İmam
Şafiî'nin Hayatı ve Görüşleri
İmam-ı Şafiî (hicri 150-204)
Doğumu Ve Nesebi
Gençliği Ve Yetişmesi
İmam Mâlikin Himayesinde.
Vazifeye Tâyin Edilişi
Mihneti
Şafiî´nin İlme Tekrar Dönüşü.
Beytü´l-Harâm´â Gelîşî
Bağdat´a Tekrar Gelişi
Bağdat´tâ Kısa Bîr Îkâmeti
Şafiî Mısır´da.
Şafiî´nin İlmi Îlme Yönelişi Ve Çağı
Şafiî´nin Şahsiyet Ve Karakteri
1- İdrâk Ve Hafıza Gücü.
2- İfade Gücü.
3- Basiret Ve Fîraseti
4- Îhlâsı
Şafiî´nin Görüşleri
Hilâfet Hakkındaki Görüşü.
Şafiî´nin Fıkhı Şafiî Fıkhının Kaynakları
1, 2- Kîtab Ve Sünnet: Şafiî´nin Sünneti Müdâfaası
3- İcmâ´
4- Sâhâbîlerîn Sözleri
5- Kıyas.
Şafiî´nin Îstihsân´ı Îptali
Şafiî´nin Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları
Şafiî´nin Mezhebi
Şâfii Mezhebinde Tahric.
Şafii Mezhebinde Müctehîdler.
Şafiî Mezhebinin Yayılışı
İMAM
ŞAFİÎ ve MEZHEBİ[1]
İmam Şafiî (150 204h.) Hicri II. asrın son
yıllarında Beytullah´ı ziyarete gidenler, tavaf sırasında etrafa göz atınca,
esmer benizli ve boyu Uzuna yakın bir delikanlı ile karşılaşır, genç ve yaşlı
talebeleri onun etrafında hal-kalanmış görürdü. Bu delikanlı onlara, fakîh ve
muhaddislerden dinlemeye alışık olmadıkları bir üslûpla şer´î hakîkatları
anlatıyordu. Irak gibi re´y fıkhının hâkim olduğu ülkelerden gelenler de, Medine
gibi muhaddislerin fıkhının hâkim olduğu yerlerden gelenler de aynı durumla
karşılaşıyorlardı.
Hac ibâdeti için ve bu arada
hadîs bilgisini artırmak maksadıyla buraya gelen İmam Ahmed b. Hanbel, İmam .
Şafiî´yi göınüş ve arkadaşı îshak b. Râhûye (Râhveyh)´ye: «Birinin dersini
dinledim, ondan daha akıllı hiçbir kimse görmedim.» demiş ve onu alıp götürmüştür.
Arkadaşı kendisine; İbni Uyeyne ve emsalinin hadîsini bırakıp bu delikanlıyı mı
dinleyelim diye sorunca Ahmed b. Hanbel şöyle cevap vermiştir: «Bu
delikanlının aklından faydalanmazsan onun yerini tutacak başka birini
bulamazsın. Âli hadîsi kaçırır-san, nazil hadîsi de kaçirmazsın ya!»[2].
İşte bu delikanlı İmam Muhammed
b. İdrîs eş-Şâfiî el:Kuraşî´dir. Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk önce tedvin
etmek ve esaslarını açıklamak şerefine ulaşan odur. Kendinden sonraki
nesiller, ilmi, ondan miras olarak almışlardır.[3]
Doğumu Ve Nesebi
Bütün rivayetler, İmam Şâfii’nin
150 H. yılında Gazze şehrinde doğmuş olduğunda birleşir. O, kıyas İmamı ve
Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebu Hanîfe´nin vefat ettiği sene dünyaya
gelmiştir. Bazı yazarlar hayâle kapılarak, Şafiî´nin, Ebu Hanîfe´nin öldüğü gece
doğduğu ve böylece yeryüzünün fıkıh İmamlarından hiçbir zaman hâli kalmadığı
düşüncesini uyandırmak istemişlerdir. Böyle bir iddia, herhangi bir temele dayanmadığı
gibi bir fayda da sağlamaz.
