan ilişkilerinde egemenliğini ve yönlendiriciliğini büyük ölçüde sürdürmekte oluşudur. Ancak bunun yeterli bir güvence olarak görülmesi yanlış olur. Suçlunun cezalandırılmasından çok suçun işlenmesine meydan verilmemesi ve o ortamın yaratılmaması daha önemli olduğuna göre, bireylerin iyi eğitilmesi, ahlâklı ve erdemli kişiler olarak yetiştirilmesi, cinsî arzu ve ihtiyaçların sömürü aracı yapılmasının ve müstehcenliğin önlenmesi günümüzde daha büyük önem taşımakta, devlet, toplum ve bireyler olarak her kesim bu alanda ayrı ayrı sorumluluklar taşımaktadır.
Koruyucu Önlem ve Yasaklar
Toplumda fertlerin ve aile hayatının korunması, sağlıklı bir cinsî hayatın temini için sadece evlilik dışı cinsî münasebet demek olan zinanın yasaklanması yeterli olmaz. Buna ilâveten, aklın, dinin ve insan tabiatının kötü ve çirkin bulduğu her türlü hayasızlık, fuhuş ve müstehcenlikle mücadele edilmesi, bunları besleyip yaygınlaştıran ortamın da düzeltilmesi ve iyileştirilmesi gerekir. Bunun için de İslâm dini, sadece zinayı yasaklamakla yetinmeyip, zinaya götüren yolları, müstehcenliği, kadın erkek ilişkilerinde ölçüsüzlüğü ve aşırı serbestliği de önlemeye, buna ilâveten ferde ahlâkî olgunluk ve şahsî sorumluluk yüklemeye, cinsel hayatla ilgili eşler arası birtakım hak ve görevlerden söz ederek aile hayatını koruyup iyileştirmeye özen göstermiştir.
Kur’an’da zina ve fuhuş büyük günahlar arasında sayıldığı, zinanın dünyevî ve uhrevî cezasından söz edildiği gibi (Âl-i İmrân 3/135; en-Nisâ 4/15-16; el-İsrâ 13/32), erkek ve kadınların gözlerini haramdan korumaları, avret yerlerini örtmeleri emredilmiş, böylece zinaya giden yolun bir yönüyle kapanmış olacağına işaret edilmiştir (en-Nûr 24/30-31). Bir hadiste Hz. Muhammed (a.s.v.) dil, ağız, el, ayak, göz gibi organların zinasından söz ederek (Müslim, “Kader”,5) zinaya zemin hazırlayıcı her türlü gayri meşrû ilişkinin, flört ve beraberliğin de bu nevi zina olduğunu belirtmiş, bunlardan da sakındırmıştır. Çünkü iffet ve namus bir bütün olup, o ancak onu lekeleyecek her türlü kötülük ve yanlışlıktan uzak kalınarak korunabilir.
Erkek ve kadın biri diğeri için cinsî uyarıcıdır. Bu sebeple yabancı (aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkek ve kadınların birbirlerine karşı ölçülü ve mesafeli davranmaları gereklidir. Yine, yabancı bir kadının yabancı bir erkekle baş başa kalması da doğurabileceği sakıncalı sonuçlar dolayısıyla yasaklanmıştır. Aralarında devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları İslâm hukukunda halvet terimiyle ifade edilir. Hadislerde, aralarında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının, başkalarının görüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalmaları yasaklanmıştır. 
Bir hadiste Hz. Muhammed (a.s.v.) “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü böyle bir durumda üçüncüleri şeytandır” (Müslim, Hac/74; Tirmizî, Radâ/16) buyurmuştur. 
Böyle bir durum karşı cins için tahrik edicidir, zinaya veya dedikoduya ve tarafların iffetlerinin zedelenmesine yol açabilir.
Kötülüğün önlenmesi kadar ona giden yolların kapatılması da önemlidir. Öte yandan iffet ve namus lekelendiğinde geri dönüşü ve telâfisi olmayan bir zarar ortaya çıkmış ve temel bir kişilik hakkı ihlâl edilmiş olur. Bu sebeple anılan muhtemel olumsuz sonuçları önlemek gayesiyle kadının yabancı bir erkekle kapalı bir mekânda baş başa kalması, kadının yanında mahremi bulunmadan yolculuk etmesi uygun görülmemiştir. Ancak bu tür davranışlar kendiliğinden değil harama yol açması sebebiyle yasaklandığı için, belirli ihtiyaç ve mazeretlerin ortaya çıkması veya anılan sakıncaların bulunmaması halinde câiz görülebilmektedir. Nitekim yol emniyetinin bulunması veya kadınların ayrı bir kafile teşkil etmesi halinde kadının mahremi bulunmaksızın yolculuk etmesinin câiz görülmesi bu anlayışa dayanır. Öte yandan bu tür kurallar ve kısıtlamalar genel ve yaygın durum ölçü alınarak ve muhtemel sakıncalar gözetilerek konulduğundan, kişilerin anılan sakıncaların kendileri hakkında vârit olmayacağına inanmalarından ziyade objektif tespitler ölçü alınır.
Erkek ve kadının birbirinin davranış, söz ve tavırlarından etkilenmesi kaçınılmazdır. Bunu en aza indirmek ve buna yol açacak durumlardan dikkatli bir şekilde sakınmak gerekmektedir (en-Nûr 24/30-31; Buhârî, “İstîzân”, 12; “Kader”, 9; “Nikâh”, 43; Müslim, “Kader”, 20-21; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 43; Müsned, II, 267, 276, 317, 329, 343). 
Böylece duyu organlarının her birinin cinsî uyarılmaya karşı kontrol altında tutulması, iffet ahlâkının yerleşmesi bakımından önem taşımaktadır. Bu da güçlü bir iç disiplin ve kendine hâkimiyet ile sağlanabilir.
Cinsî uyarıcılık özelliği bakımından kadınların durumu çok daha fazla hassasiyet gösterir. Bunun için, kadınların daha da dikkatli davranmaları istenmiştir. Yabancı erkeklerle konuşurken kadınların, kalpte şüphe uyandırmayacak ve karşısındaki kişiyi yanlış anlamaya sürüklemeyecek tarzda ciddi ve ağır başlı olarak konuşmaları (el-Ahzâb 33/32), süs ve endamlarını yabancılara göstermemeleri (en-Nûr 24/31), bunun için de sokağa çıktıklarında güzelce örtünmeleri (en-Nûr 24/31; el-Ahzâb 33/59) bu gayeye mâtuf emirlerdir. Hz. Muhammed (a.s.v.), kadınların kendi evleri dışında, başkalarına hissettirecek derecede koku sürünerek dolaşmalarını hoş karşılamamış ve bunu edep dışı bir davranış olarak değerlendirmiştir (bk. Tirmizî, “Edeb”, 35; “Radâ‘”, 13; Müsned, IV, 414, 418). 
C ) Doğum Kontrolü
Terim anlamıyla doğum kontrolü, eşlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olabilmeleri için gebeliği önleyici birtakım önlem ve yöntemlere başvurmaları demektir. Konu esasen aile içi ilişkileri, anne ve babanın sorumluluğunu ilgilendirdiği için ilk planda ferdî boyutta bir meseledir. Ancak günümüzde doğum kontrolü, aile veya nüfus planlaması adıyla yürütülen politikanın ana parçasını oluşturduğundan bütün toplumu yakından ilgilendiren sosyal, ekonomik hatta uluslararası boyutta bir önem taşımaya başlamıştır.
Doğum kontrolü her iki yönüyle de İslâm hukukunu ilgilendirmektedir.
Bireysel Boyut
Bireysel ve ailevî boyutuyla doğum kontrolünün fıkhî hükmü, kontrol usul ve işleminin mahiyetiyle yakından ilgilidir. Kadının yumurtası ile erkeğin spermi birleşip döllenme olduktan sonra gebeliğe son verilmesi, yani ana rahminde oluşmuş ceninin düşürülmesi, halk arasındaki tabiriyle çocuk düşürme ve aldırma, doğum kontrolü kavramının dışında olup ayrı dinî hükümlere tâbidir ve bundan sonra ayrıca ele alınacaktır. Burada ise hamileliği önleyici tedbirler anlamındaki doğum kontrolünden söz edilecektir.
İslâm dininde toplumun temeli olarak kabul edilen aile kurumuna büyük önem verilmiş, bu kurumun korunmasını ve sağlıklı bir bünyeye kavuşturulmasını temin gayesiyle dinî ve hukukî mahiyette bir dizi tedbir alınmıştır.
Hz. Muhammed (a.s.v.) imkânı olan kimselerin evlenmesini ve evliliğin kolaylaştırılmasını tavsiye etmiş, kıyamet gönünde ümmetinin çokluğu ile övüneceğini bildirmiştir (Buhârî, “Nikâh”, 2; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 1, 4). Bunlar Resûlullah’ın neslin devamına ve nüfus artışına önem verdiği, doğum kontrolüne gidilmesini tasvip etmediği şeklinde yorumlanabilir. Buna ilâveten kader, rızık ve tevekkülle ilgili inanışlar, nüfusun öteden beri toplulukların en önemli güç kaynağı olması, ayrıca içinde yaşanılan toplumun geleneksel kültürü de eşlerin gebeliği önleyici tedbirler almasında, hatta fakihlerin doğum kontrolünün dinî hükmü konusunda çekimser veya karşı bir tavır izlenmesinde etkili olmuştur. 
Doğum kontrolünün, daha açık ifadeyle eşlerin gebeliği önlemesinin eski ve yeni birçok yöntemi vardır. Tıbbî ve teknik gelişmeler neticesinde, her gün yeni metot ve ilâçlar ortaya çıkmaktadır. Azil, yani erkeğin cinsel ilişki sırasında spermini dışarı akıtması yöntemi çok eskilerden beri bilinen bir usul olup ilk dönem Müslümanları tarafından da biliniyor ve uygulanıyordu.
Hz. Muhammed (a.s.v.)’in azli yasaklamamış olması (Buhârî, “Nikâh”, 96; Müslim, “Nikâh”, 125-138), İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunun da azli câiz ve mubah görüp bunu eşlerin irade ve tercihlerine bırakmış olmaları, fert ve aile planında doğum kontrolünün kural olarak câiz olduğunun ilk delili sayılabilir. 
Eşlerin hangi durumlarda azil ve diğer gebeliği önleyici metotlara başvuracağı ise genelde onların aile içi meselesi olarak görülmekle birlikte örnek olarak, fazla çocuk yüzünden ailenin ve çocukların sıkıntıya düşmesi, anne sağlığının bozulması, çocukları gereği şekilde yetiştirememe tehlikesi gibi gerekçeler sayılmıştır. Zâhirî hukukçu İbn Hazm hariç tutulursa, bu konuda Sünnî hukuk ekolleri ve Şiî mezhepleri arasında ciddi bir görüş farklılığı yoktur. Ancak İslâm bilginleri, eşlerin karşılıklı haklarını koruma, aile içi huzur ve mutluluğu sağlama amacıyla gebeliği önleme metotlarının iki tarafın karşılıklı rızâsı dahilinde uygulanmasını telkin ve tavsiye ederler.
* Doğum kontrolü hakkında İslâm hukukunun hükmünü tesbit edebilmek için bu kontrolü sağlayan işlemin hamileliği önlemeye mi, yoksa ana rahminde oluşmuş çocuğu düşürmeye mi yönelik olduğunun bilinmesi gerekir. İslâm hukukçularının çocuğun oluşmasını önlemeye genelde olumlu baktıkları, bunun için alınan tedbirlerin tarafların ve özellikle annenin rızasıyla olması durumunda bir mahzur teşkil etmeyeceğini ifade ettikleri görülmektedir. Bu konuda en eski ve en yaygın metot, erkeğin menisini dışarı akıtması demek olan azildir. Azlin Hz. Muhammed (a.s.v.) tarafından yasaklanmadığı bilinmektedir (Buhârî, “Nikâḥ”, 96; Müslim, “Nikâḥ”, 125-138). Buna dayanarak İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, eşin rızâsının alınması şartıyla azli dinen meşrû bir doğum kontrolü yöntemi kabul ederler. Eşin razı olmaması durumunda Hanefîler ve mezhepteki hâkim görüşe göre Şâfiîler azli mekruh kabul ederken Hanbelîler câiz olmadığını söylerler.* (bk. Azil).  (https: //islam ansiklopedisi.org.tr/dogum-kontrolu )
Azil dışında ilâç almak, vaginaya gebeliği önleyici bir madde koymak, prezervatif kullanmak vb. yollarla da hamileliğin önlenmesi mümkündür. Bütün bunlarda göz önünde bulundurulması gereken husus, kullanılacak usulle annenin sağlığına zarar vermemektir. Aksi halde meydana gelen zararın türüne ve ağırlığına göre doğum kontrolü tenzîhen veya tahrîmen mekruh yahut haram olacaktır. Bugün tıbbın getirdiği imkânlardan biri olarak spiral kullanılması ayrıca değerlendirilmelidir. Spiralin genelde hamileliği önleyici olarak işlev gördüğü bilinmekle beraber zaman zaman döllenmeyi engellemeyip rahimde teşekkül eden cenini dışarı atıcı bir fonksiyon icra ettiği de anlaşılmaktadır. Bu durumda spiral kullanımını, hamileliği önleme grubunda değil çocuk düşürme grubunda değerlendirmek ve dinî hükmünü de ona göre belirlemek gerekir.
Rahime yumurta ulaştıran kanalların bağlanması veya erkeğin kısırlaştırılması çağdaş doğum kontrolü metotlarından bir diğeridir. Bu usuller de hamileliği önleyici etkilere sahiptir ve bu yönüyle öbürleri gibi kısmî bir hoşgörü ile karşılanabilir. Ancak söz konusu yöntemlerden bir kısmının geri dönülmez adımlar olduğu ve kullananlar için değişik açılardan sakıncalar doğurduğu, üstelik genel olarak fıtratı değiştirmek anlamına da gelebileceği göz önünde bulundurulursa zaruret hali dışında bu tür yollara başvurulmamasının İslâm’ın genel prensiplerine daha uygun düştüğü kabul edilmelidir.
Kadın veya erkeğin çocuk yapma kabiliyetinin yok edilmesi demek olan kısırlaştırma ilâçla veya cerrahî müdahale ile olmaktadır. Âyet ve hadislerde konuyla doğrudan ilgili bir hüküm olmamakla birlikte, İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu tıbbî veya dinî bir zaruret yokken bu yönteme başvurulmasını câiz görmemektedir.
* Nihai olarak doğum yapmayı engelleyecek bir tedavi ile kadının kısırlaştırılması konusu ile ilgili olarak; fakihler, hamile kalmayı kökünden engelleyecek herhangi bir şeyin kullanılmasının haram olduğunu açıkça söylemişlerdir. Çünkü bu da diri diri çocuğu gömmek gibidir. Ancak veraset yoluyla çocuklara ve torunlara geçebilecek tehlikeli bir hastalığın olması gibi bir zaruret olması hali müstesnadır. Çünkü kötülüklerin önlenmesi menfaatlerin temininden önceliklidir ve böyle bir durumda; zararın daha hafif olanı yapılır. Ağır bir hastalığa yakalanmış bir kadının kısırlaştırılmasında mani yoktur. 
O vakit bu kadın, yüce Allah'ın kısır bırakmayı murad ettiği kadınlar grubundan olur: "Gökler ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine dişiler bağışlar, dilediğine de erkekler bağışlar yahut da onlara erkek ve dişi olarak çiftler verir, dilediğini de kısır bırakır." (Şura,49)
Şafiilere göre hamileliği bir süre geciktiren, kökten kesmeyen yollar ise haram değildir. Çocuk yetiştirmek gibi bir özür sebebiyle olursa mekruh da olmaz, değilse mekruh olur. * (İslam Fıkhı Ansiklopedisi 2/364)
Gerekçe olarak da bunun fıtrat değiştirme, Allah’ın doğuştan verdiği kabiliyet ve nimetleri inkâr, insanın temel hak ve hürriyetine müdahale olduğu görüşündedirler. Bu sebeple de eşlerin artık hiç çocukları olmayacak ve geri dönülmesi imkânsız şekilde kısırlaştırılmasının dinen sakıncalı ve günah olduğunu ifade eder, bunun ancak eşlerden birinde aklî veya zührevî bulaşıcı bir hastalığın bulunması ve çocuklara geçeceğinin sabit olması halinde câiz olabileceğini belirtirler.
Ancak gebeliği önleyici metotlar ile başlamış bulunan gebeliği sona erdirme ve döllenmiş yumurtayı dışarı atma işlemlerinin birbirinden iyice ayrılması gerekir. Çünkü farklı bu iki işlem farklı dinî hükümlere tâbidir. Bu itibarla bir kısım yeni metot ve ilâçların gebeliği önlemediği, aksine döllenmiş yumurtayı imha ve izâle ettiği ve bu şekilde gebeliğin devamını önlediği belirlendiğinde, artık bunların çocuk düşürme kapsamında ele alınması gerekir. Meselâ bugün tıbbın getirdiği imkânlardan biri olan spiralin, gebeliği önleyici bir işlev gördüğü bilinmekle birlikte zaman zaman döllenmeyi engellemeyip rahimde teşekkül eden cenini dışarı atıcı bir fonksiyon icra ettiği de anlaşılmaktadır.
İslâm hukukçuları azil ve diğer gebeliği önleme yöntemlerine karşı oldukça müsamahalı baktıkları halde, çocuk düşürmeyi hiçbir aşamada tasvip etmemiş, tıbbî ve dinî zaruret bulunması durumu hariç böyle bir işlemi cinayet, büyük günah saymışlardır. Bu itibarla çocuk düşürme ve başlamış bulunan gebeliği sona erdirme işlemlerinin doğum kontrolü olarak değerlendirilmesi, gebeliği önleme hakkında fıkıh kültüründeki mevcut hoşgörü ve müsaadenin bu işlemlere de taşırılması mümkün değildir.
Nüfus Planlaması
Bir toplum politikası olarak aile veya nüfus planlaması ise doğum kontrolünün bir başka yönünü teşkil eder. Dünyada iktisadî kaynakların sınırlı olduğu, hızlı nüfus artışının iktisadî gelişmeyi durduracağı ve maddî kaynaklardan yararlanmada sıkıntıya yol açacağı teziyle başlatılan “toplumsal nüfus ve aile planlaması” ise siyasal bir karakter arz ettiğinden aile içi doğum kontrolünü konu alan ferdî çerçevenin dışında kalmakta, ayrı bir zeminde ele alınması gerekmektedir.
Batı’da başlayan ve iki yüzyıllık bir geçmişi bulunan bu toplumsal nüfus planlaması kampanyası, diğer âmillerin de etkisiyle gelişmiş Batı ülkelerinde nüfus artışını yavaşlatmış hatta durdurmuştur. Bu durum karşısında nüfusun giderek azalmasının yaratacağı tehlikeleri gördüklerinden, artık Batı ülkeleri nüfuslarını arttırıcı, aile ve çocukları koruyucu, hatta teşvik edici birtakım tedbirleri almaya yönelmişlerdir. Bu tutum ve uygulamaları halen devam etmektedir.
Ülkede nüfusun azalması o ülkede kaynaklardan fertlere daha fazla pay düşmesine, fert başına düşen millî gelirin artmasına yol açıyorsa da, eskiden olduğu gibi çağımızda da nüfus başlı başına bir güç kaynağı ve iktisadî zenginlik aracı da olabildiğinden nüfus azalması uzun vadede toplumun aleyhine olmaktadır. Gelişmiş Batı ülkelerinin günümüzde nüfusu arttırıcı tedbirlere başvurması ve teşvik etmesi bundan kaynaklanmaktadır.
Öte yandan zengin Batı ülkeleri, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus artışını da ileriye mâtuf ciddi bir tehlike veya sıkıntı kaynağı olarak gördüklerinden, bunu önleyici tedbirler üzerinde titizlikle durmakta, gelişmekte olan ülkelerdeki, bu arada İslâm ülkelerindeki toplumsal nüfus planlamasını organize veya finanse etmektedirler. Bütün bu gelişmeler, esasen ferdî çerçevede doğum kontrolüne hoşgörü ile bakan İslâm bilginlerini, çağımızdaki toplumsal nüfus planlaması hakkında olumsuz bir tavır almaya sevk etmiştir. XX. Yüzyılın özellikle ikinci yarısında İslâm dünyasında bu konuda birçok eser kaleme alınmış, konuyla ilgili çok sayıda ilmî toplantı yapılmış, konunun dinî, sosyal ve siyasî boyutu tartışılmıştır. Değişik İslâm ülkelerindeki fetva heyetlerinin ve ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki kurulların yanı sıra, İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı olup bütün İslâm ülkelerinin temsil edildiği İslâm Fıkıh Akademisi de 10-15 Ocak 1988 tarihleri arasında Küveyt’te gerçekleştirdiği V. Dönem Toplantısı’nda bu konuyu geniş biçimde ele alıp karara bağlamıştır. Özetle ifade etmek gerekirse; bu kararlarda, gebeliği önleyici metotların kullanılması eşlerin ortak kararına bağlı aile içi bir mesele olarak değerlendirilmiş ve câiz görülmüş, buna karşılık başta tıbbî zaruretler olmak üzere dinen meşrû bir gerekçeye dayanmadıkça çocuk düşürme, başlamış gebeliği sona erdirme, eşleri kısırlaştırma câiz görülmemiştir.
Toplum politikası olarak nüfus ve aile planlamasının ise uzun vadede İslâm âleminin aleyhine sonuç vereceği, bu yönde yürütülen kampanyaların farklı amaçları taşıdığı ve siyaseten doğru olmadığı kanaatine varılmıştır.
D) Çocuk Düşürme
Döllenme gerçekleştikten sonra rahimde oluşan ceninin dış etki ve müdahale ile düşürülmesi, çok eski dönemlerden beri dinin, ahlâk ve hukukun tasvip etmediği ve önlemeye çalıştığı bir davranış olmakla birlikte çeşitli toplumlarda sık sık karşılaşılan bir olgu olma niteliğini de hiçbir zaman yitirmemiştir.
Nitekim Yahudilik’te çocuk düşürme yasaklandığı gibi buna sebebiyet veren kimse anne de olsa cezalandırılmıştır. Hristiyanlık’ta da çocuk düşürme büyük günah kabul edilmiş ve bunu yapan kimse öteden beri kilise geleneğinde cinayet işlemekle itham edilmiş ve ciddi bir tepki görmüştür.
İslâm’da da durum böyledir. İnsan hayatının korunması, İslâm dininin beş temel ilke ve amacından biri olduğu gibi insanın en şerefli varlık olduğu, insanın saygınlığı ve dokunulmazlığı da İslâm’ın ısrarla üzerinde durduğu ana fikirlerden biridir. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadın yumurtasının birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup artık bu safhadan itibaren anne baba da dahil hiçbir kimsenin bu hakka müdahale etmesine izin verilmemiştir. Çünkü cenin yaşama hakkını anne babasından değil, doğrudan yaratandan alır.
Anne babanın başlangıçta çocuk sahibi olup olmamakta iradeleri ve seçme hakları varsa da, gebeliği önleyici tedbir ve yöntemleri kullanmalarına dinen izin verilmişse de, artık gebelik teşekkül ettikten sonra doğacak çocuğun hayatına son verme hakları yoktur.
Kur’an’da çocuk düşürmeyle ilgili özel bir hüküm bulunmaz. Ancak âyet ve hadislerde yer alan genel prensipler ve özel hükümler anne karnındaki ceninin dinen meşrû sayılan haklı bir gerekçe olmadan düşürülmesine ve gebeliğe son verilmesine müsaade etmez. “Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin” (el-En‘âm 6/151; el-İsrâ 17/31) âyetinin dolaylı ifadesi, Hz. Muhammed (a.s.v.)’in kasten çocuk düşürmeyi cinayet olarak adlandırıp bunu işleyen veya sebep olanın maddî tazminat ödemesine hükmetmesi, rızık, kader ve tevekkülle ilgili dinî telkin ve emirler bir anlamda anne karnındaki çocuğun hayat hakkını da güvence altına almaya mâtuf emir ve tedbirlerdir.
İnsanın cenin halinde iken dahi, yani döllenme-doğum arasındaki safhasından itibaren -belirli kurallar çerçevesinde- vücûb (hak) ehliyetine sahip olmasının anlamı budur. Bu itibarla İslâm hukukunda, tıbbî ve dinî bir zaruret bulunmadıkça anne karnındaki çocuğun düşürülmesi ve aldırılması -anne baba tarafından yapılmış veya yaptırılmış olsa bile- cinayet (suç) olarak adlandırılıp haram sayılmıştır.
Çocuk düşürmenin genel ilke olarak dinî hükmü böyle olmakla birlikte, sperm ve yumurtanın hangi safhadan itibaren cenin sayılacağı ve dinen hukuken koruma altına alınacağı, ceninin bulunduğu safhaya göre çocuk düşürmenin cezasında, hatta günahında bir farklılığın olup olmayacağı İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Kur’an’da ceninin anne karnındaki yaratılış safhalarından bahsedilmekle birlikte (el-Mü’minûn 23/12-14) bu safhaların ruhun üflenişiyle bir ilgisinin olup olmadığı konusunda açıklama bulunmaz.
Hz. Muhammed (a.s.v.)’in bir hadisinde anne karnındaki çocuğa 120. Günden sonra ruh üfleneceğinden söz edilir (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 6). Ruhun üflenmesinin ilk kırk günden sonra vuku bulduğuna işaret eden hadisler de vardır (Müslim, “Kader”, 2,4; Müsned, III, 397). Âyetin dolaylı ifadesi yanı sıra bu hadisler, bir de fakihlerin dönemlerinde cenin hakkındaki tıbbî bilgileri bu konuda farklı ölçü ve görüşlere sahip olmalarına zemin hazırlamıştır.
Aralarında bazı Hanefîler’in de bulunduğu bir grup İslâm hukukçusu 120 günden önceki, bazı Mâlikî ve Hanbelî fakihleri ise kırk günden önceki çocuk düşürmeleri, tam oluşmuş bir çocuk düşürme saymama eğilimindedirler.
* Şâfiî mezhebinde, ruh üflenmeden önce bunun câiz olup olmadığı konusunda iki farklı görüş mevcuttur. İmam Gazzâlî ne zaman olursa olsun çocuk düşürmenin cinayet olduğunu söylerken bazı âlimler bunun haram değil mekruh olduğu, ancak ilk günlerden ruh üflenme vaktine doğru gidildikçe tenzîhen mekruhtan harama doğru bir değişme göstereceği, çocuğun 120. güne yaklaşıldığı sırada düşürülmesinin ise haram hükmü içinde değerlendirilmesinin kuvvet kazanacağı tarzında bir izah getirmişlerdir. Hanbelî mezhebinde bazı âlimler, ruh üflenmesinden önce çocuk düşürmenin mubah olduğuna dair görüş belirtmekle birlikte mezhepte hâkim görüş çocuk düşürmenin bu dönemde de haram olduğu şeklindedir.*  ( https://islamansiklopedisi.org.tr/cocuk-dusurme )
* Şafiilerin ve Zahirilerin ise çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre, “döl suyunun (nutfe) anne rahmine yerleştikten sonra şekillenmeye başlamasını ve ruhun üflenmesine hazır hale gelmesini göstermektedirler.” İmam-ı Gazali İbn Teymiyye, İbn Receb el-Hanbelî, İbnü’l-Cevzî’ nin de bu görüşü savunduğu bildirilmektedir. * (Kadının Üreme Hakkı, Kürtaj, Çocuk Düşürme ve Düşürtme Suçları kitabı)
Ancak söz konusu hukukçuların böyle düşünmesi, ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, döllenme ve çocuğun oluşumu konusunda, dönemlerinin tabii icabı olarak yeterli tıbbî ve teknik bilgiden yoksun olmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu gruptaki hukukçular yukarıda zikredilen hadisten hareketle ceninin ancak 120 günden sonra canlılık kazandığı ve teşekkül ettiği, bundan önce ceninin cansız veya belirsiz bir halde ruh üflenmeyi beklediği kanaatindedirler. Bu belirsizlik, biraz da çocuk düşürmenin dinî hükmü açısından ruhun üflenmesinden önceki dönemle sonraki dönem arasında ayırım yapma ihtiyacı, bu fakihleri birinci safha için mekruh, ikinci safha için haram hükmünü vermeye sevk etmiştir. Diğer bir ifadeyle bu konuda toleranslı bir tavır sergileyenler, çocuk düşürmenin hükmünün ilk günlerden ruh üflenme vaktine doğru gidildikçe mekruhtan harama doğru bir değişme göstereceği, ruh üflenme safhasından; yani kimilerine göre kırkıncı, kimilerine göre 120. günden itibaren de haram hükmü içine gireceği şeklinde bir açıklama getirmişlerdir. 
Ceninin canlılığının, mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun üflenmesiyle aynı şey olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Böyle bir iddia içermeksizin belirtmek gerekirse, günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî bilgiler ceninin döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazandığını, safha safha oluşum ve yaratılışının tamamlandığını, ilk birkaç haftadan itibaren organlarının teşekkül ettiğini, hatta kalp atışlarının hissedildiğini ortaya koymaktadır. Böyle olunca ilk 120 gün içindeki çocuk düşürmeleri, cinayet ve günah olan çocuk düşürme fiilinin kapsamı dışında tutmak mümkün görünmemektedir. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu hangi safhada olursa olsun çocuk düşürmeyi câiz görmezler. Mezheplerde hâkim görüş de budur. Meselâ İmam-ı Gazali, ilk dönemden itibaren çocuk düşürmenin câiz olmadığını ve cinayet olduğunu söyler.
Ruh üflendikten sonra çocuk düşürmenin veya aldırmanın haram olduğunda ve bu davranışın cinayet telakki edileceğinde İslâm âlimleri görüş birliğindedir. Ancak annenin hayatını kurtarma gibi tıbbî ve kesin bir zaruret ortaya çıkmışsa o zaman anne karnındaki ceninin tıbbî bir müdahale ile alınması câiz görülür. Fakat bu konuda anne babanın karar vermesinden ziyade deneyim ve uzmanlığına güvenilen tıp doktorlarının kararının esas alınması doğru olur.
Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde gurre (cenin diyeti) tabir edilen bir ceza tazminat ödenir. Gurrenin miktarının, sünnetteki tatbikat örneğinden (Ebû Dâvûd, “Dıyât”, 19; Tirmizî, “Dıyât”, 15) yola çıkarak beş deve, -altın ve gümüşün o asırdaki değerine göre- yaklaşık 212,5 gr. altın veya 1785 gr. (Hanefîler’e göre 1487,5 gr.) gümüş olduğu görülmektedir. Gurre ceninin mirası kabul edilir ve düşmesine sebep olan kimse hariç vârisleri arasında paylaştırılır. Gurrenin ödenmesi için çocuk düşürmenin kasten veya hata ile olması, anne veya baba tarafından işlenmesi fark etmez. Şâfiî ve Hânbelî fakihleri gurre ile birlikte kefâret ödenmesini de gerekli görürler. Bu hükümler de İslâm’ın insan hayatına verdiği değerin açık bir göstergesidir.
Çağımızda zengin Batılı ülkelerin malî ve fikrî desteğiyle başlatılan ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde yürütülen nüfus ve aile planlaması kampanyaları ve bu yöndeki yoğun propagandalar aileleri, özellikle de kadınları etkilemekte ve giderek çocuk aldırma (kürtaj) toplumumuzda yaygınlaş-maktadır. Fazla çocuk sahibi olmayı kınayan çevre baskısı da istenmeyen gebeliklerde kürtajı bir çözüm olarak algılamayı kolaylaştırmaktadır. Evlilik dışı ilişkilerin artması ve müsamaha görmeye başlaması da yine kürtajın yaygınlaşma sebeplerinden biridir. Batı ülkelerinde; toplumsal ve ahlâkî yapıdaki bozukluk kürtajın serbest bırakılması yönünde kampanya ve baskıları arttırıyorsa da toplumsal sağduyu ve kilise çevreleri bunun açık bir cinayet olduğunu, kürtajın serbest bırakılmasının birçok sakınca taşımasının yanı sıra bir insanlık suçu sayılması gerektiğini açıkça ifade etmektedir. 
Bu yönde yapılan propagandalar özgürlük, ülke kalkınması, dengeli gelir paylaşımı, mevcut çocukların daha iyi yetişmesi gibi iddialar içerse de kürtajın dinen ve ahlâken ağır bir cinayet ve suç olduğu açıktır. İslâm dini gebeliği önleyici tedbirler almayı hoş görmüş ve eşlerin diledikleri zaman ve sayıda çocuk sahibi olmalarına imkân vermiş, fakat başlamış bulunan gebeliği sona erdirmeyi ve anne karnında teşekkül etmiş cenini imha etmeyi ise cinayet ve büyük günah saymıştır. Zira, başlangıçta da ifade edildiği gibi, hayat ve ölümü yaratan Allah’tır. Anne ve baba insan hayatı ve neslin devamı için sadece bir vasıtadır. İslâm’ın aldığı bütün tedbirler, yaptığı telkin ve teşvikler, netice itibariyle insanın hayatını ve saygınlığını koruma, dünya ve âhiret mutluluğunu temin etme amacına yöneliktir. 
E) Sunî Döllenme ve Tüp Bebek
Anne ve babanın çocuk sahibi olmayı istemeleri en tabii hakları olduğu gibi, bu istek dince de teşvik edilmiştir. Çünkü ailenin kuruluş amaçlarından birisi de çocuk sahibi olmak, onların geleceklerini hazırlamak, dolayısıyla sahip oldukları kültürel ve sosyal değerlerin devamını temin etmektir. Ancak İslâm dini, meşrû evlilik dışında çocuk sahibi olma yollarını yasak saymış ve bunu toplumsal bozulmanın nedeni olarak görmüştür. İslâm’ın evliliği teşvik edip zinayı yasaklaması, nesil, nesep ve aileyi zayıflatabilecek her türlü tehlikeye şiddetle karşı çıkması netice itibariyle yine insanın saygınlığını, toplumun örgüsünün ve aile yapısının sağlamlığını hedef almakta, bu yönde akla ve selim fıtrata yardımcı olmaktadır. 
İslâm inancına göre diğer bütün nimetler gibi çocuk da Allah vergisidir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, ne dilerse, onu yaratır. Kimi dilerse ona kızlar bağışlar, kimi dilerse ona erkekler lutfeder. Yahut erkekler, dişiler olmak üzere çift verir. Kimi de dilerse onu kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, her şeye kådirdir” (eş-Şuarâ 42/49-50). Şu var ki, Allah Teâlâ yarattığı her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Tabiat kanunu da denilen bu sebepleri araştırıp keşfetmek ve meşrû bir arzuya kavuşmak için uygun sebeplere sarılmak, kader inancı ile çatışmaz. Bu yüzden, kısırlığı sebebiyle çocuk sahibi olamayan eşlerin tedavi yoluna gitmelerinde ve bu tedavi sonucu çocuk sahibi olmalarında bir sakınca yoktur ve bu en tabii haklarıdır. 
Çeşitli bedenî-tıbbî rahatsızlıklar sebebiyle çocuk sahibi olamayan eşlerin çocuk sahibi olmak için kullandıkları tekniklerden birisi de “tüp bebek” yöntemidir.
Bu, bir nevi sunî ilkah (sunî döllenme) yöntemi olup erkeğin menisi (sperm) alınıp, uygun dış ortamda kadının yumurtasıyla döllendirilmekte, sonra da kadının rahmine konularak hamileliğe ve doğuma imkân hazırlanmaktadır.
Çocuk sahibi olamayan eşlerin tıbbî tedavisi ve çocuk sahibi olmalarına imkân hazırlanması gibi gayet olumlu ve iyi niyetli bir başlangıcı bulunan tüp bebek yöntemi, daha sonra Batı’da giderek farklı boyutlar kazandığı ve toplumun geleneksel, dinî, ahlâkî ve sosyal değerleriyle çelişen farklı amaçlar doğrultusunda kullanılmaya başlandığı bilinmektedir. Dinî ve ahlâkî çerçeveden bağımsız bir uygulama seyri gösteren bu teknolojinin yol açtığı bireysel ve sosyal problemler önce Batı’da, sonra da Müslüman toplumlarda tartışılmaya başlanmıştır.
Çağımızda konu hakkında görüş bildiren İslâm bilginlerine göre çeşitli nedenlerle çocuk sahibi olamayan evli çiftlerin bu imkâna kavuşturulması gerek tıbbî tedavi gerekse temel insan hakları açısından olumlu ve övgüye değer bir gelişmedir. Sunî döllenme ve tüp bebek yöntemi de bu amaçla kullanılabilir. Ancak bunda kocanın menisinin ve eşinin yumurtasının kullanılması ve hamileliği de yine eşin yapması şarttır. Döllenmenin bu şartlarla rahim dışında gerçekleştirilip sonradan anne adayı eşin rahmine konması dinen sakınca teşkil etmez. Fakat bu yöntemin, kocanın veya karısının tabii yoldan hamile bırakma veya hamile kalma imkânının olmaması halinde uygulanabilecek istisna bir çözüm ve tedavi şekli olduğu unutulmamalıdır.
Nitekim konuyu 1986 yılında Amman’da yaptığı toplantıda görüşen İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı İslâm Fıkıh Akademisi de benzeri bir sonuca varmış olup bu konuda almış olduğu karar özeti şöyledir:
1. Kocanın sperminin yabancı yani arada evlilik bağı bulunmayan bir kadından alınan yumurta hücresiyle döllendirilmesiyle oluşan embriyonun karısının rahmine yerleştirilmesi,
2. Yabancı bir erkeğin spermi kullanılarak yapılan döllendirme sonucu oluşan embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi,
3. Eşlerden alınan yumurta ve sperm hücrelerinin dışarıda döllenmesi ile oluşan embriyonun, hamile kalmaya gönüllü bir başka kadının rahmine yerleştirilmesi,
4. Yabancı bir erkeğin spermi ile yabancı bir kadının yumurta hücresinin dışarıda döllendirilmesi ve embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi,
5. Kocanın spermi ile karısının yumurtasının dışarıda döllendirilmesiyle oluşan embriyonun, kocanın diğer karısının rahmine yerleştirilmesi şeklinde yapılan sunî döllenme ve tüp bebek uygulamaları, İslâm’ın bu konuda koyduğu temel ilke, yasak ve amaçlara ters düştüğü için şer’an câiz değildir.
Buna karşılık; kocanın spermi ile karısının yumurtası alınarak dışarıda döllendirilmesi ve oluşan embriyonun aynı kadının rahmine yerleştirilmesi ile kocanın sperminin alınıp karısının döl yatağı ya da rahminde uygun bir bölgeye bırakılarak iç döllenmenin sağlanması yöntemleri ise, ihtiyaç halinde başvurulabilecek, tedavi karakteri taşıyan ve dinî ilkelere de ters düşmeyen bir yol olup dinî sakınca taşımaz.”
Böyle olunca, döllenmenin üç unsuru olan sperm, yumurta ve rahimin her üçü de birbiriyle evli çifte ait olursa, tüpte aşılama yoluyla çocuk sahibi olmakta dinen bir mahzur yoktur. Bu normal yolla çocuk sahibi olamayan eşlere uygulanan tedavi mahiyetindedir. Buna karşılık sunî döllenme ve tüp bebek tekniğinde bu şeklin dışına çıkılıp araya yabancı bir unsur sokulduğunda, yani sperm, yumurta ve rahimden biri karı koca dışındaki bir şahsa ait olduğunda câiz olmamaktadır. Bu tekniğin câiz görülmeyen şekilleri kullanıldığında, doğacak çocuğun sperm babası, aile babası, yumurta annesi, taşıyan-doğuran annesi veya bunlardan en az üçü söz konusu olmakta, bu da gerek her iki tür baba gerekse her iki tür anne için farklı boyutta psikolojik-fıtrî bunalımlara, sosyal ve ahlâkî problemlere yol açmakta, çocuk için de olumsuz, gayri tabii bir aile ve sosyal ortam hazırlamakta, çocuğun temel insanî ve ailevî haklardan mahrum olarak dünyaya gelmesine sebep teşkil etmektedir. Bu tür uygulamaların nesep karışıklığına yol açtığı, aile ve toplumu kökünden sarstığı da açıktır.
Sadece evli eşler arasında bir tedavi yöntemi olarak câiz ve sakıncasız olan sunî döllenme ve tüp bebek uygulamasının, bugün bazı Avrupa ülkelerinde görülmeye başlandığı şekilde, evlenmeksizin kimliği belirsiz bir erkeğin sperminden çocuk sahibi olma, kocası iktidarsız veya spermleri yetersiz olduğunda karısını başka bir erkeğin spermi ile hamile bırakma, sperm bankası oluşturma gibi dinen ve ahlâken olduğu kadar fert psikolojisi, sosyal değerler, doğan çocuğun hakları gibi açılardan da olumsuz sonuçları bulunan bir uygulama halini alması esefle müşahede edilen bir durumdur. Bu aynı zamanda ilmî ve teknik gelişmelerin, dinî ve ahlâkî zemin kaybedildiğinde ne gibi kontrolsüz ve zararlı bir ivme kazanabileceğini de göstermesi bakımından düşündürücüdür. Zaten bu alanda ortaya çıkan olumsuz sonuçlar Batılı düşünürler, bilim ve din adamları tarafından da sıklıkla dile getirilmekte, fakat yanlış uygulamaları önleyecek dinî ve ahlâkî bağlar büyük ölçüde devre dışı kaldığı, hukuk düzeni de bu çerçevede oluştuğu için olumlu bir gelişme kaydedilememektedir. 
Batı dünyasında yeni yeni konuşulup tartışılmaya başlanan ve ilk olarak hayvanlar üzerinde denenen kopyalama (klonlama) yöntemi de benzeri bir değerlendirmeye tâbi tutulabilir. * (DİB İlmihal-2)


ANNE-BABA OLMAK 

(Doğum)

* Şafiilere göre, çocuğun doğduğu için kişinin şükür secdesi yapması sünnettir.
Erkek çocuk doğduğu zaman, fazla sevinip, kız çocuğun doğumuyla üzülmemelidir. Zira bir baba olarak hayrın hangisinde olduğunu bilmek mümkün değildir. Nice erkek çocuk sahibi vardır ki, oğlunun kız olmasını temenni etmektedir. Belki kızların ebeveyne sağladığı rahatlık, erkek çocuklarının sağladığı rahattan daha fazladır. Kız çocuğunu yetiştirmekle elde edilen sevap daha boldur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: 
“Herhangi bir Müslümanın bir kızı varsa, o kızına İslâm terbiyesini vermiş ve terbiyesini de gereği gibi yapmışsa, ona yedirip ve yemeğini helâlinden vermişse ve Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetlerden o kızcağıza ihsanda bulunmuşsa, o kız, babasını ateşten korumak hususunda bir teminat ve cennete girmesini kolaylaştıran bir vesiledir.” (Taberânî ve Haraîtî,)
İbn Abbas da Hz. Peygamber'den şu hadîsi rivayet etmiştir: “Hiçbir (Müslüman) fert yoktur ki, iki kız evlada sahip olup onlar onun yanında bulunduğu müddet zarfında onlara iyilik yapıp (din ve dünyalarını tâmir edip) ihsanda bulunsun da o kızlar da onu cennete sokmaya vesile olmasın.” (İbn Mâce ve Hâkim)
Enes, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder: “Kimin iki kızı veya iki kız kardeşi olursa, o da bunlara yanında oldukları müddetçe ihsanda bulunursa, benim ile o kimse cennette (parmaklarını işaret ederek) bunların ikisi gibi oluruz.” (Harâitî)
“Herhangi bir kimse ki, Müslümanların pazarlarından birisine çıkıp oradan (yiyecek veya giyecekten) bir şey satın alıp evine götürüp erkek çocuklarına değil, özellikle kız çocuklarına verirse, böyle bir kimseye Allah Teâlâ (cc) (şefkat ile) bakar. Allah Teâlâ kime şefkat ile bakarsa onu artık azaba düçar etmez.” (Harâitî)
“ Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kimin üç kızı veya kız kardeşi olup, onların şiddet ve zahmetlerine karşı tahammül gösterirse, Allah Teâlâ, o kulunu, onlara gösterdiği merhametten ötürü, cennetine dahil eder.
- Ey Allah'ın Rasülü! İki tane olursa durum nasıldır?
- İki tane olursa da durum böyledir.
- Ya bir tane ise nasıldır?
- Bir tane de aynı fazileti elde ettirir.* (İhya-u Ulumiddin-Viladet)
*     Ailenin Çocuğu Olduğunda Yapılması Gerekenler
1- Akika Kurbanı Kesmek 
(İleride ayrıntılı olarak açıklanmıştır.)
2- Çocuğa  Yedinci Gün İsim Vermek,  Saçlarını Keserek  Saçları Ağırlığınca  Altın  veya   Gümüş  Vermek
  Çocuğun doğumunun yedinci gününde isim vermek sünnettir. Ayrıca güzel bir isim vermek de sünnettir. 
 Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizler, kıyamet gününde kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzelleştirin.” (Ebu Dâvud/498, (Ebu Derda'dan)
“İsimleriniz   içerisinde   Allah'a   en   sevimli   olanı   Abdullah   ve Abdurrahman'dır.” (Müslim/2132, (İbn Ömer'den)
Erkek veya kız çocuğunun doğumunun yedinci gününde akika'sı kesildikten ve saçları kesilip tartıldıktan sonra, onların ağırlığınca altın veya gümüşü sadaka olarak vermek sünnettir. 
Hasan doğduğunda Hz. Muhammed (a.s.v.), Hz. Fatıma'ya şöyle buyurmuştur: “Hasan(ın doğumu) için bir koyun kurban kes ve ey Fatıma, Hasan’ın saçını traş et ve ağırlığınca gümüş tasadduk et.” (Tirmizî/151-9, Hz. Ali'den)
 Hz. Ali diyor ki: 'Bunun üzerine Falıma, (kesilen) saçı tarttı. Saçın ağırlığı 1 dirhem veya 1 dirhemden biraz eksikti'.
 3- Çocuğun Kulağına Ezan Okumak
  Çocuğun kulağına giren ilk sesin, tevhid sesi olması için  sağ kulağına ezan okumak sünnettir. Sol kulağına da kamet okunmalıdır. Ebu Râfi'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ali'nin oğlu Hasan, Fatıma'dan doğduğu zaman Hz. Muhammed (a.s.v.)'in, onun kulağına namaz ezanı gibi ezan okuduğunu gördüm." (Tirmizî/1514)
4- Çocuğun Tahnik Edilmesi
İster kız, ister erkek çocuğu olsun, bir hurma ile tahnik edilmesi müstehabdır. Tahnik etmek, çiğnenmiş bir hurmayı çocuğun damaklarına ve ağzının diğer taraflarına sürerek ovmaktır. Eğer hurma yoksa, tatlı olan başka bir şeyle tahnik etmek müstehabtır.
Bunun delili, Enes b. Mâlik'ten rivayet edilen şu hadîstir: "Ben, Ebu Talha el-Ensarî'nin oğlu (üvey kardeşim) Abdullah doğduğu zaman onu Hz. Muhammed (a.s.v.)'in yanına götürdüm. Rasûlullah'ı bir aba içinde kendisine ait olan bir deveye katran sürer halde buldum. Bana 'Yanında hurma var mı?' diye sordu. Ben de 'Evet' diyerek kendisine birkaç tane hurma uzattım. Rasûlullah bu hurmaları kendi ağzına attı ve onları iyice çiğnedi. Sonra çocuğun ağzını açtı, ağzındaki ezilmiş hurmayı çocuğun ağzına bıraktı. Bunun üzerine çocuk, dili ile ağzındaki şeyi arayıp yalanmaya başladı. Rasûlullah da 'Hurma, Ensar'ın sevgilisidir' dedi ve çocuğa Abdullah ismini verdi." (Müslim/2144)
Ebu Musa da şöyle rivayet etmektedir: "Bir oğlum doğdu. Ben hemen onu alıp Hz. Muhammed (a.s.v.)'e götürdüm. Hz. Muhammed (a.s.v.), oğluma İbrahim adını verdi ve hurmayı çiğneyip onun damağına çaldı."(Müslim/214)
 Hz. Aişe'den de şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah'a küçük çocuklar getirilirdi ve o da onların damaklarını oyar, kendilerine bereket ve saadet duasında bulunurdu." (Müslim/2144)
Zikredilen hadîslere binaen âlimler, yeni doğan çocuğu salah ve takva sahiplerine götürüp dua ve tahnik ettirmenin müstehab olduğunu söylemişlerdir.
5- Çocuğu Sünnet (Hitan) Ettirmek
  Sünnet ameliyesine ve bu ameliyenin yapıldığı yere hitan denir. Erkek çocuğun sünneti, tenasül uzvunun başını kapatan ve adına haşefe denilen deri kesilerek gerçekleştirilir. 
Sünnet Ettirmenin Hükmü
  İmam Şafii'ye göre erkek ve kız çocukları sünnet ettirmek vaciptir. Erkeklerin sünneti, tenasül uzvunun başını kapatan ve haşefe denilen deriyi kesmektir. Kız çocuklarının sünneti ise, ferc'in üst tarafında bulunan derinin bir parçasını kesmektir. Bazı âlimler, sünnetin, erkekler için vacip olduğunu, fakat kızlar için vacip olmadığını söylemişlerdir.
  Sünnetin Meşruiyetinin Delili
  Sünnetin vacip olduğunun delili, şu hadîstir: “Fıtrat beştir (beş şey fıtrattandır): sünnet olmak, etek traşı yapmak, tırnakları kesmek, koltuk altı kıllarını kesmek ve bıyıkları kısaltmak.” (Müslim/257, Buhari/552, (Ebu Hüreyre'den)
 Hadîste geçen fıtrat kelimesi, hilkat demektir. Fıtrat'tan maksat, peygamberlerin güzel görüp yaptığı, şeriatların ittifakla kabul ettiği eskiden beri süregelen sünnettir.
Sünnet'in Zamanı
  Sünnet vacip olmakla beraber çocukken yapılması şart değildir. Büyüdükten sonra da sünnet olunabilir. Fakat çocuğun velisinin, onu doğumunun yedinci gününde sünnet ettirmesi sünnettir. Ancak çocuk sünnete dayanabilecek durumdaysa veya hasla değilse böyledir. Araplar, İslâm'dan önce de ataları Hz. İbrahim'in sünnetine tabi olarak çocuklarını sünnet ettirirlerdi.
Sünnet'in Meşruiyetinin Hikmeti
  Sünnetin hikmeti, taharet ve nezafeti en güzel şekilde tahakkuk ettirmesidir. Çünkü tenasül uzvunun başında bulunan ve haşefe denilen deri temizliğe engel olur. Bedenin temiz olmasında, iç temizliğine delil vardır.
“Allah çok tevbe edenleri sever ve çok temizlenenleri de sever.” (Bakara/222)
Şüphe yok ki tevbe, baünî kusur ve günahlardan temizlenmenin şiarı ve alâmetidir.
6- Doğan Çocuktan Ötürü Anne ve Babasına Gözaydınlığı Dilemek
  Doğan erkek çocuğu  için erkeklerin, doğan kız çocuğu, için de kadınların, çocuğun anne ve babasına göz aydınlığı dilemeleri sünnettir.
Erkekler, çocuğun babasına “Allah, ihsan ettiği bu çocukta senin için bereket kılsın ve seni Allah'ın ihsanına şükreden kullarından" eylesin. Buluğ çağma yetişsin. Çocuktan ötürü Allah sana rızık versin' demelidir.
Babanın da onlara şöyle demesi müstehaptır: 'Allah sizin için de bereket kılsın ve sevabınızı artırsın'.
Kadınlar da çocuğun annesine, erkeklerin çocuğun babasına söylediklerini söylemeli, çocuğun annesi de kocasının erkeklere söylediklerini söylemelidir. * (Halil Günenç- Büyük Şafii İlmihali)
Ebu Musa (r.a) şöyle bir olay anlatır: “Çocuğum oldu ve onu Hz. Peygamber’e getirdim, adını İbrahim koydu. Sonra da çocuğun ağzına çiğnenmiş hurmayı çaldı. Hayır, duasında bulunarak çocuğu bana geri verdi.”   (Buhari, Müslim)
7- Çocuğu Emzirme
Anne Sütünün Özellikleri
1) Anne sütü sterildir. Mikroplardan arındırılmıştır.
2) Çocuğun emebileceği ısıdadır, yani ılıktır.
3) Çocuk sütü emdikçe yerine yenisi üretilmektedir.
4) Çocuk emmediğinde anne göğsünde bekleyen süt bozulmaz.
5) Anne sütünün içindeki besinler, bebeğin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş olduğundan sindirimi de kolaydır.
6) Çocuğun sağlıklı bir şekilde büyüyüp gelişebilmesi için gerekli her türlü besini içinde bulundurur.
7) Çocuğu mikroplara karşı korur.
8) Emzirme, çocukla anne arasındaki ruhsal ilişkiyi arttırır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Anneler çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyenler için iki bütün yıl emzirirler. Evlât kendisine ait olan babaya da, emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri uygun ölçüde bir borçtur. Gerçi herkes gücüne göre sorumlu tutulur. Ne bir anaya yavrusu ile, ne de bir babaya yavrusu ile zarar verilmemelidir. Vârise düşen de aynı borçtur. Eğer baba ve ana karşılıklı rıza ve müsavere ile çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz, vereceğinizi güzel güzel verdikten sonra yine size günah yoktur. Allah`tan da korkun ve bilin ki, Allah ne yaparsanız görür, basîr`dir." (Bakara/233)
Bu âyet, emzirme ile alâkalı olarak bir çok hüküm ihtiva eder:
a. Emzirmenin en uzun müddeti iki yıldır. Ondan sonraki emzirme ile süt akrabalığı oluşmaz.
b. Hamileliğin en az süresi altı aydır. (Çünkü bir başka âyette de "Gebelik ve sütten ayırma otuz aydır" buyruluyor (46/15) emzirme süresi olan yirmidört ayı bundan çıktığımızda altı ay kalır.)
c. Çocuk babaya nisbet edilir.
d. Emzirme ücreti babanın üzerinedir. Demek ki, anne, çocuğu baba adına emzirir, yani emzirme zorunluluğu yoktur.
e. Baba bu konuda anneye baskı yapamayacağı gibi, anne de babanın çâresiz kalması halinde ona kazan kaldıramaz.
f. Babanın ölmesi halinde varisleri, onun çocuğunu emzirene karşı aynı nafaka borcu ile mükelleftirler.
g. Anne çocuğunu emzirmek isterse, baba onu ayırıp süt anneye vermez. 
h. İki yıldan önce de çocuk, anne babanın karşılıklı anlaşma ve kararlan ile sütten kesilebilir. Yani emzirmenin 
zorunlu en az süresi yoktur...
Hanefiler derler ki: Bir başka âyette de: "Eğer zorlanırsanız onu bir başkası emzirir, eğer sizin için emzirirlerse, emzirenlerin ücretlerini verin" (Talak 65/6) buyurulduğuna göre, annelerin emzirme zorunluluğu yoktur. (Cessâs, N/104) Anne emzirmek isterse, babanın buna mani olup, başka anne bulması câiz değildir. (Cessâs, N/105,106) Çünkü bunda anneye çocuğuyla zarar verme vardır. Halbuki bu, âyetle yasaklanmıştır. Emzirme süresi içerisinde çocuğun, annesinden, başkasının memesini almaması, babanın ve çocuğun malı bulunmaması, babanın süt anne bulamaması gibi durumlarla emzirici olarak annenin belirlenmiş olması dışında, babanın onu zorlama hakkı, hukuken (kazaen) yoktur. (ibn Âbidîn NI/212, 559, 618; Kasânî, Bedâyî IV/40) Yalnız babanın süt anne bulamaması halinde bile, havyan sütü, yağ, mama vs. ile bakabileceği için anne yine mecbur edilemez diyenler de vardır. ( ibn Âbidîn NI/618)
Ancak mezkur âyet-i kerimenin üslûbu ve bu konunun çeşitli yönlerini örfe bırakması göz önünde bulundurulduğunda, hukuken olmasa dahi, annenin çocuğunu diyaneten (Allah indinde) emzirme zorunluluğu vardır denmiştir. (Âbidîn NI/211)
Mâliki`lerde kadın eş olduğu sürece ve başkasının kabul etmemesi halinde, emzirme annenin görevidir. (İbnü`I-Arabi, Ayâtü`I-ahkâm I/204) Ama bâin talakla ayrılan kadının görevi değildir. Bu durumda babanın görevidir. Ancak kadın kendisi emzirmek isterse, o bu iş için önceliklidir ve emzirmesi karşılığında ecr-i misil hak eder. (Sabûnî, age. I/353) 
Keza kadın kocanın nikâhında olduğu sürece, baba onun sadece kendisine ait kalması için, çocuğu başka bir anneye emzirtmek isterse bu câizdir. Çocuk da süt anneyi kabul ediyorsa (emiyorsa) annenin onu kendi emzirmekte ısrar etmesi câiz olmaz. Çünkü bunda babaya zarar vardır. Özellikle de kadın tekrar hâmile kalmışsa bu böyledir. Bu iki sebep, annenin çocuğunu süt anneye teslim etmesini gerektirir. Çünkü âyetin emzirmeyi kadına hak olarak da görev olarak da vermiş olması muhtemeldir. (Ibnü`I-Arabî age. 4/204) Ancak İmam Mâlik, soylu kadınların emzirmek istememeleri halinde, maslahata binaen emzirme zorunlulukları yoktur, der. Babanın süt anne tutmaya maddî gücü yeterli değilse; emzirme masraflarını devlet hazinesi (beytü`l-mâl) karşılar, diyenler de vardır. (Kurtubî, IV/161)
Şâfiîler de, çocuğu babanın başkasına emzirtmek istemesi halinde, kadının buna karşı çıkamayacağını çünkü bunun erkeğin kadından yararlanma hakkına kısmen engel olacağını söylerler. Hanbelîler ise, Hanefiler ile hemen hemen aynı görüştedirler. (ibn Kudâme, el-Mugnî VN/627-28)
Süt annelere gelince, karşılıklı rızaya dayanan bir ücret akdi ile emzirecekleri için, herhangi bir zorunlulukları yoktur. İstemezlerse emzirmezler. Sütleri kendi çocuklarına fazla geldiği, kendi çocuklarını sütten erken kestikleri, ölmüş olabilecekleri ihtimalleri düşünürsek, süt annelik yapmanın o kadar zor olmadığını görürüz. Ayrıca günümüzde bu uygulamanın hemen hemen hiç yapılmadığını da hesaba katarsak, günümüz örfüne göre annelerin çocuklarını diyaneten (Allah indinde) emzirmek zorunda olduklarını söyleyebiliriz. Ancak bu müessesenin çok faydalı yönlerinin olduğunu da bilmemiz gerekir. Süt emmenin de İslâm’da bir akrabalık sebebi olduğunu düşünürsek, bu yolla akrabalık çemberi genişlemiş ve sosyal dayanışmaya katkıda bulunulmuş olur. Fakir anneler için hem güzel bir. is sahası açılmış hem de istikbalinin garantisi olacak akrabaları çoğalmış olur. Fizikî formasyonuna önem veren kadınlar, onu bozmadan, yıpranmadan hem çocuk sahibi olmuş, hem de başkasına iş temin etmiş olurlar. Bunu, bir kadının (ya da erkeğin) keyfi için diğerinin sömürülmesi gibi gayr-i insanî bir uygulama olarak görmek isabetsiz olur. Çünkü bir defa bu fitrî ve en iyi olan uygulama değildir. Annelerin çocuklarını bizzat kendilerinin emzirmeleri menduptur. Çünkü çocuğun, gıda kadar anne şefkatine de ihtiyacı vardır. (Sabûnî age I/353) 
Sonra bunu gayr-i insanî görüp uygulamamanın hiç bir insanî sonucu yoktur. Anne istediği formasyonunu kaybedecek, süt anne de alacağı ücreti kaçıracaktır. Belki de bunun onur kırıcı olmaması için, İslâm ona da aynı zamanda bir annelik pâyesi vermektedir.(https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/annenin-cocugu nu-emzirme-zorunlulugu )


KUR’AN VE SÜNNETE GÖRE ÇOCUK TERBİYESİ
Eğitimde ne anlattığımız, kadar nasıl anlattığımızda önemlidir. Elbette insanlara ve özellikle çocuklarımıza iyi, güzel ve faydalı şeyler öğretmeliyiz. Aynı şekilde bu faydalı ve güzel şeyleri güzel metotlarla anlatmalı ve öğretmeliyiz.
Öğretmeni sevmeyen öğrencinin dersi de sevmediği bilinmektedir. İyi bir eğitimci, kendini sevdirmeyi bilmelidir. Çocuklarla ilgilenmeli, onları sevmeli, güler yüzlü olmalı pozitif düşünmeli, kısaca kendisini mesleğine ve öğrencilerine adamalıdır.
Bizlerin en temelde Kur’an bütünlüğünden kalkarak insan ve çocuk fıtratını okuyup, vahyi bir bütünlük içinde bu fıtrata en uygun eğitimi nasıl vereceğimizin, nasıl Müslüman şahsiyetler yetiştireceğimiz üzerinde konuyu ele almaya çalışacağım.
Bilindiği gibi çocuğun üç evresi vardır:
1. Çocuğun doğum ve bakımı.
2. Çocuğun 6 yaşından ergenlik dönemine kadarki dönemi. (Bu süreç çocuğun kişiliğinin şekillenmesi, kimliğinin oluşması bakımından oldukça önemli bir dönemdir.)
3. Çocuğun ergenlik dönemi.
Bu üç ayrı evrede Müslümanlar olarak çocuklarımızı nasıl eğiteceğimiz ve onları sağlam temeller üzerine oturmuş şahsiyetler olarak nasıl yetiştireceğimiz sorusu, son derece sıcak bir soruna işaret etmektedir.
Öncelikle Kur’an-ı Kerim’de baş eğiticimiz olan Rabbimizin, çocuklar ve onların nasıl bir fonksiyon taşıdıklarıyla ilgili bizlere yol haritası göstermesi açısından bazı ayetleri hatırlamamız gerekecek:
"O mal ve oğullar, dünya hayatının (gelip geçici) süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında karşılık bakımından da hayırlıdır, umut bağlamak için de hayırlıdır." (Kehf, 18/ 46)
"Çocuklarınız ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah alîmdir, hakîmdir" (Nur, 24/ 59)
"Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münafikun, 63/9)
"Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et; zira, tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." (Bakara, 2/128)
Yukarıdaki ayetlerin çocukla ilgili vurgularından şu tespitleri çıkarabiliriz:
a) Çocuğun sevimliliği ve dünya hayatının süsü olmasının fıtriliği.
b) Çocukların "Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit, yatsı namazından sonra…" (Nur, 24/58-59) zamanlama adabı açısından eğitilmesi ve çocuklar için oluşturulan kuralların önemi.
c) Çocuğun imtihan aracı olduğu ve çocuk sevgisinin Allah’a kulluk görevinin önüne geçmemesinin gerekliliği.
d) Çocuğun salihlerden olması ve Allah’a adanmış bir kul olarak yetiştirilmesi duası ve çocuğun bu dua doğrultusunda yönlendirilmesi.
Bu tür ayetler bütün olarak ele alınıp incelendiğinde, bizlere Kur’an ayetlerinden çocuk eğitimi konusunda işaret taşları açısından bir metot veya temel bir perspektif göstermektedir.
Genelde içinde yaşadığımız toplumda çocuk eğitimi bilgisi konusunda yanlış bir algılayış söz konusudur. Özellikle de tıbbi ve sosyal gelişmişliği ifade etme açısından çocuk eğitiminde Batı kaynaklı kitaplar rehber olarak değerlendirilmektedir. Son dönemlerde Müslüman ailelerin de bu tarz kitaplara yöneldiği bilinmektedir. Tabi ki bu tarz kitaplarda muhakeme ederek yararlanacağımız bazı veriler vardır. Ama büyük oranda bu tarz kitaplar çocukları kapitalist toplum gerçeğine entegre etmek amacıyla yazılmış çalışmalardır. Bu tür çalışmalarda çocuk her zaman sevilen, hiçbir zaman kızılmayan, hayatın merkezine alınan, ihtiyaçları her şeyden üstün tutulan, hatta gözleri kör eden bir aşık gibi geleceği kutsanan bir yüceltişle değerlendirilmektedir. Batı pedagojisinde çocuk adeta bir prens veya prenses gibi algılanmakta, en modern imkanlara kavuşturulması için tüketim kültürünün her çeşidine bağlanılmaktadır. Ne yazık ki bu söylem ve yaklaşımlar, çocuk boyutuna indirgeyemeyen İslami kesimden aileler de bunlardan etkilenmişlerdir
Ama Kur’an bütünlüğü içinde olayı ele aldığımızda çocukların sevilen, şefkat duyulan varlıklar olduğu; ama aynı zamanda bir imtihan vesilesi de olabilecekleri üzerinde sıkça durulduğuna rastlamaktayız. Yani Allah-u Teala çocuk eğitimimiz alanında da bizlere ölçü edineceğimiz önemli işaretler göstermiştir.
Yine burada önemle üzerinde durulması gereken bir nokta şudur ki, sanki sadece ebeveynlerin çocukları üzerinde birtakım hakları var ama çocukların anne ve babaları üzerinde hiçbir hakları yokmuş gibi algılanmaktadır. Oysa ki Kur’an’da anne ve babaya "öf" bile dememekten bahsedilmektedir. Onları incitecek tutum ve davranışlardan kaçınılması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Kur’an bütünlüğünden yola çıkarak Hz. Peygamber’in çocuk eğitimine nasıl yaklaştığını irdeleyecek olursak, bu konuda zengin bir rivayet söz konusu değildir. Ama Rasulullah (a.s.v.) çocuk konusuna da Kur’an’da bildirilen işaretler ve fıtri örf doğrultusunda yaklaşmış, konuyu bu şekilde tefekkür etmiş ve uygulamıştır. Peygamberimizin, insanlara Kitab’ı ve Hikmet’i öğretmekle vazifelendirilmiş bir elçi olduğu Kur’an-ı Kerim’de mükerreren zikredilmiştir. (Al-i İmran, 3/164, Cuma, 62/2, Maide, 5/67…) Ve ilk inen ayetlerde eğitim içerikli işaretlerin oldukça fazla olduğunu görmekteyiz. Yine Hz. Peygamber’in eğitime verdiği öneme haiz olarak İslam’ın farklı bölgelere yayılmasıyla beraber, kendisinden başka dini öğretecek yeni bir öğretmen kadrosu oluşturduğuna da rastlamaktayız. (Mus’ab Bin Umeyr’in genç bir sahabe olmasına rağmen Akabe Biatleri’nden sonra Yesrib’e öğretmen, Medine’den de seriyyelerin İslam’ı talep eden kabilelere eğitmen olarak gönderilmeleri gibi.)
Bununla beraber Hz. Ömer döneminde valilerin gittikleri yerlerde dini bilgilerin öğretildiği ortamları kurmaları söylenmiş, hatta bazı araştırmacılar çocukların öğretimi için ilk programın Hz. Ömer tarafından tespit edildiğini ifade etmişlerdir.
 Hz. Peygamber’in çocuklara yaklaşımı
Kur’an’daki çocuklara yönelik ayetlerin uygulaması konusunda tabi ki ilk örnek alacağımız insan, sahabesine ve tüm ümmetine vahyin şahitliğini gösteren Hz. Muhammed’dir. Ahlakı Kur’an olan Rasulullah’ın çocuklarla ilişkilerinde ve onları eğitirken takip ettiği yol ve yaklaşım biçimleri bu nedenle bizim örnek alacağımız uygulamalardır. Ancak bu konularda Rasulullah’ın örnekliğini metot olarak kullanabilmemiz için O’na isnat edilen rivayetlerden sahih olarak gördüğümüz bazı hadisler üzerinde durmaya çalışacağız.
a) Bir rivayette Peygamberimizin torunu Hasan, su ister. O esnada diğer torunu Hüseyin de uyanır ve su ister. Peygamberimiz suyu Hasan’a verir. Kızı Fatıma babasına, "Hüseyin’i daha mı az seviyorsun" der. Peygamberimiz "hayır suyu önce Hasan istedi ve ona verdim" der. Rasulullah bu rivayete göre taleplerde hatırı değil öncelikli talebi dikkate almaktadır ki, çocuklar arasındaki rekabette bu tavır son derece eğiticidir.
b) Hicaz cahili geleneğinde kızların ikinci sınıf konumuna itildiğini gözettiğimiz de, bazı rivayetlerden Rasulullah’ın kız çocuklarına karşı pozitif ayrımcılık yaptığını kavrarız: "Çocuklarınızın arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım."
c) Rasulullah’ın dünyevi konularda birlikte olduğu kişilere söz hakkı verdiği, yerine göre de çocukla çocuk olduğu rivayet edilir. Ergenlik çağına gelmemiş çocukların biatlerini kabul etmiş olması da onlara verdiği değeri; yani çocukların duygu ve düşüncelerine de gereğince önem vererek onları hayata hazırlayacak bir yaklaşımı örneklendirir.
d) Rasulullah, bir hadise göre, koşu yarışı yapan çocukları görünce o da aralarına karışır, onlarla beraber yarışır. Yarışı kazananı ödül olarak devesinin üzerine alır ve Medine sokaklarında gezdirir ve onunla sohbet eder. Bu yaklaşım da mükafat ve eğitimde tek düzeliği aşmak konusunda önemli bir açılımdır.
e) Rafi Bin Amr anlatır: Ben küçükken Ensar’ın hurmalarını taşlıyordum. Beni yakalayıp Rasulullah’a götürdüler. Bana sordu. "Niçin başkasının hurmalarını taşlıyorsun?" "Açlık sebebiyle" dedim. Bunun üzerine "taşlama, kendiliğinden yere düşenleri ye" dedi. Ve sonra "Allah seni doyursun" diye bana dua etti.
f) Bir çocuk müezzinin taklidini yapıyor ve ezanla alay ediyordu. Hz. Peygamber o çocuğu yanına çağırarak sanki ezanla alay ettiğini anlamamış gibi ciddi bir tavırla "Haydi bize de bir ezan oku" dedi. Çocuk utandı ve bunun üzerine güzelce ezan okudu. Rasulullah çocuğun sırtını sıvazladı ve cebine biraz para koyup "Mübarek olsun" dedi. Çocuk şaşırmış ve sonra yıllarca Mekke’de müezzinlik yapmıştı.
g) Annelerin çok sık yaptığı hatalardan birisine tekabül eden Rasulullah’tan örnek bir uygulamayla ilgili bir rivayeti özetleyelim: Medine’de bir anne sokağa kaçan çocuğunu eve getirebilmek için "Gel bak sana ne vereceğim" der. Olaya şahit olan Rasulullah sorar: "Çocuğa ne vereceksin?" Anne hurma vermek istediğini söyleyince de peygamber uyarır. "Dikkat et sana gelir de bir şey vermezsen doğru yapmamış olursun…"
h) Tirmizi’nin aktardığı bir rivayete göre "Çocuklarınızı 7 yaşına geldiği zaman namaza alıştırın. Eğer 10 yaşına geldiğinde kılmazlarsa yaptırım uygulayın." diyen Rasulullah, çocuklar için hem teşvik hem de uygun bir yönteminin var olacağını bize hatırlatmaktadır.
(Kütüb-ü Sitte’de geçen bu rivayetleri, Ayraç Yayınları’ndan Said Alpsoy’un "Bir İnsan Olarak Hz. Muhammed" ve İnsan Vakfı Yayınları’ndan Bekir Demir’in "Hz. Peygamber ve Çocuk Eğitimi" adlı kitaplardaki hadisler arasından seçerek özetledik.)
Bu ve benzer rivayetlerde dikkat çeken vurgulara bir kez daha değinebiliriz:
1. Peygamberimiz çocuklara hoşgörü ile yaklaşmış, ilgi göstermiş, şakalaşmıştır. "Yavrucuğum…" gibi sıcak ifadeler kullanmıştır.
2. Peygamberimiz çocuklara taklit yoluyla eğitim yolunu açmıştır. Buhari ve Tirmizi’nin aktarımlarına göre, Rasulullah İbn Abbas’ın kendisine bakarak abdest alması ve Enes’i ve arkadaşını namaza çağırıp kendisine bakarak namaz kılmalarını sağlamıştır.
3. Rasulullah’ın çocukların 7 yaşında namaza alıştırılması ve 10 yaşına vardıklarında namaz kılmazlarsa yaptırım uygulamaya daveti, kontrollü bir disiplin gerekliliğine işarettir.
4. Tirmizi’deki hadise göre "Rasulullah, bir çocuğa eve girdiğinde ev halkına selam vermesini tavsiye etmiş ve bu selamla hem kendisinin hem de ailesinin hayır bulacağını eklemiştir." Peygamberimizin çocuklarla ilgili bu tür yaklaşımları, hayatın içindeki uygulamalarla irtibatlı ikna temelli eğitim örnekliğidir.
5. Rasulullah, çocuk eğitiminde mükafatlandırmayı sosyal ilişki ağırlıklı da gerçekleştirmiştir.
6. İbn Mace’nin aktarımına göre Rasulullah, içlerinde çocukların da bulunduğu bir toplulukla bir vadiden veya bir yokuştan geçerken, bu hangi vadi ya da bu hangi yokuş gibi sorularla soru cevap şeklinde grup ve çevre eğitimine örneklik oluşturmuştur.
7. Rasulullah’ın çocuk eğitiminde tedricilik(azar azar yavaş yavaş) ve sabır faktörüne özen gösterdiğini söyleyebiliriz. Çünkü o hikmetle davranan bir Rasul’dü ve tedricilik de insan fıtratına en uygun eğitim metodudur. Kur’an-ı Kerim 23 senede tamamlanmıştır. Namaz örneği bunun en iyi uygulamasıdır.
Hadis rivayetlerini öncelikle çocuğa yaklaşımla ilgili Kur’an ayetleri ve Kur’an bütünlüğü ışığında değerlen-dirmeliyiz. Ancak Kur’an bütünlüğünden bakıldığında bize önemli katkılar ve örneklikler sağlayan rivayetler yanında, Kur’an nasslarıyla bağdaşmayan rivayetler de söz konusudur.
Yine Peygamberin sünneti adı altında fıtri olarak solak olan bir çocuğa zorla sağ eliyle yemek yedirilmesi vb. davranışlarda bulunulması da Peygamberin sünnetinin gereği gibi algılan-mamasından kaynaklanmakta, "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın" hükmü unutulmaktadır.
Bazı rivayetlerde de çocuklarla oynayan Hz Peygamber, onlara hiç kızmamış, uyarıda bulunmamış ve disiplin uygulamamış gibi gösterilmektedir.
Oysa Buhari ve Müslim’in ortak rivayet ettikleri bir hadise göre Rasulullah, torunu Hasan ve Hüseyin yanında oynarken bunlardan birisi, orada zekat ve sadaka olarak toplanmış olan hurmadan yemek için ağzına atar. Bunu gören Rasulullah ona şöyle dikkatlice, uyaran bakışlarla bakınca çocuk hemen hurmayı ağzından çıkarır.
Tevhidi Perspektifin Uygulanma Sorunu
Çocuklarla ilgili ayetlere yaklaştığımızda iki önemli husus öne çıkmaktadır:
a) Çocuk sevgimizi, imtihan sorumluluğumuz ile dengede tutmalıyız.
b) Allah’ın günlük yaşam ile ilgili koyduğu sınırları, ibadet ölçüleri çocuklarımıza öğretmeli ve "hayırlı nesil" olabilmeleri için müminlerin ahlakı ve eğitimiyle ilgili ayetlerden çıkarımlarda bulunmalıyız.
Sahih rivayetlerden yararlanırken, Rasulullah’ın çocuk fıtratına uygun davranışlar içinde olduğunu da gözeterek (yarış, mükafat, affetme, yumuşak uyarı, sohbet, birlikte gezme gibi) günümüz şartlarında (köyde, kasabada, modern sitelerde, büyük şehrin mahallelerinde) zorunlu eğitime tabi olmuş, medya bombardımanına maruz kalmış ve tüketim kültürüne sokakta, okulda hatta evde muhatap olmuş çocuğa/çocuk fıtratına uygun ve yabancılaşmasını engelleyecek nasıl bir yaklaşım içinde olmamız gerektiğini bir "İlmihal" konusu olarak tartışmalı ve istişari planda geliştirmeliyiz.
Çağdaş çocuk ilmihaline olan ihtiyacımız beslenme ve sağlık bilgisinden daha çok eğitim, kültür, oyun, eğlence, spor ekseninde, hem çağın dayatmalarını aşacak hem de çocuk fıtratıyla bağdaşacak şekilde üretilmelidir. Bu üretimimiz Batılı disiplinlerle çocuk eğitimi, sağlığı ve oyunları üzerine yazılan seküler toplumu gözeten akademik çalışmalarla değil, belki onların ulaştığı tıbbi ve teknik verilerden kontrollü bir şekilde yararlanarak; ama daha çok Kur’an’da belirtildiği ve Rasulullah’a atfedilen sahih hadislerde ortaya çıktığı gibi fıtrata uygun olanı vahye ve vahiy kültürüne göre belirleyerek çözüm üretmeye çalışmalıyız.
Günümüz şartlarında çocuk ilmihali konumuz, laf olsun kitap yazılsın, satış olsun para kazanılsın diye değil, bir ibadet sorumluluğu olarak ele alınmalıdır.
Bunun için de modern eğitim ve hayat koşullarında çocuk fıtratının maruz kaldığı dış ve çevresel, iç ve ailesel yaklaşımların olumlu ve olumsuz yanları doğru tespit edebilmeli; Kur’an’ın fıtratla ve çocuk yapısıyla ilgili bildirimlerinde ve sahih hadislerde gördüğümüz işaret ve örneklikleri, hayat perspektifi iyi olan dava insanlarımızla değerlendirerek çözümlemelere yönelmeliyiz.
Güzel örneklikleri birbirimizden alıp şekilsel olarak tekrarlamak kadar, bu güzel örneklikleri farklı sorunlar karşısında yeniden üretmek için, dayanılan perspektifleri ve ölçüleri kavramaya önem vermeliyiz.
En başta çocuğumuzun eğitimini, eğlencesini, sağlığını veya oyununu içinde yaşadığımız çocuk ve insan fıtratına düşman vahiy dışı sistemlerin şablonlarıyla değil, kendi özgün değerlerimizle alternatif olarak nasıl karşılayabileceğimize kafa yormalıyız.
Çocuğumuz şehzade veya küçük prenses değil, bizim gibi kimliği ve düşünceleri yasaklanmaya çalışılan, doğuşuyla beraber bir küresel zulüm düzenine adım atmış bir varlıktır. Bu nedenle çocuğumuzu saksıda çiçek yetiştirir gibi hayattan kopuk olarak sadece evde ve korunaklı yerlerde değil, hayatın içinde yetiştirmeliyiz. Hz. Muhammed’in emaneti küçük Hz. Ali’yi düşünelim. Bir de 20 yaşında Medine’ye İslam öğretmeni olarak gönderilen Musab Bin Umeyr’in Mekke Dönemi’nde geçen çocukluğunu düşünelim. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarındaki yeni doğan veya küçük sahabe çocukları düşünelim.
Bunlar hayatın içinde, ama hayatın kirlerini aşacak tarzda yetiştirilmişlerdi. Ama küresel kapitalizme entegre olan bazı basın yayın organları, Filistin’deki, Irak’taki emperyalist saldırıları çocuklarımızla beraber protesto ettiğimizde, "Çocuklara kin ve nefret aşılıyorlar" gibi manşetler atabilmektedirler.
Biz de cahili bir toplumda ve dünyada yaşıyoruz. Kirlerden kaçarak kirleri temizleyemeyiz. Önemli olan kirlerle kaplı dünyamızda mikroplara karşı dayanıklı bir kimliği mikroplarla mücadele ederken oluşturabilmektir.
Bu yüzden bizim çocuklarımız da bir avuç ilk Müslüman’ın Kabe’ye yürüdüğü gibi bizimle yürüyebilmelidir, televizyon ekranlarında Filistinli kardeşlerinin niçin İntifada taşlarını attığını öğrenebilmelidir. 
Çocuğumuz yeni öğrenime başladığı yaşlarda "bu ne, bu ne" sorularına sabırla cevap veren anneler-babalar, çocuklarına bahsettiğimiz konuların, soruların ve niçinlerin cevaplarını da sabırla ve gerektiğinde oyunla, sohbetle, gezerek verebilmelidirler.
Dün açlık nedeniyle hurmaları taşlayan çocuğa yol-yöntem gösteren Rasulullah (s), bugün hem fikri hem fiziki açlığa mahkum edilen çocuklarımıza nasıl bir yol gösterirdi? Ergenlik çağına gelmemiş çocukların biatlerini sembolik düzeyde alarak onları hayata hazırlayan bir Rasul, bugün sınıflaşma, sömürü, katliam, sürgün ve cahilleştirme belalarıyla karşı karşıya kalan çocuklarımızı acaba hayata ve Akabeleri aşmaya hazırlamak için ne gibi çözümler gösterirdi? Bu ve buna benzer sorunlarımızı istişari ortamlarda konuşmalı, uygulamalı cevaplar üretmeye çalışmalı ve yine tekrarlamak gerekirse bir çocuk ilmihaline ihtiyacımızın aciliyetini ve bunun Kur’an neslini inşa sorumluluğumuzun bir parçası olduğunu unutmamalıyız.
Her Müslüman, emri altında bulunanlardan mesuldür. 
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.” (Müslim)
“Kendinizi ve aile efradınızı Cehennem ateşinden koruyun!” (Tahrim suresi 6)
Kur’an-ı kerimde, nefslerimizi ve aile efradımızı, yakıtı insan ve taş olan Cehennem ateşinden korumamız emredilmektedir. Elli-yüz senelik kısa bir hayat için evladımızı dünya felaketlerinden korumaya çalıştığımız gibi, ebedi felakete düçar olmaması için ahiretini de korumamız gerekir. Bir babanın, evladını Cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı ve farzları ve haramları öğretmekle ve ibâdete alıştırmakla ve kötü arkadaşlardan ve zararlı şeylerden korumakla olur. Bütün fenalıkların başı, kötü arkadaştır. İyi hareketi övülmelidir
Ne zaman çocukta iyi bir hareket görülürse, onu takdir etmeli, mükâfatlandırmalıdır! Bir kabahat işler veya kötü bir söz söylerse birkaç defa görmezlikten gelmeli, (onu yapma) dememeli, azarlamamalıdır. Sık sık azarlanan çocuk, cesaretlenir, gizli yaptıklarını açıktan yapmaya başlar. Yaptığı kötü işlerin zararı, kendisine tatlı dil ile anlatılmalı, ikaz edilmelidir! 
Yapılan iş, dine aykırı ise işin zararı, fenalığı ve neticesi anlatılarak, o kötü işe mani olmalıdır. Her gün bir müddet oynamasına izin vermelidir ki, çocuk sıkılmasın. Sıkılmak ve üzülmekten kötü huy hasıl olur ve kalbi körleşir. Hiç kimseden para istemesine müsaade etmemeli, fazla konuşmamasını, büyüklere saygıyı öğretmelidir. İyi insanların güzel hallerini anlatıp, onlar gibi olmaya, kötü insanların kötülüklerini anlatıp, onlar gibi olmamaya dikkat etmesi öğretilmelidir.
Çocuğa her istediğini almak ve lüks içinde yaşatmak uygun değildir. Büyüyünce de her istediğini ele geçirmeye çalışır; fakat bunda muvaffak olamayınca hayal kırıklığı yaşar, isyankar olur. Kendimiz helal yediğimiz gibi çocuklarımıza da helal yedirmeliyiz. Haramla beslenen çocuğun bedeni, necasetle yoğrulmuş çamur gibi olur. Böyle çocuklar da pisliğe, kötülüğe meylederler.
Çocuk terbiyesi
Çocuğa, israf etmemesini, kanaatkar olmasını öğretmelidir.
Baba, ne devamlı asık suratlı durmalı, ne de çocukla fazla yüz göz olmalı, konuşmasının heybetini korumalıdır. Çocuğa babasının malı ile, rütbesi ile övünmemesi tenbih edilmelidir! Tevazu sahibi ve kibar olması öğretilmelidir! Veren elin alan elden üstünlüğü bildirilmelidir! Cimriliğin çirkinliği öğretilmelidir! Başkalarının yanında edepli oturması, laubali hareketlerden uzak durması telkin edilmelidir!
Fazla konuşmaktan çocuğu men etmelidir! Fazla konuşmanın hayâsızlığa yol açtığı, çenesi düşüklüğün kötülüğü belirtilmelidir! Çocuk nasıl olsa konuşmasını öğrenecektir. Maksat, ona icap edince susmasını ve büyüklerin sözünü dinlemesini öğretmektir.
Doğru da olsa, çokça yemin etmesine izin vermemelidir! Büyüklere hürmetin, yerini onlara vermenin ve herkesle iyi geçinmenin önemi anlatılmalıdır.
Küçükken namaz kılmalı
Çocuğu daha küçükken namaza alıştırmalıdır. Büyüyünce namaz kılması zor gelebilir. Başkasının malını çalmayı, haram yemeyi, yalan söylemeyi gözünde çirkin gösterecek şekilde anlatmalıdır! Böyle yetiştirip büluğa erince, bu edeplerin sırlarını, inceliklerini ona söylemelidir.
O hâlde, her Müslümanın birinci vazifesi, evladına İslâmiyeti ve Kur’an-ı kerimi öğretmektir. Evlat nimetinin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için çocuk terbiyesi, dinimizde çok kıymetli bir ilimdir.
İslâm dinine karşı olanlar, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, (Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetiştirmeliyiz) diyorlar. İslâm ile mücadele etmek ve Allah-u Teâlâ’nın emirlerinin öğretilmesini ve yaptırılmasını engellemek için, (Gençlerin kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce kendileri öğrenirler) diyorlar.
Çocuklarımıza sahip çıkmalıyız Onlara sahip olmak da, dinimizin emirlerine uygun olarak yetiştirmekle olur. Ahlâkı değiştirmek mümkün olduğu için Peygamber efendimiz, (Ahlâkınızı güzelleştirin) buyurmuştur. Zaten din, güzel ahlâk demektir. Şu hâlde dinin emrine uyup yasak ettiğinden kaçan, huyunu değiştirip güzel ahlâklı olur. Güzel ahlâklı olan da iki cihanda rahat olur.
Çocuklar neden saldırganlaşır?
Tokat atmak her zaman ailenin bilinçli olarak yaptığı bir seçim değildir. Bazen öfke anında istemeden gerçekleşir. Çoğunlukla büyükler sabırlarını kaybettikleri, aşırı yoruldukları yada çaresiz hissettikleri zaman bu yolu tercih ederler. Babası TV’yi kapatmasını defalarca söylediği halde bir türlü söyleneni yapmayan küçük oğluna bir tokat atabilir yada annesi düşünmeden yola koşan kızına bir daha yapmaması için uyarı anlamında vurabilir ve "Sakın bir daha yola koşma!” diye bağırabilir. Bütün ana-babalar çocuklarının laf dinlememesinin ne kadar huzursuzluk sebebi olduğunu bilirler. Korkunun da benzer etkisi vardır. "Aman Allah’ım! Ya bir sonraki sefer yola koştuğunda bu kadar talihli olmazsa!" Ana-babaların büyük kısmı çocuklarının büyümesi sırasında mutlaka birden fazla vurmak ya da tokatlamak ihtiyacı duymuşlardır.
Nitekim istatistikler %25 oranında ailede tokatlamanın en azından haftada bir defa gerçekleştiğini göstermekte. Elbette bu oranı gerçek hayatta çok daha yüksek. Neden aileler bu kadar çok çocuklarına tokat atmayı tercih ediyor. Tokat atmanın işe yaradığını düşünebilirsiniz ama işin gerçeği, tokatlamak sadece kısa vadede çözüm sunuyor. 3 yaşındaki kızınız koluna vurduktan sonra hızla ortalıktaki oyuncaklarını topluyor olabilir ama muhtemelen diğer tarafta problemlerin çözümü olarak şiddet uygulama gereğini öğreniyor olacaktır.
Sonuçları
1- Çocuğu dövmek ahlâkının bozulmasına, hırçınlaşmasına sebep olur.
2- Dayakla büyüyen çocuk esnek olmaz, katı olur.
3- Dövülmek, çocukta ana-babaya karşı kızgınlığa yol açar. Çocuk kendi yaptığının kötü bir şey olduğunu düşünmez, kendini suçlu görmez, kendini döveni suçlar.
4- Dövülen çocuk, kızdığı zaman, o da şiddete baş vurur, bir başkasını döver. Böylece dayak vicdanlı olmaya değil, saldırganlığa sebep olur.
5- Sözden anlayacak yaştaki çocuğa dayak atılmaz. Sözden anlamayan çocuğuna hafifçe vurmak yeter. Başa, yüze tokat atmak, sopa ile dövmek çok zararlıdır.
Bir şeyi, zıttı kırar. Kötü huyları, iyi huylar yok eder. Bu bakımdan kendini zorla da olsa, iyi işler yapmaya alıştırmalı, onları adet haline getirmeliyiz.
Spor yarışmaları düzenlemek, çocuğun bedensel yapısının oluşturulmasında ve geliştirilmesinde oldukça etkili bir yoldur. Bu yol, çocuğun kendi fizik yapısına, oyun ve spora gereken önemi verir. Peygamber (s.a.v.) amcası Abbas oğullarının çocukları arasında koşu yarışı düzenlemiş ve yarışı kazanan çocuğa kucağını açmıştı.
Abdullah b. Hârîs (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) sahabe çocuklarını yanyana getirir ve şöyle derdi: Kim önce koşup bana gelirse ona şu kadar ödül var!" Çocuklar da koşarak gelirler; kimi Rasûlüllah’ın (s.a.v.) sırtına, kimi göğsüne çıkmaya çalışırdı. O da onları öper ve kucaklardı." 
Görüldüğü üzere Rasûlüllah (s.a.v.), aralarında bir kıskançlık olmasın diye yarışmaya katılan çocukların hepsine sevgi ve alâka gösteriyor, onları mükafatlandırıyordu.
Çeşitli işler sebebiyle çoğu zaman ana baba meşguldür. Böyle bir durumda onlar, çocuğun, kardeşleriyle veya komşu, mahalle ve yakınlarının çocuklarıyla oynamasına izin verir. Ana baba, kaba sözlü ve kötü ahlâklı olmamaları için çocuğunun terbiyeli ve güzel ahlâk sahibi çocuklarla oyun oynamasını tercih eder.
Bizzat Peygamber de (s.a.v.) çocukluk yıllarında çocuklarla oyun oynamıştı. O esnada Cebrail gelmiş, O’nu tutarak göğsünü açmıştı.  Uhud savaşından az önce Peygamber (s.a.v.) iki çocuğun güreşine şahit olmuştu. Peygamber (s.a.v.) onlardan birini savaşa kabul etmiş diğerini kabul etmemişti. Kabul edilmeyen çocuk bu karara itiraz ederek "Yâ RasûlAllah! Onu nasıl kabul ediyorsun? Şayet ben onunla güreşecek olsam onu yıkarım!" Derken Peygamber’in (s.a.v.) önünde güreş tuttular ve dediği gibi onu yendi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ikisini birlikte savaşa kabul etti.
Kız çocuklarının oyunu ise oğlan çocuklarının oyunlarından farklıdır. İslam alimleri şu hadise dayanarak kız çocuklarının müceasem, yani üç buutlu oyuncaklarla oynamalarını caiz görmüştür.
Yine Hz. Aişe diyor ki: Ben Rasûlüllah’ın (s.a.v.) yanında oyuncak bebeklerle oynardım. Arkadaşlarım bana gelirler fakat Rasûlüllah’tan (s.a.v.) utanarak saklanırlardı. Rasûlüllah (s.a.v.) onları bana gönderir, benimle beraber oynarlardı.