İttifakla rivayet edildiğine göre
Şafiî´nin babası Kureyş kabilesine mensup olup Peygamber (S.A.V.)´in dedesi
olan Hâşim´in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Onun şeceresini
tarihçilerin çoğu şöyle anlatır.- Muhammed b. îdrîs b. Abbas b. Osman b. Şâfi´
b. Sâ-ib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b. Abdimenaf. Bu silsilede
alman Muttalib, Abdumenaf m dört. oğlundan biridir. Abdumenaf´uı oğulları
şunlardı: 1 Muttalib, 2 Hâşim, 3 Abduşems Bu Emevîlerin dip dedesidir , 4
Nevfel Bu da Cübeyr b. Mut´im´iri dedesidir .
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz´in
dedesi Abdulmuttalib´i yetiştiren, adı geçen Muttalib´dir.
Muttalib oğulları hem câhiliye,
hem de İslam çağında Hâşim oğullarının yardımcısı idiler. Hattâ Kureyşliler,
Mekke´de insanları Allah yoluna çağıran Peygamber´e yardım ettikleri ve
Peygamber´e karşı kendilerini desteklemedikleri için Haşimîlerle bütün
münasebetlerini kestikleri zaman, Muttalib oğulları Hâşimîlerle birlik
olmuşlar, Şi´b[4] de yaşamışlar ve Hâşimîlere uygulanan zulüm ve işkenceye
onlar ila aynı şekilde katlanmışlardır. Yalnız Uz. Peygamber´in amcası olan
Ebu Leheb, bu boykot sırasında Kureyşlilere katılmıştır.
Bu sebeple Peygamber (S.A.V.),
Muttalib oğullarına da Hâşim oğulları gibi ganimetten hisse ayırmıştır. Rivayet
edildiğine göre Peygamber Efendimiz, Hâşim oğulları gibi Muttalib oğullarına da
ganimetten hisse verdiği zaman Umeyye ve Nevfel oğulları da aynı şekilde hisse
talep etmişlerdir. Cübeyr b. Mut´im bu konuda şöyle bir rivayette bulunmuştur:
Peygamber (S.A.V.), Hayber´de
elde edilen ganimetlerden Hâşim oğulları ile Muttalib oğullarına «Akrabalığı
olanlarda ayrılan hisseleri verince ben ve Osman b. Affâri gidip; Yâ
Resûlullah, dedik, onlar Hâşim oğulları olarak senin kardeşlerindir.
Üstünlükleri inkâr, edilemez. Çünkü, Allahu Teâlâ, seni onların içinden
seçmiştir. Ancak sen, Muttalib oğullarına da hisse verdiğin halde bizi
bıraktın. Biz ve Muttalib oğulları akrabalık yönünden aynı derecedeyiz. Bunun
üzerine Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: «Çünkü onlar hem câhiliye, hem de İslamiyet
devrinde bizden ayrılmadılar» ve iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek,
«Hâşim oğulları ile Muttalib oğulları bu bakımdan aynıdırlar» diye ilâve etti.
Şafiî´nin anası Yemenli olup Ezd
kabîlesindendir. Kureyş kabilesine mensup değildir. Oğlunun yetişip
olgunlaşmasında onun büyük bir payı vardır.[5]
Gençliği
Ve Yetişmesi
Şafiî, Rureyşli bir babadan
doğmuş, fakat beşikte iken onu kaybetmiş ve bu yüzden fakir olarak büyümüştür.