ÇOCUK VE OYUN

Ergenlik çağına erişenler için oyun boşuna geçirilen bir zaman olmasına rağmen, ‘çocuklar için çok önemli ve yerinde bir hareket sayılmalıdır. Oyuna dalan bir çocuk, fiziksel yapısıyla birlikte düşünme ve muhakeme yeteneğini geliştirir, problemlerin çözümünde, ferdî ve içtimai görevlerde belli bir olgunluk ve pratiklik kazandırır. Ailenin ve sosyal çevrenin büyük rol oynadığı okul öncesi dönem, çocuğun ruh ve zeka gelişimi için gerçekten çok önemlidir. Bu dönemde çocuğun içinde bulunduğu oyun ortamı, onun ideal olgunluk derecesine ulaşmasına zemin hazırlar. Tecrübe ve birikimini arttırarak gelecek için olgun ve şahsiyetli bir yapı kazanmasını sağlar. Bu yüzden oyun bir zaman kaybı/israfı şeklinde değil, çocuğun gelişimi için kaçınılmaz bir esas olarak değerlendirilmelidir. Çocuklarını evde veya komşu çocuklarıyla beraber oyun oynamaktan mahrum eden ana babalar, onları, sadece gelişebilmeleri için şart olan temel ihtiyaçlarından mahrum etmiş olmaktadırlar!
Netice itibariyle oyunun faydalarını maddeler halinde şu şekilde sıralamak mümkündür.
1- Fiziksel boyut: Canlı ve hareketli bir oyun, kas ve pazuların gelişimi için zarurettir.
2- Pedagojik boyut: Oyun, çocuğun birçok araç ve gereci öğrenmesine yol açar. Oyun esnasında çocuk çeşitli şekiller, renkler, hacimler ve giysiler tanır. Diğer kaynaklardan elde edemediği birçok bilgiyi çok defa o sırada görerek öğrenir.
3- Sosyal boyut: Oyun esnasında çocuk, diğer çocuklarla nasıl sosyal ilişkiler kuracağını, yardımlaşma ve dayanışma esaslarını ve yetişkinlerle nasıl hareket edeceğini öğrenir.
4- Ahlâki boyut: Oyun esnasında çocuk, ilk aşamada doğru ve yanlış kavramlarını, adalet, doğruluk, dürüstlük, emanet ve centilmenlik gibi temel değerleri öğrenir.
5- Üretici boyut: Oyun vasıtasıyla çocuk, üretici gücünü ortaya koyabilir ve aldığı fikirleri deneyebilir.
6- Kişisel boyut: Oyun esnasında çocuk kendisiyle ilgili birçok şeyi keşfedebilir. Arkadaşlarıyla olan münasebetlerinde kendisinin güç ve yeteneğini tanır, kendisini onlarla karşılaştırır. Ayrıca problemlerini ve bunların üstesinden nasıl gelebileceğini öğrenir.
7- Tedavi boyutu: Oyun vasıtasıyla çocuk, çeşitli baskılar sonucu doğan stres ve gerilimi üzerinden atar. Bu yüzden birtakım baskı ve yaptırımların fazlasıyla uygulandığı evlerden gelen. çocuklar, diğer çocuklara nisbetle daha çok oynarlar. Ayrıca oyun, kin ve düşmanlığı bertaraf etmek için en güzel yoldur. 
Ölümü Çocuklara Nasıl Anlatmalı?
Batı dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyetin her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir.
Bu eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur. Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince acıkması için beklemiştir. Ancak aradan 2 gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür:
–Ne olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum.
Annesi, neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arsında birkaç gün evvel şöyle bir konuşma cereyan etmiştir.
–Baba, niçin yemek yiyoruz?
–Büyümek için.
–Büyüyünce ne olacak?
–İhtiyarlayacağız.
–Peki, ihtiyarladıktan sonra ne olacağız?
–Ne olacak, herkes gibi biz de öleceğiz…
O günden sonra çocuk yemek yememeye karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem, büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir. Tabii kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu sebeple O’nun da yememesi için, yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi naklederek okuyucularına "Demek çocuklara anlaşılması zor olan ölüm ve âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız." diyor. Bunu burada noktalayıp bir başkasına göz atalım.
Derginin bir sayısında "Çocuklara ölümden bahsetmeli mi?" Konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu tavsiyelerde bulunur. "Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate çıktığını söylersiniz." diyor.
Ancak birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen âkıbetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük şeklinde birçok soru soruluyor.
Doktorun cevaben yazdığı yazı ise "Bu meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor.
İşte bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhi esaslardan habersizliğin ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan çocuklar ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli hallerini, ancak ebedi hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. hem bunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır. Aydınlık ve karanlığın birbirini takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları ölüm ve hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir. Bize düşen ise, gerçeği anlayacağı diden, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım. "Henüz 5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve her şeyin canlı olduğu, Macaristan, Çin İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.
Çocuklara gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına yansımasına sebep olur.
Pedagog ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu dönemdeki çocukların çoğu ölümü, bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak kesilmesi şeklinde benimserler.
Hiç şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda mantık ölçülerine sığmayan tecrübe ve buluşlara da rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir araya geldiğinde şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo meydana getirmektedir.
Başta zikrettiğimiz iki misalde olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye çalışmak kime ne kazandırır? Aslında bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk nasıl olur da kendisini ve bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz, araştırmaz!?.
Eğer siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!… Sönmek değil!… " hakikatını ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsanız çocuğun, küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer ahireti bilmezse, her gün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir?
Halbuki ruhu, "âhirete imanıyla aydınlanan bir çocuğun çehresindeki sis dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım veya kardeşim öldü, ama Cennetin bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar. Hem nasıl olsa biz de O’nun yanına gideceğiz. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. ölüm sadece bir yer değişikliğinden ibarettir." düşüncesi şuur ve hislerine akseder aksetmez, gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır.
Ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiyesiyle örnek verelim: Çocuklar ölümle çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek onlar için çoğu zaman yatıştırıcı olur… Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile getirmişti: dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla oynuyor!..
Çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babaların onların sevdiği kişilerle bir öte dünyada buluşmak ve ümidini kırmamak gerekir.
Ölüm meselesini çocuklara doğru biçimde anlatmanın yolu asıl biz büyüklerin onu doğru şekilde anlamamızdan geçer.
Cami ve Çocuklarımız:
Camiler, mescitler, çocuklara sevdirilmeli ve problemlerinin çözüldüğü mekanlar olduğu gösterilmelidir. 
Hz. Peygamber (s.a.v) yakın çevresindeki çocuklara ve torunlarına o kadar ilgi ve sevgi göstermiştir ki; camide namaz kıldırıyorken bile çocuklar omuzunda ve sırtındadır. Hz. Zeynep’ten torunu Umame bu çocuklardan biridir. Hz. Peygamber onu namazda omuzuna alır, rükûya gittiğinde yere kor, kalktığında tekrar omuzuna alırdı. (Kütüb-ü Sitte).
Bazen Hz. Peygamber secdeye gidince Hz. Hasan ve Hüseyin gelip sırtlarına binerlerdi. Hz. Peygamber secdeden kalkarken onları yumuşak bir şekilde alıp yere koyarlardı. Secdeye gidince onlar yine sırtına binerlerdi, bu durum namaz bitene kadar devam ederdi.
Çocuk terbiyesinde dini terbiyeye öncelik verilmesine rağmen günümüzde Müslümanların çocuklarının yetişmesinde, bütün gayret ve maddi manevi imkanlarını, sadece dünyevi geleceklerini kazanma doğrultusunda harcamaları, onların, ahiretlerine yatırım yapmamaları inançlarına son derece aykırı bir durumdur.
Bir defasında Hz. Peygamber secdedeyken sırtına Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin binince, ininceye kadar secdeyi uzatmıştı.
Bütün bu örneklerden anlaşılacağı gibi Hz. Peygamber (s.a.v) çocuk ve torunları ile çok yakından ilgilenmiş, onlara her zaman ve mekanda sevgi, anlayış ve sorumlulukla yaklaşmış şefkatle muamele etmişken; bizim çocukları cami ve çevresinden uzaklaştırmak için yaptığımız hareketleri nasıl yorumlayabiliriz? Cami ve cemaate alıştırma hususunda bizlere en güzel örnek Hz. Peygamber (s.a.v) olmalıdır. O ne güzel örnektir.
Kuranı Kerim açısından, aile terbiyesinde imandan sonra namaz öncelikli bir yer alır. Ehline (yani aile halkına) namazı emret! O hususta sabır da göster. (Taha/132) ayetinde "ailene namazı emret" dedikten sonra, ayrıca onun hakkında sabretmenin emredilmesi çok manidardır. Usanmadan emir ve ilginin devam ettirilmesi gerekir. Hz. Peygamber’in çocuklara doğru yolu göstermek ve namaz üzerinde çok durduğu görülmektedir. Enes (r.a) Tahrim Suresi’ndeki "Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun" mealindeki ayet nazil olduğunda Hz. Peygamberin sabah namazına çıkarken altı ay Hz. Fatıma’nın kapısına uğrayıp onları namaza çağırdığını bildirmektedir. 
Oysa zamanımızda ağzını açtığında Müslümanlığı kimseye bırakmayan, kendisini gerçek kurtulmuş olarak gören birçok aile, çocuklarının ibadetlerine dikkat etmemektedir. "Daha küçük, büyüyünce kılar. Biz de gençken böyleydik." düşüncesizliği ile buluğa ermiş çocuklarını uyarmamakta, onlara yol göstermemektedirler. Sabahları "biraz daha uyusun" diye sabah namazına kaldırmamaktadırlar. Oysa genç her konuda olduğu gibi bu konuda da anne babasından ilgi bekler. İddia edilenin aksine ısrar ister.
Aile terbiyesinde dini terbiyeye öncelik verilmesine rağmen günümüzde Müslümanların çocuklarının yetişmesinde, bütün gayret ve maddi manevi imkanlarını, sadece dünyevi geleceklerini kazanma doğrultusunda harcamaları, onların, ahiretlerine yatırım yapmamaları inançlarına son derece aykırı bir durumdur. Her aile, çocuğunu en iyi kendisi tanır. Bu konuda çocuklarına nasıl davranmaları gerektiğini tespit etmeli ve çocuğun ibadetini yerine getirmesini sağlamalıdır. İslam dininde, cemaatla namaz teşvik edilmiş, hatta bazı ibadetler için cemaat farz kılınmıştır. Cemaatle namaz Müslümanların birbirleri ile görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, yaşadığı çevreye ve samimiyet kurduğu insanlara dikkat etmeli ve bu konuda çocuklarına iyi örnek olmalıdır.
Bilhassa babalar, erkek çocuklarını eğitmekte çok dikkat etmelidirler. Çünkü erkek çocuklar önlerinde örnek olarak babalarını görür ve onun gibi hareket etmeye özen gösterirler. Vakit girince cemaatle namaz kılmaya yarışırcasına gitmelerini sağlamak için çocuklarını teşvik etmelidirler. Gündüz rızık peşinde koşan babalar akşam ve yatsı namazlarını çocukları ile kılmaya özen göstermelidir. Cemaatle namaz kılmayı adet edinen bir çocuk, kendi iç yapısında imanın ruh ve mayısını kökleştirir. Allah’a itaatin zevkini ve heyecanını taşır. Aynı zamanda iyilikler ve kötülükler hususunda İslâm’ın buyruklarına baş eğip teslimiyet gösterir.
Cemaate katılması çevresinde çeşitli yaştan ve seviyeden insanlarla ilişkilerini güçlendirir. Bilindiği gibi insanlarla sağlıklı ilişki kuramayanlar, Allah ile sağlıklı ilişki kuramazlar.
Aile yaşadığı çevreye ve samimiyet kurduğu insanlara dikkat etmeli ve bu konuda çocuklarına iyi örnek olmalıdır. Çocuklarının namaz kılmayan, camiye gitmeyen bir çevre ile ilgi kurmasına engel olmalıdır. Çocuğunu sadakatine güvendiği arkadaş ve dostlarıyla birlikte cemaatle namaz kılmaya alıştırmalı ve buna devam etmelidir. Camilerde yapılan sohbetleri ve öğretilen dini esasları ve inançları takip etmelidir. Kuran-ı Kerim’i okumaktan ve dinlemekten derin bir zevk duymalı ve çocuklarına aynı zevki aşılamalıdır.
Ayrıca Kur’an ilimleriyle ve çocuğun anlayabileceği konularla ilgili toplantılara katılmaya özen göstermeli ve çocuklarını da yanlarına almalıdırlar.
Bilhassa kadınların bu konuda çok şikayetçi olduklarına şahit oluyoruz. Babalar kendi arkadaşları ile ilişkilerini düzenlerken aile fertlerini pek kaale almamakta ve -erkek-kız bütün çocukların, terbiyesi ve her yönden bilgilendirilme işi, annelerin üstüne atılmaktadır. Oysa 10 yaşından sonra erkek çocukların babaları ile birlikteliği ve erkeksi bir takım olayları paylaşımı onun bedensel, psikolojik ve sosyo kültürel gelişimi için çok önemlidir. Çünkü bu yaşlardaki erkek çocuğun babasından öğrenmesi gereken çok şeyleri vardır. Babaların öğretmeğe fırsat bulamadıkları şeyleri uygunsuz ortamlarda uygunsuz kişilerden öğrenerek yetişen nice iyi aile çocukları telef olmakta, kötü evlat olmaktadır. Çünkü her çocuk fıtrat üzere doğar ve onun iyi, kötü olmasına çevresi sebep olur.
Şair Şevki anne baba ilgisizliğinin yetimlikten daha kötü olduğunu, dörtlüğünde ne kadar açık bir dille ifade etmektedir;
"Gerçek yetim, ana-babası hayatını tamamlamış, Kendisini baş aşağı yalnız bırakmış kimse değil; Asıl yetim, anası kendini boş işlere veren, Babası da durmadan kendini meşgul gösteren kimsedir."
Çocuklara İffetli Olmayı Öğretelim:
Her dinin bir ahlâkı vardır; İslâm’ın ahlâkı da hayadır. Bu prensip dahilinde gençlere hayadan, iffetten, namustan bahsedince o kadar şaşırıyorlar ki kendimi bir başka dünyadan gelmiş gibi hissediyorum. Bu konuları anlatabilmek iğne deliğinden deveyi geçirmek kadar zor geliyor.
Bir eğitimci olarak etrafımda gelişen olayları daha dikkatli gözlemleme ihtiyacı hissetmekteyim. İçinde bulunduğumuz olumsuz hayat şartları, aile yapımızda çok büyük değişikliklere neden oluyor. Bu değişikliklerin git gide olumsuz yönde artması doğrusu çok korkutucu. Bütün olarak aile, birey olarak anne, baba, kız çocuk, erkek çocuk, yaşlı ebeveyn, yakın akrabalar hak ve vazifelerini unutmuş ve bir karmaşa içinde sürükleniyor.
Herkes kendini haklı gördüğü için, herkes her şeyi bildiği için, kimse ne sevincini ne de üzüntüsünü paylaşmıyor. Ana-babayı dinlemiyor. Anne her iki taraf arasında şaşkın. Herkes yalnız. Bu yalnızlık; babayı sokağa veya işine, anneyi boş işlere, çocuğu arkadaşlarına, yakınlaştırıyor. Öyle ki ne babanın işinden annenin haberi var, ne de annenin gününü nasıl geçirdiğinden babanın. Çocuğun okuldaki, sokaktaki hayatı kimseyi ilgilendirmiyor.
Bu çocuklar bizim çocuklarımız ve geleceğimiz. Çocuklarımızın bu derece yozlaşmasına, terbiye sınırını bu derece aşmalarına en büyük sebep mutlu ve anlayışlı bir aile ortamı sağlanmamasıdır. Anne babasıyla aynı sofrada yemek yemenin, aynı saatlerde kalkıp kahvaltı etmenin zevkini ve mutluluğunu unutmuş, karşılıklı saygı ve sevgi alışverişinin tadını hiç tatmamış aile ortamında yetişen bir çocuk, elbette ailenin kutsiyetini bilmeyecektir.
Böylece saygı ve sevgiyi tatmadan büyüyü veren çocuk, kendisini bağımsız bir ortamda bulunca ne yapacağını şaşırmaktadır. Bu çocukları suçlamıyorum. Çünkü biz çocuklarımızı daha doğar doğmaz dipsiz bir kuyuya atıyoruz, tutunacak bir ip veya tırmanabileceği bir merdiven uzatmadan "bu kuyudan çıkmalısın diyoruz." Oysa o kuyunun içinde yılanlar çıyanlar çocuğumuzu maddeten ve manen tüketiyor. Çocuk hayatın gerçeklerini yaşadığı ortam zannediyor. Hz. Ömer "İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." demiyor mu?
Çocuk, bazen olumsuzlukların farkına varıyor, ancak çözümü yine o ortamda arıyor. Çünkü yemek, içmek ve her türlü şehvetin kol gezdiği ortamlarda yetişen insan insanlıktan çıkar ve şehvetin yaygınlaştığı bir toplum pis ve rezil bir toplumdur. İnsanlık basamaklarının en aşağısındadır.
Bu karmaşa içinde çocuklarımıza nasıl davranacağımız konusunu iyiden iyiye düşünüp davranış biçimi geliştirmek zorundayız.
Bir Peygamber olarak insanı ilgilendiren her konuya temas eden Peygamber Efendimiz’in tabii olarak çocuk terbiyesiyle alâkalı hadisleri mevcuttur.
"Hz. Peygamber’in üstün nitelikleri, merhameti, sevgi ve şefkati, gayri Müslimlerin de çocukları dâhil olmak üzere bütün çocukları kucaklamıştır. O, engin tevazusuyla çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş hal hatırlarını sormuş, bu arada kusurlarını hoş karşılamış, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmişti. Aynı şekilde gayrı Müslimlerin çocukları da Hz. Peygamber’in şefkat deryasında nasiplerini almışlardır. Hz. Peygamber, savaşlarda çocukların öldürülmesini, esirler içinde bulunan anne ile çocuklar birbirlerinden ayrılmalarını yasaklamış, gayri Müslimlerin de çocukların hastalandıklarında onları ziyaret etmişti.
Hz. Peygamber’in ailesindeki çocuklarla ilgilendiği konuları ihtiva eden hadislerden de bir Müslüman ailenin çocukları olduğunda neler yapması gerektiğini öğrenebiliriz. "Hz. Peygamber’in yakın çevresindeki çocuklara alâkası doğumdan itibaren başlar. O, doğan çocukların kulaklarına ezan okur, onlara isim takar önceden kötü isim takılmışsa onları değiştirir, onlar için kurbanı keserdi. Meselâ, torunu Hz. Hasan doğduğunda iki kulağına ezan okumuştu. Oğlu İbrahim’in doğduğu gecenin ertesi günü ona isim takışını ise sahâbesine şöyle açıklamıştı: "Bu gece bir oğlum oldu. Ona atam İbrahim’in ismini koydum. (Bilindiği gibi Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’in soyundandır.)"
"Hz. Peygamber (s.a.v.) çocuk ve torunlarının maddî ve mânevi eğitimiyle de ilgilenir, onlara, dünya ve ahîret mutluluklarını sağlamaya yönelik yardımcı olurdu. Hz. Peygamber’in çocuklarını irşatlarında namaz üzerinde çok durduğu görülmektedir. O (s.a.v.) sabah namazına çıkarken Hz. Fâtıma’nın kapısına uğrayıp namaza kaldırırdı.
Çocuk Eğitiminde Aile:
Ebeveynlik, sadece olduğunuz bir şey değil, yapılması gereken bir görevdir. Anne-baba olmak, eylemi gerektirir. Ebeveynlik; İslam, yaşam, ilişkiler, dürüstlük ve saygı gibi konularda çocuğunuzun neleri bilmesi gerektiğine karar vermenizi de içerir. Kendi kişisel karakterlerini oluştururken çocuklarımıza belli konularda yardım etmeyi kapsar. Anne baba olmak, çocuğumuza nasıl bağımsız ve sorumluluk sahibi iyi Müslümanlar olacağı hususunda örnek olmayı gerektirir.
İslam’a ve insanlığa hizmet eden, huzurlu bir dünya ve aile için sağlıklı nesillere ihtiyaç vardır, bunun için de kadınlarımıza çok büyük görevler düşünmektedir. Kadınlarımız çocuklarının elbiselerinin temizliğine gösterdikleri özenden daha fazlasını kalplerinin temizliğine, çocukların karınlarını doyurmaya gösterdikleri özenden daha fazlasını kafaların doyurmaya özen göstermek zorundadır, aksi halde çocuklarımız dünyevileşecektir.
Her kadın ve erkek bir başka kadının eseridir, kadın anadır, kadını da erkeği de insan gibi yetiştirme sorumluluğu kadına aittir, onun için annelerin daha fazla okuması, daha fazla düşünmesi, yaşadığı dünyaya tanıklık etmesi gere kir. Analık görevlerini yerine getirmezler ise çocukları adam gibi yetiştirmez ise kendi başlarına hem de toplumun başına bir bela olur.
Bu bozuk düzen içinde, çocuklarının yine bu düzenin okullarında, imanlı fertler olarak yetiştirmeye çaba gösterirken, unutulmamalıdır ki çocuklarımızın ve bizlerin cennete girmesi, çocuklarımızın üniversiteye girişinden daha önemlidir. Elbette çocuklarımız okuyacak, ilim tahsili yapacaktır, ama her şeyden önce imanlı ve kamil bir Müslüman olmaları gerekir. Bunun için de kafalarının ve gönüllerinin ebeveynleri tarafından doyurulmuş olması gerekir. 
İslami kaynaklarda da çocuğun tabi tutulacağı eğitim ve öğretimdeki temel konular genel olarak şöyle tespit edilmiştir:
1- İtikat ve ibadete dair zorunlu İslami bilgiler.
2- Ahlak ve muaşeret kuralları. muaşeret: birbiriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma
3- Çocuğun istikbalde geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve münasip olan bir meslek dalında pratik bilgiler.
Anlaşılacağı üzere öncelikle aile yuvası içinde çocukların vicdanını kulluk sorumluluğu periyodik olarak yerleştirilmesi amaçlanmaktadır.
Çoğu anne-baba, çocuklarını yetiştirme hususunda gerçekten en iyisini yapmak isterler. Onları ihmal etmeye ya da onları incitmeye kalkışmazlar. Oysa pek çok anne-baba için ebeveynlik, günlük işlerinin arasında ikinci sıraya alır, çoğunlukla problemler ortaya çıktığında onlarla ilgilenmeye başlar. Örneğin çoğu insan iş hayatındaki amaçlarım, emekliliğini, arabasını ne zaman değiştireceğinin planlarını … sayabilir, ama çocuğunun sağlıklı ve mutlu yetişmesi için, ne yaptığını, kendisini ve Çocuğunu geliştirmesi için ne gibi planlar yaptığını söyleyemeyecektir. Veya fiziksel olarak tüm günü çocuklarıyla birlikte geçirdikleri halde zihinsel olarak çocuklarından kilometrelerce ayrı, hiçbir şeyi paylaşmayan, emir vermek ve kuru nasihatten başka çocuk ile hiçbir şey konuşmayan bir ebeveynler görürüz. Oysa; çocukların, hayatı anne babaları ile birlikte aktif bir şekilde yaşayarak tanımaya ihtiyaçları vardır. Bu nedenle çocuğunuzla konuşun, çocuğunuzla birlikte iş yaparak paylaşın. Bir Problemi halletmeye giderken çocuğunuzu da götürerek problem çözmeyi öğretin, çocuğunuzun duygu ve düşünceleriyle birlikte olun.
Her çocuk anasından temiz duygularla doğar, onu Yahudi ve Mecusi yapan anne babasıdır. (El-Buhari, 6/143) Bizler nasıl yaşarsak Çocuklarımız bizlerden öyle yaşamayı öğrenir, çocuklarımızdan ancak verebildiklerimiz kadarını bekleyebiliriz, bu nedenle bizlerin ve çocuklarımızın beşikten mezara kadar öğrenmesi ve öğretmesi gerekir.


ÇOCUKLARIMIZIN YEŞTIRILMESINDE NELERE DIKKAT ETMELİYİZ?
Amaç güzel ve doğru olduğu halde, ona götüren yol da doğru değilse, çoğu zaman istenenin tersiyle karşılaşılır. Yüce İslam dininin bütünüyle hak, hayır ve fayda olan gerçekleri de eğer usulüne uygun olarak sunulmazsa ters teper. Bazı dindar aile çocuklarının dinden uzaklaşmalarının nedeni genellikle bu tür yanlış uygulamalardır.
Zorlayıcı olmamalı
Çocuklara bir şey anlatırken, zorlayıcı, mecbur edici tavırlardan titizlikle kaçınılmalıdır. Allah, sevgili Peygamberine de "zorlayıcı olmaması gerektiğini" ısrarla hatırlatıyor. Bizim görevimiz sadece tebliğdir. Hidayete getirmek, kalplerde iman ışığını yaratmak Allah’ın işidir. Görevimizi yapmalı Allah’ın işine karışmamalıyız. İnsanoğlu, özellikle gençlik çağında muhalefet etmekten hoşlanır. Muhalefet damarlarını tahrik etmekten uzak durulmalıdır.
Hikmetle hareket edilmeli
Gençlerin yetiştirilmesinde hikmetli hareket edilmelidir. Yapı ve yetenekleri iyi tespit ve teşhis edilmeli, nabızlarına göre şerbet sunulmalıdır. İnsanları eğitip yönlendirirken bu yapılar zorlanmamalı, sadece dengeleyip olumluya kanalize edilmelidir. Aksi halde tepkiyle karşılaşmak sürpriz olmayacaktır.
İyi arkadaş edinmesine yardımcı olmalı. Özellikle iyi bir arkadaş ortamı oluşturulmalı, bu onun da ilgisini çekecek unsurlarla cazip hale getirilmelidir. Faydalı sporlar, sanatsal kurslar, geziler, piknikler, izci kampları vs. bu gibi arkadaşlıkları pekiştirebilir. Bunu yapmazsanız bu boşluk zararlı olanla dolabilir.
Örnek hayatlar lanse edilmeli
Tarihimizden örnek şahsiyetlerin hayat hikayelerini roman akıcılığıyla sunmalıyız. Başka milletler, bu boşluğu hayalî kahramanlarla doldurmaya çalışırlar. Bizim öyle hayalî kahramanlara ihtiyacımız yoktur. Tarihimiz gerçek kahramanlarla doludur. Piyasada bu tür faydalı eserler çok şükür ki, oldukça boldur. Bizzat örnek olunmalı, faydalı yayınlar temin edilmeli, iyi bir hedef verilmeli, doğru ve güzel bakış açısı kazandırılmalı
Bakış açısı kazandırmak en önemlisidir. Bu da kuvvetli bir iman ile mümkün olur. İmana ağırlık ve önem vermeliyiz. Gençlerimize öylesine sağlam bir iman perspektifi kazandırmalıyız ki, gezip seyrettiği her tabiat manzarasını, öğrendiği her ilmi o gözle değerlendirebilmelidir. Böylece, bütün hayatı tefekkür ve ibadet hükmüne geçer.
Kök ve temelden başlanmalı
İman köktür, esastır. Ağacın kökü ne kadar sağlam olursa, dalları o kadar gür, meyvesi de o kadar güzel ve kaliteli olur. İman da ne kadar sağlam olursa, dalları olan ibadet o kadar gür ve candan, meyvesi olan güzel ahlak da o kadar güzel ve olgun olur. Şu halde, yaş ve seviyelerine göre imanî bir bakış açısı kazandırılmalı ki, rahat ibadet edebilsinler, ahlakları güzel olsun. Çürük bir temel üzerinde gökdelenler dikebilir misiniz? İman Müslüman kişiliğin temelidir.
Problemlerin kaynağına inilmeli
Sıkıntılar ve aksaklıklar varsa, gerçek sebebini araştırmalıyız. Tıpta da durum böyledir. Ateşi olan bir hastaya, ateş düşürücü vermek çare değil. Meselâ, vücuttaki sancı, bir iltihaptan kaynaklanıyorsa o iltihap kurutulmalıdır. Tırnak yiyen bir çocuğa engel olmak amacıyla tırnaklarına acı ilaç sürmek çözüm olabilir mi? Bu defa da dudaklarını kemirecektir. Anormalliğin asıl sebebi teşhis ve tedavi edilmedikçe aksaklık başka bir şekilde ortaya çıkarak sürüp gidecektir.
Şefkatle yaklaşılmalı
Gençlerimize dostça, şefkatle yaklaşmalı. Bu hem halimizde, hem de söz ve üslubumuzda kendisini göstermelidir. Gerek kendi hayatımıza, gerekse etrafımızdaki insanlara baktığımızda böylesi bir şefkatli elden iman denilen hayat iksirini içen, böylece iki dünyası kurtulan pek çok örnek görebiliriz. Böylesi şefkatli simaların bakışları, tomurcuklar açtıran güneş; nefesleri, ruhları okşayan meltem; sözleri yaralı gönüllere merhemdir.
Uygun zamanları kollamalı
Gençlerimizin almaya istekli bulunduğu anları kollamalıyız. Aç ve iştahlı iken yenen bir yemeğin ancak, faydası olabilir. İsteksiz, şevksiz ve heyecansız iken dünyanın en açık ve faydalı hakikatini de takdim etseniz gereği gibi alınmaz, sindirilmez ve yarayışlı olmaz.
Çocuk, İslam’ın güç ve cazibesinden emin olmalı
Nasıl bir ortamda bulunursa bulunsun, her genç doğuştan hakikatin müşterisidir. Onda buna yatkın bir potansiyel vardır. Günümüz Batı dünyasında, her gün her türlü nefsanîliğin içinde büyüyen çok sayıda gencin Müslümanlığı seçmesi, bunun açık bir kanıtıdır. Bugün dünyada en çok yayılan din İslam’dır. İslam’ın hiçbir rakip cereyandan endişesi yoktur. O kendi kendisini müdafaaya kadirdir. Birçok mensubundan gölge etmemekten başka bir ihsan da istememektedir. Bu gerçek bilinmeli ve İslam’ın tebliği hiçbir gençten esirgenmemelidir.
Seviyesine göre anlatılmalı
Gençlerin seviyesine inmek, anlayacağı bir dille anlatmak da şarttır. Dinî hakikatler genellikle soyuttur. Anlaşılması, idrak edilmesi kolay değil. Bu nedenle Kur’an, Hz. Peygamber ve İslam büyüklerinin metoduna uyarak meseleleri temsil ve örnekle akıllara yaklaştırmalıyız. Günlük hayattan, yaşayıp gördüklerinden temsiller getirmeliyiz. Temsil ve örnek, soyut gerçeği hem kavratır, hem de zihinde kalıcı hale getirir.
Anlatırken mütevazı olunmalı. Bıktırmadan tekrar etmeli. Bıktırmaması için de, aynı hakikatleri değişik yöntemlerle, farklı üsluplarla sunmalıyız. Kuran’ın, aynı gerçeği farklı kıssalar, aynı kıssayı da farklı üsluplarla sunması bizim için güzel bir örnektir.
Allah’ın rızasını esas almalı
Çocuklara "Allah" Kavramının Doğru Öğretilmesinin Önemi…
Aile, çocuğun dini gelişiminde, en fazla etkiye sahiptir. Birey, diğer tüm davranışlarının şekillenmesinde olduğu gibi, Allah inancı ve diğer dini içerikli konularda da, ailenin etkisi altında kalır. Özellikle 2-6 yaşları arası çocuklar, kolay inanırlık ve taklit özellikleri gereği, anne-babanın her söylediğine inanır ve onların her yaptıklarını taklit etmeye çalışırlar. Bunu yaparken de, ne bir şüphe duyar, ne de itiraz etmeyi düşünürler.
Bu dönemde çocuğa verilen dini eğitim, bu konularda kullanılan ifadeler, özellikle de korkutucu yaklaşımlar, onun dini gelişimi açısından son derece önemlidir. Örneğin, Allah ile ilgili olarak, "Allah seni gökten izliyor, sana ceza verecek", "Yaramazlık yaptığında seni cehenneminde yakar", "Allah seni taş eder" vb. ifadeler, Allah’ı çocuğun zihninde ceza veren bir varlık olarak algılamasına yol açacaktır. Çocuğun yaramazlık olarak değerlendirilen davranışlarıyla baş edebilmek için, "Allah" kavramını kullanmak, her ne kadar bilinçsizce yapılıyor olsa dahi, son derece yanlış ve tehlikelidir.
Bu şekildeki yanlış din eğitiminin, yanlış bilgilendirme ve yönlendirmenin en önemli etkisi, çocuğun kişilik yapısı üzerinde olacaktır. Allah, ahiret, cehennem vb. dini konuları, birer korku unsuru olarak algılayan çocuklar, ailelerin bu konulardaki ısrarlı korkutmaları karşısında zamanla bu korkularını daha da derinleştirerek, çeşitli gelişim sorunları yaşayabilirler. Ayrıca, Allah ve din ile ilgili konuları, olumsuz duygu ve düşüncelerle değerlendirebilirler.
Çocuğuma tevazuu nasıl öğretebiliriz?
Kibir ve gururun pompalandığı bir donemde çocuğuma tevazuu: Anne-baba olarak hatalarınızı kabul etmiyor ve daima kendinizi bir şekilde haklı görüyor, çevrenizi hep küçümsüyorsanız, çocuğunuzun egoist, bencil ve kibirli olmasına şaşırmayın.
Günümüzün kayıp değerlerinden biridir tevazu… Medeniyetimizin soldurduğumuz güllerindendir. Şöhretin, gururun ve bencilliğin yüceltildiği bir zaman dilimindeyiz. Peki, genç nesillere tevazu erdemini kim, nasıl öğretecek? Bugün pek çok konuda kavram kargaşası yaşadığımız ortada. Kibir’i, özgüvenli olmakla ayni kefeye koyuyoruz. Tevazuu da güven eksikliğinden kaynaklanan yetersizlik, pısırıklık ve korkaklıkla karıştırıyoruz. Hâlbuki tevazuun temelinde özgüven ve özsaygı vardır. İçi dışı bir olmak esastır. Kişinin kendi yeteneklerinin farkına varması; ancak bu yeteneklerini kendinden bilmemesi, kendisini olduğundan farklı görmemesi ve göstermemesidir. Kişinin kendisine ve ötekilere karsı dürüst olmasıdır.
En yalın tanımıyla alçakgönüllülük, gösterişten kurtulmanın adidir, sadeliktir… Başarılarımız ve yeteneklerimizi nazara vermemedir, saf bir mahcubiyettir. Tevazu, iyi ahlakin, diğer güzelliklerini de kapsayan bir haslettir. Kötüye karsı muhafaza eden ve cehaleti örten emin bir perdedir. Tüm peygamberlerin söz ve tavır birliği içinde öğrettiği evrensel bir değerdir.
Tevazu üstünlük sahibi bir kişinin, bir şeylere rağmen, lütfettiği bir davranış bicimi değil, kişinin Yaratıcısına, kendisine ve diğer insanlara karsı, tabiiliğinin ve dürüstlüğünün bir göstergesidir. 
Çocukların Yatakları Kaç Yaşında Ayrılmalı?
On yaşına gelmiş olan erkek ve kız çocukların yataklarının ayrılması ve ayrı ayrı yataklarda yatmaları gerekir. Sadece kızların erkeklerden değil, kızların kızlardan, erkeklerin de erkeklerden ayrılması; yataklarının, mümkünse odalarının ayrı olması gerekir. Bunun sayılamayacak kadar çok hikmet ve faydalan vardır. Bu meselenin esasını Peygamberimizin (a.s.m.) açıklamalarından öğreniyoruz. Bazı hadislerde 7 yaşında, bazı hadislerde de 10 yaşında ayrılmaları gerektiği emredilir.
Peygamberimizin (a.s.m.) şöyle buyuruyor: “Yedi yaşındaki erkek ve kız çocuklarının, erkek ve kız kardeşlerin yataklarını ayırın.” 
Aynı meâlde Müstedrek’te şu hadis-i şerif rivayet edilir: “Çocuklarınız yedi yaşma geldiklerinde yataklarını ayırınız.”
İmam Nevevî ise bu hadisleri yorumlarken şu hükümleri ifade eder: “Kız ve erkek çocuklar on yaşına basınca onların yataklarını anne, baba, kız ve erkek kardeşlerinin yataklarından ayırmak vaciptir. Erkeğin erkekle, kadının kadınla aynı yatakta yatmaları aslâ caiz değildir; her biri yatağın birer kenarında olsa bile…”
Günümüz eğitimcileri bu konuda biraz daha sıkı hareket ederek çocukların yataklarının ayrılması yaşını bir yaşına kadar indirmektedirler. Ancak sünnetin ölçüsü hiçbir zaman şaşmaz ve en isabetli olanıdır. Buna göre on yaşına gelmiş olan erkek ve kız çocukların yataklarının ayrılması ve ayrı ayrı yataklarda yatmaları gerekir.
Sadece kızların erkeklerden değil, kızların kızlardan, erkeklerin de erkeklerden ayrılması; yataklarının, mümkünse odalarının ayrı olması gerekir. Bunun sayılamayacak kadar çok hikmet ve faydaları vardır.
Evlatlara Beddua Etmek
Câbir’den rivâyete göre Rasûlullah (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Kendinize beddua etmeyin! Evlatlarınıza da beddua etmeyin! Mallarınıza da beddua etmeyin! Allah’tan istekte bulunulup da kabul edilen bir ana denk gelirsiniz de isteğinize icabet eder.” (Müslim (K. Zuhd ve’r-Rakâik/3014) 


NÜŞUZ 

(Husumet-İsyan)
Nüşuz, neşz kökünden gelir ve 'isyan etmek' anlamındadır. Kadının nüşuzu, kocasına isyan etmesi, kocasının üzerindeki haklarını yerine getirmemesi demektir.
Lügat âlimi İbn Faris, neşezeti'l-mer'etu ifadesinin 'kadın kocasına isyan etti' anlamına geldiğini söylemiştir.
“Serkeşlik (nüşuz) etmelerinden korktuğunuz kadınlara nasihât edin.” (Nisa/34)
Rasûlullah (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah kocasına muhtaç olduğu halde eşine teşekkür etmeyen kadına bakmaz.” (Sahih hadis. Nesâî, Işretu’n-Nisâ, s. 249)
Peygamber (a.s.v.)’e en hayırlı kadının kim olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Emrettiğinde itaat eden, baktığın zaman sevinç duyduğun, hem kendi nefsini, hem de kocasının malını koruyan kadındır.” (Sahih hadis. Nesâî, el-Muctebâ, c. 6, s. 68; Işretu’nNisâ, s. 75.)
İçinde Allah’a ya da Rasûlü’ne isyan bulunan bir emir verdiğinde, sadece bu emri hususunda kocasına itaat etmez. 
Ali b. Ebî Tâlib (r. a.), Peygamber (a.s.v.)’den şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Allah’a isyan olan konularda yaratılmışlara itaat olmaz. İtaat ancak maruf şeylerdedir.” (Müslim, K. İmâra, 1840; Buhârî, K. Meğâzî,4340) 
İmam İbnu’l-Cevzî  şöyle demiştir: Kocaya itaatin vacip olduğu konusunda zikrettiklerimiz kadının helal olmayan konularda itaat göstermesini kapsayıcı değildir. Kocanın, hayız döneminde veya hoş olmayan yerden veya Ramazan ayı günlerinde cinsel birleşimde bulunmayı istemesi ve buna benzer masiyetler misal olarak verilebilir. Allah’a isyan olan yerde yaratılmışa itaat yoktur. (Ahkâmu’n-Nisâ, s. 81 )
İbn Abbas (r.a.)’dan gelen rivâyete göre şöyle demiştir: Peygamber (a.s.v.) şöyle buyurdu: “Bana cehennem gösterildi. Bir de baktım ki cehennem ehlinin çoğunluğu kadın! Onlar küfrederler.” “Allah’a mı küfrediyorlar?” diye soruldu. “Eşlerine, (eşlerinin kendilerine olan güzel muamelelerine) ve iyiliğine karşılık küfür/nankörlük ediyorlar. O kadınlardan birine bütün zamanlar boyunca iyilikte bulunsan ve sonra senden bir şey görse, ‘zaten senden hiçbir hayır görmedim ki!’ der.”37
Esmâ bnt. Yezîd (r. anha)’dan rivâyete göre şöyle anlatmıştır: “Biz kadınlarla beraberken Rasûlullah (a.s.v.) yanımıza uğrayıp selam verdi ve şöyle dedi: “Nimet verenlere küfretmekten sizleri sakındırırım.” “Ey Allah’ın Rasûlü! Nimet verenlere küfretmek nedir?” dedik. Şöyle buyurdu: “İçinizden birisi ana-babasının yanında uzun süre evlenmeden evde kalır ve evlenmek de istemez. Ardından Allah celle celâluhû kendisine bir koca ve bu kocadan mal ve evlat nasip eder. Daha sonra da kızıp ‘ben bu adamdan hiçbir gün bir hayır görmedim’ der.” (Hasen hadis. İmam Ahmed, Musned, c. 6, s.52)
Kocaya İsyan Etmenin Hükmü
Kadının, kocasına itaatsizlik edip isyan etmesi haramdır ve büyük günahlardandır. 
Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Koca, hanımını yatağa davet eder de kadın mazeretsiz olarak gelmezse, koca da hanımına dargın olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar o kadına lanet okurlar.” (Daha önce geçmişti. Müslim'in diğer bir rivayetinde İse 'Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki kocası hanımını yatağına davet ettiği halde hanımı gelmezse, kocası o kadından razı oluncaya kadar Allah o kadına gazap eder' şeklindedir.)
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe, rabbinin hakkını yerine getirmiş sayılmaz.” (Buharî, Kitab'un-Nikâh; Müslim, Kitab'un-Nikâh; İmam Ahmed, IV/381, İbn Mâce/1853)
Nüşuz'un Keyfiyeti
Kadının, kocasına itaat etmemesi, isyan etmesi nüşuz'dur. Meselâ kocasından izin almadan veya mazereti olmadan evinden çıkması veya sefere çıkması veya kocasına kapıyı açmaması veya kocasına evine girme müsaadesi vermemesi veya mazeretsiz olarak kendisini kocasına teslim etmemesi veya kocasının davetine icabet etmemesi, kadının nüşuzu (kocasına isyan etmesi) anlamına gelir.
Kadının Nüşuzu ve Tedavisi
Kadında kocasından imtina etmek, yüzünü ekşitmek, kocasına sert ve kaba davranmak gibi serkeşlik alâmetleri belirdiğinde kocanın ona nasihât etmesi, onu Allah'ın gazabından sakındırması gerekir.
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in 'Kocası kendisinden razı olduğu halde ölen kadın cennete gider' (Tirmizî/ll6l, İbn Mâce/1854) ve 'Kocası yatağına davet ettiği halde ona icabet etmeyen kadına, melekler sabaha kadar lanet ederler' (Daha önce geçmişti.) hadîslerini hatırlatmalıdır.
Bu nasihâtlerden sonra kadın gidişatını düzeltirse mesele kalmaz. Eğer nasihâtlere aldırmaz da serkeşlik ederse, koca karısının yatağını terk etmelidir.
Çünkü yatağı ayırmak, kadının serkeşliğine gösterilen açık bir tepkidir. Kadının yatağını terk etmek veya yatağını ayırmak, onunla cinsî münasebette bulunmamak demektir. Bundan sonra kadın kendini düzeltirse yine mesele kalmaz. Fakat serkeşliğinde ısrar ederse, koca karısını, bir yerini kırmamak ve yaralamamak şartıyla dövebilir. Ayrıca kadının yüzüne de vurmamalıdır. Eğer kadının dayakla yola geleceği söz konusu ise dövmelidir. Dayak bir işe yaramayacaksa veya inat ve öfkesini daha da artıracaksa dövmemek en doğrusudur.
Bu hükümlerin delili şu ayettir: “Serkeşlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara nasihât edin. (Fayda vermezse) onlan yataklarında yalnız bırakın. (Bu da fayda vermezse) onları dövün. Eğer size itaat ederlerse, artık incitilmeleri için aleyhlerinde herhangi bir yola başvurmayın. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa/33) 
Karı-Koca Arasını Düzeltmek İçin Hakem Tayin Etmek 
Karı-koca arasındaki anlaşmazlık ve ihtilaf kendileri tarafından giderilemezse, karı ve kocanın ailelerinden birer hakem tayin edilmelidir.
Ancak tayin edilen hakemler karı-kocanın razı olduğu kimselerden olmalıdır. Hakemler kan-kocanın arasını düzeltmeye çalışırlar, eğer muvaffak olurlarsa mesele yok, fakat muvaffak olamazlarsa, karı ve koca, hakemlere vekaletlerini verirler, hakemler de onların boşanmalarına karar verirlerse ayrılırlar. Fakat hakemler de ihtilafa düşerse, kadı onların yerine başka hakemler tayin eder. Hu hakemler bir noktada biri esirlerse, karı-koca onların hakemliğine razı olmasalar bile, kadı hakemlerin kararıyla amel ederek kan-kocadan hangisi suçluysa ona tazir cezası verebilir veya birinin hakkını diğerinden alır.
“Eğer (karı ile koca arasında) ayrılık olacağından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir, kadının ailesinden de bir hakem gönderin. Eğer bu iki hakem barıştırmayı dilerlerse, Allah eşlerin arasına uyum verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir ve her şeyden haberdardır.” (Nisa/34)
Hz. Ömer (r.a) anlaşamayan bir çiftin arasını bulmak için bir hakem gönderdi. O hakem onların aralarını ıslah etmemişti. Bu manzara karşısında kalan Hz. Ömer (r.a) hakemi kamçıladı ve ona şunu dedi: Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer karı kocanın arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin ailesinden ve bir hakem de kadının ailesinden tayin edin. Bu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah onların arasını bulur.” (Nisa/35)
Bunun üzerine hakem seçilen kişi geri gitti. Niyetini güzelleştirdi. Eşlere şefkat gösterdi ve böylece aralarını düzeltti.
Kocanın Huysuzluk Etmesi (Erkeğin Nüşuzu)
Erkek, karısının haklarına riayet etmez, huysuzluk ederse; kadının nafakasını vermezse, kötü sözler söylerse, kadının yatağına gitmezse, kadın kocasına nasihât etmeli, ona Allah'ın vacip kıldığı hakları hatırlatmalıdır. 
Meselâ kocasına şu ayeti okumalıdır: “Ey iman edenler! Kadınlara zoraki bir tarzda varis olmanız size helâl değildir. Kadınlardan açık bir kötülük (zina) görülmedikçe, mehir olarak verdiğinizden bir kısmını almak için onları sıkıştırmanız (da) helâl değildir. Onlarla hoş geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (sabır ve tahammül gösterin). Olabilir ki siz bir şeyi hoş görmezsiniz, fakat Allah o şeyle birçok hayır takdir etmiş olabilir.” (Nisa/19)
Ayrıca kadın, kocasına Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözlerini de hatırlatmalıdır: “Sizin en hayırlınız aile efradı için en hayırlı olanınızdır. Ben aile efradım hakkında sizin en hayırlınızım.” Tirmizî/3892, (Hz. Aişe'den)
“(Ey mü'minler!) Kadınlar hakkında birbirinize hayır ve iyilik tavsiye edin.” (Buharî/4890, Müslim/1468)
Kadın, kendisine zulmeden kocasına nasihât ederek onu zulmün neticelerinden sakındırmalıdır. Eğer düzelirse mesele kalmaz, düzelmezse, meseleyi kadıya götürmelidir. Çünkü kadı, haklan hak sahiplerine vermek için vardır.
Ayrıca kadın, kocasından hakkını almadıkça kendisini ona teslim etmemelidir.
Kadı, kocaya taksimatta adil davranmasını, kadınlara zulmetmemesini tavsiye edip onu bunları yapmaktan meneder. Eğer koca bu nasihâtlere aldırmaz da karısına zulmetmeye devam ederse, kadı bu sefer erkeğe tâzir cezası uygular. Eğer kan-koca arasındaki ihtilaf çoğalırsa, kadı onların aralarını düzeltmek veya onları birbirinden ayırmak üzere karıkocanın ailelerinden birer hakem tayin eder.
“Eğer bir kadın kocasının aldırışsızlığından veya huy-suzluğundan korkarsa, aralarında anlaşmaya çalışmalarında üzerlerine bir günah yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.” (Nisa/128)
Boşanma Sebebi Olan Kusurlar
Boşanmaya sebep teşkil eden kusurlar iki kısma ayrılır:
A) Cinsî Münasebete Engel Olan Kusurlar
Cinsî münasebete mâni olan kusurlar, tenasül uzvunun kesik olması, iktidarsızlık, kadının cinsel organının et veya kemikle kapalı olması veya cinsî münasebete mâni olan bir perdenin bulunmasıdır.
B) Cinsî Münasebete Mâni Olmayan Kusurlar
Bu kusurlar, cinsî münasebete mâni olmamakla beraber insanı tiksindiren veya insana zarar veren hastalıklardır. Bu hastalıklar cüzzam, bedendeki alacalık, delilik gibi hastalıklardır.
Bu kusurlar eşlere nisbeten üç kısma ayrılırlar:
1. Cüzzam ve baras (abraş yani vitiligo hastalığı) hastalığı gibi eşler arasında müşterek olanlar.
2. Retka (Kelebek hastalığı) ve karna gibi sadece kadında olanlar.
3. İktidarsızlık ve tenasül uzvunun kesik olması gibi sadece erkekte olanlar.
Eşler Arasında Ortak Olan Kusurlar
Eşlerden biri diğerinde delilik, cüzzam ve abraş hastalığı gibi bir hastalık görürse, kendisinde de bu hastalık bulunsa dahi nikâhı feshetme yetkisine sahip olur. Çünkü insan kendisinde olan bir hastalığa tahammül edebilir, fakat aynı hastalık başkasında olursa tahammül edemeyebilir.
Bu Kusurlar Nedeniyle Nikâhı Feshetme Yetkisine Sahip Olduğunun Delili
Bu tür kusurlar nedeniyle kocasın, nikâhı feshetme yetkisine sahip olduğunun delili, İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadîstir: "Hz. Muhammed (a.s.v.) Gıfar kabilesinden bir kadınla evlendi. Zifaf odasına girdiğinde kadının baldırında abraş hastalığı gördü, ve kadına 'Elbiseni giy, ailenin yanına dön' dedi. Kadının ailesine de 'Beni kandırdınız' dedi". (Reyhakî V1I/214)
İmam Şafii, Hz. Ömer'in, delilik ve abraş hastalığı nedeniyle nikâhı feshettiğini rivayet etmiştir. Hz. Ömer'in böyle yapması, ancak Rasûlullah'tan duyması veya görmesiyle mümkün olabilir. 
Nitekim Hz. Muhammed (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: “Cüzzamlı bir kişiden, arslandan kaçar gibi kaçın.” (Buharî/5380)
İmam Şafii, el-Umm isimli eserinde şöyle demiştir: 'Cüzzam ve abraş hastalığı kocayı karısından tiksindirir. Çünkü hiçbir erkek bu hastalıklara mübtela olmuş bir kadınla yaşamayı istemez'. 
Sadece Kadında Bulunan Kusurlar
Koca, karısında cinsî münasebete mâni olan bir kusur gördüğünde nikâhı feshedebilir. Meselâ karısında retka veya karna gören kişi nikâhı feshedebilir. Çünkü nikâhın amacı, cinsî münasebette bulunmaktır.
Sadece Kocada Bulunan Kusurlar
Kadın, tenasül uzvu kesik olan veya iktidarsız olan kocasından boşanma hakkına sahiptir. Maverdî ceb ve anet hastalığından dolayı kadının nikâhı feshetme hakkına sahip olduğunda icma olduğunu söylemiştir. Çünkü bunlar nikâhtan gayeyi ortadan kaldırır.
Nikâhtan Sonra Meydana Çıkan Kusurlar
Söz konusu kusurlardan biri nikâhtan sonra meydana çıkarsa -ister erkekte, ister kadında bulunsun, ister cinsî münasebetten önce, ister sonra olsun- eşlere nikâhı feshetme yetkisi verir. Ayıp ve hastalığın eskiden beri devam edip gelmesiyle, nikâhtan sonra olması arasında hiçbir fark yoktur.. Her iki durumda da nikâhı feshetme yetkileri vardır.
Ancak
İktidarsızlık bundan istisna edilmiştir. Bu da kadının nikahı feshetme hakkını düşürür. Çünkü iktidarsızlık cinsî münasebetten sonra meydana gelmiştir. Nikâhın amacı ise cinsî münasebettir ve burada amaç gerçekleşmiştir. Ayrıca cinsî münasebet- vö mehir gerçekleşmiş olduğuna göre iktidarsızlık bunlardan sonra ortaya çıkmıştır. Bu da (cinsî münasebet gerçekleştikten sonra iktidarsızlığın ortaya çıkması da) kadının nikâhı feshetme hakkını düşürür.
Kusurun Tedavi Edilip Giderilmesi
Kadının cinsel organını kapatan et, kemik ve perde gibi engelin ameliyat ile ortadan kaldırılması mümkün ise, kadın da ameliyata razı olursa. Koca nikâhı feshedemez. Çünkü nikâhın feshedilme nedeni ortadan kalkmıştır.
Tıpkı bunun gibi giderilmesi mümkün olan delilik, alacalık, cüzzam gibi hastalıklar tedavi edildiğinde, nikâhı feshetmek yetkisi ortadan kalkar.
Kadının Velisinin Nikâhı Feshetme Yetkisi
Nikâhtan önce kocada bulunan söz konusu kusurlar nedeniyle kadının velisinin nikâhı feshetme yetkisi vardır. Kadının ayrılmayı istememesi hükmü değiştirmez. Çünkü bu kusur nedeniyle kadının velisi de utanmak durumunda kalmıştır.
Fakat cinsî münasebetten sonra kocada meydana gelen herhangi bir ayıptan ötürü kadının velisinin nikâhı feshetme yetkisi yoktur. Çünkü bu durumda örfe göre kadının velisi açısından utanılacak bir durum meydana gelmiş sayılmamaktadır. Yine akid yapılırken meydana çıkan kusurlar nedeniyle de kadının velisinin nikâhı feshetme yetkisi yoktur.
Çünkü burada zarar gören sadece kadındır ve o da buna rıza göstermiştir. Örfe göre kadının velisi açısından utanılacak bir durum meydana gelmiş sayılmaz.
Nikâhı Hemen Feshetmek
Söz konusu kusurlar bilindiğinde, nikâh feshedilmek isteniyorsa, bu hemen yapılmalıdır. Çünkü kusurlar nedeniyle nikâhı feshetmede muhayyerlik vardır; eğer taraflar bu haklarını kullanmak isterlerse hemen itiraz edip razı olmadıklarını belirtmeli, sonra da hâkim'e giderek nikâhın feshini istemelidirler.
Eğer eşlerden biri diğerinin ayıbını bildiği halde sükût ederse, feshetme hakkını kaybeder. Fakat ayıptan ötürü nikâhı feshetme hakkına sahip olduğunu bilmiyorsa, feshetme hakkı düşmez.
Nikâhı Ancak Kadı Feshedebilir
Koca veya kadın -söz konusu kusurlardan Ötürü- nikâhı feshedemez. Meseleyi kadı'ya götürüp nikâhın feshini istemek mecburiyetindedirler. Eğer söz konusu kusur, kadı'nın huzurunda tahakkuk ederse, kadı nikâhın feshine hükmeder.
İktidarsız Kocaya Mühlet Vermek
Kocanın iktidarsız olduğu kadı'nın huzurunda sabit olursa, kadı ona bir sene mühlet vermelidir. Çünkü iktidarsızlığın mevsimler nedeniyle izale olma ihtimali vardır. Eğer bu bir sene zarfında iktidarsızlık izale olursa mesele kalmaz. Aksi takdirde kadı nikâhı fesheder.
Bunun delili şu rivayettir: 'Hz. Ömer, İktidarsız olan kocaya bir yıl mühlet verirdi. Eğer bir yıl içinde düzelmezse, nikâhı feshederdi. Ayrıca hanıma mehrinin verilmesini ve iddet beklemesini emrederdi'. (Beyhakî, VI1/226)
İktidarsızlığın Sabit Olma Keyfiyeti
Diğer kusurlar ikrar veya doktorun şehadetiyle sabit olur, iktidarsızlık ise ancak kocanın hâkim huzurunda itiraf etmesiyle sabit olur. Eğer kadı kocaya iktidarsız olmadığına dair delil getirme teklifinde bulunur, koca da bundan kaçınırsa ve kadırt da onun iktidarsız olduğuna yemin ederse, iktidarsızlığı sabit olur.
Söz konusu Kusurlar Nedeniyle Feshedilen Nikâhın Üzerine  Terettüb Eden Meseleler
Söz konusu kusurlardan ötürü nikâh feshedildiğinde, iki mesele vardır:
a. Fesh, cinsî münasebetten önce olmuştur.
b. Fesh, cinsî münasebetten sonra, olmuştur.
Eğer fesh, cinsî münasebetten önce olmuşsa, kadına mehir de mut'a da verilmesi gerekmez. Çünkü kocadaki ayıptan ötürü nikâh feshedilmişse, nikâhı kadın feshetmiş demektir ve bu durumda kocanın mettir ve mut'a verme yükümlülüğü yoktur. Eğer kusur kadında ise yine kadına bir şey verilmesi gerekmez. Zira fesh, onda bulunan bir ayıptan dolayı meydana gelmiştir. Bu durumda feshi kadın yapmış gibi olur.
Eğer fesh, cinsî münasebetten sonra, akidde mevcut olan bir ayıptan veya akidle cinsî münasebet arasında meydana gelen bir ayıptan ötürü gerçekleşmişse, cinsî İlişkide bulunan kişi bunu unutmuşsa veya bunun feshe sebep olduğunu bilmiyorsa, kadına mehr-i misil verilmesi gerekir.
Eğer fesh, cinsî münasebetten sonra olmuşsa, kusur da cinsî ilişkiden sonra meydana gelmişse, kadına mehr-i misil verilmesi gerekir. Çünkü mehir, feshe sebep olan ayıptan önce hak edilmiştir.
Koca, Ayıbını Kendisinden Saklayan Hanımından Mehîri Geri Alamaz
Koca, ayıbını kendisinden saklayan hanımından veya hanımının velisinden mehiri geri alamaz. Çünkü nikâhın amacı olan cinsî münasebet zevkini tamamen almıştır.


KARI KOCANIN İRTİDADLARI
Karı ile kocadan birisi veya her ikisi riddet ederse üzerine birkaç soru terettüp eder.
1 - Aralarındaki nikâh fesh edilir mi edilmez mi?
2 - Nikâh fesh edilirse üç talâk gider mi, gitmez mi?
3 - Mürted olan kimse ötekisine varis olur mu olmaz mı?
4 - Mehrin durumu nasıl olacak?
5 - Mürteddin cezası nedir?
6 - İrtidade sebebiyet veren söz ve fiiller nelerdir?
Şimdi bu altı sualin cevabını teker teker açıklayalım:
 a - Karı-kocanın her ikisi veya birisi mürted olursa, - ya zifaftan önce veya zifaftan sonra olacaktır. - Zifaftan önce olursa hemen riddet anında nikâh münfesih olur. İddette söz konusu değildir.
Zifaftan sonra olursa nikâh hemen aynı anda münfesih olmaz ama, askıya alınır. Şayet iddet bitmeden önce mürted olan kimse, İslâm’a dönerse nikâh devam eder. Yoksa riddet anından itibaren nikâh ortadan kalkar. Bunun için iddet bitmeden önce bu halde bulunan karı-kocanın arasında münasebet kesik olup, evlilik ile ilgili ne varsa askıda tutulacaktır. Münasebet ve talâk gibi haklar kalkar.
 b - Birinci cevaptan anlaşıldığı gibi üç talâk gitmez, nikâh münfesih olur. Talâkın sayılarını eksiltmez. Yani iddet bittikten ve nikâh kalktıktan sonra İslâm’a dönüş olduğu takdirde, yeni bir nikâh ile bir araya gelebilirler.
 c - Mürted olan kimse başkasına varis olmadığı gibi başkası da kendisine varis olamaz. Mürted olduğu andan itibaren mal ve mülkü askıya alınır. Mürted olarak ölürse servet olarak neyi varsa Beytülmale-hazineye-devredilir. Ama İslâm'a dönerse mal ve mülkü kendisine bırakılır. Riddet esnasında malı askıya alındığı için alış-verişi de batıldır.
 d - Kadın zifaftan önce riddet etmiş ise iddet beklemeden nikâh münfesih olup hiçbir şey hak etmez, ama koca zifaftan önce riddet ederse kadın mehrin yarısına müstahaktır. Ama zifaftan sonra riddet meydana gelirse mutlaka kadın mehre müstahaktır.
 e - Zaman geçirmeden ve bir süre tanımadan mürted olan kimsenin İslâm’a dönmesi için teklif yapılır. Şüphesi varsa izale edilir, yani onu irtidade sevk eden şek ve şüphesi varsa bilen kimselerin vasıtasıyla def edilir. İslâm’a dönmezse idam edilecektir. İslâm dini kesin olarak mürtedde hayat hakkı tanımaz. Gayrı müslim olan kimse İslâm’a girip girmemek hususunda serbesttir, ama İslâm’a giren kimsenin İslâm’dan dönüşü hususunda serbest değildir. İslâm’a dönüş, Kelime-i Şehadetin her iki şıkkını söylemekle mümkündür.
 f - Söz olsun, iş olsun, niyyet olsun İslâm'a ters düşen her şey riddete vesile olur. Söz için misal: "İsa (A.S.) Allah'ın oğludur." "melekler Allah'ın kızlarıdır." "Peygamber (a.s.v.) veya falan adam gaybı bilir." "Allah zulm ediyor." "Allah'ın gücü bana yetmez." "İnsanlar Allah'ı icad etmişler." Müslüman bir kimseye "kafir" demek İslâm’ın veya Kur'an-ı Kerim'in zamanı geçmiştir, gibi söz söylemek.
İş için misal: Allah'tan başka bir mahluka secde etmek, Kur'an-ı Kerim'i pisliklerin içine atmak, Kur'an-ı Kerim'i veya dini bir kitabı ayak altına almak.
Niyet için misal: Ertesi gün İslâm'ı terk için azmetmek gibi.


-*- TALAK -*-
Talak'ın lügat mânâsı, bağı çözmek, serbest bırakmaktır. Istılahı mânâsı ise bu bağı belli lafızlarla ortadan kaldırmak demektir.
Talak'ın Meşruiyetinin Delili
Talak'ın meşru olduğuna Kur'an, Sünnet ve İcma delâlet etmektedir. Kur'an'dan delili şu ayetlerdir:
“Boşanma iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak, ya da iyilikle bırakmaktır.” (Bakara/229)
“Ey   Peygamber!   Kadınları   boşamak   istediğiniz   zaman   onları (temizlenme) vakitlerinde (ve münasebette bulunmadan) boşayın.” (Talak/1)
Hz. Muhammed (a.s.v.) de şöyle buyurmuştur: “Allah katında helâlin en sevimsizi talaktır.”   (Ebu Dâvud/2178, İbn Mâce/2018, (İbn Ömer'den)
İcma'dan deliline gelince, âlimlerin tümü talak'ın meşru olduğunda ittifak etmişlerdir.
Talak'ın Meşruiyetinin Hikmeti
Evlilikte aslolan, evliliğin devam etmesidir. Evliliğin devamı için Allah Teâlâ birçok hüküm ve âdab koymuştur. Bunlar evlilik bağını güçlen¬dirip evliliğin devamlı olmasına zemin hazırlarlar. Fakat bazen kadın veya erkek tarafından, bazen de her ikisi tarafından bu hüküm ve edeplere riayet edilmez ve bu yüzden de karı-koca arasındaki sevgi ve saygı nefrete dönüşür. Zamanla da bu nefret artarak ıslahı imkânsız hâle gelir, böylece eşlerin birlikte yaşamaları mümkün olmaz. Böyle bir durumda karı-koca arasını ayıracak meşru bir hüküm ve çare bulunmalıdır ki onları azap içinde yaşamaktan kurtarsın ve haklan heder olmasın.
“Eğer (karı-koca) ayrılırlarsa, Allah her birinin nimetini genişliğiyle (yoksulluktan) zengin kılar. Allah geniş (rahmetiyle her şeyi kapsayandır.”(Nisa/130)
Eğer koca, bu tür zaruretler nedeniyle boşama yetkisini kullanırsa, bu zorunlu bir tedavidir. Her ne kadar boşanma acı da olsa elbette buna ihtiyaç vardır. Ancak koca huysuzluk ederek, nevasına uyarak boşama yetkisini kullanırsa, bu boşama Allah'ın buğzettiği bir boşama olur.
Allah, ıslah edeni ifsad edenden ayırır. Her ikisinin de dönüşü Allah'adır.
Talak'ın Meşru Kılınması İslâm Şeriatının Meziyetlerindendir.
Yukarıda söylediklerimizden, İslâm şeriatının düzenlediği şekildeki bir talak'ın, İslâm şeriatının bir meziyeti olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu, İslâm şeriatının insan fıtratına ve hayatın tabii ihtiyaçlarına ne kadar uygun olduğunun da delilidir.  Bu  hakikat, boşanmayı haram sayan milletlerin içine düştüğü zorlukları gördüğümüzde daha iyi anlaşılır. Boşanmayı haram sayan milletler, evliliği müebbed hapis haline getirerek eşler istemedikleri, birbirlerinden nefret ettikleri halde onları birlikte yaşamaya mecbur etmişlerdir. Bu milletler, boşanmayı yasak etmenin, esleri istemedikleri halde birlikte yaşamaya zorlamanın topluma ve eşlere ne kadar zararlı olduğunu, eşler için bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu, zaten eşleri bu şekilde birleştirmenin mümkün olmadığını artık fark etmektedirler.
İslâm şeriatı, eşler arasında sürekli bir sevgi ve saygının olmasına ihtimam göstermiştir. Bunu sağlamak için, sadece eşlerin vücutlarını birbirine bağlamakla yetinmez. Bunu, eşler arasındaki sevgi ve saygıyı artıran hükümlerle, onlar arasında nefrete ve ihtilafa sebep olacak şeyleri orta¬dan kaldırmakla sağlar. Eşler arasında sevgi ve saygı bağını güçlendiren, evlilik bağının sürekli olmasını temin eden en büyük sebep, eşlerin İslâm'ın hükümlerinin doğruluğuna inanmaları ve şeriatın kendilerine yüklediği vazifeleri yerine getirmeleridir. Bu bakımdan eşlerden biri,
Allah Teâlâ'nın, evlilik hayatının idamesi ve eşler arasındaki sevgi ve saygının aksamaması için koyduğu kural ve hükümlerde gevşeklik gösterirse felâket baş göstermeye başlar.
Bu söylediklerimizin delili, İslâm'ın kural ve hükümlerine riayet eden ailelerde hemen hemen boşanmanın görülmemesidir. İslâm'dan uzak olan ailelerde ise boşanmanın fazla olmasıdır.


Boşanmanın Çeşitleri
A) Sarih ve Kinayeli, 
B) Sünnî ve Bid'î ve 
C) Adi ve Hul'u Talak (bedel karşılığında boşama) şeklinde üç kısma ayrılır.
A) Sarih ve Kinayeli Talak
Sarih boşama,  boşamadan  başka mânâya gelmeyen bir sözdür. Kinayeli boşama İse, boşama mânâsında açık olmayıp boşama mânâsına geldiği gibi başka mânâya da gelen sözdür. Bu bakımdan boşama, sarih ve kinayeli olmak üzere ikiye ayrılır.
Sarih Talak
Sarih boşama, boşamadan başka bir mânâya gelmeyen lafızlardır. Bu da üç kelimedir; talak, firak ve serah. Bu lafızların talak'a delâlet ettikleri kesindir. Çünkü şeriatta bu lafızlar, genellikle bu mânâda kullanılır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de bu mânâda kullanılmıştır.
Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman (tallaktumû) onları (temizlenme) vakitlerinde (ve münasebette bulunmadan) boşamayın. (Talak/1)
“Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma (serahen) bedellerinizi vereyim ve sizleri güzellikle salayım.” (Ahzab/28) “… veya güzellikle onlardan ayrılın.” (Talak/2)
Bu kelimelerin tercümesi de sarih talak kabul edilir. Çünkü bu kelimeler o dilde talak mânâsında kullanılmaktadır.
Kinayeli Talak
Kinayeli boşama, kullanılan lafız boşama mânâsında açık olmayıp boşama mânâsına geldiği gibi, başka bir mânâya da gelen sözle olur. Meselâ enti baliyyetun (sen benden hâlisin), enti beriyyetun (sen benden berisin), enti bettetun (aramız kesiktir), îzhebî haysu şi'te (dilediğin yere git), ilhakı biehlike (ailenin yanına git), habluki ala ğaribiki (yuların omu-zundadır, yani serbestsin), a'zibi (benden uzaklaş), ağrubi (benden ayrıl), enti aleyye haramun (sen bana haramsın) gibi kelimelerin tümünün boşanmaya delâlet etmesi kinaye yoluyladır. Çünkü bu lafızlar, boşanmaya delâlet edebileceği gibi, başka mânâlara da gelir.
Boşamada Kinayeli Lafızları Kullanmanın Meşru Olduğunun Delili
Kinayeli lafzın boşanmaya delâlet etmesinin delili, Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadîstir; "Cevn kızı (Umeyme), Rasûlullah(a nikâh olunup) hu¬zuruna girdirildiği ve Rasûlullah da ona yaklaştığı zaman 'Senden Allah'a sığınırım!' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah ona 'Sen şanı büyük olan Allah'a sığındın, artık ailenin yanına git!' buyurdu."  (Buharî/4955)
Hz. Muhammed (a.s.v.)'in 'ailenin yanına git' demesi, kinaye yoluyla boşamanın meşruiyetine delildir.
Sarih ve Kinayeli Lafızların Hükmü
Yukarıda anlattıklarımızdan, sarih lafızlarla yapılan boşamanın -boşama niyeti olmasa dahi- kesin olarak tahakkuk ettiği anlaşılmıştır,
Kinayeli lafızlarla boşamaya gelince, -bu tür boşama halk arasında şöhret bulmuş olsa da- onda niyet şarttır. Meselâ boşama niyeti ol¬maksızın aleyye'l-haram (benim üzerime haram olsun), enti aleyye haram (sen bana haramsın) gibi lafızlarla boşama gerçekleşmez.
Tebük gazvesine katılmayan Ka'b b. Mâlik'e Hz. Muhammed (a.s.v.), hanımından ayrılması için haber gönderdiğinde Ka'b b. Mâlik gelen haberciye (Huzeyme'ye) şöyle sordu:
- Karımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?
-  Hayır, boşama! Yalnız ondan ayrı dur, hanımına yaklaşma!
"Bunun üzerine karıma 'Haydi babanın yanına git, Allah bu iş hakkında hükmünü verinceye kadar orada kal' dedim" (Buharî/4156, Müslim/2769)
Bu hadîs, boşama niyeti olmadan söylenen Kinayeli lafızlarla boşanmanın tahakkuk etmediğine delâlet eder.
Daha sonra Allah Teâlâ Ka'b b. Mâlik ve iki arkadaşını affettiğini bildirince, yeni bir nikâha gerek duymaksızın hanımını geri getirmiştir. Ka'b b.  Mâlik  boşamaya  niyet etmediği  için  bu sözlerle boşanma gerçekleşmemiştir.
B) Sünnî ve Bid'î Talak
Sünnî talak, temizlik halinde ve cinsî münasebetten önce vaki olan talaktır.
Bid'î talak ise hayızlıyken veya temiz olmakla beraber cinsî münasebetten sonra vaki olan talaktır.
Bunlardan başka sünnî talak da, bid'î talak da olmayan bir talak çeşidi daha vardır: Buna göre kadın kısır veya hayız görmeyecek kadar küçükse veya para karşılığında boşanmak istiyorsa, boşanabilir.
Sünnî Talak
Sünnî talak, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in sünnetine uygun olan bir boşamadır. Koca boşamada ısrarlı ise bir talakla boşayabileceği gibi, üç talakla da boşayabilir. Ancak Sünnet'e uygun olan boşama bir temizlik süresi içinde bir veya iki talakla boşamaktır. Böyle yaptığı takdirde pişman olduğunda tekrar karısına dönebilir.
Sünnî talak'ın meşru olduğunun delili şu ayettir.
“Ey   Peygamber!   Kadınları   boşamak   istediğiniz   zaman   onları (temizlenme) vakitlerinde (ve münasebette bulunmadan) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun.” (Talak/l)
Bid'î Talak
Bid'î talak, vaki olmakla beraber haramdır; zira Allah Teâlâ 'Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları (temizlenme) vakitlerinde (ve cinsî münasebette bulunmadan) boşayın ve iddeti sayın' (Talak/1) buyurmuştur.
Bid'î talak ile boşamak Kur'an'a ve Sünnet'e ters düşer. Böyle yapan kişinin tekrar karısına dönmesi sünnettir.
İbn Ömer, Rasûlullah zamanında karısını hayız halinde boşadığında, Hz. Ömer oğlunun bu boşamasının hükmünü Rasûlullah'a sordu. Rasûlullah ona şöyle buyurdu: “Oğlun Abdullah'a söyle karısına dönsün. Sonra kadın temizleninceye kadar beklesin, sonra kadın 'tekrar âdet görüp temizleninceye kadar da (onunla birlikte yaşasın). İkinci âdetinden temizlendikten sonra dilerse artık karısını yanında tutup aile hayatı devam eder, dilerse de -cinsî münasebet yapmaksızın- boşar. İşte kadının bu iki hayız ve temizlik zamanı, erkeklerin kadınları boşamaları için aziz ve celil olan Allah'ın emrettiği iddet müddetidir.” (Buharî/4953, Müslim/1471)