Annesi, oğlunun ne-seb ve kendisini belki ihtiyaçtan kurtaracak olan hukukunun
Kureyşlilerce tanınmayacak şekilde zayi olacağından korkmuştur. Bu sebeple
oğlunu MekkeTdeki makamına sahip kılmak için gayret sarf etmiştir. Hatîb Bağdati,
«Tarihu Bağdat» adlı eserinde Şafiî´ye dayanan bir senedle şöyle rivayet eder:
«Ben Yemen´de doğdum[6]. Anam,
hukukumun zayi olmasından korktu ve bana; ailenin yanına gidip onlar gibi
olman daha iyidir; çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum, dedi ve yol
hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke´ye geldim. O zaman yaklaşık olarak on yaşımda
idim. Bir akrabamın yanına indim ve ilim tahsiline başladım.»
Buna göre diyebiliriz ki: İmam
Şâfii çocukluğunda, yüksek bir soya mensup olduğu halde fakir ve yetim çocuklar
gibi yaşamıştır.. Yüksek soya mensup olan fakir çocuklar, gençlik çağlarında
genel olarak bir eğitim bozukluğu olmazsa, soylarının tesiriyle yüksek işlere
yönelirler. Şafiî´nin eğitiminde herhangi bir bozukluk veya gayri tabiîlik
olmadığı için kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere yönelmiştir.
Fakirliğine rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini insanlara yaklaştırmış,
cemiyete karışmasını sağlamış ve böylece içinde yaşadığı ortamın duygularına o
da katılmıştır.
Şüphesiz bütün bunlar Şafiî´nin
ruhunu içtimaî bir terbiye ile geliştirmiştir. Bu terbiye sayesinde O,
insanlarla kaynaşmış, cemiyeti ve halkın duygularını yakından tanıyabilmiş
tir. Çünkü cemiyeti yakından tanımak; toplumu ilgilendiren, toplumla ilgili
muameleleri, toplumu tanzim ve ferdler arasındaki ilişkileri sağlam esaslara
göre tesis etmekle uğraşan kişiler için zarurîdir. Keza, şeriatı tefsir ve
şeriatın hükümlerini çıkarıp ölçülerini ortaya koyma işi, cemiyeti yakından
tanımayı gerektirir.
Şafiî´nin ruhunda yüksek işler
yapma istidadı mevcuttu. Anası da oğlunu Gazze´den Mekke´ye gönderirken onu bu
yola teşvik etmiş ve gerekli sebepleri hazırlamış, Şafiî de, ileride hedefine
ulaşmıştır.
Şafiî, önce Gazze´de iken ilim
tahsiline başlamış ve Kur´an-ı Kerîm´i hıfzetmiştir. Mekke´ye gelince de büyük
hadis üstadlarından Peygamberin hadislerini tahsile koyulmuştur. O, hadis-i
şerifleri hem yazmak, hem de ezberlemek için büyük gayretler´ gösteriyordu.
Hadîsleri elde ettiği şeylere yazıyordu. Bazen onları saksı üzerine, bazen da
deri üzerine yazıyordu. O, hükümet konağına gidip öteki yüzüne yazı yazmak için
kullanılmış kâğıt isterdi.
Henüz çocuk yaşta, iken tahsilini
ilerletince, Arapçada derinleşmek cihetine gitti; böylece şehir ve
kasabalardaki yabancılarla meydana gelen karışma yüzünden Arap dilini tahrip
eden yabancı kelimelerin tesirinden kurtulmaya çalıştı. Bu maksatla Şafii,
çöle gitti ve Huzeyl kabilesinin içinde yaşadı. O, bu konuda şöyle der: «Ben
Mekke´den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin
yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi
idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. Mekke´ye döndüğüm zaman birçok rivayet
ve edebiyat bilgilerine sahip olmuştum.»
İmam Şafiî çöldeki haber, rivayet
ve şiirleri ezberlemiş, Hüzeyl kabilesinin şiirinde ihtisas sahibi olmuştur.
Hattâ câhiliye ve ilk İslâm asrının sanat ve edebiyatını rivayet eden el-Asma´î
der ki: «Huzeyl kabilesinin şiirlerini Muhammed b. İdris isimli bir Kureyş genci
sayesinde düzelttim.».