Bid'î Talak'ın Haram Kılınmasının Sebebi
Bid'î talak ile boşamanın haram kılınmasının sebebi, kadın için zararlı olmasıdır. Çünkü bu şekilde boşama, iddetin uzamasına sebep olur.  Zira  hayız  müddeti,  iddetten sayılmaz.  
 Hz.  Peygamber şöyle buyurmuştur: “(İslâm'da) ne zarar vermek, ne de zarara uğratılmak vardır.” (İmam Mâlik, Muvatta, II/745; İbn Mâce/188, 234, 2341)
Erkeğin, hanımıyla cinsî münasebette bulunduğu temizlik döneminde talak'ın haram olmasının sebebi ise, kadının hamile kalma ihtimalinin bulunmasıdır.' Ayrıca hamile olan kadını boşamak, pişmanlığa sebep olur.
Sünnî ve bid'î olmayan talak, hem caizdir, hem de boşama sahih olur. Bu tür boşamada herhangi bir sakınca yoktur. Burada kadının zarar görmesi söz konusu değildir. Zira yaşının küçüklüğünden ötürü hayız görmeyen veya kısır olan veya hamile olan bir kadının iddetinin uzaması zararlı olmaz. Para karşılığı kocasından boşanmak isteyen kadının durumu da böyledir. Hamile kadının iddeti, doğuruncaya kadardır. Para karşılığı boşanan kadın ise, kocasından kurtulmak istediği için iddetinin uzamasına razıdır.
C)  Bedel Karşılığında (Adi ve Hul'u) Talak 
Adi Talak
Adi talak, kocanın istek ve iradesi ile olan talaktır. Yukarıda sözünü etiğimiz hükümlerin tümü bu talak'ta uygulanır.
Hul'u  Talak
Hul'u talak ise, kadının istek ve ısrarıyla olan talaktır. Boşanma için hul'u talak meşru kılınmıştır. Bu talak şöyle gerçekleşir: Kadın, mehrinden belli bir miktarı veya mehrin tümünü kocasına verir ve bunun karşılığında veya kocasına verdiği mal karşılığında boşanır.
Hem Kur'an, hem de Sünnet hul'u talak'ın meşruiyetine delâlet etmektedir.
“Eğer (eşlerin) Allah'ın sınırlarını koruyamayacak-larından korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde (talakını verdirmesinde) eşlerin ikisine de bir günah yoktur.” (Bakara/229)
İbn Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Sabit b. Kays b. Şemmas'ın karısı Peygamber'e geldi ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben Sabit'e din ve ahlâk hususunda ukubetle ceza vermiyorum, fakat ben küfran'ut-aşîr yapmaktan (kocamın haklarında taksir yapmaktan) korkuyorum' dedi. Rasûlullah da 'Sabit'e bahçesini geri verecek misin?' dedi. Kadın 'Evet' deyip Sabit'e bahçesini geri verdi, Rasûlullah da Sabit'e, karısından ayrılmasını emretti." (Buhari/4971)
Hul'u  Talak'ın  Hükümleri
Hul'u talak'ın hükümlerini şöyle özetleyebiliriz:
1. Hul'u talak caizdir.
Hul'u talak, kadının kocaya vereceği bir mal karşılığında gerçekleşir. Eğer verilecek malın miktarı konuşulmuş ise, o miktarın verilmesi farzdır. Eğer ne kadar mal verileceği konuşulmamış ise, kocaya kadının mehr-i misil'i verilir.
Eğer koca hul'u kelimesini kullanır da karşılığındaki malı belirtmezse, kalbinde de böyle bir niyet yoksa, bu normal bir boşama sayılır; hul'u kelimesi Kinayeli talak yerine geçer ve ric'î talak vaki olur.
2. Reşid olmayan bir kadın ile hul'u muamelesi yapılmaz.
Çünkü reşid olmayan bir kadının, herhangi bir şeyi kendine zorunlu kılma yetkisi yoktur. Reşid olmayan kadın mülkünde bile tasarruf yetkisine sahip değildir. Böyle bir kadınla hul'u akdi yapılırsa, bu bir ric'î talak olur ve bundan ötürü kadının mehrinden kocaya hiçbir şey düşmez.
3- Koca, hanımıyla hul'u yaptığında kadın kendi nefsinin sahibi olur ve kocanın onun üzerinde bir hakkı kalmaz. Bu durumdaki kadın iddet beklerken, koca, normal boşamada olduğu gibi karısına tekrar dönemez. Çünkü hul'u, bain (kesin) bir talaktır. Ancak koca, karısını yeni bir nikâhla tekrar alabilir, fakat burada tercih kadına aittir ve kadın yeni bir mehir almaya yetkilidir.
4.  Hul'u muamelesinden sonra, o kadını Zihar, ilâ veya herhangi bir boşama ile boşamak söz konusu olamaz. Fakat normal ve ric'î talakla boşayan kişi, karısını ikinci bir talak ile bir daha boşayabilir veya iddet esnasında Zihar yapabilir.
5.  Koca, hayızlı olan veya temizken cinsî münasebette bulunduğu karısı ile hul'u muamelesi yapabilir. Fakat kadının reşid olması şarttır. Çünkü bu durumdaki kadın için hul'u muamelesi zararlı değildir. Zira hul'u muamelesi kocadan kurtulmak  için yapılmaktadır ve normal boşamada kadına zarar vermesi mümkün olan şeyler, burada söz konusu değildir.
Kocanın Elinde Bulunan Talak Sayısı 
Talak'ın kocanın hakkı olduğunun delili şu ayettir:
“... veya nikâh bağı elinde bulunan (kocanın) ondan (mehrin tümünden) vazgeçmesi müstesna.” (Bakara/237)
Nikâh bağı kocanın elinde bulunmakla beraber, bazı özel hallerde kadın da bu konuda hak sahibi olabilir. 
Özel hallerin en önemlilerinden bazıları şunlardır:
1.  Kadına, kocasından bir zarar dokunduğu zaman.
2.  Koca, karısının haklarında eksiklik yapar da araları düzelmeyecek şekilde bozulursa, kadı hanımın isteğine göre talakın birini düşürebilir.
Şimdi karısının haklarını normal bir şekilde yerine getiren kocanın elinde kaç talak bulunduğunu beyan etmeye çalışalım.
“Boşanma iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak, ya da iyilikle bırakmaktır.” (Bakara/229)
“Eğer (üçüncü defa) yine boşarsa, ondan sonra kadın başka birisiyle (normal yoldan) evlenmedikçe (ve ikinci kocasından da normal bir şekilde boşanıp iddetini tamamlamadıkça) birinci kocasına helâl olmaz.” (Bakara/230)
Yani koca, hanımını üç talakla boşama yetkisine sahiptir. Birinci ve ikinci talak, ric'î talaktır, bu nedenle de iddet esnasında koca hanımına tekrar dönebilir. Üçüncü talak ise son ve kesin talaktır. Yeri geldiğinde -Allah'ın izniyle- belirteceğimiz şartlar oluşmadıkça, erkek üç talak ile boşadığı hanıma ebediyyen geri dönemez.
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: 'Boşanmış kadınlar kendi nefislerini üç kur' bekletirler. Onlar için, Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları helâl olmaz.’ İşte buna göre bir kişi karısını boşadığında, isterse üç defa olsun, ona geri dönme hakkına sahipti. Ancak bu neshedildi ve 'Boşama iki defadır' (Bakara/229) ayeti indi.” (Ebu Dâvud/2195, Neseî, VI/212)
Yani koca boşamada ancak iki defa geri dönebilir, fakat üçüncü talak vaki olduğunda bu bain (kesin) talak olur ve artık kocanın geri dönmesi söz konusu değildir. Ancak geri dönmek için birtakım şartların oluşması gerekir ki bunun izahı ileride gelecektir.
 Talak'ın Sahih Olmasının Şartları
Kocanın talak hakkına sahip olması ve onlarda tasarruf edebilmesi için şu şartlara mâlik olması gerekir.
1. Nikâh akdi yapılmış olmalıdır.
Nikâh akdi yapmadığı veya ileride akid yapacağı bir kadını boşama yetkisine sahip değildir. Bu tür boşamanın kesin veya şartlı olması hükmü değiştirmez.
Meselâ nikâh akdi yapmadığı kadına 'Sen benden boşsun' veya 'Eğer seninle evlenirsem benden boşsun’ demeye hakkı yoktur. Bunun Kur'an'dan delili şu ayettir:
“Ey mü'minler! Mü'min kadınları nikahlayıp da onlara dokunmadan boşadığınız zaman sizin için onlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur.” (Ahzab/49)
Ayette görüldüğü üzere Allah Teâlâ talak'ın netice ve hükümlerini nikâhın sabit olmasına bağlamıştır.
Sünnet'ten delili ise Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözleridir: “Nikâhtan önce talak olmaz.” (Hâkim, 11/205- (Hâkim hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.)
İnsanoğlunun, mâlik olmadığı birşeyi nezretme (adama), mâlik olmadığı bir köleyi âzad etme ve mâlik olmadığı (nikahlamadığı) bir kadını boşama hakkı yoktur. (Tırmizî/1181, Ebu Dâvud/2190)
2. Reşid olmalı
Reşid olmayan çocuğun, delinin ve uykuda olanın talakı sahih olmaz. Bunun delili, Hz. Peygamber'in şu sözüdür: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyan kişiden, buluğa erene kadar çocuktan, akıllanana kadar deliden.” (Ebu dâvud/M03, (Hz. Ali'den)
Bu üç kişinin hükmüne; unutkan kimse ve söylediği sözün anlamını bilmeyen cahil de dahildir. Ancak unutkanlık veya söylediği sözün anlamını bilmemek iddiası, bir karine veya delil olursa kabul edilir.
Sarhoşun Talak'ı (Boşaması)
İçmek zorunda olduğu bir ilaç veya hap sebebiyle şuurunu yitirmiş kişinin veya zorla içki içirilmiş bir kişinin veya içeceğine içki karıştırılmış bir kişinin boşaması, çocuğun, delinin ve uyuyan kişinin boşaması gibidir. Çünkü bunların tümünün özrü aynıdır.
Kendi İradesiyle içki içip sarhoş olan kişinin boşaması geçerli kabul edilir. Onun boşaması, reşid kimsenin boşaması gibidir. Bunun sebebi, sarhoşluk veren içkiyi kendi iradesiyle içmiş olmasıdır; boşamasının geçerli kabul edilmesi de onun cezasıdır. Ayrıca zina iftirası atan sarhoşlara ceza verilmesi hususunda sahabîler ittifak etmişlerdir.
3. Kendi iradesiyle boşamış olmalıdır.
Zorlanan bir kimsenin boşaması ancak şu şartlarla beraber olursa geçerli kabul edilmez:
a. Haksız yere zorlanan kişinin boşaması geçerli değildir.
Eğer kadına zarar verdiğinden dolayı haklı bir sebeple boşamaya hâkim tarafından zorlanırsa, bu boşama geçerlidir.
b. Boşamadığı takdirle ölümle, herhangi bir yerini kesmekle ve çok şiddetli dövmekle tehdit edildiği takdirde boşama geçerli olmaz.
Şerefli, vekarlı, hatırı sayılır bir kişinin hafifçe dövmekle tehdit edilmesi de zorlama hükmüne girer ve bu durumdaki kişinin de boşaması geçerli kabul edilmez.
c. Zorlayan kişi, onu tehdit ettiği şeyi yapacak güçte olmalıdır. 
Bunun delili Rasûlullah'ın şu sözüdür: “Zorlama altında ne boşama (geçerli) olabilir, ne de (köle ve cariyeyi) âzad etmek.” (İbn Mâce/2046, (Hz. Aişe'den)
“Ümmetimin yanılmasını, unutmasını ve zorlandığı şey(in günahın)ı Allah Teâlâ affetmiştir.” (İbn Mâce/2045, (İbn Abbas'tan)
d. Zorlanan koca, söylemesi istenilen sözden fazlasını söylemelidir.
Meselâ hanımını bir defa boşaması için zorlanan kişi veya hanımını boşaması için zorlanan kişi, söylenilenden fazla olarak iki defa veya üç defa boşarsa talak'ı (boşaması) geçerli olur. Çünkü söylemesi için zorlanan sözden fazlasını söylemiştir.
Şaka ile Boşama
Yukarıda söylediklerim izi düşünen bir kimse, şaka ile boşamanın da geçerli olduğunu anlar. Âkil-bâliğ olan ve iradesiyle boşayan kişinin şaka ile boşaması mazeret sayılmaz. 
Bunun delili Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözüdür; “Üç şey vardır ki (onların) ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir: Nikâh, talak ve (bir veya iki talakla boşadığı karısına) ricat.” (Ebu Dâvud/2194, Tirmizî/1184, İbn Mâce/2039, (Ebu Hüreyre'den)
Talak İçin Meşru Olan Keyfiyetler
Meşru olan talak'ın değişik keyfiyetleri vardır. Meselâ 'Seni üç talak ile boşadım' veya 'Bir talak ile boşadım' veya 'Seni falan iş olursa boşadım' veya 'Seni üç talak ile boşadım fakat ikisi müstesna' gibi değişik şekilleri vardır.
Sünnete uygun olan boşama, cinsî münasebette bulunmadığı bir temizlik döneminde kadını bir talak ile boşamaktır. Bu şekilde boşadığında erkeğin, iddeti bitmeden tekrar hanımına dönme imkânı vardır. Birinci talak'ın iddetini beklerken, boşamakta kararlı ise ikinci bir talak ile bir daha boşar. Böylece bir talak hakkı kalır. Eğer bir daha boşarsa, hanımına dönemez. Fakat o kadın başkasıyla meşru bir şekilde evlenirse ve evlendiği adam da kendisini meşru bir şekilde boşarsa, iddetini tamamladıktan sonra birinci kocası ile tekrar evlenebilir. Allah Teâlâ bu keyfiyeti açıkça beyan etmiştir:
“Boşama iki defadır. (Bundan-sonrası) ya iyilikle tutmak, ya da İyilikle bırakmaktır.” (Bakara/229)
Bir Anda Üç Talak ile Boşamanın Hükmü
Bir anda üç talak ile boşamak caizdir. Bu şekildeki boşama Sünnet'e aykırı olmakla beraber haram değildir. Sonuç açısından, ayrı zamanlarda üç talak'ı vermekle aynı anda üç talak ile boşama arasında bir fark yoktur.
Rükkâne şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah'a gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Karımı elbette tabiriyle boşadım' dedim. Hz. Muhammed (a.s.v.) 'Onunla (elbette demekle) neyi kast ettin?' dedi. 'Bir talakı' dedim. 'Vallahi mi?' dedi. 'Vallahi' dedim. 'O halde neyi kast ettinse odur' buyurdu" (Tirmizî/1176, Ebu Dâvud/2208, İbn Mâce/25H)
Bu hadîs, eğer Rükkâne elbette sözüyle üç talakı kast etmiş olsaydı, üç talak'ın birden düşeceğine delâlet eder. Aksi halde Rükkâne'nin böyle sormasının, Rasûlullah'ın da ona yemin  verdirmesinin   bir  anlamı olmazdı.
Boşamayı Bir Şarta Bağlamak
Bir şarta bağlayarak boşamak caizdir. Meselâ kişi ortada olmayan bir kişinin gelme şartına bağlayarak karısına 'Falan kişi gelirse sen boşsun' veya  'Baban seferden döndüğü zaman boşsun' veya 'Ramazan ayı geldiğinde boşsun' veya 'Eğer evden çıkarsan boşsun' veya 'Kardeşin eve girerse boşsun' derse, şart yerine geldiğinde karısı boş olur.
Boşamayı bir şarta bağlamanın caiz olduğunun delili şu hadîstir: “Müslümanlar şartlarının yanındadırlar.” (Hâkim, 11/49)                       
Bu hadîs, birşey yapmayı şarta bağlayan kişinin o şart oluştuğunda, o şeyi yapması gerektiğine delâlet eder. Ancak o şart, bir helâli haram, bir haramı da helâl kılmamalıdır.
Şarta Bağlı Boşamanın Üzerine Terettüb Eden Meseleler
Şarta bağlı boşamanın üzerine şu meseleler neticelenir:
a.  Boşamanın kendisine bağlandığı şart oluşmadıkça boşama gerçekleşmez.
b.  Talak'ın bağlandığı şart tahakkuk edinceye kadar karı-koca ilişkileri sürer.
Şartın tahakkuk etmesi, kesin olsa bile hüküm değişmez. Meselâ karısına 'Ramazan ayı geldiğinde benden boşsun' diyen kişinin boşaması, Ramazan ayının gelmesi kesin olduğu halde Ramazan ayından Önce gerçekleşmez.
c.  Talak'ın bağlandığı şart tahakkuk ettiğinde boşanma gerçekleşir; yeniden boşamak gerekmez.
Boşamada İstisna Yapmak
Bir şarta bağlı olarak boşamak caiz olduğu gibi, boşamada istisna yapmak da caizdir. Meselâ bir kişi karısına 'Sen üç talak ile boşsun, ancak biri müstesna’ veya 'ikisi müstesna' derse, birincisinde iki talak ile, ikincisinde ise bir talak ile boşanmış olur. İstisna, Arap dilinde bir üslûptur. Bu nedenle de boşamada istisna yapmak caizdir. Nitekim Kur'an ve Sünnet'te de bu üslûb kullanılmıştır.
“O da (Nuh da) içlerinde elli yıl eksik olmak üzere bin sene yaşadı.” (Ankebut/14)
Kast edilen talak sayısını belirtmek için talak'tan olan tadilde de istisna yapmak caizdir.
Boşamada İstisnanın Sahih Olmasının Şartları
Boşamada istisnanın sahih olmasının şartları şunlardır:
A.  Boşayan kişinin, asıl sözü bitmeden o sözde istisna yapmaya niyet etmesi gerekir.
Asıl söz bittikten sonra istisna etmeye niyet ederse, yapılan istisna sahih olmaz; Meselâ karısına 'Seni üç talak ile boşadım' dedikten sonra, önceden böyle bir niyeti olmaksızın 'Ancak üç talaktan biri' veya 'ikisi müstesna’ diyerek istisna yapan kişinin bu istisnası sahih değildir.
B.  İstisna lafzının, asıl lafza örfen bitişik olması gerekir.
Asıl söz ile, o sözden yapılan istisna arasında yapılan fasıl örfen normal kabul ediliyorsa, istisna sahih, örfen normal kabul edilmiyorsa istisna bâtıldır.
C.  Yapılan istisna, asıl sözün tümünü iptal etmemelidir.
Meselâ karısına 'Sen üç talak ile boşsun, ancak üç talak müstesna' diyerek istisna yapan kişinin bu istisnası boş ve anlamsız kabul edilerek söz aslına döndürülür; yani kadın üç talak ile boşanmış olur.
İstisna, müsbet bir sözden yapılırsa nefy olarak kabul edilir, menfi bir sözden yapılan istisna, isbat olarak kabul edilir. Çünkü istisna, asıl sözün  hükmünün  tersini  söylemekle  olur.   Meselâ  hanımına  'Seni boşadım, ancak iki talak ile' diyen kişinin hanımı iki talak ile boşanmış olur.

Boşamada İstisna Yapmanın Sahih Olduğunun Delili
Boşamada istisna yapmanın sahih olduğuna şu hadîsle delil getirilmiştir: “Âzad etme ve boşamada istisna yapan kişinin istisnası geçerlidir.” (İbn Esir, en-Nihaye, sena maddesi) 
Boşama Yetkisini Hanımına Vermek
Meselâ karısına 'Sen kendini benden bir (veya iki veya üç) talak ile boşayabilirsin' diye boşama yetkisini karısına veren kişinin, bu yetkiyi vermesi caizdir.
Tefviz Edilen Talakın Düşmesinin Şartları
Tefviz-i talak'ın düşmesinin şartları şunlardır:
a. Talak, derhal geçerli olmak üzere tefviz edilmiş olmalıdır.
Tefviz, edilen talak'ın herhangi bir şarta bağlanması sahih olmaz. Meselâ karısına 'Yarın kendini benden boşayabilirsin' diyen kişinin tefvizi (boşama yetkisini karısına vermesi) sahih değildir.
b. Tefviz-i talak (kocanın, karısına veya bir başkasına boşama yetkisi vermesi) için, kocanın mükellef olması gerekir.
Deli olan veya mükellef olmayan bir kocanın, boşama yetkisini karısına veya bir başkasına vermesi sahih olmaz.
c.  Boşama yetkisi kendisine devredilen kadın mükellef olmalıdır.
Deli olan veya mükellef olmayan, kadına boşama yetkisinin devredilmesi sahih olmaz.
d.  Boşama yetkisi kendisine devredilen kadın bunu kabul ettikten hemen sonra kendini boşamalıdır.
Meselâ koca, boşama yetkisini verdikten, kadın da kabul ettikten sonra, hemen kendisini bir veya iki veya üç talak ile boşamalıdır. Eğer kabul ve icab bittiği halde boşamayı ertelerse, kendini boşaması geçerli olmaz.
Boşama Yetkisinin Kadına Verilmesinin Caiz Olduğuna Dair Delil
Tefviz-i talak'ın caiz olduğunun delili şu ayettir;
“Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: 'Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salayım.” (Ahzab/28)
Eğer kadınların ayrılmayı istemelerinin bir değeri olmasaydı, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in onları muhayyer kılmasının bir anlamı olmazdı.
 Talak'ın Bazı Meseleleri Hakkında Bir Hatime
1. Arapça bilmeyen bir kişinin talak kelimesini söylemesi, eğer onun mânâsını bilmiyorsa geçerli olmaz. Çünkü niyeti talak değildir. Ancak kendi dilinde talak'tan başka bir mânâya gelmeyen bir lafzı söyleyen kişi, boşama niyetiyle söylemese de boşanmış olur. Eğer lafız sarih değilse, talak'ın düşmesi için niyete ihtiyaç vardır. Bu, Arab dilinde de, diğer dillerde de böyledir.
2. Hanımına 'Ben senden boşum' diyen kişi, bu sözüyle boşamayı kast ediyorsa, kadın boşanmış olur, boşamayı kast etmiyorsa boşanmış sayılmaz. Çünkü bu lafız boşamada kullanılan sarih bir lafız değil, Kinayeli bir lafızdır. Zira söz, mahalline izafe edilmemiştir; çünkü erkek boş olmaz. Bu nedenle Kinayeli lafızlarda boşama niyeti şart koşulmuştur.
3- Karısına üç defa sen boşsun diyen kişi, eğer cümlelerin arasında örfen fasıla sayılacak kadar bir süre beklemişse, karısını üç talakla boşamış sayılır. O kişinin 'ben bununla tekid yapmayı kast ettim' demesi kabul edilmez. Çünkü onun bu iddiası zahire ters düşmektedir. Fakat cümleler arasına fasıla girmezse, kişi de tekidi kast etmişse, hanımını bir talak ile boşamış sayılır. Eğer üç talak'ı kast etmişse, üç talak ile boşamış sayılır. Sen boşsun sözünü peş peşe belli bir şey kast etmeksizin söylerse yine üç talak ile boşamış sayılır. Bu durumda sözün zahirine göre hüküm verilir.
4.   Karısına  'Eğer Allah dilerse  benden  boşsun'  diyen  kişi,  bu sözüyle Allah'ın dilemesini kastederse, hanımı boş olmaz. Çünkü Allah'ın dileyip dilemediğini bilmek mümkün değildir. Fakat bu sözle, Allah'ın dilemesini veya başka bir şeyi kast etmemişse, hanımı boş olur.
5.  Kadın kocasına çirkin bir şekilde hitap ederse, meselâ 'Ey ahmak, ey hasis' derse, kocası da karısına 'Eğer ben senin dediğin gibi biriysem sen benden boşsun’ derse ve bu sözüyle de onun sözüne karşılık vermeyi ve ona kızdığını göstermeyi kast etmişse talak düşmez. Fakat koca, talak'ı sefihliğine, hasisliğine bağlarsa veya bunu mutlak olarak söylerse, talak'ın kendine bağlandığı sıfata bakılır; sefih ve hasis değilse talak düşmez, aksi takdirde düşer.
Sefih, malında kötü tasarruf ettiğinden ötürü üzerine hacr konan kişidir. Hasis'e gelince, bazı kimseler bunu 'Dinini dünyasına feda eden kişi' şeklinde, bazıları da 'cimrilik sebebiyle kendisine uygun olmayan şeyler yapan kişi’ şeklinde tarif etmişlerdir.
 Ricat'ın (Boşanılan Hanıma Dönmenin) Hükümleri
Hanımını boşayan kişi, şu durumlardan birindedîr:
A.  Hanımını cinsî münasebetten önce boşamıştır.
B.  Cinsî münasebetten önce veya sonra, mal karşılığında boşamıştır.
C.  Cinsî münasebetten sonra normal bir şekilde bir veya iki talak ile boşamıştır.
D.  Normal bir şekilde üç talak ile. boşamıştır.
A. Hanımını, Cinsî Münasebetten Önce Boşayan Kişinin Tekrar Hanımına Dönmesi
Hanımını, cinsî münasebetten Önce boşayan kişi, artık hanımına dönemez. Çünkü kadının iddet beklemesi vacip değildir.
“Ey mü'minler! Mü'min kadınları nikahlayıp da onlara dokunmadan boşadığınız zaman sizin için onlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur.” (Ahzab/49)
Böyle bir boşama beynunet-i kübra'dır, yani derhal ve kesin bir boşamadır. 
Cinsî münasebetten önce bir talak veya iki talak ile boşamış olsa bile kadına tekrar dönemez. Bu durumda eğer kadın da isterse, yeni bir nikâh ve yeni bir mehirle akid sahih olur. Eğer kadını üç talak ile boşarsa, kadın yeni bir kişiyle evlenip ondan meşru bir şekilde boşanmadıkça ilk kocasına helâl olmaz.
B. Hanımını Mal Karşılığında Boşayan Kişinin Hanımına Tekrar Dönmesi
Hanımını mal karşılığında boşayan kişi, ancak yeni bir akid ve yeni bir mehirle ona dönebilir. Mal karşılığında boşamanın, cinsî münasebetten önce veya sonra olması hükmü değiştirmez.
C. Hanımını, Cinsî Münasebetten Sonra Normal Bir Şekilde Bir veya İki Talak ile Boşayan Kişinin Hanımına Tekrar Dönmesi
Hanımını, cinsî münasebetten sonra normal bir şekilde bir veya iki talak ile boşayan kişi, iddet bitmeden önce hanımına dönebilir. 
Bunun delili şu ayetlerdir:
“İddet süresi içinde arayı düzeltmek istemeleri durumunda, kocaları onları geri almaya daha çok hak sahibidirler.” (Bakara/228)
“Boşama iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak, ya da iyilikle bırakmaktır.” (Bakara/229)
İki talak'tan sonra iyilikle tutmak, ancak kocanın hanımına geri dönmesiyle mümkün olabilir.
Hz. Ömer şöyle rivayet etmektedir: 'Hz. Muhammed (a.s.v.), Hafsa'yı (bir talak ile) boşadı, sonra ona rücû etti (döndü)'. (Ebu Dâvud/2283)


Kocanın Hanımına Geri Dönmesi
Hanımını, normal şekilde bir veya iki talak ile boşayan kişi, hanımına geri dönmek istediğinde ona 'Seni tekrar nikâhımın altına aldım derse, bu yeterli olur. Ancak bunu iki şahit huzurunda söylemelidir. 
Bunun delili şu ayettir:  “İçinizden iki adil kimseyi şahit tutun.” (Talak/2)
Bir veya iki talak ile boşadıktan sonra hanımına geri dönen kişinin, bir talak ile boşamışsa iki talak hakkı, iki talak ile boşamışsa bir talak hakkı vardır. Karısını bir veya iki talak ile böşayıp dâ iddet bitmeden önce karısına geri dönmeyen kişinin, rücû hakkı kalmaz. Eğer kadın ve erkek tekrar evlenmek isterlerse yeni bir nikâh ve yeni bir mehir gerekir. 
Bunun delili de şu ayettir:  “Kadınları boşadığınızda, iddetlerini tamamladıklarında, birbirleriyle güzelce barışıp anlaşmışlarsa, onların (önceki) kocalarına varmalarında (kadının velisi olarak onlara) zorluk çıkarıp engel olmayın.” (Bakara/232)
Kocanın, boşadığı hanımına geri dönme hakkı olduğu müddetçe, kadın bir başkasıyla evlenemez.
* Üç talâk ile zevcesini boşayan kimsenin, boşanan zevcesiyle tekrar evlenebilmesi için, meşhur hülle işine baş vurması haramdır. Allah'ın lanetine uğrar. 
 Resûlüllah (a.s.v.) buyuruyor: لَعَنَ اللّٰهُ المُحَلِّلَ وَالْمُصَلَّلَ لَهُ "Hülleyi yapan ve yaptırana Allah lanet eder."
Dinsiz ve din düşmanları zaman zaman yazılarında ve oynattıkları piyeslerde "hülle" meselesini ortaya atıp İslâm'ın lanetlediği bu işi İslâm'a mal ettikleri gibi, İslâm'a büyük hizmet verip, İslâm bayrağını üç kıta üzerine dalgalandıran ecdad ve büyüklerimizi bununla lekelemeğe kalkışıyorlar. Hatta zaman zaman milletin hizmetinde olması gereken TRT'yi de bu iftiraya vasıta kılmağa muvaffak oluyorlar. * (Halil Günenç- Büyük Şafii İlmihali)
D. Hanımım Üç Talak ile Boşayan Kişinin, Hanımına Tekrar Dönmesinin Şartları
Hanımın, üç talak ile -bir anda veya ayrı zamanlarda, cinsî münasebetten önce veya sonra, İddet içinde veya iddet dışında- boşayan kişinin karısına dönmesi mümkün değildir. 
Ancak şu şartlardan sonra yeniden evlenmeleri mümkün olur:
1. Birinci kocasından ayrıldıktan sonra iddetini tamamlaması gerekir.
2.  Başka birisiyle meşru bir şekilde evlenmesi gerekir.
3. İkinci koca onunla cinsî münasebette bulunmuş olmalıdır.
4.  İkinci koca da onu meşru bir şekilde boşamalıdır.
5.  İkinci kocadan boşandıktan sonra da iddetini tamamlamalıdır.
Bu şartlar oluştuktan sonra birinci koca ile kadın yeniden evlenmek isterlerse, yeni bir nikâh ve yeni bir mehir ile tekrar evlenebilirler.
“Eğer (üçüncü defa) yine boşarsa, ondan sonra kadın başka birisiyle (normal yoldan) evlenmedikçe (ve ikinci kocasının iddetini tamamlamadıkça) birinci kocasına helâl olmaz. Eğer (yeni kocası) onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine inanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde onlara bir günah yoktur. Bunlar, bilen kimseler için Allah'ın açıklamış olduğu sınırlardır.” (Bakara/230)
Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Rifaa'nın karısı Hz. Muhammed (a.s.v.)'e geldi ve 'Ben Rifaa'nın yanında idim. Rifaa beni boşadı ve (üç talak ile) boşamayı kesinleştirdi. Sonra ben de Abdurrahman b. Zübeyr ile evlen¬dim. Fakat Abdurrahman1 in erkeklik aleti şu elbise saçağı gibi (gevşek)tir' dedi. Rasûlullah tebessüm edip 'Sen tekrar eski kocan Rifaa'ya dönmek mi istiyorsun’ Hayır, sen ikinci kocan Abdurrahman'ın balçığından o da senin balçığından tatmadıkça bu mümkün değil' buyurdu." (Buharî/2496, Müslim/1433)
Üç Talak ile Boşanan Kadının Tekrar Eski Kocasıyla Evlenmesine Müsaade Edilmesinin Hikmeti
Üç talak ile boşanan kadının, zikrettiğimiz şartlar dahilinde tekrar eski kocasıyla evlenmesine müsaade edilmesinin hikmeti, muhtemelen insanları boşanmaktan uzaklaştırma ve aceleyle üç talak ile boşamadan sakındırma amacına yöneliktir.
Kocanın Boşadığı Hanımına Dönmesi Hususunda Bir Hulâsa ve Bir Netice
Duhulden önce veya sonra, bir talak ile veya iki talak ile karısını boşayan kişi, eğer iddeti tamamlanmadan hanımına dönmek isterse, eski akid ve eski mehirle, karısının rızasını almadan, hanımını tekrar nikâhı altına alabilir.
I.   Beynunet-i  Suğra  ile  Boşanmak
1.  Cinsî ilişkiden önce bir veya iki talak ile boşamaya beynunet-i suğra denir.
2. Cinsî ilişkiden sonra bir veya iki talak ile boşamaya -eğer iddet içinde tekrar dönülmezse- beynunet-i suğra denir.
3.  Mal karşılığında boşamaya da beynunet-i suğra denir.
Mal karşılığında boşamanın (hul'u) izahını yapmıştık. Karısını, mal karşılığında boşayan kişi, onunla ancak yeni bir akidle, yeni bir mehirie ve onun rızasını alarak evlenebilir.
II.   Beynunet-i  Kübra  ile  Boşanmak
Beynunet-i kübra, kocanın karısını, cinsî münasebetten önce veya sonra üç talak ile boşamasıdır. Böyle bir boşamadan sonra, kadın ikinci bir koca ile evlenip ondan boşanmadıkça birinci kocasına helâl olmaz. Bunun izahını daha önce zikretmiştik.


TALAK'A BENZEYEN HALLER
Talak'a benzeyen ve talak hükmünde olan üç durum vardır. Bunlar ilâ, Zihar ve Han'dır. Bunlar talaka benzediği ve talak hükmünde olduğu için Talak bahsinin sonuna ekledik. Şimdi bunları beyan edelim.
I.  İLÂ
İlâ lafzı “el, eliyye” kelimesinden türemiş olup yemin anlamına gelir. Nitekim ilâ kelimesi şu ayette yemin mânâsında kullanılmıştır:
“Sizden faziletli ve varlıklı olan kişiler yakınlarına, yolculara ve Allah yolunda   hicret   edenlere   sadaka   vermekte   kusur   etmesinler (vermemek için yemin etmesinler), affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah gafur ve rahim'dir.” (Nûr/22) 
Istılahî mânâsı ise, boşama yetkisine sahip olan kocanın, karısıyla cinsî münasebette bulunmayacağına, dair yemin etmesidir.
İlâ'nın Hükmü
Koca, ilâ yaptıktan sonra dört ay içinde karısına dönmezse, karısından ayrılmış olur. Dört ay müddet tanınması, yemininden dönüp kefaret vererek karısına dönmesi için bir fırsattır. Eğer kocası ilâ yapar da dört ay içinde tekrar dönmez ve karışım da bırakmazsa, hâkim erkeğe şu iki şeyden birisini yapmayı emreder:
1.  Yemininden dönüp onun kefaretini verir ve karısıyla cinsî münasebette bulunur.
2.  Eğer yemininde ısrar ederse, karısını da boşamaya yanaşmazsa, hâkim onun yerine karısını bir talak ile boşar. Çünkü kadı haklan yerine getirmek, zararı ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Böyle durumlarda da tek çare kadını kocasından ayırmaktır. Kadı, kocanın vekili durumunda olduğu için bu işi bizzat yapmalıdır. Bu tıpkı onun borçlarını ödemek, haklarını yerine getirmek gibidir.
Fakat kocada, cinsî münasebete mâni olan bir durum söz konusu ise kocanın yemininden döndüğünü diliyle söylemesi gerekir. Eğer karısına dönüp cinsî münasebette bulunursa, yemininden döndüğünü diliyle söylemesi gerekmez. Cinsî münasebet onun yerine geçer.
İlâ'nın Delili
İlâ ve hükümlerinin meşru olduğuna şu ayet delâlet etmektedir:
“Hanımlarına yanaşmamaya yemin edenler için ancak dört ay bekleme vardır. Eğer yeminlerinden dönerlerse (bilsinler ki) Allah çokça bağışlayan ve merhameti bol olandır. Şayet boşanmaya kararlı iseler (bilsinler ki) Allah şüphesiz işiten ve bilendir.” (Bakara/226-227)
Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Bir kişi hanımına ilâ ya¬parsa (hanımına yaklaşmamaya yemin ederse), dört ay geçse dahi talak'ı düşmez. Ya karısına döner, yahut boşar'. (İmam Mâlik, Muvatta, 11/556)
Bu rivayetin bir benzen de İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Hz. Ali ile İbn Ömer'in bunu kendiliklerinden söylemesi düşünülemez. Bu nedenle bu rivayetlerin hükmü merfû hadîs hükmündedir.


II.  ZİHAR
Zihar kelimesi, sırt mânâsına gelen zeher kelimesinden alınmıştır. Zihar'ın ıstılahı mânâsı ise, kişinin karışma 'Sen bana anamın sırtı gibisin’ diyerek, karısını anası, kız kardeşi gibi mahremlerinden birine benzetmesidir. Araplar cahiliyye döneminde zihar'ı, boşanma şeklîlerinden biri olarak kabul ederlerdi. Fakat İslâm, zihar'a başka bir gözle bakarak onun üzerine talak'tan başka hükümler de yükledi.
Zihar Yapmanın Hükmü
Zihar'ın haram olduğunda tüm Müslümanlar ittifak etmiştir. Zihar, büyük günahlardan biridir. 
Delili de şu ayettir: “İçinizden hanımlarına zihar yapanların hanımları onların anneleri değildir. Onların anneleri ancak kendilerini doğurup dünyaya getiren kadınlardır. Şüphesiz ki onlar çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar.” (Mücadele/2)
Zihar Sözleri
Zihar sözleri, zihar'a delâlet etmesi bakımından sarih ve kinayeli lafızlar olarak iki kısma ayrılır.
Sarih lafız, zihar'dan başka bir mânâ taşımayan lafızdır. Meselâ karısına 'Sen bana anamın sırtı gibisin' demek böyledir. Böyle diyen kişi, ister zihar'a niyet etsin, ister etmesin, zihar yapmış sayılır. Ancak bu, kocanın mükellef olması şartına bağlıdır.
Kinayeli lafızlar ise,  zihar mânâsına  gelebileceği  gibi,  başka mânâlara da gelebilen lafızlardır. Meselâ karısına 'Sen benim için annem gibisin' veya 'Sen benim için kız kardeşim gibisin' demek, kinayeli lafız sayılır. Eğer kişi bu sözlerle zihar'ı kast etmişse, zihar yapmış olur, fakat zihar yapmayı kast etmemiş ve bu sözle hanımını, şeref ve takdir bakımından annesine ve kız kardeşine benzetmişse, zihar yapmış sayılmaz.
Zihar'in   Hükümleri
Kişi eşine Zihar'ın sarih lafzını veya kinayeli lafızlarından birini söyler ve bu sözlerle zihar'ı kastederse, eşini kendisine haram olan kadınlara benzetmiş olur. Bu takdirde bakılır; eğer sözlerin arkasından talak lafzını kullanmışsa, Zihar'ın hükmü, talak'ın içine girer   ve bu durumda zihar hükümleri ortadan kalkar. Çünkü talak, Zihar lafzını açıklamak mahiyetinde gelmiştir. Fakat zihar lafzının arkasından talak lafzını kullanmamışsa, nikâh bağını koparan sebep meydana gelmemiş, demektir; bu takdirde kişinin dediğine değil, niyetine itibar edilir. Şayet eşinden ayrılması söz konusu olmamışsa -çünkü eşini kendisine haram olan kadınlara benzetmişti- gereğini yapmadığı için bu benzetmenin nakzedildiğine itibar edilir. Ancak bu sefer kendisine kefaret lazım gelir ve hemen kefareti ödemekle mükellef olur.
Zihar Kefaretinde Tertibe Riayet Etmek
Zihar kefaretinde tertibe riayet etmek gerekir. Bu kefaretin tertibi şöyledir:
1.  Çalışmasına mâni olmayacak bir eksiği, özrü olmayan ve mü'min olan bir köle âzad etmek.
2.  Bugün olduğu gibi köle yoksa veya köle olduğu halde âzad et¬meye gücü yetmezse, peş peşe iki ay oruç tutmak.
3.  Oruç tutmaya veya peş peşe iki ay oruç tutmaya gücü yoksa, altmış fakiri doyurmak.
Zihar Kefaretinde Tertibe Riayet Edilmesi Gerektiğinin Delili
Zihar kefaretinde tertıp riayet edilmesi gerektiğinin delili, Zihar'ın genel hükümleri beyan edilirken zikredilecektir. Burada şu hadîsi zikretmekle yetineceğiz.
Ebu Seleme ve Muhammed b. Abdurrahman'dan şöyle rivayet edilmiştir: Beyâda oğullarından Selman b. Sahr el-Ensarî, Ramazan ayı çıkıncaya kadar karısını kendisine annesinin sırtı gibi kılmış (karısına Zihar yapmış)  idi ve Ramazan'ın yarısı geçince de geceleyin  ona yaklaşmıştı. Bunun üzerine Rasûlullah'a gelerek durumu anlattı. Hz. Muhammed (a.s.v.) ona şöyle dedi:
-  Bir köle âzad et!
- Köle âzad etmeye gücüm yetmez. 
- O halde peşpeşe iki ay oruç'tut.
- Ona da gücüm yetmez.
Bunun üzerine Rasûlulah, Ferve b. Amr'a (hitaben) 'Altmış yoksulun yedirilmesi için şu arak'ı (15 veya 16 sâ alan sepeti) ona ver!' buyurdu. (Tirmizî/1199)
Zihar Kefaretinin Hemen Verilmesi
Zihar kefaretini vermeden kocanın, hanımıyla cinsî münasebette bulunması caiz değildir. Eğer kefaret vermeden önce hanımıyla cinsî münasebette bulunursa, Allah'a isyan etmiş olur ve onun için de kefaret vermesi gerekir. Çünkü kefaret vermeden kocanın, hanımıyla cinsî münasebette bulunması haramdır.
“Kadınlara zihar yapıp ayrılmak isteyen, sonra da dediklerini (yeminlerini) geri alanlar, hanımlarıyla temas etmeden önce bir köle âzad etmelidirler...”(Mücadele/2)
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Bir kişi karısına Zihar yapmış ve Zihar kefaretini ödemeden önce onunla cinsî münasebette bulunmuştu. Daha sonra Peygamber'e gelerek bu durumu anlatmıştı. Hz. Muhammed (a.s.v.),  o  kişiye  'Neden böyle yaptın'  dedi.  Adam  'Ey Allah'ın Rasûlü! Ay ışığında karımın ayak bileziklerinin (halhallarının) beyazlığını gördüm,   bunun   etkisiyle   nefsime   hâkim   olamayıp   onunla   cinsî münasebette bulundum' dedi. Rasûlullah gülümsedi ve kefaret verinceye kadar hanımına yaklaşmamasını emretti". (İbn Mâce/2065)
Zihar Hükümlerinin Meşru Olduğunun Delili
Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadîs Zihar hükümlerinin genel delilidir: İşitmesi her şeyi kaplayan (Allah Teâlâ) çok yücedir. Havle "binti Sa'lebe, kocasını Rasûlullah'a şikayet ederken (öyle yavaş konuşuyordu ki yanlarında bulunduğum halde)  ben sözlerini duyuyor,  fakat bir kısmını anlâmıyordum. Havle şöyle diyordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kocam gençliğimi yedi, karnım ona saçıldı (ona çocuk doğurdum). Nihayet yaşlanıp çocuktan kesildiğim zaman kocam bana zihar yaptı. Allahım ben şüphesiz hâlimi sana arz ediyorum'. Kadın (böyle demeye devam edip) henüz oradan ayrılmadan Cebrail şu ayetleri indirdi: (Ey Rasûlüm!) Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan o kadının sözünü Allah kabul etmiştir. Allah ikinizin de konuşmasını işitti. Zira Allah işiten ve görendir. İçinizden hanımlarına zihar yapanların hanımları onların anneleri değildir. Onların anneleri ancak kendilerini doğurup dünyaya getiren kadınlardır. Şüphesiz ki onlar çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Fakat Allah affedici ve bağışlayıcıdır. Kadınlara zihar yapıp ayrılmak isteyen, sonra da dediklerini geri alanlar, hanımlarıyla temas etmeden önce bir köle âzad etmelidirler. Size öğütlenen (kefaret) budur. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Kim (âzad edecek bir köle) bulamazsa (onun kefareti), hanımıyla birleşmezden önce birbiri ardınca iki ay oruç tutmaktır. Kimin gücü buna yetmezse altmış . yoksulu  doyurmak (o  kişinin  kefaretidir).  Bu  emir Allah'a ve Peygam-ber'e inanmanız içindir. Allah'ın hududu bunlardır. Kâfirler için acıklı bir azap vardır. (Mücadele/1-4) (İbn Mâce/2063, Ebu Dâvud/22H; Hâkim, Müstedrck, 11/481)