Şafiî, çölde bulunan iyi şeylerin
hepsini öğrenmiştir. O, Arapçayı öğrenip incelerken aynı zamanda ok atmayı da
öğrenmiş; hattâ bu konuda en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Öyle ki on defa ok
atsa hepsini hedefe isabet ettirirdi. Onun, bazı talebelerine şöyle söylediği
rivayet edilir: «Benim için iki mühim şey vardı: Biri ilim, diğeri de ok atmak.
Ok atmak hususunda onda - on isabet kaydedecek bir dereceye geldim.» İlim
konusunda bir şey söylememiş, fakat hazır bulunanlardan birisi; «Vallahi, sen,
ok atma maharetinden daha çok ilme sahipsin.» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki
İmam Şafii, çağının en üstün eğitimi ile yetişmiştir. Bundan sonra kendisini bütünü
ile ilme verip Mekke´deki fakih ve muhaddislerden fıkıh ve hadis tahsil
etmiştir. Nihayet Mekkeîi gençler arasında paınakla gösterilmeye lâyık olmuştur.
Süfyan b. Uyeyne, Müslim b. Hâlid ez-Zen-cî gibi bilgin ve hadîsçiler, onu özel
olarak koruyup gözetmiş ve takdir etmiştir.[7]
İmam-ı
Mâlik’in Himayesinde
Delikanlı, yirmi yaşına değdiği zaman fetva
verecek´ ve hadis rivayet edecek bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat onun ilim
tahsilindeki gayreti, Mekke´nin surlarını aşmış ve bu şehrin ötelerine doğru
Uzanmaya başlamıştı. Çünkü, ilmin hudut ve ülkeleri yoktur. Bu arada Medine´nin
İmamı Mâlik b. Ene´s´in adı Şafii´ye ulaşmıştı. Zîra, bu büyük İmamın adı o
derecede etrafa yayılmıştı ki, gelip gidenler hep onu anıyorlardı. Bu durumda
Şafiî´nin gayreti ondan ilim tahsiline yönelmiş ve bu yüzden o, Medine´ye
gitmek mecburiyetinde kalmıştır.
Fakat Şafiî, İmam Mâlik´in yanına
eli boş gitmek istememiştir. Yani dağarcığına İmam Mâlik´in ilminden de bir
miktar koymuştu. , Şöyle ki; İmam Mâlik´in meşhur bir kitabı vardı. İsmi her tarafa
yayılan bu eser el-Muvatta´» idi.
Şâfii, bu eseri Mekke´de birisinden
emanet olarak alıp okumuştu. Medine´ye gitme arzusu üzerine bu kitabı defalarca
okuyup İmam Mâlik´in fıkhına ünsiyet kazanmış ve onun rivayetteki yüksek
derecesini öğrenmişti.
Şafiî, yola çıkmaya karar verince
İmam Mâlik´le karşılaştığında kendisine kolaylık gösteınesi için Mekke
Valisinden Medine Valisine bir mektup almıştır.
Mu´cemu´l-Üdebâ, adlı kitabında
Yakut el-Hamevî bu mektup ve Şafiî´nin İmamı Mâlik´le karşılaşma hikâyesini
bizzat İmam Şafiî´den naklen şöyle anlatır:
«Mekke Valisinin huzuruna girdim
ve ondan Medine Valisine bir mektup aldım. Medine´ye gelip bu mektubu valiye
sundum. Vali, onu okuduktan sonra şöyle dedi: Benim için Medine´den Mekke´ye
kadar yaya ve yalınayak gitmek, Mâlik b. Enes´in kapısına gitmekten daha
kolaydır. Ben, onun kapısında dikilmek kadar hiçbir zillet görmedim. Bunun üzerine
ben de; Allah valinin işini rast getirsin, çünkü Vali dilerse onu huzuruna
çağırabilir, dedim. Vali de; heyhat! Nola ben ve maiyetim, binitlerimize binsek
ve üzerimize kırmızı toprak bulaşsa da bazı arzularımızı elde etsek! dedi.
Vallahi onun dediği gibi oldu. Üzerimize kıpkırmızı toprak bulaştı. [Bir müddet
gidip Malik´in evine vardıktan sonra) bîr adam ilerledi ve kapıyı çaldı. Bunun
üzerine dışarıya siyah bir câriye çıktı. Vali, ona; Efendine benim kapıda
olduğumu söyle, dedi. Câriye içeri girdi ve biraz gecikti. Sonra dışarı çıkıp
şöyle söyledi: Efendim size selâm ediyor ve diyor ki: Valinin bir meselesi
varsa bir şeye yazıp versin, cevap verelim. Hadîs için geldiyse, hadîs
meclisinin gününü biliyor, gitsin. Bunun üzerine Vali, cariyeye; Ona söyle,
yanımda Mekke Valisinden kendisine yazılmış mühim bir mesele ile ilgili bir
mektup vardır, dedi. Câriye içeri girdi. Sonra elinde bir kürsü (sandalye)
ile dışarı çıktı ve onu bir yere koydu. Az sonra İmam Mâlik, heybet ve vakarla
içeriden çıktı: Uzun boylu ve sakallı idi. Sonra yerine oturdu... Vali mektubu
ona takdim etti. Onu okudu ve: «Bu şahsa durumuna göre muamele et, ona hadîs
öğret ve iyilikte bulun.» sözlerine gelince mektubu elinden bıraktı ve:
«Sübhânallâh, Allah´ın Resûlü´nün ilmi vâsıtalarla mı öğretilir oldu » dedi.
Valiye baktım, onunla konuşmaktan
çekiniyordu. Ona doğru yaklaştım ve: Allah işinizi rast getirsin. Ben şöyle
bir kimseyim; maksadım, durum ve hikâyem şudur... dedim. Sözümü dinledikten
sonra bana iyice baktı... Onun kuvvetli bir firâseti vardı. Adın nedir diye
sordu, Muhammed´dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah´dan kork, günahlardan
sakın. Çünkü senin ileride büyük bir şânın olacaktır. Allah senin kalbine bir
nûr vermiştir. Onu mâsiyetle söndürme. Sen yarın buraya gelirsin, seni okutacak
olan da gelir.»
Bu çağlarda hadîs rivayetinde
gelenek şöyle idi: Hadîs tahsil eden kimse, hadîs rivayet ettiği veya hadîs
okuduğu üstaddan. bir hadîs kitabı alır, onu yazar ve rivayet ederdi. Bunun
için Şafiî, ertesi gün gelmiş ve yanında da İmam Malik´in huzurunda okumak
üzere onun el-Muvatta´ adlı kitabını getirmişti. Şafiî bu kitabı okumaya
başlayınca, onun güzel okuyuşu İmam Malik´in çok hoşuna gitmiştir. Şafiî,
kitabı fazla okumaktan çekinirse, İmam Mâlik, oha; Devam et, ey delikanlı,
derdi. Bu sebeple Şafiî, el-Muvatta´ kitabını İmam Malik´in huzurunda birkaç
gün içerisinde okuyup bitirmiştir.
Şafiî, Hicaz fakîhlerinin başı
olan İmam Malik´in yanından ayrılmamış ve onun himayesinde yaşamıştır. Bununla
beraber ara sıra çöle gidip Arap kabilelerini tetkik eder ve bir müddet onlarla
düşüp kalkardı. Nitekîm annesini ziyaret etmek ve onun öğütlerini dinlemek
için ara sıra da Mekke´ye giderdi. Annesi de asalet, güzel anlayış ve olayları
takdir kabiliyetine sahipti. Buna göre Şafiî´nin, ara sıra hocasının yanında
kalmadığını söyleyebiliriz.[8]
Vazifeye
Tâyin Edilişi
Şafiî fakir bir hayat
geçiriyordu. Ancak ömrünün sonuna doğru ona Beytu´l-Maldan, Muttalip
oğullarına ayrılan fasıldan bir tahsisat bağlanmıştır. İmam Mâlik ölünce Şafiî
geçimini temin için bir iş aramış ve İmam Malik´in yanında dokuz yıl kaldıktan
sonra Mekke´ye dönmüştür. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz´a gelmişti. Bazı
Kureyşliler vali ile konuşmuş, o da Şafii´yi yanma alıp götürmüştü. Şafiî bu
hususta şöyle der: «Annemin yanında yol harçlığımı verecek bir şey yoktu.