III. LİAN

Lügatte lian, uzaklaştırmak, kovmak anlamındadır. 'Allah, falana lanet etti' demek, 'onu dergâhından uzaklaştırdı, kovdu' demektir. Lian ile eşler birbirinden uzaklaştıkları için, ona bu isim verilmiştir.
Lian'ın ıstılahî mânâsı ise, karısının zina yaptığına yemin ederek kocasının, Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne olmasını dilemesidir. Böyle yapan kişi, karısından ayrılır.
Lian'ın Meşru Kılınmasının Hikmeti
Lian hükmü, kazf (birisine zina isnad -edip dört şahit getiremeyen kişiye uygulanan hükmün) umumunu tahsis etmek üzere gelmiştir. Kazf, birisine zina isnad edip dört şahit getirememektir. Böyle yapan kişiye iftira haddi uygulanır. İftiraya mâruz kalan kişi ise, bu isnattan beri kabul edilir.
Karısına zina isnad edip de dört şahit getiremeyen kocaya, kazf haddi uygulanmasının sebebi şudur: Yabancı bir erkek bir kadının zina yaptığını ilan etmek mecburiyetinde değildir. Hatta İslâm ahlâkı, başkasının kusurlarını örtmeyi, ona nasihât etmeyi gerektirir. Fakat koca için durum böyle değildir. Eğer karısı zina ettiyse bunu söylemelidir. Çünkü karısının zina etmesi, koca için bir ar ve yatağının kirlenmesi demektir. Böyle bir durumda şeriat, kocaya o kadından ayrılma hakkı vermiştir. Eğer koca, karısının zina ettiğini söylemez de onu boşamak suretiyle ayrılırsa, başka bir zulmü ve pisliği kendisine ilhak etmiş olur. Bu, tam anlamıyla bir pisliktir. Oysa böyle bir pisliğe bulaşan kadın hiçbir hakka sahip değildir. Bu yüzden kocanın, karısından hakkını alması için, lian meşru kılınmıştır. Lian sayesinde eşler adaletin himayesine girer ve biri diğerinin zulmüne kurban gitmez.
Ayrıca koca, karısına zina isnad etmekten uzaktır. Bu, âdeta imkânsız gibi birşeydir. Bundan ötürü de karısına zina isnad edip de dört şahit getiremeyen kocaya kazf haddi uygulanmaz. Çünkü kocanın, karısına zina isnad etmesi, koca için bir ardır, onun şeref ve haysiyetini zedeler; yani kocanın, karısına zina iftirası yapması, kadın kadar kocanın da aleyhine ve zararınadır. Zina eden karısının zina ettiğini gizleyen koca, kendi mürüvvetini yok etmiş, bir pisliği kendine ilhak etmiş olur.
Kişinin Karısına Zina İsnat Etmesinin Hükmü
Kazf, zina isnat edip dört şahit getirememektir. Karısının zina ettiğini bilen veya karısını başka bir erkekle halvet halinde gören veya belirtiler¬den ötürü kuvvetle zanneden kocanın, karısına zina isnad etme hakkı vardır.
Arada bir çocuk varsa, koca da çocuğun kendisinden olmadığını biliyorsa, karısına zina isnad etmesi vacip olur. Zira böyle yapmadığı takdirde çocuğu kendi nesebine ilhak etmiş olur. Oysa kendisinden olan çocuğu nesebine ilhak etmemesi gibi, kendisinden olmayan çocuğu nesebine ilhak etmesi de haramdır. Ancak çocuğun kendisinden olmadığını kesin olarak bilmek gerekir. Bunun bilinmesi ise, hanımıyla cinsî münasebette bulunmamış olmasıyla veya hanımının altı aydan önce doğurmasıyla mümkün olur. Bir de hanımıyla cinsî münasebette bulunduktan itibaren  hanımının  dört  yıldan  sonra  doğurmasıyla  bilinir.   Çünkü hamileliğin en uzun müddeti dört yıldır. İşte bu durumlarda çocuğun kocadan olmadığı anlaşılır. Anlaşıldıktan sonra kocanın, çocuğun kendisinden olmadığını belirtmesi gerekir.
 Lian Yapmanın Keyfiyeti
Kazfın genel hükmü, karısına veya başkasına zina isnad edip dört şahit getiremeyen kişinin, ceza görmesidir.
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Hilâl b. Ümeyye karısının Şerik b. Semha ile zina ettiğini Hz. Muhammed (a.s.v.)'in huzurunda söyledi. Rasûlullah 'Ya şahid gösterirsin veya sırtına had vurulacak’ dedi. Hilâl 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden birimiz ailesi üzerinde bir erkek görürse şahit mi arayacak?' dedi. Rasûlullah 'Ya şahit, yoksa sırtına had vurulacak' di¬yordu. Hilâl 'Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki ben muhakkak doğru söyledim. Elbette Allah benim hakkımda, sırtımı hadden kurtaracak bir hüküm indirecektir' dedi. Bunun üzerine lian hükmünü bildiren ayetler nazil oldu; 
“Beşinci yemini, eğer yalan söyleyenlerdense, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. Eşlerine zinâ suçu isnat edip de kendilerinden başka şâhitleri bulunmayan kocalara düşen, gerçekten doğru söylediklerine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunmaktır. Eşlerine zina isnad ettikleri halde, kendilerinden başka şahitleri olmayan kimselerden her birinin (makbul olacak) şahitliği, Allah adına dört defa yemin ederek kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesidir. Zinâ isnadıyla suçlanan kadına gelince, kocasının yalan söylediğine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunursa, üzerinden ceza kalkar” (Nur Suresi/6-8)
Karısına zina isnad eden Hilâl b. Ümeyye cezadan kurtuldu". (Ebu Dâvud/2254)
Karı ile koca mescitte lanetleştiler. "Ben de (Sehl b. Said el-Ensarî) bunda şahit ve hazır bulunuyordum." dedi. (Buharî/5003, Müslim/1492)
Lian’da Mülaane (Lanetleşme)
Karısına zina isnad eden koca, hâkimin ve halktan bir grubun önünde -bu grubun ileri gelen ve salih kişilerden olması sünnettir- ve mescitte minber gibi yüksek bir yere çıkıp şöyle demelidir: 'Allah'ı şahit tutarım ki karım falan kızı falana zina isnad etme hususunda doğru söylüyorum ve bu çocuk (eğer çocuk varsa veya kadın hamile ise) benden değildir.' 
Bu sözü dört defa tekrar etmesi ve her defasında -eğer karısı orada ise- eliyle karısını işaret etmesi gerekir, sonra beşinci defa 'Eğer yalan söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun' demelidir.
Lian Üzerine Terettüb Eden Hükümler
  Hanımı ile yukarıda zikrettiğimiz şekilde lian yapan kişinin üzerine terettüb eden hükümler şunlardır:
1.  Kocadan, zina isnad etmenin cezası düşer.
2.  Kadın da yemin eder lânetleşirse, onun üzerinden de zina cezası düşer.
3.  Karı-koca arasındaki nikâh fesholur.
4.  Eğer koca çocuğun kendisinden olmadığını söylemişse, çocuğun nesebi annesine ilhak edilir.
5.  O kadın ile o erkek, elli defa başkalarıyla evlenip boşansa bile birbirlerine ebediyyen haram olurlar.
İbn Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir: "Hz. Muhammed (a.s.v.)'in, bir adam ile karısının lânetleşme olayını idare ettiğini gördüm. O kişi 'Bu kadının çocuğu da benden değildir?' dedi. Hz. Muhammed (a.s.v.), onların arasını ayırarak, çocuğu annesinin nesebine ilhak etti" (Buharî/5559, Müslim/1494)
Sehl es-Saidî'den şöyle rivayet edilmiştir: '(Uveymir) karısını, Rasûlullah'ın huzurunda üç talak ile boşadı. Rasûlullah talak'ın vukuunu kabul etti. Rasûlullah'ın yanında işlenen şey sünnet oldu. Ben buna Rasûluillah'ın  yanında  şahit oldum,  bundan  böyle  lânetleşenlerin  aralarının ayrılması ve bir daha ebedî birleşememeleri sünnet oldu.' (Ebu Dâvud/2250)
Kadının Lânetleşme Keyfiyeti
Zina isnad edip dört şahit getiremeyen kocanın üzerinden kazf cezasını kaldıran yemin ve lanet dileme, kadın için de söz konusudur. Kadın dört defa 'Allah'ı şahit tutuyorum ki falan (kocasının adını söyle¬melidir) bana zina isnad etmekle yalan söylemiştir' dedikten sonra, beşincisinde 'Eğer kocam doğru söylüyorsa, Allah'ın laneti benim üzerime olsun' dediğinde, zina cezasından kurtulur.
Kadının  Lanetleşmesine Dair Delil
Kadının lianı'nın meşru olduğunun delili şu ayettir: “Kadının (ise), dört defa Allah adına yemin ederek kocasının kesin¬likle yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, (zina ile ilgili) cezayı kendisinden uzaklaştırır. Beşinci yemini, eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesidir. (Bu takdirde zina cezası kendisinden kaldırılır)”. (Nûr/8-9) 
Lian'ın  Şartları
Lian'ın sahih olmasının şartları şunlardır:
1.  Zina isnadı, lânetleşmeden Önce olmalıdır.
2.  Lanetleşmeye önce koca başlamalıdır.
3.  Kan ve koca aynı lafızları kullanmalıdır.
Eğer biri şehadet lafzını kasem lafzıyla, gazap lafzını da lanet lafzıyla değiştirirse veya bunun aksini yaparsa, lânetleşme sahih olmaz. Çünkü lian lafızları Kur'an da açıkça zikredilmiştir. Kur'an'ın zikrettiği lafızları kullanmak farzdır.
4.  Kadının veya erkeğin, yeminleri arasına örfen fasıla sayılacak kadar bir zaman girmemiş olmalıdır.
Kadının da, erkeğin de yeminleri peş peşe olmalıdır.
5.  Hâkim'in, karı ile kocaya yalan söylememeleri hususunda nasihât etmesi vaciptir.
Hâkim'in kan ve kocaya şöyle demesi gerekir: 'Sizin hesabınız Allah'a aittir. Biriniz mutlaka yalancıdır. Aranızda yemininden dönen var mı?'
İbn Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir: "Bir kişi Hz. Muhammed (a.s.v.)'e gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Birimiz karısını zina ederken görürse onun ne yapması gerekir? Konuşsa büyük bir meseleyi söylemiş, sussa büyük bir meselenin üzerinden sükût geçmiş olacak!' dedi. Peygamber sustu, kendisine cevap vermedi. Adam o günden sonra (tekrar) Rasûlullah'a gelerek 'Gerçek şu ki sana sorduğum duruma kendim düşmüş bulunuyorum!' dedi. Müteakiben Allah Teâlâ lian ile ilgili ayetleri indirdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (a.s.v.) o adamı çağırdı. Ona bu ayetleri okudu. Vaaz ve tezkirde bulundu. Dünya azabının ahiret azabından ehven olduğunu bildirdi. Bunun üzerine adam 'Hayır! Seni hak ile gönderene yemin ederim ki o kadına karşı yalan söylemedim' dedi. Sonra (Hz. Muhammed (a.s.v.)) kadını çağırdı. Ona da vaaz ve tezkirde bulundu. Dünya azabının ahiret azabından ehven olduğunu bildirdi. Bunun üzerine kadın 'Hayır! Seni hak ile gönderene yemin ederim ki (o adam) doğru söylemedi' dedi. Bunu müteakip Hz. Muhammed (a.s.v.), önce erkekten başladı ve erkek, kendisinin gerçekten doğrulardan olduğuna dair Allah'a dört kere yemin etti ve beşincisinde, şayet yalancılardan ise, Allah'ın lanetinin üzerine olmasını diledi. Sonra Hz. Muhammed (a.s.v.) kadına döndü ve kadın, erkeğin gerçekten yalancılardan olduğuna dair Allah'a dört defa yemin etti ve beşincisinde, şayet o erkek doğrulardansa Allah'ın gazabının kendisi üzerine olmasını diledi. Sonra Hz. Muhammed (a.s.v.) onları ayırdı". (Tirmizî/1202)
Lian yapan bir karı-kocaya, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Sizin hesabınız Allah'a aittir. Biriniz mutlaka yalancıdır. Artık sen bu kadınla bir araya gelemezsin.” (Buharî/5006)
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Hilâl b. Ümeyye karısına zina isnad etti ve Rasûlullah'a gelerek şehadette bulundu. Hz. Muhammed (a.s.v.), ona 'Allah, ikinizden birinin  kesinlikle  yalancı  olduğunu biliyor. Aranızda yemininden dönen yok mu?' dedi." (Buharî/5001)
Ebu Hüreyre şöyle rivayet etmiştir: Lânetleşme ayeti indiği vakit Rasülullah'ın şöyle buyurduğunu işittim; “Hangi kadın, bir kavmin içine kendilerinden olmayan bir çocuğu sokarsa, Allah'ın dininde bir şeye, bir rahmete nail olamaz, Allah onu cennetine koymaz. Hangi erkek de çocuğunun yüzüne baka baka (kendisinden olduğunu bile bile) onun kendinden olduğunu inkâr ederse, Allah onu rahmetinden mahrum eder. Önce geçenler ve sonra gelenlerin gözü önünde onu utanacak duruma düşürür.” (Ebu Dâvud/2263)
* Şahitlerin Kâfir Veya Köle Olduklarının Meydana Çıkması Bahsi
Şafiıler dediler ki: Koca, karısının zina ettiğine şehadette bulunursa; ona kazfetmiş olur ve kazf haddine çarptırılır. Çünkü kocanın, karısının zinasına şehadette bulunması, töhmet nedeniyle kadı nezdinde makbul olmaz. Buna göre dörtten az sayıda kişi kadının zinasına şehadette bulunurlarsa; hepsi de iftira haddine çarptırılırlar. Çünkü kazfedicidirler. 
Aynı şekilde dört kadın, dört köle, dört kâfir, dört zımmî veya dört müste'men, kadının zinasına şehadette bulunurlarsa; hepsi de mezhebin kuvvetli görüşüne göre iftira haddine çarptırılırlar. Çünkü şehadete ehil değildirler. Sözleriyle sadece kazfı amaçlamışlardır. 
Bunların hadde çarptırılmalarının ikinci yoluna gelince; bizler bu şahitlerdeki nitelik eksikliğini sayı eksikliği yerine koyduk. Dolayısıyla da İftira haddine çarptırılırlar. 
İhtilâf konusu; onların görünürde şahit niteliğinde bulunmaları, sonra da köle veya kâfir olduklarının açığa çıkmasıdır. Çünkü kadı evvel emirde onların durumlarını bilirse; onları reddeder ve şehadete ehil saymaz. Sözleri şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin olarak iffetli ve Müslüman bir kimseye iftira olur. Çünkü onların taarruzu şehadet değildir.
Dediler ki: Dört kişi zina şehadetinde bulunur da sonra fâsıklıkları nedeniyle şehadetleri reddedilirse; şahitlikleri zina ve içki içme gibi hakkında kesir ve belirli bir ceza bulunan bir suça ilişkinse, şehadet şartları tamamlanmadığı için iftira haddine çarptırılmazlar. İlk meselelerdeki sayı eksikliğiyle bu meseledeki şehadetin reddi arasındaki fark şudur: Sayı eksikliği kesin bir şeydir. Şahitlerin fâsıklıklarıysa ancak zan ve ictihadla bilinir ki; bu da bir şüphedir. Hadler, şüpheler dolayısıyla bertaraf edilirler. Sayıları dördü bulmayan kimseler bir şahsın zina ettiğine şehadette bulunurlar ve iftira haddine çarptırılıp, sonra dördüncü bir kimseyi yanlarına alarak gelip şehadette bulunurlarsa; fâsık gibi şehadetleri kabul edilmeyip reddedilir. Nitekim fâsık da tevbe ettikten sonra dönüp yine şehadette bulunursa, şehadeti kabul edilmez.
Köleler, bir kimsenin zina ettiğine şehadette bulunur ve iftira haddine çarptırılır da, azad edildikten sonra dönüp yine şehadette bulunurlarsa; töhmet altında bulunmadıkları için şehadetleri kabul edilir.
Beş kişi bir şahsın zina ettiğine şehadette bulunur ve bunlardan biri şehadette rücû ederse; ne kendisi ne de diğerleri iftira haddine çarptırılmazlar. Çünkü geride yeter sayıda (dört) şahit vardır. Beş kişiden ikisi şehadetten rücû ederse; rücû edenlere iftira haddi tatbik edilir. Çünkü diğerleri değil bu ikisi sanığa utanç lekesi sürmüşlerdir. Çünkü şehadetleri esnasında hiç bir taksirleri olmaksızın yeter sayıda şahit vardı. Dört şahitten biri şehadetten rücû ederse, anılan sebepten ötürü diğerleri değil de sadece rücû eden şahit iftira haddine çarptırılır.
Mesela; Adamın biri hâkim huzurunda bir kişiye zina iftirasında bulunur veya karısının belli bir erkekle zina ettiğini iddia eder ve o erkek de orada hazır değilse; hâkimin kazfe (zina iftirasına) uğrayan kimseye haber göndermesi ve “Falan kişi sana zina iftirasında bulunmuş, senin için onun üzerinde kazf haddi sabit olmuştur” diye ihbarda bulunması gerekir. Nitekim bir kimsenin haberi yokken başkası üzerinde malı sabit olursa; hâkimin bu durumu ona bildirmesi gerekir. Peygamber (s.a.v.) de Enis’i bir kadına; falan kimsenin kendi oğluyla zina ediyor şeklinde zina iftirasında bulunduğunu haber vermek İçin göndermişti. Yoksa onun zinasını araştırıp tahkik etmek için göndermemişti.
Şafiî merhum demiş ki: Zina iftirasına uğrayan bir kimseye imamın adam gönderip ondan durumu sordurmaya yetkisi yoktur. Zîra Yüce Allah; “Tecessüs etmeyin” buyuruyor. İmam Şafiî bu sözüyle iftira edenin belirli olmamasını kast etmiştir. Örneğin bir adamın; “İnsanlar falan adamın zinâ-ettiğini söylüyorlar” demesi gibi.* (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)


-*- İDDET -*-


lügatte iddet, saymak mânâsına gelir. İddet'in ıstılahı mânâsı ise kadının kocasından ayrılmasından sonra başkasına varmadan beklemesi gereken müddettir. Bu, kadının hamile olup olmadığının bilinmesi, ric'î talakta evlilik hayatına tekrar dönme imkânının verilmesi (ve boşamayı kötüye kullanmalardan korumak) içindir.
İddet'in Meşruiyetinin Delili
İddet'in meşru olduğu, Kur'an, Sünnet ve İcma ile sabittir. Aşağıda bu hususla ilgili ayet ve hadîsler zikredilecektir. Bunlar, iddet'in hükümlerini beyan ederek meşruiyetine delâlet etmektedir.

İddet'in Meşruiyetinin Hikmeti
Kocası ölen kadın şu sebeplerden ötürü iddet bekler:
A. Ölen kocanın hakkını yerine getirmek, hakka karşı vefakârlık göstermek.
Allah Teâlâ kadına, kocasına vefakâr olmayı, güzel muamele yapmayı farz kıldığından ötürü, kocasının ölümünden hemen sonra kocasını terk etmesi uygun düşmez.
B. Arapların cahiliyye dönemindeki âdetini yerine getirmek.
Cahiliyye döneminde Araplarda, kocası ölen bir kadının kendini bir yıl eve kapatması, yüzüne kömür sürmesi, siyah, yırtık ve pis elbiseler giymesi âdet idi.
 İslâm, aşın olan bu âdeti kaldırarak eski adetin de güzel yanlarını alıp normal ve yeni bir âdet geliştirmiştir.
Ayrılık ya Nikâh'ın Feshiyle veya Boşama ile Gerçekleşir
Hayız gören veya hamile olan kadına iddetin vacip olmasının hikmeti, neseblerin korunması, hakların korunması ve hamile olup olmadığının bilinmesidir. Bu husus gayet açıktır;
Buluğa ermemiş veya hayızdan kesilmiş kadına iddetin vacip olmasının hikmeti ise şöyle beyan edilebilir:
a.  Bu durumdaki kadınlara İddetin vacip olması öncelikle taabbudîdir.
Yani Allah emrettiği için, zahirî bir fayda aramadan Allah'ın emrine itaat etmek burada daha zahirdir. Ayrıca iddetin diğer çeşitlerinde de bu mânâ vardır.
b.   Nikâh'ın  ciddiyet ve önemine uygun olan şer'î ehemmiyeti vermek.
Bununla beraber, kocasından ayrılan kadın küçük de olsa, hayızdan kesilmiş de olsa, hamile olup olmadığının kesin olarak bilinmesi için iddet vacip kılınmıştır. Beklemeden evlenmek, nikâh'ın önem ve ciddiyetini ortadan kaldırır, ortaya zinaya benzer bir durum çıkar. Çünkü kadın dün birinci kocanın, bugün ikinci kocanın yatağındadır.
c. Kadının hamile olup olmadığının kesin olarak bilinmesi için iddet şarttır. Zira bazen olağanüstü şeyler olabilir, insan bunun olup olmayacağından emin olamaz.
İddet'in Çeşitleri
İddet vefat iddeti ve ayrılma iddeti olarak iki kısma ayrılır: 
A) Vefat îddeti
1. Vefat iddeti, kocası ölen kadının beklemesi gereken iddet'tir. Kocası ölen kadın hamile ise, onun iddet'i çocuğunu doğuruncaya kadardır; meselâ kocası öldükten yarım saat veya bir saat sonra doğum yapan kadının iddeti bitmiş sayılır.
2.  Kocası ölen kadın hamile değilse veya vefat eden kocasından olmayan bir hamilelik varsa; meselâ kocası baliğ olmadan ölmüşse veya kocası dört senedir kayıpsa, bu durumdaki kadının iddeti dört ay on -gündür.  Kocasının onunla cinsî münasebette bulunup bulunmaması hükmü değiştirmez. Bunun delili şu ayetlerdir: “Gebe olanların iddeti doğumlarıyla tamamlanır.” (Talak/4)
“Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları eşler, kendi kendilerine dört ay on gün iddet beklerler. Müddetlerinin sonuna vardıklarında, o kadınların kendi haklarında uygun olanı yapmalarından dolayı, size herhangi bir sorumluluk yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Bakara/234)
İkinci ayet umumidir; hamile olan ve olmayan kadınların tümünü kapsar. Birinci ayet ise ikinci ayetin umum olan mânâsından hamile kadınları istisna ederek onlara özel bir hüküm getirmiştir. Bu hüküm, kocası Ölen ve hamile olmayan kadının iddeti ile kocası Ölen ve hamile olan kadının iddeti arasında ayırım yapmaktadır.
Misver b. Mahreme şöyle rivayet etmiştir: 'Subey'a el-Eslemiyye, kocasının   ölümünden   birkaç   gün   sonra   doğum   yaptı.   Akabinde Rasûlulfah'a gelerek bir başkasıyla evlenmek için izin istedi. Rasûlullah ona izin verdi, o da başkasıyla evlendi.' (Buharî/5014)
B) Ayrılma iddeti
Ayrılma iddeti, cinsî münasebetten sonra nikâhın fesholunması veya boşanma suretiyle ayrılan kadının beklemesi gereken iddet'tir. Eğer bu durumdaki kadın hamile ise onun iddet'i doğurması ile biter. Bu hükmün delili, Talak suresinin 4. ayetidir. Eğer hamile değilse ve hayız görüyorsa, onun iddeti kocasından ayrıldıktan sonra üç defa temizlenmektir. 
Bunun delili de şu ayettir: “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç temizlik süresi beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl değildir.” (Bakara/228)
Eğer kadın buluğa ermemiş veya hayızdan kesilmiş ise, onun iddeti, kocasından ayrıldıktan itibaren üç aydır. 
Bunun delili şu ayettir: “(Ey mü'minler!) Kadınlarınızdan ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay  hali  görmemiş  olanların  iddetleri  konusunda  şüpheye ,    düşerseniz (bilmiş olun ki) onların iddeti üç aydır.” (Talak/4)
 Cinsî Münasebetten Önce Boşanan Kadın
Cinsî münasebetten önce boşanan veya nikâhı fesholan kadının İddet beklemesi söz konusu değildir. Bunun delili şu ayettir:  “Ey mü'minler! Mü'min kadınları nikahlayıp da onlara dokunmadan boşadığınız zaman, sizin için onlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur. Ancak bu takdirde onlara hemen nikâh haklarını verip kendilerini güzel bir şekilde boşayın.” (Ahzab/49)
İddet'in   Hükümleri
İddet'ten dolayı farz olan birtakım hükümler vardır ki onları şöyle beyan edebiliriz: Boşanmadan ötürü iddet bekleyen kadın ya ric'î, ya da bain talak ile boşanmıştır. Ric'î talak ile (bir veya iki talak ile) boşanan karı-kocaya vacip olan şeyler şunlardır:
a.  Mesken (barınacak yer) vermek.
Efdal olanı ise, kocasının evinde barındırmaktır. Eğer böyle olursa, kocasının herhangi bir engel olmadan girip çıkması kolaylaşır.
b.  Nafaka vermek.
Kadın ister hamile olsun, ister olmasın, yiyeceği giyeceği, içeceği kocanın üzerinedir.    Bunun  nedeni,   kocanın  hâlâ  o  kadının  üzerinde hükmü olmasıdır. Zira koca her an -iddet süresi içinde- onunla cinsî münasebette bulunabilir, onu nikâhı altına alabilir.
c. Zaruret olmadıkça kadının, meskeninden ayrılmaması gerekir. 
Bu hükümlerin delili şu ayetlerdir:  “(Boşadığınız) kadınları gücünüz nisbetinde, oturmakta olduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. Onları darlık ve sıkıntıya sokmak maksadıyla kendilerine zarar vermeyin. Eğer gebe  iseler,  yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin. Şayet sizler için (çocuklarınızı) emzirirlerse onlara ücretlerini ödeyin.” (Talak/6)
“Onları evlerinden çıkarmayın. (İddet'leri bitinceye kadar) kendileri de çıkmaşınlar. Meğer ki açık bir edepsizlik etmiş olsunlar.” (Talak/l)
d.  İddet bekleyen kadının, başka erkeklerin kendine talip olması için herhangi bir imada bulunması ve söz söylemesi haramdır. Çünkü bu durumdaki kadın, hâlâ birinci kocanın hükmü altındadır, birinci kocası onu almaya, diğer erkeklerden daha fazla hak sahibidir.
“İddet süresi içinde arayı düzeltmek istemeleri durumunda, kocaları onları geri almaya daha çok hak sahibidirler.” (Bakara/228)
Eğer kadın talak-ı bain (üç talak) ile boşanmışsa, ya hamiledir ya değildir. Üç talak ile boşanmış hamile kadın ve kocası üzerine vacip olan hususlar şunlardır:
  a. Kadına mesken vermek kocanın üzerine farzdır ve bunun delili de şu ayettir:
“Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları (temizlenme) vakitlerinde (ve münasebette bulunmadan) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun (da boşanan kadınların iddetlerini uzatmayın). Onları evlerinden çıkarmayın, (iddetleri bitinceye kadar) kendileri de çıkmasınlar. Meğer ki açık bir edepsizlik etmiş olsunlar.” (Talak/l)
Bu ayet, ric'î talak ile de, bain talak ile de boşanan kadınlara şamildir.
b. Kocanın, kadının nafakasını vermesi vaciptir ve delili de şu ayettir: “Eğer gebe iseler, yüklerini 'bırakıncaya kadar onlara nafaka verin.” (Talak/6)
c. Zaruret olmadıkça kadının evden ayrılması haramdır.
Eğer su, yemek gibi şeylere ihtiyacı olursa, bunları yerine getirecek kimse de yoksa veya üzüntü ve sıkıntısını dağıtmak için dışarı çıkmaya ihtiyacı olursa, dışarı çıkabilir. Zaruret olmadan kadının dışarı çıkmasının haram olduğunun delili şu ayettir:
"Onları evlerinden çıkarmayın. (İddetleri bitinceye kadar) kendileri de çıkmasınlar." (Talak/l)
Cabir b. Abdullah şöyle rivayet etmektedir: "Benim teyzem boşanmıştı. Akabinde kendisi, kendi hurmalarının meyvelerini kesmek istedi. Fakat bir kişi, onu dışarı çıkmaktan menetti. Bunun üzerine teyzem Peygamber'e geldi. Peygamber ona 'Evet, sen kendi hurmalarını kes. Çünkü senin tasadduk etmen, yahut bir iyilik işlemen ümit edilir' buyurdu." (Müslim/1483)
Eğer boşanan kadın hamile değilse, nafaka hariç yukarıda söylediğimiz şeyler koca üzerine vaciptir.
Ubeydullah'tan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir; "Kocası, Fatıma binti Kays'ın kalan tek talakını (bir vekil ile) ona göndermiş boşanmıştı. Fatıma, Rasûlullah'a  geldi.   Rasûlullah  ona   'Sana  nafaka  vermek gerekmez, ancak hamile olduğun için nafaka verilir’ buyurdu." (Ebu Dâvud/229)
Vefat Nedeniyle İddet Beklemek
Kocasının vefatı nedeniyle iddet bekleyen kadına vacip olan hususlar: 
 A. Kocası için matem tutmak.
Matem tutmaktan maksat, ziynetlenmekten, koku sürünmekten, sürme çekmekten, renkli elbise giymekten, altın ve gümüş takılar takmaktan, kaçınmaktır. Bunlardan birini yapan kadın günahkâr olur.
Ümmü Habibe, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına, kocasından başka bir ölü için üç günden fazla koku sürünmeyi ve süslenmeyi terk etmek helâl olmaz. Kadın ancak kocasının ölümü üzerine dört ay on gün süslenmeyi terk eder.” (Buharî/5024, MüsIim/1486-1489)
Bu hadîs, kadının kocasından başkası için üç günden fazla matem tutmasının haram olduğunu ifade ettiği gibi, ölen kocası için de dört ay on gün matem tutması gerektiğini ifade eder. Hz. Muhammed (a.s.v.), yakını ölen kadına üç gün matem tutma izni vermiştir. Çünkü insan ilk günde üzüntüsünü gizlemez.
Ümmü Atiyye el-Ensarî'den şöyle rivayet edilmiştir: 'Biz peygamber zamanında, koca dışındaki ölüler için üç günden fazla matem tutmaktan nehyedildik. Biz bu müddet zarfında sürme çekmez, koku sürünmez, süslü elbiseler giymezdik. Hayızdan temizlendiğimiz zaman, kust-u ez-fafdan biraz sürme ruhsatı aldık. Cenazelerin peşinden gitmekten de nehyedildik' (Buharî/307, Müslim/938)
B. îddet bekleyen kadının, zaruret olmadıkça evden çıkması haramdır.
Zeyneb binti Ka'b b. Ucre'den şöyle rivayet edilmiştir: Fureya binti Mâlik b. Sinan (bu kadın Ebu Said el-Hudrî'nin kız kardeşidir) Zeyneb'e şöyle haber verdi: "Rasûlullah'a giderek Benû Hudre'de bulunan ailemin yanına dönüp dönemeyeceğimi sordum. Kocam kaçan kölelerini aramak için çıkmıştı. (Medine'nin kenarında) Kadu'm denen yere vardıklarında onlara yetişti, köleleri onu öldürdüler. Rasûlullah'tan, ailemin yanına gitmek için izin istedim, kocam beni sahip olduğu bir mülkte bırakmadığı gibi, bana nafaka da bırakmamıştı. Rasûllullah 'Evet' dedi. Ben de çıktım hücreye veya mescide geldiğinde beni tekrar çağırdı. Rasûllullah bana 'Nasıl söylemiştin?' dedi. Ben de kocamın 'durumunu tekrar anlattım. Rasûlullah 'Farz olan iddet müddeti bitene kadar kocanın evinde kal' bu¬yurdu. Kocamın evinde dört ay on gün iddet bekledim. Osman b. Affan bana haber gönderdi ve bana bu meseleyi sordu, ona başımdan geçeni haber verdim. Rasûlullah'ın bana emrettiğine uydu ve onunla hükmetti" (Ebu Dâvud/2300, Tirmizî/1204)
Halktan birtakım kimselerin 'İddet bekleyen kadının konuşması caiz değildir, başkalarının da onun sözünü duyması caiz değildir' şeklindeki sözlerinin hiçbir aslı yoktur. Bu durum, normal zamanlarda nasılsa, iddet zamanında da öyledir.
 İddet Nafakası
Hür olsun cariye olsun, hâmile olsun veya olmasın ric'ı olarak boşanan (üç talakla boşanmamış) kadının iddet nafakası (kocası üzerine) vâcib olur. Koca, hâmile olduğunu zannederek ona nafaka verir, sonra da hâmile olmadığı anlaşılırsa, sarf ettiği nafakayı ondan geri alır. 
Hâmile değilken bâin (kesin boşama) olarak boşanan kadına gelince, bunun nafakası yoktur. Çünkü kocasının bu kadın üzerinde artık bir otoritesi kalmamıştır. Ama hâmileyken bâin olarak boşandığında, doğum yapıncaya dek ona nafaka vermek vâcib olur. Gereksiz yere iddet evinden çıkması durumunda hâmile kadının nafakası düşer. 
Aynı şekilde hâmile de olsa kocası ölen kadın için nafaka vermek vâcib değildir. Ama onu barındırmak vaciptir. Ancak o hâmileyken bâin talâkla boşanır, sonra kocası vefat ederse, iddeti eski hali üzere kalıp, nafakası kesilmez. Zîra talâk iddeti vefat iddetine intikal etmez. Ama ric'î olarak boşanmış olsaydı; talâk iddeti vefat iddetine intikal ederdi. Nitekim bu daha önce de anlatılmıştı.
Şunu da belirtelim ki nafakadan maksat; yiyecek, giyecek ve mesken (anlamını) kapsayan şeydir. Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, bâin talâkla boşanan kadın için nafaka yoktur. Onun temizlik döneminin uzadığını ve hayız görmediğini iddia etmesinin anlamı yoktur. Kadın hâmileyse, hamilelik nafakasını hak eder. Hâmile olduğunu iddia eder, sonra da hâmile olmadığı anlaşılırsa, kocası ona verdiği nafakayı geri alır. Kadının yalan iddiada bulunmasının asla yararı yoktur. Şüphe sonucu veya fâsid nikâha dayanılarak kendisiyle yapılan cinsel temastan ötürü iddet beklemekte olan hâmile kadın için nafaka yoktur.
 İddet Hükümleri Hakkında Bir Hülasa
Kısacası iddetin tüm çeşitleri müşterek bir hükümde birleşirler ki o da iddet bekleyen kadının zaruretler dışında evden çıkamayacağıdır.
Vefat nedeniyle iddet bekleyen kadın için özel bir hüküm vardır ki o da kocası İçin dört ay on gün matem tutmasıdır.
  Sonuç
Bu bahsi, önemli bir hususu tekrar vurgulayarak bitirmek istiyoruz. Bu husus, kadınların kocaları hariç, hiç kimse için üç günden fazla yas tutmaması gerektiğidir. Bu, cahiliyye döneminin çirkin âdetler indendir.
Cahiliyye döneminde yakını ölen bir kadın bir yıl boyunca yırtık siyah elbise giyer, hiçbir yere gitmez, kimseyle konuşmaz, yüzüne kömür-sürer, kendini eve hapsederdi. Böyle bir matem haramdır. Aslında kadın bu süre içinde sürekli üzüntülü olmadığı halde, halka karşı kendini üzüntülü gösterir, bununla da böbürlenirdi.
Böyle bir yas tutma, Hz. Muhammed (a.s.v.)'in sünnetine aykırıdır ve Peygamber'e karşı çıkmak demektir. Zira Hz. Muhammed (a.s.v.) -daha önce de geçtiği gibi- şöyle buyurmuştur:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına, kocasından başka bir ölü için üç günden fazla (matem tutmak), koku sürünmeyi ve süslenmeyi terk etmek helâl olmaz. Kadın ancak kocasının ölümü üzerine dört ay on gün süslenmeyi terk eder.” (Daha önce geçmişti)
Zeyneb binti Ebî Seleme'den şöyle rivayet edilmiştir: Ben Zeyneb'in yanına gittim. Babası vefat etmişti. Bir koku istedi ve o kokudan yüzüne biraz sürerek dedi ki: Allah'a yemin ederim ki benim kokuya ihtiyacım yok. Ancak ben Rasülullah'ın şöyle dediğini duydum: 'Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının bir ölü için üç günden fazla matem tutması haramdır. Ancak kocası için dört ay on gün matem tutma vardır.’ (Buharî/5024, Müslim/1486-1489)
Kadınların zoraki ve yapmacık üzüntüleri ile erkeklerin üzüntülü olduklarını göstermek için boyunlarına ip bağlamaları arasında fark yoktur. Böyle yapmak hem münker, hem de haramdır. Allah Teâlâ'dan, bizi sa¬dece kendine kulluk etmeye muvaffak etmesini dileriz. Allah bizi rızasına erdirsin, rasûlü'nün sünnetiyle süslesin!


-*- NAFAKA -*-
Nafakalarla İlgili Hükümler
  Nafaka kelimesi, infak kökünden gelmektedir. Lugatta nafaka, çıkarmak, bitirmek mânâsına gelir. İnfak sadece haya için kullanılır, şer için kullanılmaz.
Nafakanın ıstılahı mânâsı ise, insanın muhtaç olduğu yiyecek, içecek, giyecek ve mesken ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bunlara nafaka denmiştir; zira bu ihtiyaçlar insanın malını bitirir.


Nafakanın Çeşitleri
  Beş çeşit nafaka vardır;
1.  İnsanın kendi nafakası
2.  Çocuklarının nafakası
3.  Babalarının nafakası
4.  Karısının nafakası                   '
5.  Diğer nafakalar
Şimdi bunların hükümlerini sıra ile beyan edelim:
1.  İnsanın Kendi Nafakası
Gücü yeten kişinin, herkesten önce kendi nafakasını temin etmesi gerekir. Bu, başkalarına nafaka vermenin başlangıcıdır. Nafaka, elbise, mesken, yiyecek ve içecek ihtiyaçlarına şâmildir. Bu ihtiyaçlar, malı olan kişi üzerine vaciptir.
Bunun delili, Cabir'den rivayet edilen şu hadîstir: "Uzre oğullarından bir zat bir kölesine kendisi öldükten sonra âzad olup hürriyetine mâlik olacağını söyledi. Bu haber Rasûlullah'a ulaştığında ona 'Senin bundan başka bir malın var mı?' diye sordu. O 'hayır' dedi. Rasûlullah köleyi on­dan alıp 'Bunu benden kim satın alır?' dedi. Bu sual üzerine Nuaym b. Abdullah el-Adevî o köleyi 800 dirhem mukabilinde satıh aldı. Akabinde bu bedeli Rasûlullah'a getirdi. Rasûlullah da o parayı Uzre oğullarından olan o zâta verdi ve şunları söyledi: 'Önce kendinden başlayıp zâtı ve nefsî ihtiyaçların ile vazifelerine sarfet. Birşey artarsa bunu ev halkın için sarfet. Ailenden birşey artarsa bunu da sana yakınlığı ve hısımlığı bulu­nanlara sarfet. Bunlardan birşey artarsa onu da şöyle şöyle sadaka yap'. Bu   son   kısmı   söylerken;   önündeki   sağındaki   solundaki   ihtiyaç sahiplerine diye işaret ediyordu".(Buharî/6763, Müslim/997)
2.  Kişinin Çocuklarına Nafaka Vermesi
  Ne kadar aşağı inerse insin baliğ olmayan çocukların nafakası, babaların üzerine vaciptir. Eğer çocukların babası yoksa, nafaka vermek, babanın babası üzerine vaciptir. 
Bunun delili şu ayettir: “Şayet sizler için (çocuklarınızı) emzirirlerse onlara ücretlerini ödeyin.” (Talak/6)
Çocuğun emzirilme ücreti babanın üzerine olduğuna göre, giyecek, yiyecek ve mesken gibi ihtiyaçları da babanın üzerinedir.
Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen kimse (baba) için tam iki sene emzirirler. Bu müddet zarfında (emziren annelerin) yiyeceği ve giyeceği mârufen çocuğun babasına aittir. (Bakara/233) Çocuğun   babaya   ihtisasının   lâm  harfiyle nisbeti  vardır.  Allah Teâlâ'nin lehu (onundur) sözü, ihtisas sahibi olan babanın, çocuğunun nafakasından ve diğer ihtiyaçlarından sorumlu olduğunu ifade eder. Çocuğu emziren kadının yiyeceği ve giyeceği de babanın üzerine vaciptir.
Bunun Sünnet'ten delili Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadîstir: "Hind binti Utbe b. Rabia'nın bir kere Rasûlullah'ın huzuruna girip 'Ey Allah'ın Rasûlü! (Kocam) Ebu Süfyan çok cimri bir kimsedir. O bize, bana ve çocuklarıma yetecek miktarda nafaka vermiyor. Ben, ona ait olan maldan onun haberi olmaksızın alsam, bu alma işi hususunda benim üzerime bir günah var mıdır?' diye sordu. Rasûlullah 'Sen onun malından örfe göre sana ve oğullarına yetecek kadar al' buyurdu".(Buharî/5049, Müslim/1714)
Bu hususta torunlar da çocuklara ilhak edilmiştir. Çünkü çocuklarla torunlar arasındaki nisbet aynıdır.
* Çocuk için nafaka üç şartla babası üzerine vâcib olur:
1- Çocuk küçük olmalıdır: Baliğ olduğunda onun için nafaka, babası üzerine vâcip olmaz. Ancak deli veya (çalışıp) kazanamayacak derecede kötürüm olursa böyle olmaz.
2- Çocuk yoksul olmalıdır: Yaşı küçük veya kötürüm veya deli çocuğun zengin olmaları halinde nafakaları babaları üzerine vâcib olmaz. Zenginden maksat, kendine yetecek mala sahip olandır.
3- Çocuk hür olmalıdır: Köle ise nafakası efendisi üzerine vâcib olur. Çocuk kız ise, evleninceye kadar nafakası babasının üzerinedir. Evlenince nafakası önce anlatılan tafsilât çerçevesinde kocası üzerine olur. Kız çocuğu evlenmeye muktedir olur da evlenmek İstemezse, bir kavle göre babası ona nafaka verme yükümlülüğünden kurtulur. Çünkü evlenmek de bir nevi kazançtır. Çocuk ise, yapabildiği takdirde (çalışıp) kazanmakla yükümlü olur. Başka bir kavle göre kız çocuğu evlenmeye muktedir olduğu halde evlenmeye yanaşmazsa dahi, babası ona nafaka verme yükümlülüğünden kurtulamaz. Çünkü evlenme yoluyla kazanç sağlamak ayıptır, uygun düşmez. Meşhur olan görüş budur.
Çocukların nafakaları; kendilerine yetecek miktarda azık, katık ve giysi ile takdir edilir. Aşırıya kaçmayacak derecede onları doyurmak gerekir. İhti­yacı karşılayacak kadar uygun tarzda onlara giysi temin etmek vaciptir. Hastalık veya kötürümlük nedeniyle ihtiyaçları olduğu takdirde ilaçlarını almak, tabibin ve hizmetçinin ücretini vermek, babanın vecibesidir. Nafakanın zamanı geçip donarsa, bu nafaka (babanın zimmetinde) borç olmaz. Ancak kadının kendisi nafakayı bizzat borç vermiş olur veya nafakayı hak edenlere, borçlanmaları için izin vermiş olursa böyle olmaz. Ama kadının sadece takdir et­mesi, nafakanın kesinleşip borç haline dönüşmesi için yeterli değildir. Bazıları bu takdirin yeterli olacağı görüşündedirler. Kadı nafakayı takdir eder de, borçlanmayı emretmezse; nafaka babanın zimmetinde borç olur ve düşmez.
Ana üzerine nafaka vâcib değildir. Yalnız doğurduktan kısa bir süre sonraya kadar çocuğu emzirmekle mükelleftir. Çünkü çocuk hayata ilk adım attığı sırada süt emmediği takdirde çoğunlukla yaşamaz. Bununla beraber -emsali kadınlar eğer emzirme ücreti alıyorlarsa- kocasından emzirme ücreti alır. Çocuğu emzirecek yabancı bir kadın bulunursa, anası onu emzirmeye zorlanamaz. Rayiç bedelle de olsa anası emzirmek isterse, yabancı kadın tercih edilir.* (Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı)
Babaların, Evlatlarına, Nafaka Vermesinin Vâcib Olmasının Şartları
Babaların, evlatlarına nafaka vermesinin vacip olması için şu şartlara sahip olması gerekir:
A. Baba zengin olmalıdır.
Buradaki zenginlik, kendisinin ve hanımının 24 saatlik nafakasından fazla bir mala sahip olmaktır. Kendisinin ve hanımının nafakasından başka malı olmayan babanın, çocuklarına nafaka vermesi vacip değildir. Bunun  delili  yukarıda   naklettiğimiz  'nefsinden  başla'  (Müslim/997) şeklindeki hadîstir.
B. Evlat fakir olmalıdır.
Ayrıca şu üç vasıftan birine de sahip olmaları gerekir:
a.  Fakir ve küçük olmalıdır.
b.  Fakir ve sakat olmalıdır.
c.  Fakir ve deli olmalıdır.
Fakir ve küçük olan evladın nafakasıyla babası mükelleftir, eğer babası yoksa dedesi mükelleftir. Fakir ve sakat olan veya fakir ve deli olan evladın durumu da aynı şekildedir.
Buradaki fakir kelimesiyle kast edilen, kişinin geçimini kazanmaktan aciz olmasıdır.
Buluğ yaşına gelen evlat, çalışmaktan aciz değilse -bizzat çalışmıyor olsa bile- nafakası babasının üzerine vacip değildir.
Evlat, akide ve ibadet gibi şahsî vaciplere taalluk eden ilimlerle uğraştığından ötürü çalışamıyorsa nafakası babasının üzerine vacip olur.
Evlat tıp, sanat ve benzeri gibi toplumun ihtiyaç duyduğu kifayî ilimlerden biriyle meşgul oluyorsa, onun bu tür bir ilimle meşguliyeti kendisini 'geçimini sağlamaya muktedir olma' vasfından çıkarmaz. Dolayısıyla babası, onun bu tür bir ilimle meşguliyetini sağlamak ve nafakasını vermek ile nafakasını kesip onu çalışmak durumunda bırakmak arasında muhayyerdir.
Nafakanın Miktarı
  Bu nafakanın -yeterlilik dışında- belirli bir sınırı yoktur. Yeterlilik ise örfe ve nafaka verecek kişinin durumuna bakılarak tayin edilir.
“Genişliği olan genişliğine göre infak etsin, rızkı dar olan da Allah'ın ona verdiğinden infak eylesin. Allah bir nefse, verdiğinden başkasını teklif etmez. Allah her zorluğun arkasından bir kolaylık kılar.” (Talak/7)
Bu Nafaka Zamanın Geçmesiyle Baba Üzerinde Borç Olarak Kalır mı?
  Evlada verilecek nafaka, zamanın geçmesiyle nafakayı verecek olan kişi üzerinde borç olarak kalmaz. Çünkü 'bu nafaka, asil'dan (babadan) fer'e (evlada) bir iyilik sayılır. Bu, yerine getirilmesi zorunlu olan bir şey değildir. Zira bu, yakınlıktan ötürü verilen bir nafakadır. Evladın ihtiyacı biterse veya unutkanlık gibi sebeplerden ötürü nafakasını zamanında al­mazsa, bu nafaka baba üzerinde borç olarak kalmaz. Bu hüküm, baba ile evlat arasındaki tabii durumlarda söz konusudur.
Baba ile evlat arasında ihtilaf çıkarsa, kadı meseleye müdahale ede­rek babayı, belli bir miktar malı, belli bir zamanda evlada vermeye mec­bur kılar veya evlada, baba hesabına borç etme yetkisi verir. Bu durumda babanın zamanında vermediği nafaka, üzerinde borç olarak kalır. Zamanın geçmesiyle de borç düşmez. Çünkü zamanında verilmeyen nafaka, kadı'nın hükmüyle temlike (mülk edinmeye) dönüşmüştür.
3. Baba ve Dedelerin Nafakası Evlatların Üzerinedir
Yukarıda zikrettiğimiz delil ve şartlar 'dahilinde çocukların nafakasının baba ve dedeler üzerine olduğu gibi, babanın, annenin, dedenin, ninenin nafakası da evlatların üzerinedir. Bunun delil ve şartları daha önce zikredilmişti.
Anne, Baba, Dede ve Ninelerin Nafakalarının Evlatların Üzerine Vacip Olduğunun  Delili
Annenin, babanın, dede ve ninelerin nafakasının, evlatların üzerine vacip olduğu Kur'an, Sünnet ve Kıyas ile sabittir. 
Bunun Kur'an'dan delili şu ayetlerdir: “Onlarla (anne ve baban ile) dünyada iyi geçin (mârufen). (Lokman/15)
“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi, anaya-babaya iyi davran­manızı,(ihsan etmenizi) emretti.” (İsra/23)     
Birinci ayetteki ma'rufen (iyi geçinmek) ibaresinden maksat, nafakalarını normal şekilde vermektir. İkinci ayetteki ihsan etmekten. maksat da ihtiyaç anında nafakalarını vermek mesuliyetini ifa etmektir.
Hadîs'ten delili ise Hz. Muhammed (a.s.v.)'in şu sözleridir: “Kişinin yediğinin en hayırlısı kendi kazancından olandır.  Kişinin çocuğu da onun kazancındandır.” (Ebu Dâvud/3,528, Tirmizî/1358)
Amr b. Şuayb'ın babasından, onun da dedesinden rivayet ettiğine göre, “bir zat Hz. Muhammed (a.s.v.)'e gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü; Benim annem-babam var, malım da var. Babam benim malıma muhtaçtır' dedi. 'Rasûlullah 'Sen ve malın babanındır. Sizin çocuklarınız sizin en güzel kazançlarınızdandır. Öyle ise çocuklarınızın kazancından yiyin' buyurdu.” (Ebu Dâvud/3530)
Tarık el-Muhâribî şöyle anlatıyor: Medine'ye geldik, baktık ki Rasûlullah ayağa kalkmış minberde cemaate şöyle hitap ediyordu: “En üstün el verenin elidir. Geçimini sağlamak için anneden, babadan, kız ve erkek kardeşlerinden başla, daha sonra yakınlık derecesine et' (Neseî, v/6l)
Kuleyb b. Menfea'dan, o da dedesinden rivayet ettiğine göre Rasûlullah'a gelerek şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben kime iyilik ede­yim?' Rasûlullah 'Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve onu takip eden yakınlarına... Bu bir sılayı rahimdir' buyurdu. (Ebu Dâvud/5140)
Atalar aciz olduklarında nafakalarının evlatları üzerine vacip olduğunun kıyas ve ietihad'dan delili ise şudur: Evlatlar aciz olduklarında nafakalarının ataları üzerine vacip olmasına kıyas edilerek, aciz olan ataların nafakalarının da evlatlar üzerine vacip olduğuna hükmedilir. Çünkü biri diğerinin parçasıdır.
Ataların Nafakalarının Evlatlar Üzerine Vacip Olmasının Şartları
  Ataların nafakalarının evlatlar üzerine vacip olması için şu şartlara sahip olmaları gerekir:
1. Evladın, kendisine ve karısına yirmidört saat yetecek maldan fazla mala sahip olması gerekir.
Eğer kendisine ve hanımına 24 saat yetecek maldan başka bir yoksa, anne ve babasına nafaka vermesi vacip değildir. Çünkü fakirlerin nafakası, başka bir fakirin üzerine vacip olmaz. Eğer zaruri nafakasından başka bir malı varsa anne ve babasına vermesi gerekir. O mal ikisine kâfi gelmeyecekse önce annesine vermelidir. Çünkü 'tamamı elde edilemeyen bir şeyin tümünden vazgeçilmeyeceği' bir kaidedir. 
2.  Ata, fakir olmalıdır.
Ata'nın fakir olmasından maksat, zaruri ihtiyaçlarını karşılayama­yacak durumda olmasıdır. Ata'nın kazanıp kazanmamaya gücünün yetmesi hükmü değiştirmez. Ama ata'nın, çocuklarına nafaka vermesinin vacip olması farklıdır. Zira çocukların nafakasını vermenin ata'ya vacip olması için fakirlikle beraber çocukluk, kötürümlük veya delilik bulun­ması gerekir.
Bu iki hükmün şartları arasındaki fark şudur: Baba, gücü olan çocuğunu çalışmaya zorlayabilir ve bu çirkin sayılmaz. Fakat evladın babasını çalışmaya zorlaması çirkin bir harekettir. Zira baba çocuklarını büyütmek için en zor işleri bile yapmıştır. Hele baba yaşlanmış olursa, çocuk da onu çalışmaya zorlarsa bu çok daha çirkin bir hareket olur.
3.   Annenin,   baba   tarafından   nafakası,   fiilen   veya   hükmen karşılanamıyor olması gerekir.
Bu şart, annenin nafakasının iki durumda çocuğu üzerine vacip olduğu anlamına gelir:
a. Baba (koca), annenin (karısının) nafakasını karşılamaktan aciz olduğunda, annenin nafakası evladı üzerine vacip olur.
b.  Baba ölmüş de anne yalnız kalmışsa, annenin nafakası evladı üzerine vacip olur. 
Kadın evlenecek  durumda olduğu halde evlenmiyorsa, evlat annesini evlenmeye zorlayamaz.
Bu  şarttan,  annenin  nafakasının   iki  durumda  evlat üzerinden düşeceği anlaşılır;
a.  Babası, annesinin nafakasını' karşılayabiliyorsa, evladın üzerine nafaka vacip olmaz.
b.  Babası ölür de annesi fakir veya zengin başka birisiyle evlenirse, annesinin nafakası evlat üzerinden düşer.
Ataların ve  Evlatların Nafakaları,  Dinlerinin Ayrı  Olmasından Etkilenmez
  Evlatların nafakalarının atalar üzerine vacip olmasının, ataların na­fakalarının da evlatlar üzerine vacip olmasının şartları incelendiğinde, birbirleri arasında din birliğinin bulunmasının şart olmadığı anlaşılır.
Müslüman bir evlat, Müslüman olmayan anne veya babasına infak etmekle mükelleftir. Müslüman bir baba da Müslüman olmayan evlat­larına -yukarıda zikredilen şartlar tahakkuk ettiğinde- infak etmekle mükelleftir. Fakat mürted (sonradan dinini değiştiren) bu hükümden istisna edilmiştir. Mürted ister baba olsun, ister evlat olsun, ona nafaka verilmez. Bunun dışında anne veya baba müşrik de olsa, evlat onlara nafaka vermek zorundadır.
Esma binti Ebubekir şöyle anlatıyor: 'Rasûlullah Kureyş ile antlaşmalı bulunduğu vakit, annem müşrik olduğu halde bana ziyarete geldi. Ben (hediyelerini kabulden ve kendisini evime almaktan çekinerek bu hu­susta) Rasûlullah'ın fikrini sordum:
-   Ey  Allah'ın  Rasûlü!  Annem  beni  görmek  için  yanıma  geldi. Anneme yakınlık göstereyim mi (sılayı rahimde bulunayım mı)?
- Evet! Annene yakınlık göster!'(Müslim/1003, Buharî/5633)