Evimizi rehin olarak verip onunla yol masrafımı kaşıladım. Yemen´e gelince
aldığım bu parayı ödemek için çalıştım.»
İmam Şafiî´nin dirayeti, bilhassa
Yemen Valisinin maiyetinde aldığı ve kadılık mahiyetinde olan bu görevinde
dikkati çekmiştir. Vazifesi Yemen´e bağlı olan Necran´da idi. Şafiî, burada
adaleti hakkıyla gerçekleştirmiştir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Necran´daki
halk da vali ve kadılara karşı dalkavukluk ederek, kendi çıkarlarını temine
çalışıyorlardı. Fakat onlar, Şafii´nin şahsiyetinde adaletle karşılaştılar ve
dalkavukluk yapmak suretiyle onun ruhunu istilâya imkân bulamadılar. Şafiî bu
durumu tasvir ederken şöyle der: «Necran´da çalışmak üzere vazifelendim.
el-Hâris b. Abdilmedân ve Sâkîf kabilesinin azatlıları orada idiler. Vali
buraya gelince ona dalkavukluk ettiler, aynı şeyi bana yapmak istedilerse de
benden yüz bulamadılar.»
İmam Şafiî, böylece, ruhuna
hiçbir kimsenin işlememesi için dalkavukluk kapısını kapamış oldu. Çünkü ifsatçılar,
valilerin ruhlarına bu kapıdan nüfuz ediyorlardı. Şafiî bu kapıcı kapatmakla
nefsini fesat, şer ve zulümden korumuş oldu. Dolayısıyla adaleti tam olarak
gerçekleştirdi. Fakat adaleti yerine getirmek güç bir iş olup onu ancak azimkar
valiler gerçekleştirebilirler. Onlar da zamanın merhametsizliği ve fesatçıların
hileleri ile karşılaşırlar.[9]
Mihneti
Bu itibarla İmam Şafii´nin
şiddetli bir mihnetle karşılaşması tabii görülmelidir. Bu sırada Necran´a zâlim
bir vali gelmişti. Şafiî, onun idaresi altındakilere zulüm etmesini önlemişti.
İhtimal ki İmam Şafiî diğer bilginlerin sahip olduğu tenkit kılıcına mâlik olup
bunu gayet güzel kullanıyordu. Belki de Şafiî, valiyi hem zulümden alıkoyuyor,
hem de emrinde olduğu halde dili veya tenkidi ile onu hırpalıyordu. Bunun
üzerine vâli, bir yolunu bulup Şafiî´ye karşı tezvir ve hileye başvurdu. Zîra
herkes sütünün icabını yerine getirecektir.
Abbasîler, Ali evlâtlarına karşı
daima saltanatlarını kıskanıyorlardı. Çünkü onlar da, Abbasîler gibi Uz. Peygamberin
soyuna dayanıyorlardı. Hattâ onlar, Uz. Peygamber´e Abbasilerden daha yar kın
idiler. Ayrıca yapılan isyanların hepsi de Ali evlâtları tarafından oluyordu.
Bu sebeple Abbasîler, daima onlardan çekmiyorlardı. Dolayısıyla herhangi bir
alevî hareketi gördükleri zaman onu hızla bastırıyorlardı. Herhangi bir
valinin Ali evlâtlarına karşı güzel davrandığını tesbit ederlerse derhal onu ya
azlediyorlar, ya muhakemeye çekiyorlar, ya da öldürüyorlardı. Hattâ bunu,
şüphelendikleri şahıslara da tatbik ediyorlardı. Zîra, onlara göre, memleket
düzeninin iyi gitmesi için suçsuz bir adamı öldürmek, bu düzenin bozulmasına
sebep olabilecek itham altındaki kimsenin serbest bırakılmasından daha iyidir.
Adı geçen zâlim vali, Abbâsîlerin
ruhlarındaki bu zaaf noktasından faydalanarak, Şafiî´ye karşı bir tuzak
hazırlamak istedi ve onu alevîlerle birlik olmakla itham etti. Bu maksatla o
zamanki hilâfet makamını işgal eden Hânın er-Reşîd´e bir mektup gönderdi.
O, bu mektubunda şöyle diyordu:
«Alevîlerden dokUz kişi harekete geçti. Ben, bunların ayaklanmasından
korkuyorum. Onlardan birisi Muttalib oğullarından Şafiî denilen bir adamdır.
Benim ona ne emrim, ne de yasaklarım tesir ediyor. O, diliyle, savaşçıların
kılıçlarıyla yapamadıklarını yapıyor.»
İşte Şafiî böyle bir töhmet
altında kaldı. Aslında bu töhmetin sebebi psikolojik idi. Fiilî bir şeye
dayanmıyordu. Çünkü, Şafiî´nin Hz. Ali evlâtlarına karşı sevgi beslediği
herkesçe biliniyordu. Fakat, onun bu sevgisi kendisini şiîlik propagandasına ve
onların iktidara gelmesi için fiili bir harekete sevk edecek durumda değildi.
Fakat o, bu yüzden râfizîlikle itham edildi. Gûyâ o, Ebu Bekir ve Ömer
(R.A.)´in hilâfetini reddediyordu. Şüphesiz Şafiî bundan beri´ idi. O, bu
hususta bir beytinde şöyle der:
«Eğer Âli Muhammedi sevmem,
râfizîlikse, îki cihan tanık olsun ben rafizîyim.»
Nihayet Şafiî, eli kelepçeli
Bağdat´a gönderildi. Bu, Şafii´nin Bağdat´a ilk gelişidir. Bu olay 184 H.
yılında cereyan etmiş olup Şafiî o tarihte takriben 34 yaşında idi. İmam
Şafiî, Halîfe Harun er-Reşîd´in huzuruna çıkarıldığı zaman güzel konuşması ve
İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin hüsnü şahadeti sayesinde canını kurtarmıştır.
İhtimal ki İmam Şafiî, İmam Muhammed ile İmanı Mâlik´in derslerinde tanışmıştı.
Zîra Şafiî, İmam Mâlik´in hayatının sonuna kadar dokuz yıl onun yanından
ayrılmamıştı. İmam Muhammed de bu sırada tam üç yıl İmam Mâlik´in derslerine
devam etmişti. Şafiî´nin güzel konuşması ve ifade gücü, Harun er-Reşîd´e, kendisini
sorguya çektiği zaman verdiği şu cevaptan anlaşılmaktadır:
«Ey Emir´ul-Mü´minin, iki kişi
farz edelim, birisi beni kardeş olarak görendir, dedi. Şâfii de şöyle cevap
verdi: İşte sen böylesin, ey Emîru´l-Mü´minîn. Çünkü siz Abbas oğullarısınız,
onlar ise Ali oğullarıdır. Biz Muttalib
oğullarıyız. Siz Abbas oğulları bizi kardeş görüyorsunuz, onlar ise köle
görüyorlar.» Şafiî, bu ifade ile alevîlik iddia eden bazı şiîlerin sözünü imâ
etmiştir. Aslında gerçek alevîler kendi soylarına karşı böyle bir şey
düşünmezler[10].