Evlatların, Atalarına Vermesi Gereken Nafakanın Miktarı
  Evlatların, atalarına vermesi gereken nafakanın sınırı belirlenmemiştir. Bu, örf ve âdete göre takdir edilir. Eğer anne veya baba nafakayı vaktinde almazsa, evlat borçlu sayılmaz. Ata ile evlat arasında nafaka hususunda ihtilaf çıkarsa, kadı belli bir zamanda belli bir miktar nafakayı evlat üzerine zorunlu kılar. Bu durumda zamanında ödemediği nafakadan ötürü borçlu olur.
Nafakada Ataların ve Evlatların Tertibi
  Anne ve baba muhtaç iseler, çocuklarının tümü onların nafakalarını vermekle mükelleftirler. Çünkü nafakanın onlar üzerine vacip olmasının illeti hepsini kapsamaktadır. Kız çocuklar, mirasta erkeklerin yansı kadar aldıkları için, nafaka verirken de erkek çocukların verdiklerinin yarısı kadar verirler.
Muhtaç olan anne-babanın bir oğlu, bir de torunu varsa, nafaka oğulun üzerine vacip olur. Oğulun varis olup olmaması hükmü değiştirmez. Anne-babanın bir kızı, bir de erkek torunu olsa, nafaka kızın üzerine vacip olur. Zira nafaka hususunda yakınlığı itibara almak en güzelidir.                          .                 
Evlat muhtaç olur da annesi veya babası zengin olursa, çocuğun nafakası babasına aittir. Çünkü baba, çocuğunun nafakasını vermekle mükellef kılınmıştır. 
Bunun delili şu ayettir: “Şayet sizler için (çocuklarınızı) emzirirlerse onlara ücretlerini ödeyin.” (Talak/6)
Muhtaç ve yaşlı olan kişinin nafakası, babası da evlatları da zengin olursa, evlatlarının üzerinedir. Çünkü evladın babaya yakınlığı, babanın evlada yakınlığından daha fazladır. Bu yüzden babanın nafakasını evlat vermelidir. Çünkü babanın evladı üzerindeki hürmeti daha fazladır. Ata ve evlatlardan muhtaç olanlar birkaç kişi İse, kişinin de zaruri ihtiyacından artan mali onlara yetmiyorsa, şu tertibe göre biri diğerine takdim edilir:
A.  Kişi kendisinden sonra, önce karısına nafaka vermelidir. Çünkü karısının nafakası her durumda kendisinin üzerinedir, karısının nafaka hakkı zamanın geçmesiyle üzerinden düşmez. Fakat ata­larının veya evlatlarının nafakası böyle değildir. Onların nafakası -daha önce de belirttiğimiz gibi- zamanla düşer.
B. Kazançtan aciz olan çocuk ile deliye nafaka vermelidir.
C. Annesine nafaka vermelidir. Çünkü nafaka temininde anne de acizdir. Ayrıca annenin çocuk üzerindeki hakkı daha fazladır. Zira dokuz ay karnında taşımış, acılarla doğurmuş, emzirmiş ve büyütmüştür.
D.  Babanın nafakasını vermelidir. Babanın da çocuğu üzerinde hakkı büyüktür.
E.  Büyük oğulun nafakasını vermelidir.
F.  Dedenin nafakasını vermelidir. Çünkü dedeye hürmet, babaya hürmettendir.

  4.   Kadının Koca Üzerindeki Nafakası
  İleride zikredeceğimiz şartlar dairesinde kadının nafakasının koca üzerine vacip olduğunda icma vardır.
Kadının Nafakasının Kocası Üzerine Vacip Olduğunun Delili
Kadının nafakasının kocasının üzerine vacip olduğu Kur'an ve Sünnet'le sabittir. 
Bunun Kur'an'dan ayetlerdir: “Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Çünkü Allah on­ların bazılarını (erkekleri) bazılarına (kadınlara) üstün kılmıştır. Çünkü erkekler mallarından harcarlar (kadınların nafakasını verirler).” (Nisa/34)
“Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen kimse (baba) için tam iki sene emzirirler. Bu müddet zarfında (emziren) annelerin yiyeceği ve giyeceği mârufen çocuğun babasına aittir.” (Bakara/233)
Ayetteki 'çocuğun babası' ifadesiyle koca kast edilmektedir. 'Annelerin' ibaresi de kocanın hanımı olan kadına işaret etmektedir. Bu durumda ayetin mânâsı 'Karısının nafakası koca üzerine vaciptir' demek olur.
Kadının nafakasının, kocası üzerine vacip olduğunun Sünnet'ten delili, Cabir'den rivayet edilen şu hadîstir: “Kadınlar hakkında Allah'tan sakının! Çünkü sizler onları Allah'ın emanı ile aldınız ve ferderini Allah'ın kelimesiyle helâl kıldınız. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, hoşlanmayacağınız kimselere döşeklerinizi çiğnetmemeleridir. Eğer bunu yaparlarsa onları şiddetli olmayacak şekilde dövünüz. Onların sizin üzerinizdeki hakları da mâruf veçhile yedirilmeleri ve giydirilmeleridir. Ben size öyle bir şey bıraktım ki eğer ona sıkı tutunursanız ondan sonra asla dalâlete düşmezsiniz. O, Allah'ın Kitabı'dır.” (Müslim/1218. Bu hadîs Uz. Peygamber'in Veda Haca ile ilgili hadîsinin bir parçasıdır.)
Kadının Nafakasının Kocası Üzerine Vacip Olmasının Hikmeti
  Evlilik hayatı, ancak şu üç temelden biri üzerine bina edilebilir:
1. Ailenin nafakasından, korunmasından ve idare edilmesinden kocanın sorumlu olması.
2. Ailenin nafakasından, korunmasından ve idare edilmesinden kadının sorumlu olması.
3. Ailenin nafakasından, korunmasından ve idare edilmesinden karı ile kocanın eşit bir şekilde sorumlu olması.
Eğer biz İslâm'ın hükmü olan birinci esasa uymaz da ikinci veya üçüncü esasa uyarsak, şu meselelerle karşılaşırız;
a.  Kadın, kocasına mehir verecek veya bu hususta ortak hareket edeceklerdir.
Bunun, doğal ve kaçınılmaz neticeleri şunlardır: Kadın, Allah Teâlâ tarafından şerefli kılındıktan sonra, koca arayan bir duruma düşmekle kendi değerini düşürmüş olur. Erkeklerin oyuncağı' haline gelerek batağa sürüklenir.
b.  Kadın, rızkını temin etmek için erkeklerle omuz omuza çalışmak zorunda kalır.
Böyle olunca da kötü yollara düşmemesi mümkün olmaz. Bugün görünen durum da bunun delilidir. Kadın evin idarecisi olup çalışmak zorunda kaldığında, evi çekip çevirecek, çocukları büyütecek kimse ol­mayacaktır. Hatta çocuk yapmaktan kaçınacağı için evin huzuru da ol­mayacaktır. Bu durumun ardından da boşanma gelecektir. Bugün görü­nen manzara, bunun en açık kanıtıdır.
c.  Boşama yetkisi kadına ait olacak veya koca ile aynı yetkiye sahip olacaktır. Çünkü iktisadî ve içtimaî kanunlar, nafakayı verenin idareci ol­masını zorunlu kılmaktadır.
Özel durumlar dışında boşama yetkisinin erkeğe verilmesinin hikme­tini Talak bahsinde beyan etmiştik.
Eşlerin her birinin diğeri için saadet kaynağı olması, ev işlerinin çekilip çevrilmesi, kadının aziz olması, erkeğin kadının peşinden koşması, kadının ahlâksız kişiler tarafından rahatsız edilmemesi, erkeğin kadından yüz çevirmemesi için kadının ve çocukların geçimi koca üzerine farz kılınmıştır.
Kadının Nafakasının Kocası Üzerine Farz Olmasının Şartları
  Kadının nafakasının kocası üzerine farz olmasının şartları şunlardır:
1. Kadın kendini kocasından esirgememelidir.
Kadın, meşru olan her zevki kocasından men etmemelidir. Eğer kadın kocasını, bu zevklerin tümünden veya bir kısmından menederse, kadının nafakasını vermek koca üzerine farz olmaz.
2. Kocanın hazırladığı mesken hususunda kocaya tâbi olmalıdır.
Kadın, kocasının kendisi için hazırladığı evde oturmalıdır. Ancak ev, oturmaya elverişli olmalıdır. Eğer kadın, kocasının oturduğu beldeye şer'î bir özür nedeniyle gidemiyorsa, onunla beraber yaşayamıyorsa, o ev de ikâmete elverişli ise, koca karısının nafakasını vermekle yükümlü değildir. Çünkü kadın bu durumda naşize (sının aşmış) sayılır.
Şartlar tahakkuk ettiğinde kadının tüm ihtiyaçlarını karşılamak koca üzerine farz olur. Kadının nafakasının neleri kapsadığını ileride beyan edeceğiz.
Kadının nafakasının, sadece nikâh akdiyle koca üzerine vacip olmadığı anlaşılmıştır.   
Evli Kadının Nafakası Kocanın İktisadî Durumuna Göredir
Kadının nafakası, kocanın iktisadî durumuna göre takdir edilir: Koca zengin ise çok, fakir ise az nafaka verir. Burada kadının zengin veya fakir olmasının hiçbir rolü yoktur., Çünkü nafakanın durumu verene göre değişir. 
Bunun delili şu ayettir: “Eli geniş olan, elinin genişliğine göre nafaka versin, eli dar olan kimse de Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah bir kişiye ne vermişse ancak onu yükler. Allah her güçlükten sonra bir kolaylık ihsan eder.” (Talak/7)
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ nafakayı, kocanın iktisadî durumuna bırakmıştır. Kadının zengin veya fakir olması dikkate alınmamıştır.
Kocanın iktisadî durumu şer'an şöyle tasnif edilir:
1.  Zengin olan koca
2.  İktisadî durumu normal olan koca
3.  Fakir olan koca
Bir kişinin zengin, orta halli veya fakir olup olmadığını örf belirler. 
1. Zengin olan kocanın vermesi gereken nafakanın keyfiyeti:
a. Yaşadığı memlekette çoğunlukla yenen yiyecekten her gün için 2 müdd nafaka vermelidir. Ayrıca çocuğun yetişme masraflarını ile benzeri masrafları da karşılamalıdır veya bunu hazırlanmış ekmek olarak vermelidir.
b.  Yaşadığı memleketteki zenginlerin yediği katık neyse onun benze­rini vermelidir. Fakihler bu hususu ayrıntılı şekilde belirtmişlerdir. Fakat buradaki esas, yaşadığı memleketin örf ve âdetidir.
c.  Yaşadığı memlekette zenginlerin hanımlarının giydiği elbiselerin benzerinden vermelidir.  Elbisenin çeşitliliğini, güzelliğini örf belirler. Elbiselerin sayısı ise örfe göre değil, ihtiyaca göre belirlenir. Mobilya, sergi, kapkacak gibi ev eşyaları da elbise hükmündedir. 
Yukarıdaki hususlarda örfün belirleyici olduğunun delili şu ayettir: “Bu müddet zarfında (emziren annelerin) yiyeceği ve giyeceği örf ve adet gereğince çocuğun babasına aittir.” (Bakara/233)
2.  Orta halli kocanın vereceği nafakanın keyfiyeti:
a.  Yaşadığı memleketin, çoğunlukla yediği yiyecekten her gün 1.5 müdd vermelidir.
b.  Yaşadığı memlekette orta halli kimselerin yediği katığın benzerini vermelidir.
c.  Yaşadığı memlekette, orta halli kişilerin hanımlarına giydirdikleri elbiselerin benzerini ve elbise hükmünde olan ev eşyalarını vermelidir.
3.  Fakir kocanın vermekle mükellef olduğu nafaka:
a.  Yaşadığı memlekette genellikle yenen yiyecekten 1 müdd vermelidir.
b. Yaşadığı memleketteki fakirlerin verdiği katığın benzerini vermelidir.
c. Yaşadığı memleketteki fakirlerin, hanımlarına giydirdikleri elbisenin ve kullandıkları ev eşyasının benzerini vermelidir.
Kocanın durumunun dikkate alınmasının vacip olduğunun delili, Behz b. Hâkim'in babasından, babasının da dedesinden rivayet ettiği şu hadîstir: Rasûlullah'a 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kadınlarımıza ne yapalım, ne yapmayalım?' dedim. Rasûlullah 'Ekin -tarlana (hanımına) dilediğin gibi yakın ol, yediğinden onu da doyur, elbise aldığında ona da al, yüzüne karşı sen çirkinsin deme ve onu dövme' buyurdu. (Ebü Dâvud/2144)
5. Diğer Nafakalar
Yukarıda zikredilen kocanın hanımına vermesi gereken nafakaya şunlar da dahildir:
  Kocanın durumuna göre karısına vermesi gereken nafakalara şunlarda dahildir:
a.  Kocanın hanımıyla beraber oturmak için durumuna göre bir ev ve zaruri eşyalar.
b.  Ev ve eşyaların temiz olması için gerekli olan temizlik alet ve araçları. Ayrıca koca   hanımının süslenmesini istiyorsa süslenme malzemeleri
c.  Eğer hanımı, babasının evinde hizmetçi kullanmaya alışmışsa, ona bir hizmetçi de tutulmalıdır. Koca fakir de olsa, karısına hizmetçi tutmak zorundadır. Hizmetçi, kadın veya buluğa ermeyen çocuk veya mahremlerinden biri olmalıdır.
Kocanın Hanımına Verdiği Nafaka, Kadının Mülkü mü Olur, Yoksa Tasarruf Hakkına Sahip Olduğu Bir Mal mı?
Temlik (mülk edinme) ile temkin (tasarruf hakkına sahip olma) arasındaki farkı babanın nafakasının evladın, evladın nafakasının da babanın üzerine olduğunu anlatan bölümde izah etmiştik.    
Günümüzde olduğu gibi karı ile koca yemeği birlikte yiyorlarsa, bu nafaka temlik değil, temkin sayılır. Bu nafakanın zamanı geçerse, zamanında yerine getirilmezse, sonradan istenmez. Koca ile kadın belli bir miktar nafaka üzerinde anlaşmışlarsa veya kadı, kadın için belli bir miktar nafaka tayin etmişse, bu nafaka -vakti geçse bile- kocadan istenir. Çünkü bu, artık temlik (kadının mülkü) gibidir.
Nafaka Tayininde Örfün Etkisi
  Daha önceki meselelerin izahından da anlaşılacağı üzere yiyecek­lerde asıl olan katıkların miktarı örfe bağlı değildir. Ancak diğer durumlarda bu tahdid edilmiş ve 2 müdd zengin kocaya, 1.5 müdd orta halli kocaya, 1 müdd ise fakir kocaya vacip kılınmıştır. Bunların her biri eşine bu miktarı pişirilmiş ekmek olarak veya bunun yerine öğütme ve pişirme ücretlerini verebilir; zira esas oLm yiyecektir ve örfün değişik olmasının bu hususta bir tesiri yoktur. Bunun dışında ve fazladan olarak yiyecek, giyecek ve benzerlerine gelince, bunları örf tayin ve tahdid eder; yani bu, bir memlekette -sert bir hükme ters düşmemek kaydıyla- o zamanın örfüne göre tayin olunur. Bu bakımdan örf israf sayılacak miktardaki na­fakalara nisbeten veya -günümüzde olduğu gibi- bazı münasebetlere bağlı olarak insanları sıkıntıya sokacak şekilde nafakaları tayin edecek olursa, bu örfe bağlı olarak verilen hükümler bâtıldır.
Kayıp Koca Üzerine Nafakayla Hükmetmek ve Nafaka İçin Kefil Alma Bahsi
1-  Karı, kayıp kocasından nafaka talebinde bulunma hakkına sahip midir?
Kadın reşide ise bizzat kendini kocasına teslim ettiğinde, eğer yaşı küçükse velisi tarafından kocasına teslim edildiğinde; önce anlatılan şartlar çerçevesinde nafakası kocası üzerine vâcip olur. Kocası, kendisinin ikâmet etmekte olduğu beldeden kaybolup gitmişse, kadın durumu kadıya iletmek ve teslimi ona izhar etmek, yani kocasının dilediği vakitte kendini kocasına teslim etmeye hazır olduğunu kadıya açıklamakla yükümlüdür. Kadı da bunu kocanın ikâmet etmekte olduğu beldede ilân etmekle yükümlüdür. Kadın bu ilânatın kocaya ulaşabileceği kadar bir süre bekler. Kocanın gelmesini veya bir şahsı vekil tayin etmesini engelleyen bir mazeret çıkarsa, kadın bu mazeretin ortadan kalkmasını bekler. Mazeret ortadan kalktıktan sonra koca yine gelmezse, kadı kadın için koca aleyhine nafaka takdir eder.
Zamanımızdaki resmî ilânlar da bunun yerine geçer. Kadın onun İtaatinde olduğunu, gerdeğe girmeye ve kendini ona teslim etmeye hazır olduğunu ilân eder ve bu ilânın kendisine ulaşmasını bekler de kocası ona cevap vermezse, kadı onun için nafaka takdir eder. Kocanın malı varsa, nafakasını o maldan alır. Malı yoksa, kadı kendine sarf etmesi için borç almasına ve bu borcu sonra kocadan tahsil etmesine izin verir. Kadın kocasının yerini bilmiyorsa, kadı imkân nisbetinde yerini araştırır. Nerede olduğu anlaşılmazsa, nafakayı onun hazırdaki malından takdir eder. Nafakayı kendisine sarf etmesi için kadından bir kefil alır. 
Çünkü olabilir ki koca ölmüş veya onu bâin talâkla boşamıştır.
2- Karı nafaka için kefil isteyebilir mi?
Şâfiîler bu gibi durumda kefaleti caiz görmezler. Çünkü tekeffül edilen şeyin vâcib bir borç olmasını şart koşarlar. Gelecek zamanın nafakasıysa koca üzerine vâcib olmamıştır ki, bu nafakayı tekeffül edecek bir kefil getirsin. Vâcib olmamış bu nafaka için ondan nasıl olur da kefil alınır? Cevaben deriz ki: Bu, borç kefaleti değildir. Bu sadece bir ihzar kefaletidir. Yani kadının nafakayı hak etmediği anlaşılırsa, kefil, kadını huzura getirir.
Bundan da öğreniyoruz ki geçmişte kalan nafaka için kefil talep etmesi sahih olur. Gelecek zamana ait nafaka için kefalet, ancak ihzar kefaleti şeklinde sahih olur. Çünkü bu nafaka henüz vâcib olmamıştır.
Nafaka Veremeyecek Durumdaki Kocanın Üzerine Terettüb Eden Vazifeler
  Koca, zenginlerin verdiği nafakayı vermekten acizse, orta halli veya fakir kabul edilir. Bu durumda karısının, kocasının durumuna tâbi olması gerekir. Fakat koca, fakirlerin verdiği nafakayı da vermekten aciz ise, kadın nikâhın feshini isteyebilir. Bu durumda kadı'nın nikâhı feshetmesi vacip olur. Ancak nikâhın fesholması için, kocanın en az üç gün nafa­kayı vermekten aciz olması şarttır. Acizlik, en az üç gün ile sabit olur; zira acizlik, bazen arızi bir nedenden dolayı olabilir.
Hz. Muhammed (a.s.v.), hanımının nafakasını karşılamayan kişinin hanımından ayrılmasını söylemiştir. (Dârekutnî, IH/297, (Ebu Hüreyre'den)
Kadın, kocasının nafaka vermekten aciz olmasına rağmen onunla kalmaya razı olur da bir süre sonra ayrılmaya karar verirse, nikâhın feshini yine isteyebilir. Çünkü kadın zarar görmektedir. Ancak kocanın fakir olmasından ötürü kadının, nikâhın feshini istemesi caiz değildir. Meselâ koca ekmek veriyor da katık veremiyorsa, kadın nikâhın feshini isteyemez. Zira katık olmadan da yaşamak mümkündür veya koca hiz­metçi tutamıyorsa, kadın nikâhın feshini isteyemez. Çünkü hizmetçi ol­madan da yaşamak mümkündür. Ancak koca, nafaka olarak hiçbir şey veremeyecek durumda ise, kadın nikâhın feshini isteyebilir.
Nafakayı Düşüren Şeyler Bahsi
1-Nafaka, önceki sayfalarda açıklaması yapılmış olan nâşizelik (itaatsizlik) ve nafaka şartlarından birini ihlâl etme nedeniyle düşer. Kadın itaatsizlik ederse, itaatsizlik ettiği gündeki nafakası düşer. Kocasına tekrar itaat edecek olursa, önce belirtildiği gibi nafaka hakkı da geri gelir. 
2- Kadının hâmile olmaması durumunda bâin olarak boşanmasıyla da nafakası düşer.
3- Eşlerden birinin vefatı dolayısıyla da nafaka düşer. Bunun açıklaması, iddet nafakası bahsinde yapılacaktır.
Şu da var ki, kadının kesinleşmiş olan geçmiş nafakası hiç bir halde düşmez.
Sahibinin Bakmakla (Nafaka Vermekle) Yükümlü Olduğu Hayvanlar
  İnsan, mülkünde olan hayvanların da nafakasını vermekle mükellef­tir. Bunlar üç sınıfa ayrılır:                
1.  Eti yenilen hayvanlar.       
2.  Muhterem olmakla beraber eti yenmeyen hayvanlar.
3.  Muhterem olmayan hayvanlar.
1.Eti Yenen Hayvanlar
  Eti yenen evcil hayvanların ve eti yenen diğer hayvanların sahibi, bunlara bakmakla mükelleftir. Sahibi, o hayvanlara bakmazsa (yeterli miktarda yem ve su vermezse) kadı onu satmaya mecbur eder, satmadığı takdirde kadı onun hesabına onları satar.
2. Muhterem Olmakla Beraber Eti Yenmeyen Hayvanlar
Av köpeği ve yırtıcı olmayan köpek, kedi, doğan, arı, ipek böceği ve benzeri hayvanların sahibi, onlara bakmakla mükelleftir. Eğer hayvanların sahibi onlara bakmazsa, kadı onu satmaya mecbur eder. Satmadığı veya alıcı bulamadığı takdirde -hayvanları ölümden kurtarmak için-onlara bakacak birine vermesi vacip olur.
3.  Muhterem Olmayan Hayvanlar
  Yırtıcı köpek ve benzeri gibi zararlı olan hayvanların nafakalarını vermek gerekmez. Zira onları öldürmekte bir sakınca yoktur.
Eti Yenen Hayvanlarla, Muhterem Olan Hayvanların Yiyecek ve İçeceklerinin Verilmesi Gerektiğinin Delili
  Bunun delili, Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği şu hadîstir: “Bir kadın kendine ait olan bir kediden dolayı cehenneme girmiştir: Kadın onu bağladı da artık ne yiyeceğini verdi, ne de yerin haşerelerinden tutup yemesi için salıverdi. Nihayet kedi açlıktan öldü.” (Müslim/2619 ve Buharî/2236; Müslim/2242)
Kedi, muhterem olan hayvanlar için bir örnektir. Muhterem olmayan hayvanlar bu hükmün dışında kalırlar. 
Şu hadîs muhterem olmayan hayvanların bazılarına işaret etmiştir: “Beş nevi fasık hayvan her yerde ve harem'de (Mekke dahilinde) öldürülürler: Yılan, sırtı ve karnı beyaz karga, fare, saldırgan köpek ve çaylaklar. (Buharî/1732; Müslim/1198) 
Ağaç ve Ekinlerin Nafakası (Bakımı)
Ağaç ve ekinlerin nafakası, onları sulamak ve korumaktır. Zaruret olmaksızın onları ihmal etmek -zayi edilen mal hükmünde olduğundan- caiz değildir. Kişi ağaçların veya ekinin yerine ev yapmak isterse onları kesip biçebilir. Çünkü burada makul bir neden vardır.


-*- HİDANE -*-

Çocuk Büyütme ve Hükümleri 
Hidane (Hadane) kelimesi, kucak mânâsına gelen hedin kökünden alınmıştır. Zira çocuğa bakan kadın onu sürekli kucağına alır. Hidane'nin ıstılahı mânâsı ise, küçük çocuğun bakımını yapıp onu beslemek, korumak, terbiye etmek ve temyiz yaşına getirmektir. Temyiz yaşından buluğ çağma kadar çocuğa bakana kefalet verilir. Çünkü temyiz yaşından sonra çocuk, bakıcısının veya annesinin kucağında olmaz.
Hidane'nin   Meşruiyetinin   Hikmeti
Hidane'nin meşruiyetinin hikmeti, küçük çocukların bakımı, korunması ve terbiye edilmesiyle ilgili mesuliyetleri tanzim etmektir. Zira eşler genellikle birbirinden ayrılırlar veya ihtilafa düşerler veya fakirlikleri nedeniyle çocuklarını gerektiği gibi yetiştiremezler.
Eşler ayrılıncaya veya ihtilafları ortadan kalkıncaya (veya fakirlikten kurtuluncaya) kadar küçük çocuklarla ilgilenilmezse, bu onlar için büyük bir zulüm olur. Bu durum genellikle çocukları şekavet ve helâk'a sürükler. Bu yüzden çocuklarla ilgili mesuliyetlerin sınırını çizmek, kaide ve kurallarını koymak gerekli, olmuştur.
Çocuğun Bakım ve Gözetimi İçin Anne mi Daha Uygundur, Yoksa Baba mı?
Boşanan karı-kocanın, temyiz yaşına gelmeyen kız veya erkek çocuğu varsa, onun bakım ve gözetiminde anne, babaya tercih edilir.
Çocuğun Bakım ve Gözetiminde Annenin, Babaya Tercih Edilmesinin Sebepleri
  Çocuğun bakım ve gözetiminde annenin babaya tercih edilmesinin sebepleri şunlardır:
A. Annenin şefkati, çocuğun bakım, gözetim ve terbiyesi hususundaki sabrı daha fazladır.
B. Anne daha mülayimdir. Çocuğun muhtaç olduğu sevgi annede daha çoktur.
Çocuğun Bakım ve Gözetiminde Annenin Tercih  Edilmesi Gerektiğinin Delili
  Çocuğun bakım ve gözetimi hususunda annenin, babaya tercih edilmesi gerektiğinin delili, Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği şu hadîstir: "Bir kadın (Hz. Muhammed (a.s.v.)'e gelerek) şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Benim şu oğluma karnım kap, memelerim emzik, dizlerim koruma mahalli oldu. Onun babası beni boşadı ve çocuğu benden almak istedi'. Rasûlullah kadına 'Evlenmedikçe çocuk üzerinde senin hakkın daha fazladır' buyurdu".(Ebu Dâvud/2276)
Çocuğun Bakım ve Gözetimi Hususunda Anneden Sonra Kim Tercih Edilir?
  Çocuğun annesi yoksa veya çocuğa bakmaktan imtina etmişse, çocuğun bakım ve gözetimi hususunda annenin annesi tercih edilir. Annenin annesi, anne tarafından olan uzak yakın tüm nineleri kapsar. Bunlardan sonra babanın annesi tercih edilir. Sonra çocuğun ana, baba bir kız kardeşi tercih edilir. Sonra çocuğun baba bir kız kardeşi, sonra ana-bir kız kardeşi tercih edilir.
Çocuğun Bakım ve Gözetiminde Kadınların Tercih Edilmesinin Hikmeti
  Çocuğun bakım ve gözetiminde kadınların erkeklere tercih edilmesindeki hikmet, daha önce de belirttiğimiz gibi, kadınlarda bulunan vasıfların erkeklerde bulunmamasıdır. Zira kadınlar, çocuğun bakimi, gözetimi, terbiye edilmesi hususunda daha sabırlıdırlar ve çocuklara karşı daha şefkatlidirler.
Çocuğun Bakım ve Gözetiminin Erkeklere Verilmesi
  Çocuğun bakım ve gözetimi hususunda kadınların erkeklere tercih edildiğini belirtmiştik. Fakat çocuğun bakım ve gözetimini üstlenecek bir kadın yoksa ve olduğu halde çocuğa bakmak istemiyorsa, çocuğun bakım ve gözetimi erkeklere verilir. Erkeklerden, çocuğun mahremi, ve varisi olanlar tercih edilerek mirastaki tertipleri üzerine sıralanırlar, Ancak dede, kardeşlere takdim edilir. Sonra mahrem olmayan varisler miras tertibine göre sıralanırlar. Bu bakımdan önce baba, sonra dede, sonra ana baba bir kardeş, sonra baba bir kardeş, sonra ana-baba bir olan kardeşin oğlu, sonra baba bir kardeşin oğlu, sonra ana-baba bir olan amca, sonra baba bir amca, sonra ana-baba bir olan amcanın oğlu, sonra baba bir olan amcanın oğlu tercih edilir.
Çocuğun bakım ve gözetimi hususunda en yakın kişinin tercih edilmesinin nedeni, yakın olanın uzağa göre şefkatinin daha fazla olmasıdır. Zira çocuğa ne kadar yakın olursa, çocuğa o kadar özen gösterir, onu o kadar terbiye eder ve çocuğun maslahatını o kadar düşünür.
Çocuğun Akrabalarından Erkek ve Kadınların Bir Arada Bulunması
  Çocuğun akrabaları arasında erkek ve kadınların bulunması ve çocuğun bakım ve  gözetiminde münakaşa etmeleri durumunda, yukarıda zikrettiğimiz hadîsten ötürü anne tercih edilir. Zira daha önce de söylediğimiz gibi annenin şefkati daha fazladır. Anneden sonra, annenin annesi ve anne tarafından nineler tercih edilir. Çünkü bunlar da şefkat hususunda anne gibidirler. Onlardan sonra da annenin diğer yakınları tercih edilir. Sonra baba tercih edilir. Çünkü baba, çocuğun aslıdır. Sonra babanın annesi, sonra babanın babası, sonra ana-baba bir olan kız kardeşi, sonra ana-baba bir olan erkek kardeşi tercih edilir.
Çocuğun yakınları arasında hem kadınlar, hem de erkekler varsa, kadınlar erkeklere tercih edilir. Çünkü çocuğun bakımı ve gözetimi hususunda, kadınlar erkeklerden daha uygundur. Çocuğun yakınları olarak sadece erkekler veya sadece kadınlar varsa, çocuğun bakım ve gözetimi hususunda da tartışma ve ihtilaf çıkmışsa, aralarında kura çekilir.
* Bakım ve gözetimi hak edenler için üç durum söz konusu olur:
1- Erkek akrabaların kadın akrabalarla bir arada bulunmaları.
2- Sadece kadın akrabaların bulunması.
3- Sadece erkek akrabaların bulunması.
Şimdi birinci durumu ele alalım: Bu durumda ana, babaya tercih edilir. Sonra mirasçı olması şartıyla anneanne gelir. Bu, her ne kadar yukarıya doğru çıksa da hüküm değişmez. Ananın babasının anası, bakım ve gözetim hakkına sahip değildir. Çünkü bu kadın mirasçı değildir. Bunlardan sonra baba, sonra babanın anası, sonra her ne kadar yukarıya doğru çıksa da babanın anneannesi -tabii eğer mirasçıysa- gelir. Babanın anasının babaannesi için bakım ve gözetim hakkı yoktur. Çünkü bu kadın mirasçı değildir. Bu dördü -ki bunlar da ana ve ananın analarıyla baba ve babanın analarıdır- bulunmaz da kadın erkek akrabalar birlikte bulunurlarsa, öncelikle yakınlık sıralarına göre kadınlar, sonra erkekler gelirler: Meselâ bacılarla kardeşler, hala ve teyze bir arada bulunurlarsa, bacılara öncelik verilir. Çünkü bunlar erkeklere nispetle daha fazla tercihe şayandırlar. Bunlardan sonra erkek kardeşler gelir. Çünkü bunlar teyze ve haladan daha yakındırlar. Sonra teyze, sonra hala gelir. Yakınlıkta erkeklik ve kadınlık eşit olursa; meselâ bacılar ve kardeşler bir arada bulunurlarsa, bacılar arasında kur'a çekilir. Kendisine kur'a isabet eden, diğerlerine tercih edilir.
İkinci duruma gelince; bu sadece kadın akrabaların bir arada bulunmalarıdır. Bu durumda anaya öncelik verilir. Sonra ananın anaları gelir. Daha sonra babanın anaları, sonra bacı, sonra teyze, sonra bacı kızı, sonra kardeş kızı, sonra hala, sonra teyze kızı, sonra hala kızı, sonra amca kızı, sonra dayı kızı gelir, özler öz olmayanlara tercih edilirler. Baba bir olanlar, ana bir olanlardan önce gelirler.
Üçüncü durum ise; sadece erkek akrabaların bir arada bulunmalarıdır. Bu durumda önce baba, sonra dede, sonra öz kardeş, sonra baba bir kardeş, sonra ana bir kardeş, sonra öz veya baba bir kardeşin oğlu, sonra öz amca, sonra baba bir amca, sonra aynı sıraya göre amca oğlu gelir. Ama şehvet çağma gelen kız çocuğu, amca oğluna teslim edilmez. Çünkü onun mahremi değildir. Ancak, amcaoğlunun kendisine yardım edeceği güvenilir bir kadına, meselâ amca oğlunun kızına teslim edilir. Yaşça büyük ve deli olup bir kızı varsa, anadan sonra bu kızı ninelere tercih edilir. Yaşı küçük ve evli olsa bile, cinsel temasa dayanıklı olması şartıyla bu kız ninelere tercih edilir. *
Çocuğun Bakım ve Gözetimi Şer'an Kaç Yıldır?
  Çocuğun bakım ve gözetiminin zamanı, temyiz çağma gelmesiyle sınırlıdır. Çocuğun temyiz çağına gelmesi, tek başına tuvaletini yapabilmesi, yemeğini yiyebilmesi, suyunu içebilmesi elbiselerini giyebilmesidir. Temyiz yaşı yedi ile sınırlandırılmıştır. Yani çocuk yedi yaşına geldiğinde mümeyyiz sayılır. Bu nedenle yedi yaşını bitiren çocuğun bakım ve gözetim devresi sona erer. Bundan sonra çocuk için kefalet devresi başlar. Çocuk yedi yaşını bitirdiğinde anne veya babasını tercih etmesi hususunda muhayyer bırakılır; çocuk hangisini tercih ederse ona teslim edilir. 
Bunun delili, Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği şu hadîstir: 'Rasûlullah, (reşid olan) bir erkek çocuğu, babası ile annesi arasında muhayyer bıraktı'. (Tirmizî/1357)
Yine Ebu Hüreyre şöyle rivayet etmektedir: "Ben Rasûlullah'ın yanın­da otururken bir kadın gelip 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kocam oğlunu götürmek istiyor. Oysa kocam bana Ebu İnabi'nin kuyusundan su içirdi (yani çocuğu ben büyüttüm, kocam ise hiçbir şey yapmadı)' dedi. Rasûlullah 'Çocuk İçin kura çekin' buyurdu. Kadının kocası 'Çocuğum hakkında bana kim münazaa ediyor?' dedi. Hz. Muhammed (a.s.v.), çocuğa 'Şu baban, şu da annendir. Bunlardan hangisini istiyorsan onun elinden tut' buyurdu. Çocuk da annesinin elini tuttu ve onunla gitti".(Ebu Dâvud/2277)
Mümeyyiz olan çocuk babasını tercih ederse, babanın da çocuğa kefalet etme ehliyeti yoksa, çocuğa babanın babası kefalet eder, amca ve kardeş de baba gibidir. Fakat kefalet edilecek kız olursa, amcasının oğlundan başka bir yakını da olmazsa, kızı amcasının oğlunun seçtiği güvenilir bir erkeğin karısına teslim etmek vaciptir.
Temyiz Çağına Gelen Çocuğun Anne ile Baba Arasında Muhayyer Bırakılmasının Hikmeti
  Temyiz çağından Önce çocuğun bakım ve gözetimi hususunda an­nenin babaya tercih edilmesinin sebeplerini izah etmiştik. Ayrıca mümeyyiz olan çocuğun Hidane (çocuk bakımı ve gözetim) devresinin bittiğini de söylemiştik.
Temyiz çağına gelmeyen çocuk anne gözetimine muhtaçtır. Bu hususta baba veya başka bir erkek annenin yerini tutamaz. Ancak temyiz yaşına gelen çocuğun kefaleti farklıdır; bu devrede, anne ile baba arasında fark yoktur. Çünkü temyiz yaşına gelen çocuk, işlerinin çoğunu tek başına yapabilir, aklı da çok çabuk gelişir. Bu nedenle temyiz yaşına gelen çocuğu, annesini veya babasını tercih etmesi hususunda serbest bırakmak daha uygundur.
Çocuğun Bakım ve Gözetimini Üstlenen Kişide Bulunması Gereken Şartlar.
  Çocuğun bakım ve gözetimini üstlenecek kişide bulunması gereken şartlar şunlardır:
1. Akıllı olmak.
Erkek veya kadın deli olan kişiye veya aklı gelip giden kişiye, Hidane (çocuğun bakım ve gözetim) hakkı verilmez. Zira Hidane velayet demektir. Deli ise velayet hakkına sahip değildir. Delinin, bir başkasına velayet etmesi söz konusu olmadığı gibi, kendisi bir başkasının velayetine (gözetimine) muhtaçtır.
2.  Müslüman olmak.
Bakım ve gözetime muhtaç olan çocuğun anne veya babasından biri Müslüman olursa, çocuk da hükmen Müslüman kabul edilir. Bu yüzden de kâfir olan anne veya baba çocuğun bakım ve gözetimini üstlenemez. Çünkü çocuk bakımında velayet mânâsı vardır; kâfir ise Müslümanın velisi olamaz. Zira kâfir olan veli, çocuğu dininden uzaklaştırabilir. Fakat bakım ve gözetime muhtaç olan çocuk hükmen kâfir olursa, herhangi bir Müslüman veya kâfir onun bakım ve gözetimini üstlenebilir.
3.  İffetli ve emin olmak.
İffetli ve emin olmak, çocuğun bakım ve gözetimini üstlenecek kişinin fasık olmamasıdır. Fasık bir kişi veli olamaz, ona hiçbir şey teslim edilmez'. Adalet, zahirî hususlarla sabit olur. Adaletin sabit olması için şahitlere ve delillere başvurmak gerekmez. Ancak çocuğun bakım ve gözetimini üstlenecek kişinin adaleti hakkında ihtilaf olursa, o kişinin adaletinin kadı huzurunda sabit olması gerekir ki bu da delil ve delillerle olur.
4.  İkâmet sahibi olmak.
Yani bakım ve gözetime muhtaç olan çocuğun yaşadığı memlekette ikâmet etmelidir. Çocuğun bakım ve gözetimini üstlenen anne, hac veya ticaret amacıyla sefere çıkarsa, seferden dönünceye kadar çocuğun nine­sine teslim edilmesi gerekir. Eğer bir memleketten diğer bir memlekete göçerse, yolculuk ve göçtüğü memleket de güvenli olursa çocuk bakımı hakkı düşmez. Anne ve babanın her ikisi de ihtiyaç nedeniyle sefere çıktıklarında, annenin çocuk bakımı hakkı baki kalır, sefer çocuk bakımına mâni olmaz. 
5.  Anne, başka birisiyle evlenmemiş olmalıdır.
Anne, bir başkasıyla evlendiğinde çocuk bakımı hakkı düşer. İsterse kocasıyla cinsi münasebette bulunmamış olsun. Hatta kocası çocuğu eve getirmesi hususunda rıza gösterse bile hüküm değişmez. Daha önce Hz. Muhammed (a.s.v.)'in, bir çocuk annesine 'Sen evlenmedikçe, çocuğun bakım ve gözetim hakkı sana aittir' (Ebu Dâvud/2276) dediğini nakletmiştik.
Anne evlendiği zaman çocuğun bakım ve gözetimini üstlenmesinin uygun olmamasının sebebi şudur: Arine evlendiği zaman kocasının hakkından ötürü çocuğa gerektiği şekilde bakıp onu gözetemez. Fakat iki durum bundan istisna edilir:
a.   Çocuğun   babasının,   çocuğun   annesinde   kalmasına   rıza göstermesi
Çocuğun babasının, çocuğun annesinde kalmasına rıza göstermesi, annenin Hidane hakkını ortadan kaldırmaz, bu durumda çocuk da nineye teslim edilmez.
b.  Annenin yeni kocası çocuğun bakım ve gözetimine yetkili olan akrabalarından olursa, annenin bakım ve gözetim hakkı düşmez. Çünkü kocası, çocuğun evine gelmesine rıza göstermiştir. Ayrıca kocanın da çocuk üzerinde bakım ve gözetim hakkı vardır. Bundan başka kocanın, çocuğun annesiyle beraber onun kefaletini üstlenme hakkı da vardır.
6. Sürekli bir hastalığı veya çocuğun bakım ve gözetimine engel olacak bir özrü olmamalıdır.
Anne kanser, felç gibi bir hastalığa müptela olursa veya kör ve sağır olursa, çocuğun bakım ve gözetim hakkını kaybeder. Çünkü bu tür hastalık ve özürler, çocuğa gerekli şekilde bakmaya mâni olur.
* Bakıcının, Bakmakta Olduğu Çocukla Birlikte Sefere Çıkıp Çıkamayacağı Hususu
Bakıcı veya veli bir iş görme veya ticaret için yolculuğa çıkmayı istediğinde, yolculuktan dönünceye dek çocuk, mukîm olanın yanında kalır. Sonra çocuk mümeyyiz ise, önce belirtilen şekilde, kendisiyle birlikte kalmak için dilediği kimseyi seçer. Ama taşınma ve yurt edinme yolculuğunu kastederse; çocuk, baba veya diğer bir asabeye tabi olur. Bu asabenin misafir veya mukîm olması fark etmez. Yalnız çocuğa bakanın beldesinde başka bir mukîm asabenin bulunmaması şarttır. Aksi takdirde çocuk ikisinden hangisiyle kalmayı dilerse, onu seçmekte muhayyer kılınır. Misafir olan asabenin onu almaya hakkı yoktur: Meselâ baba, çocuğa bakmakta olan ananın beldesinden başka bîr beldeye -ikamet için- taşınır, ama çocuğun dedesi, ona bakmakta olan ana ile beraber mukîm olmakta devam ederse; baba, çocuğu anadan alma hakkına sahip olmaz. Yine bunun gibi çocuğun dedesi ve erkek kardeşi olup da dedesi yolculuğa çıkar, kardeşi mukîm kalır veya kardeşi yolculuğa çıkar da amcası mukîm kalırsa; çocuk mukîm olanla birlikte kalır. Küçük çocukla birlikte sefere gidebilmek için yolun ve gidilecek mekânın güvenli olması şarttır. Aksi takdirde anası, onu yanına almakta daha fazla hak sahibidir. *
Bakım ve Gözetim Şartlarından Birine Sahip Olmamak
  Bakım ve gözetim ile ilgili yukarıda zikrettiğimiz altı şarttan birini kaybeden kişi, çocuğun bakım ve gözetim hakkını kaybeder. Ondan sonra bu hak, çocuğun ninesine, teyzesine, halasına ve benzeri yakınlarına geçer.'
Bakım ve Gözetim Şartlarından Birinin Bulunmadığı Nasıl Anlaşılır?
  Bakım ve gözetim şartlarından birinin bulunmadığı şu hususlardan biriyle anlaşılır:
a.  Çocuğun bakım ve gözetimini üstlenen kişinin itiraf etmesiyle. Anne'nin 'Ben evliyim' veya 'Ben ağır ve sürekli bir hastalığa müptelayım' demesi durumunda, onun bakım ve gözetim hakkı düşer.
b.  Çocuğun yakınlarından birinin itiraz etmesiyle. Çocuğun bakım ve gözetiminde hak sahibi olanlardan biri, çocuğa bakan  kişide  gerekli  şartların  bulunmadığını  iddia  eder, bunu  da delillerle isbat ederse, çocuğa  bakmakta olan  kişi  bu hakkını kaybeder.
c. Hâkim'in tahkik etmesiyle.
Hâkim, çocuğa bakanın durumundan şüphelenir de onun bu işe uygun olmadığına karar verirse, o kişinin çocuğa bakma hakkı ortadan kalkar.
* Hidâne Ücreti Bahsi
  Ana olsa dahi hâdine (bakıcı) için hidâne ücreti vardır. Bu, emzirme ücretinden ayrıdır. Emziren ananın kendisi olup, emzirme ve hidâne için ücret isterse, bu isteği karşılanır. Sonra küçük çocuğun malı varsa, bu ücret onun malından ödenir. Malı yoksa, bu ücreti babasının vermesi vâcip olur. Ya da nafakasını vermekle yükümlü olan kimsenin vermesi vâcip olur. Bakıcı için durumuna göre yeter miktarda ücret takdir edilir. *


RAD 
( Çocuk Emzirme)
Kur'an-ı Kerim emzirmenin nesep gibi insanları birbirine bağlayıp, tarafların birbiriyle evlenmelerine mani olup sebeplerden biri olduğunu açıkça beyan ediyor.
Emzirmenin hükmü, dokuz yaşına varmış canlı bir kadının sütünü emmekle sabit olur. Binaenaleyh iki çocuk, bir koyunun veya bir ineğin sütünü emseler, birbirine kardeş olmadıkları gibi ölmüş bir kadının sütünü emseler de birbirine kardeş olmazlar.
Fıkıh kitapları her ne kadar emmek tabirini kullanıyorlarsa da, emmek şart değildir. Bir kadının sütü sağılıp bir çocuğa içirilse yine emmek gibi sayılır. Yalnız sütün ağız yoluyla verilmesi şarttır. Binaenaleyh, şırınga velev maksat da içeri zerk edilse emzirmek hükmüne geçmez.
Emzirmenin sabit olabilmesi için iki rükün vardır:
1) Emen çocuğun ay hesabıyla iki yaşını doldurmamış olması. Binaenaleyh iki yaşını tamamlamış olan bir çocuk, bir kadının sütünü emerse, emzirme hükmü cari olmaz.
2) Emzirmenin beş sefer olması ve her defasında çocuğun kendi ihtiyariyle emmekten vazgeçmesi. Oynayarak birkaç sefer memeyi ağzına koyup çıkarırsa veyahut bir memeden diğer bir memeye intikal ederse bir defa sayılır.
Dört defa mı, beş defa mı süt emdiğinde şüphe edilirse azı kabul edilir ve hükmü sabit olmaz.

 Rıdâ'dan (Emzirmeden) Doğan Akrabalık ve Hükümleri
Bir kadın, yabancı bir çocuğu emzirdiğinde çocuk kadının oğlu gibi olur, kadının kocası da çocuğun babası gibi olur ve bu akrabalık üzerine şu hükümler neticelenir:
A. Bir çocuğu emziren kadınla o çocuğun evlenmesi haramdır. Çocuğun başka bir kadınla evlenmesi halinde, karısının akrabalarından kimler kendisine haram olursa, süt annenin de onlar gibi yakın olan akrabaları kendisine haram olur. Bu bakımdan, süt annenin kızı ve kız kardeşi, süt çocuğa haram olur. Çünkü biri teyzesi, biri de kız kardeşi hükmündedir. Süt annenin çocuklarının çocukları ve torunları da böyledir. Çünkü bunlar kardeşlerinin kızları ve torunları hükmündedir. Süt annenin annesiyle evlenmek de haram olur. Zira bu ninesi hükmündedir. Bunların tümü, süt çocuğa haramdır. Çünkü bunlar onun süt annesi ve süt babasının nesebindendirler.
Bir kadından süt emen çocuğa haram olan kişiler şunlardır: Süt babanın kız kardeşi, zira halası hükmündedir.  Süt babanın kızı, isterse başka bir kadından olsun. Çünkü o da kız kardeşi hükmündedir. Süt babanın çocuklarının kızları da ona haram olur; zira bunlar erkek ve kız kardeşin   kızları   hükmündedir.   Süt   babanın   annesi   de   ninesi hükmünde olduğundan onunla da evlenmesi haramdır.
B.  Süt annenin ve onun yakınlarının da süt çocukla evlenmeleri haramdır. Bu kişilerin, süt çocuğun çocuklarıyla da evlenmeleri haramdır. Süt annenin anneliği, neseb anneliği gibi olduğundan onun nesebinden olan herkes süt çocuğa haramdır. Süt çocuğun nesebinden gelenler için de hüküm böyledir.
C.  Süt annenin, süt çocuğun babası, amcası ve kardeşleri ile evlenmesi caizdir. Çünkü onlar süt annenin nesebinden uzak yabancılar hükmündedir.
Süt Akrabalığının Nedeniyle Oluşan Hükümler
Sütten meydana gelen akrabalık üzerine, biri haramlıkla, diğeri helâllikle olmak üzere iki kısım hüküm neticelenir: Haramlık, nikâh ile, helâllik de halvet ve bakmakla ilgilidir. Bu bakımdan süt nedeniyle akraba olanların, neseb nedeniyle akraba olanlar gibi birbirleriyle evlenmeleri haram olur. Tıpkı oğulla, annenin ve annenin anneleri ve ninelerinin, kız kardeş ve kız kardeşin ne kadar aşağı inerse insin bütün kızları, baba bir kız kardeş veya ana bir kız kardeşin ve onların kızları, halalar, ana-baba bir erkek kardeşin, baba bir erkek kardeşin, ana bir erkek kardeşin kızları ve torunları haram olduğu gibi, rıdâ (emzirme) nedeniyle de bunlar derecelerine göre haram olur. Bunların izahı daha önce yapıldığı için burada tekrar etmeye gerek yoktur. Kişinin, kayın vâlidesiyle, hanımının başka kocadan olan kızıyla ve babasının diğer hanımıyla evlenmesi haramdır. 
Bunların haram olması musaheret (dünürlük) sebebiyledir. Musaheret (dünürlük) sebebiyle haram olanlar, süt nedeniyle de haram olurlar. Hz. Peygamber'in, bütün bu hükümlerin delili olan 'Neseb nedeniyle haram olanlar, rıdâ (emzirme) nedeniyle de haram olurlar' (Müslim/1451) sözüdür.
Süt Nedeniyle Helâl Olmanın Üzerine Terettüb Eden Hükümler
  Neseb nedeniyle helâl olan hususlar, emzirme nedeniyle de helâl olur. Erkek ve kız kardeşin neseb nedeniyle birbirlerine bakmaları helâl olduğu gibi, rıdâ (emzirme) nedeniyle de birbirlerine bakmaları helâl olur. Rıdâ (emzirme) nedeniyle kardeş olan bir erkekle bir kız yalnız kalabilir, birlikte uzun bir yolculuğa çıkabilirler. Ancak bu hüküm, süt kız kardeşine ve diğer mahremlerine şehvetle bakmasına ruhsat teşkil etmez. Zira bu, neseb nedeniyle mahrem olanlar için de haramdır.
Bu yüzden müteahhir fakihler 'Zaruret (ihtiyaç) olmadığı takdirde bir kadının yabancı bir çocuğu emzirmemesi gerekir' demişler ve süt akrabalığı nedeniyle kadınlarla erkeklerin ihtilafını caiz görmemişlerdir; zira bazen bu ihtilat, birtakım serlere ve haramlara sebep olabilir. Çünkü dinî yasaklık zayıf, fıtrî yasaklık ise yoktur.


NESEB
Neseb'in Sabit Olması
Neseb akrabalık demektir. Miras, nikâh, helâllik, haramlık, velayet, vasiyet ve benzeri hususlar nesebe bağlıdır. Bu nedenle nesebin kendileriyle sabit olduğu delilleri, şüpheye meydan vermemek, neseb bağlarındaki sarsıntıyı önlemek için izah edip düzenlemek gerekir.
Nesebin îsbatı
Neseb, şu hususlardan biriyle sabit olun
A. İki şahit
Şahitlerin gerekli niteliklere sahip olması gerekir ki bu nitelikleri Nikâh bahsinde beyan etmiştik. Bu bakımdan kadınların şahitliğiyle neseb sabit olmadığı gibi, bir erkek ile iki kadının şehadetiyle de sabit olmaz. Çünkü neseb, nikâhın bir dalı sayılır. Nikâhın ve nesebin subûtiyeti hususunda kadınların şehadeti kabul edilmez.
B. İkrar
Bu da kişinin Zeyd'in babası olduğunu söylemesiyle veya Zeyd'in o kişinin babası olduğunu ikrar etmesiyle olur.
İkrar'ın Sahih Olmasının Şartları
Babalık iddiasında veya oğulluk iddiasında bulunan kişinin ikrarının sahih olması için şu şartların bulunması gerekir:
a. Yapılan ikrarı görünüş yalanlamamalıdır.
Babalık veya oğulluk iddia eden kişiyle diğerinin yaşlan, baba-oğul olacak şekilde olmalıdır. Baba-oğul olmaları* mümkün olmayacak bir yaşta olurlarsa, meselâ ikisi de aynı yaşta olurlarsa, ikrar sahih olmaz, ikrar sahih olmayınca neseb de sabit olmaz.
b. Yapılan ikrarı şeriat tekzip etmemelidir.
Şeriatın tekzip etmesinden maksat, oğulluk iddia edilen çocuğun nesebinin belli olması ve iddia eden kişiden başkasının oğlu olmamasıdır.
Çünkü nesebi sabit olan kişi, iddia ile başka birisinin nesebine intikal etmez, İsterse istilhak edilen kişi kabul etsin.
c. İstilhak edilen çocuk, mükellef olduğu takdirde babalık iddia eden kişinin iddiasını tasdik etmelidir. Çünkü çocuğun, nesebinin tespitinde hakkı vardır ve bunu söylemeye başkasından daha evladır.
d. Yapılan ikrar kişiye menfaat sağlamamalı veya herhangi bir zararı defetmemelidir.
Bir menfaati celbetmek veya bir zararı defetmek için yapılan ikrar sahih kabul edilmez. Çünkü bu bir iddiadır, iddia ise şahitlerle veya birtakım karinelerle ve delillerle sabit olur.
Meselâ servet sahibi bir genç ölür de birisi çıkıp 'O benim oğlumdu' derse, bu iddia kabul edilmez. Çünkü bir şeyi iddia ve ikrar, kişinin zararına olduğu hale yapılırsa makbul olur. Şehadet de şahitlikten menfaat olmadan yapıldığında makbul olur. Şahit, şehadetiyle bir menfaat elde ediyorsa veya bir zararı kendisinden defediyorsa, onun şahitliğine itibar edilmez. Nitekim Hz. Peygamber, şahitliğinden kendisine menfaat sağlayan veya şahitliğiyle kendisinden bir zararı defeden kişinin şahitliğini kabul etmemiştir. (Tirmizî/2299)
e. Babalık veya oğulluk iddia eden kişinin iddiasını, iki adil şahit tasdik etmelidir.
Ancak bir kişi kendisini, bir şahsa veya bir kabileye nisbet eder de 'Ben falanın oğluyum' veya 'Ben falan kabiledenim' derse, o memleketin halkı da bu iddiayı tasdik ederse ve bu kısa bir zaman diliminde değil de uzun zamandır kabul edilen bir şey ise, bu istifaze (kendini bir şahsa veya kabileye "nisbet etme), şahitlik yerine geçerek şahitlere gerek bırakmaz ve nisbet sahih kabul edilir. Ancak bu nisbeti doğrulayan kişilerin sayısı, onların yalan üzerinde ittifak etmeyecekleri miktarda olmalıdır; yani akıl, onların bir yalan üzerinde ittifak etmelerini imkânsız görmelidir.
İstifaze ile nesebin sabit olup şahitlere gerek bırakmamasının sebebi şudur: Neseb, sabit olan hususlardan olduğundan ve nesiller boyu devam ettiğinden, onun başlangıcına şahit getirmek zordur. İnsanlar neseplerini ispat etmek için istifaze usûlüne başvurmak zorunda kalmışlardır.
Sahabe de kendilerini kabilelerine, babalarına nisbet ediyorlar, Hz. Peygamber de onlardan bu hususta şahit getirmelerini -nikâh akdinde olduğu gibi- talep etmiyordu. Onlar, istifaze yoluyla o kabilenin, o babanın mensubu ve evlatları olduklarını ispat etmiş kabul ediliyorlardı.
Halkın istifaze usûlüne başvurmalarına, muhalif kişiler bulunmadığı takdirde itibar edilir, hükümler de bunun üzerine bina edilir.
Rıdâ'nın (Emzirmenin) Sabit Olması
Haramlık hususunda emzirmenin de neseb hükmünde olduğunu belirtmiştik. Nesebin sabit olmasının şartları, emzirmenin sabit olmasında da geçerlidir. Bu şartlar şehadet, ikrar ve istifaze'dir.
Fakat emzirmenin sabit olması için şahitlerin erkek olması şart değildir. emzirmede sadece kadınların şahitliği de kabul edilir. Çünkü rıdâ (emzirme), genellikle kadınların muttali oldukları bir durumdur. Buna binaen emzirmenin sabit olmasında makbul olan şahitler ve nitelikleri şunlardır:
a. İki adil erkek
b. Adil bir erkek ile adil iki kadın
c. Dört adil kadın.
Neseble İlgili Hükümler
Sabit olan nesebin üzerine terettüb eden hükümleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Helâl ve haram yönünden evlenme hükümleri
2. Nafaka hükümleri ve nafaka ile ilgili olan mesuliyetlerin düzenlenmesi
3. Velilik ve veliliğin dereceleri
4. Miras ve miras paylarının düzenlenmesi, varislerin derecelerinin tensik edilmesi
5. Vasiyet ve vasiyetin sahih olup olmadığının belirlenmesiyle ilgili hükümler.
Bu meselelerin tümü neseble ve ayrıca vasiyet edilen kişinin varis olup olmamasıyla ilgilidir.
Bu hükümler, ancak özel bir fasıl altında izah edilebilir. Bunların bir kısmını beyan etmiştik, bir kısmını da ileride beyan edeceğiz.
En doğrusunu Allah bilir.


-*- RİDDET -*-
 Riddet, baliğ, akil ve muhtar olan bir kimsenin söz veya fiil veya itikat ile İslâm’ın tümünü veya kesin olarak kabul ettiği bir hükmü red etmektir. Binaenaleyh, bir kimse, Allah'ı inkâr eder veya bir Peygamber'i yalanlar veya herhangi bir mahluka secde eder veya küfür hususunda tereddüd ederse mürted olup İslâmiyet ile ilgisi kesilir. Böyle bir halde bulunan kimseye baş vurulup yeniden İslâm’a dönmesi için teklif edilir. Riddet hususunda israr ederse cezası idamdır. 
Resûlü Ekrem (a.s.v.) buyuruyor: مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوهُ "Dinini değiştiren kimseyi öldürünüz." (Buhari)
 İslâm’a dönerse yapılacak bir şey yoktur.
Bir kimse Kur'an-ı Kerim'in bir ayetini inkar edip küçümserse mürted olur. Meselâ İslâm dini kesin olarak faiz, zina, ve içki gibi şeyleri yasaklayıp namaz, oruç, zekât, hac ve kadının örtünmesini emretmiştir. Bunun hilafını söylemek, yani hilafını kabul etmek ve bunları red etmek İslâm’dan dönüş sayılır ve irtidad meydana gelir.
Bir kimse Kur'an-ı Kerim'i veya Peygamberin hadisini ayak altına alır veya yastık olarak kullanırsa kafir olur.
İtikat ile irtidad için birkaç misal; Allah’ın varlığını, Peygamber (a.s.v.)'in nübüvvetini, ahireti, Cennet ve Cehennemi ve zaruriyat-ı diniyyelerden birisini inkar etmek veya hakkında şüpheye düşmek. Beş vakit namazın farziyetini ve bir namazın bir rekatını veya bir secdesini kabul etmemek. Yalnız vesvese ile insan kafir olmaz. Meselâ bir kimse Allah’ın varlığını inkar etmezse sadece onun varlığı ve yokluğu meselesi kalbinden geçse irtidad sayılmaz.
Fiil ile irtidad put, ay, güneş ve deniz gibi bir mahluka secde etmek, küfre vesiyle olur. Ancak zorlama ile olursa durum değişir. Başkasına saygı göstermek için baş eğmek mekrûhtur.
Söz ile irtidad için birkaç misal: İslâm’a inanan bir kimseye Yahudi, Hristiyan, kafir, dinsiz ve mürted gibi kelimelerle hitap etmek veya vasıflandırmak. Allah’ın isimlerinden birisiyle alay etmek, Allah'tan, Kur'an'dan ve İslâm'dan beri olduğunu söylemek. Şeriati inkar etmek. Çünkü şeriatı inkar etmek İslâm’ı inkar etmek demektir. Yalnız bir müçtehitin sözünü inkar etmek irtidad değildir. Meselâ abdestin niyyetini veya hayvanı keserken Allah'ın adını söylemenin vacip olmadığını söylemek küfür sayılmaz.
 Riddet ettikten sonra alış veriş, hibe ve rehin gibi gecikmeye gelmeyen şeylerde tasarruf batıldır. Gecikmeyi kabul eden vasiyyet gibi şeylerde ise tasarrufu bekletilir. Şayet İslâmiyet'e dönerse infaz edilir. Yoksa makbul değildir. İslâm’a dönmediği takdirde bütün malı Beytülmala aittir.
İslâm’a dönmeyen mürted hakkında idam cezasını tatbik edecek bir hükümet olmazsa (şimdiki gibi) iddet bittikten sonra zevcesi boş sayılır.


LAKİT 

(Terkedilmiş Çocuk)
Lakit ile İlgili Hükümler
Lakit çarşı, sokak gibi yerlere bırakılan (terkedilen) çocuk demektir. Buna melkut ve menbuz da denir.
Lakit'in Alınmasının Meşruiyetine Dair Deliller
Lakit'in (terkedilmiş çocuğun), bulan kişi tarafından alınmasının caiz olduğuna dair Kur'an ve Sünnet'te genel olarak birçok delil vardır. Kur'an-ı Kerim'den şu ayetleri misal olarak verebiliriz:
“Hayır işleyin! Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Hac/77)
“İyilik etmek (birr) ve (fenalıktan) sakınmak (takva) hususunda birbirinizle yardımlasın.” (Mâide/2)
“Bir insanı dirilten (yaşamasını sağlayan) sanki bütün insanları diriltmiş gibi olur.” (Mâide/32)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Kim bir mü'minin dünya gamlarından bir gamını giderirse Allah da onun kıyamet günündeki gamlarından bir gamını giderir. Kim, darlıkta olan bir kimseye karşı kolaylık gösterirse Allah da ona dünya ve ahiret darlıklarında kolaylık ihsan eder. Kim bir Müslümanı(n ayıplarını) örterse, Allah da onun dünya ve ahirette ayıplarını örter. Müslüman bir kul, din kardeşinin yardımında bulundukça Allah da onun yardımında bulunur.” (Müslim/2699, (Ebu Hüreyre'den)
“Bir yetimi büyüten kişiyle ben, cennette şunun gibiyiz.” (Buharî/5679, (Sehl b. Sa'd'dan)
Rasûlullah böyle derken şehadet parmağı ile orta parmağını göstermiş ve böylelikle cennette o kişiyle birlikte olacağını kast etmiştir. İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. (Tirmizî/1923, (Cerir b. Abdullah'tan)
Terk edilmiş Çocuğu Almanın Hükmü
Terk edilen çocuğu bulan kişinin onu alıp büyütmesi ve terbiye etmesi güzel bir şeydir, O memleket halkı üzerine, o çocuğu alıp büyütmek ve terbiye etmek farz-ı kifaye'dir. Terk edilen çocuk, alınmaz da ölürse o köydeki veya o mıntıkadaki veya o memleketteki tüm insanlar bundan mesul olurlar. Eğer bir kişi terk edilen çocuğu alıp büyütür ve terbiye ederse, o memleketteki halkın tümü mesuliyetten kurtulur. 
Bunun delili şu ayettir: “Bir nefse karşılık veya yeryüzünde yapılan bir fesada karşılık değil de sebepsiz yere bir nefsi öldüren, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Bir nefsi dirilten de sanki bütün insanları diriltmiş gibi olur.” (Mâide/32)
Öldürmek mutlaka bir kişiye saldırıp vurmakla olmaz, bir kişinin yaşamasını sağlamak elinde olduğu halde ona yardım etmemek, (meselâ aç bir insana yemek vermemek veya terkedilmiş bir çocuğu olduğu yerde bırakarak onu ölüme terk etmek) de öldürmek sayılır.
Terk edilmiş Çocuğu Alırken Şahit Tutmak
Terk edilmiş bir çocuk bulan kişinin, çocuğu alırken -çocuğun hürriyet ve nesebinin korunması için- şahit tutması vaciptir. Çocukla beraber bulunan para ve diğer şeyler için de şahit tutulmalıdır. Böylece kişi itham olunmaz. Çocuğu bulup alan kişi emin ve adaletli bir kimse de olsa, şahit tutması gerekir.
Terk edilmiş Çocuğu Alan Kişide Bulunması Gereken Şartlar
Yukarıda zikrettiğimiz hükümler, terk edilmiş çocuğu almanın hükümleriydi. Terk edilmiş çocuğun mesuliyetinin, o memlekette yaşayan herkesin üzerine olduğunu, onlardan birisi o çocuğa sahip çıktığında, mesuliyetin o memleket halkı üzerinden kalktığını belirtmiştik. Çocuğu alan kişide bulunması gereken şartlar şunlardır:
1. Terk edilmiş çocuk hükmen Müslüman olduğunda, o çocuğu alan kişinin Müslüman olması şarttır.
Ancak terk edilmiş çocuk kâfir bir ana-babadan olup da hükmen kâfir olursa, kâfir bir kişinin onu almasında sakınca yoktur.
2. Terk edilen çocuğu alan kişinin adil bir kimse olması gerekir.
Fasık bir kişinin, terk edilmiş bir çocuğu almasına devlet engel olmalıdır.
3. Terk edilen çocuğu alan kişi reşid olmalıdır.
Terk edilmiş çocuğu, reşid olmayan bir kişi aldığında çocuk ondan geri alınır. Çocuğu alan kişi reşid olur da çocuğu aldıktan sonra bunarsa, çocuk onun yanında bırakılmaz. Malında tasarruf yetkisi olmayan kişinin yanında da çocuk bırakılmaz.
4. Terk edilmiş çocuğu alan kişi mukim olmalıdır.
Çocuğu alan kişi sefere çıkmak veya başka bir memlekete gitmek isterse, çocuğu ondan almak vacip olur. Zira çocuğu köle olarak satmasından veya benzer bir şey yapmasından emin olunamaz. Tüm bu hükümler, hâkimin gözetim ve kararıyla uygulanır. Çünkü hâkim, velisi olmayanın velisidir. Bu bakımdan bulunan bir çocuğun velayeti hususundaki hüküm hâkime aittir.
Alınan Çocuğun Nafakası
Terk edilmiş bir çocuğun ya malı vardır veya yoktur. Eğer malı varsa, bu mal onun mülkü olarak kabul edilir. Gerekli şartlara sahip olarak çocuğu alan kişi, hâkimin izniyle o maldan çocuk için sarf eder. Eğer hâkimden izin almadan o maldan sarf ederse, onu geri ödemekle mükellef tutulur.
Nitekim bir yetimin velisinin yanında bir emaneti olur da veli hâkimden müsaade almadan o emanetten çocuğa sarf ederse, o emanetin benzerini veya kıymetini ödemekle mükellef kılınır. Evet bu mal, ancak hâkimin izniyle sarf edilebilir. Çünkü bu malın velayeti, baba ve dede hariç hiç kimseye verilmemiştir. Bu nedenle terkedilmiş bir çocuğu alan kişiye böyle bir hak haydi haydi verilmez. Hâkim, velisi olmayan kişinin mutlak velisi olduğundan, çocuğun malında tasarruf etmek için hâkimden izin almak gerekir. Eğer kişi çocuğun malından, hâkimden izin almadan çocuk için sarf ederse, velayet devreye girer.
Terk edilmiş Çocuğun Malı Yoksa, Nafakası Beyt'ul-Mal'dan Karşılanır
Terk edilmiş çocuğun malı yoksa, onun nafakasını beyt'ul-mal'dan karşılamak vaciptir. Bu nafaka mesâlih-i amme payından verilir. Çünkü beyt'ul-mal bu gibi durumlar için vardır. Bu hüküm, icma ile sabit olmuştur.
Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, terk edilmiş çocuğun nafakası hususunda sahabe istişare etti. Sahabenin tümü, terk edilmiş çocuğun nafakasının beyful-mal'dan verilmesi gerektiğini söylediler.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir mal bırakırsa o mal kendi mirasçılarına aittir.” (Buharî/2268-2269; Müslim/l6l9)
“Kim de üzerinde bir borç varken ölürse, o borcu ödemek bana aittir. Biriniz ölür de bir borç veya evlad-ı iyâl bırakırsa ben onun velisiyim.” (Müslim/1619)
Bu hadîsler terkedilmiş çocuğun malı olmadığında, onun nafakasının beyt'ul-mal'dan karşılanması gerektiğine umumi olarak delâlet etmektedir.
Terk edilmiş Çocuk Büyüdüğünde Beyt'ul-Mal'dan Karşılanan Nafakanın Bedeli Geri Alınır mı?
Terk edilmiş çocuğa beyt'ul-mal'dan verilen nafaka, çocuk büyüyüp zengin olduktan sonra geri alınmaz. Zira bu pafaka ona borç olarak verilmemiştir. Terk edilmiş çocuğa beyt'ul-mal'dan verilen nafaka, tıpkı kocanın karısına, babanın evladına verdiği nafaka gibidir; yani bu nafaka, çocuğun hakkıdır.
Beyt'ul-Mal'da, Terk edilmiş Çocuğa Verilecek Nafaka Olmadığında Ne Yapılmalıdır?
Beyt'ul-mal'da, terk edilmiş çocuklara verilecek nafaka olmadığında, idarecinin zenginlerden borç alıp o çocukların nafakalarını karşılaması vaciptir. Bu borç daha sonra beyt'ul-mal'dan ödenir.
Terk edilmiş Çocuğa Gösterilmesi Gereken İhtimam
Yukarıda zikredilen hükümlerden, terk edilmiş çocuğun bakım ve gözetiminin, terbiyesinin ve ona gösterilecek ihtimamın Allah katında çok büyük bir derecesi olduğu anlaşılmış olmalıdır. Bu bakımdan terk edilen çocuk ihmal edilir de zayi olursa, devlet ve toplum günahkâr olur. Çünkü devlet o çocuğun bakımından, gözetiminden ve terbiyesinden sorumludur. Devlet o çocukların masraflarını karşılamak zorundadır. Eğer devletin parası yoksa, zenginlerden borç alıp çocukların masraflarını karşılanmalıdır. Daha sonra aldığı borcu, sahiplerine ödemelidir.
Terkedilmiş Çocuğun Bakım ve Gözetimini Üstlenmek, Onun Evlat Edinilmesini Caiz Kılmaz
Terk edilmiş çocuğun terbiyesine, bakım ve gözetimine verilen bu önem, onun evlat edinilmesini caiz kılmaz. Terk edilmiş çocuğu evlat edinmek, evlat edinen kişiyle o çocuk arasında bir neseb bağı meydana getirmez.
Allah Teâlâ, terk edilmiş çocuğun bakım ve gözetimini üstlenmekle onu evlat edinmeyi kesin olarak birbirinden ayırmıştır. Terk edilmiş çocuğun bakım, gözetim ve terbiyesini üstlenmek vaciptir, bunun kaynağı da İslâmî kardeşlik ve insanî merhamettir. Evlat edinmenin amacı ise yeni bir neseb oluşturmaktır ki bu haram kılınmıştır. Çünkü neseb, nikâh ve doğumla sabit olur. Terk edilmiş çocukla, onun bakım ve gözetimini üstlenen kişi arasında böyle bir şey yoktur. Yabancı bir çocuğu evlat edinmek, onu mirasçı yapmak anlamına gelir, bu da diğer mirasçılara zulümdür. Zira Allah Teâlâ, o çocuğa böyle bir hak vermemiştir.
Yabancı bir çocuğu evlat edinmek, Allah'ın helâl kıldığı birtakım şeyleri haram, haram kıldığı birtakım şeyleri de helâl kılmak anlamına gelir. Çünkü evlat edinilen çocuk, tıpkı öz çocuk gibi kabul edilip onunla aynı haklara sahip olmaktadır; öz çocuğa haram olanlar ona da haram, öz çocuğa helâl olanlar ona da helâl kılınmış olmaktadır. Oysa evlat edinen kişinin hanımı, kızı ve diğer mahremleriyle evlenmek-öz çocuğa olduğu gibi- evlat edinilen çocuğa haram değildir. Evlat edinilen çocuğun onlara bakması, onlarla halvet olması -Öz çocuğa olduğu gibi- helâl değildir. Bir çocuğu evlat edinmekle bu hükümler tam tersine döndürülmüş olmaktadır. İşte bu nedenlerden ötürü Allah Teâlâ evlat edinmeyi haram kılmıştır. Çünkü evlat edinmek, soy (neseb) icat etmek ve gerçek nesebin haklarını ve hükümlerini, icat edilen nesebe de vermek anlamına gelir.
İslâm, kişiyi evlat edinmekten müstağni kılacak bir yol göstermiştir, bu da terk edilmiş, fakir ve yetim çocukların terbiyesini, bakım ve gözetimini üstlenmektir. Böylece Müslümanlar mesuliyetlerin en ağırını, en önemlisini ve en tehlikelisini yüklenmişlerdir.
Evlat Edinmenin Haram Olduğunun Delili
Evlat edinmenin haram olduğunun delili şu ayettir: “Allah bir adamın içinde iki kalp kılmadı. Kendilerine zihar yaptığınız hanımlarınızı da analarınız kılmamıştır. Evlatlıklarınızı da oğullarınız yapmamıştır. Bunlar ancak sizin ağızlarınızda (söylediğiniz) sözlerinizdir. Allah hakkı söyler ve O doğru yola hidayet eder. Onları (evlatlıklarınızı) babalarının isimleriyle çağırın. Bu Allah'ın nezdinde daha makbuldür. Eğer babalarını bilmiyorsanız, zaten onlar din kardeşleriniz ve yardımcılarınızdır. Eğer bir yanlışlık yaparsanız üzerinize bir vebal yoktur. Fakat kalpleriniz kasıtla hareket ederse (vebal altına girersiniz). Allah bağışlayan ve acıyandır.” (Ahzab/4-5)
Cahiliyye Usûlüne Dönmek
Gümünüzde bazı kesimler İslâm'dan önceki cahiliyye usulüne dönmüşlerdir. Çocuğu olmayan bazı insanların, yetimhanelere giderek oradaki çocuklardan evlat edindiklerini, onları kendi neseblerine (üzerlerine) kaydettirdiklerini müşahade ediyoruz. Oysa böyle yapmakla Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram yapmış olmaktadırlar. Çünkü onlar, Kur'an ve Sünnet'in haram kıldığı, menettiği bir şeyi yaparak Kur'an ve Sünnet'in emrini çiğniyorlar. Hatta onların yaptığı cahiliyye ehlinin yaptığından daha kötüdür. Zira onlar ‘Bu bizim öz evladımız değil, evlatlığımızda' diyorlardı, fakat bugünküler, onların öz, evlatları olduklarını iddia ediyorlar. Böylece aileden olmayan bir kişiyi aileye dahil ediyorlar. Evlat edinilen çocuğa haram olan şeyleri -meselâ o ailedeki kadınlarla halvet olması, onlara bakması haramken- helâl kılmış oluyorlar. Ona helâl olan şeyleri -meselâ o ailedeki kadınlarla evlenmesi helâl iken- haram kılmış oluyorlar. Ayrıca evlat edinilen çocuk mirasçı yapılarak gerçek mirasçıların hakkı ellerinden alınıp hakkı olmayan bir kişiye veriliyor. Evlat edinmenin mahzurları bunlarla da bitmiyor, daha başka fitne ve fesada da sebep oluyor.
Evlat edinen kişiler bilerek veya bilmeyerek ilahi gazaba düçar olup kıyamet gününde şiddetli azaba mustehak oluyorlar. Halbuki kendileri iyilik yaptıklarını zannetmektedirler. 
Allah Teala’dan, hal ve hareketlerimizi rızasına uygun kılmasını dileriz, bizim tek sığınağımız Allah’tır. Hamd, alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.


Dört Mezhebin Nikah, Aile ve Cinsellik ile ilgili Görüşleri

İlgili bölüme ulaşmak için başlığa tıklayınız.



Bu çalışma hazırlanırken;
1- İnternette bulunan ve mobil uygulamalarda online yayımlanan Rahmetli Ali ARSLAN Hoca Efendi tarafından tercüme edilmiş olan “Büyük Şafii Fıkhı” (Müellifler: Dr. Mustafa el-Hin, Dr. Mustafa el-Buğa, Ali el-Şerbeci) kitabından,
2- (http://risaleoku.com:8080/oku/safii/1) web sitesinde online yayımlanmış olan ve Müellifi Halil GÜNENÇ Hoca Efendi olan Büyük Şafiî İlmihali’nden,
3- https://ehliislam.com/dort-mezhep-fikih.pdf  web sitesinde online yayımlanmış ve Abdurrahman Cezîrî başkanlığında hazırlanmış olan ‘Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı’ kitabından,
4- Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. H. Yunus Apaydın tarafından hazırlanmış olan ve 1998 yılında Diyanet İşleri Başkanlığınca yayımlanmış olan ve https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/5255 adresinde de online erişime açık olan “İlmihal” kitabından,
5- TDV tarafından basılan ve (https://islamansiklopedisi.org.tr), adresinde online da yayımlanan İslam Ansiklopedisi’nden,
 6- Müellifi Vehbe Zuhayli olan ‘İslam Fıkhı Ansiklopedisi’nden,
7- İmam-ı Gazali’ye ait olan İhya-u Ulumiddin’den,


            Başta olmak üzere birçok kitaptan yararlanılmıştır. İlmihal hazırlanırken yararlanılmış ve söz konusu alıntılar (*) ile işaretlenmiş ve sonuna da kaynak ve (varsa) internet adresi linkleri ilgili bölümde belirtilmiştir.