İmam Muhammed b. el-Hasen
eş-Şeybânî´nin tanıklığına gelince; o bu sırada Bağdat Kadısı idi. Şafiî,
Harun er-Reşîd in meclisinde itham edilerek sorguya çekilirken, İmam
Muhammed´i göınüş ve ona yakınlık duymuştur. Çünkü, ilim sahipleri arasında
manevî bir akrabalık vardır. Bunun için Şafiî, kendisini müdafaa sırasında
şöyle demiştir: «Ben ilim adamıyım, bunu kadınız Muhammed b. el-Hasen bilir.»
Bunun üzerine Hânın er-Reşîd, İmam Muhammed´e bu durumu soınuş, o da şöyle
cevap vermiştir: «Evet, bunun ilimden büyük bir nasibi vardır, iddia edilen
şeyle onun bir ilgisi olamaz.»
Pek kan dökmek heveslisi olmayan
Harun er-Reşîd, bu işi incelemek için bir yol bulmuş ve acele etmemiştir.
Büyük bir itimat duyduğu Muhammed b. el-Hasen´e, bunu yanma al ve durumunu
incele, demiştir. Bu inceleme işi, Şafiî´ye yöneltilen töhmete iltifat edilmemekle
neticelenmiştir.[11]
Şafiî´nin
İlme Tekrar Dönüşü
Irak´ın büyük fakihi Muhammed b.
el-Hasen, yalnız Şafiî´nin hayatım kurtarmamış, aynı zamanda onu kadılık
memuriyetinin karanlığından çıkarıp tekrar ilmin nuruna kavuşturmuştur. İşte
İmam Şafiî, bu tarihten, yani 184 H. yılından itibaren ölünceye kadar yirmi yıl
ilimle uğraşmıştır. Memuriyet hayatı İmam-Şafiî´nin kısa ve kıymetli ömrünün
beş yıl kadarını işgal etmiştir. Çünkü O, 54 yaşında vefat etmiştir.
Denilebilir ki, onun uğradığı
mihnet, kendisi için çok hayırlı olmuştur. Eğer o, bu mihnetle karşılamadaydı
memurluğu devam edecek ve belki de ilme hiç dönemeyecekti. Dolayısıyla,
gelecek nesiller onun ölmez ilmî mirasından yoksun kalacaktı.
İmam Şafiî, Muhammed b.
el-Hasen´in evinde konakladı. Daha önce İmam Mâlik´e sığındığı gibi bu kez de
İmam Muhammed´e sığınmış oldu. İlk önce Iraklıların fıkhına göre İmam
Muhammed´in telif ettiği kitapları okumaya başladı. Bu kitapları bizzat İmam
Muhammed´den okudu. Nitekim bundan önce el-Muvatta´i da İmam Mâlik´ten
okumuştu. Allah cümlesinden razı olsun!
Böylece İmam Şafiî, hem Irak´ın
hem de Hicaz´ın fıkhını birleştirmiş ve çağının en büyük fakîhlerinden ders
almıştır. Bu konuda îbni Hacer el-Askalânî «Tevali et-Te´sis fî Maâlî İbni
İdrîs» adlı kitabında şöyle der: «Medine´de fıkhı Mâlik b. Eries temsil
ediyordu. Şafiî onun yanma gidip derslerine devam etmiştir. Irak´ta da fıkhı
İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. Şafiî, Ebu Hanîfe´nin talebesi Muhammed b.
el-Hasen´den bizzat ders aldı. Böylece o, hem re´y taraftarlarının, hem de
hadîs taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirdi. Bu ilmin kaide ve
prensiplerini tesbit edecek kadar yüksek bir mevki ihraz etti. Bu konuda
muvafık ve muhalif herkes onun bu mevkiini tanıdı. Böylece onun ünü her tarafa
yayıldı, itibarı yükseldi ve nihayet o, hakkıyla İmamlık mertebesine erişti.»
Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´den
ilim tahsil etti. Ondan nakil ve rivayetlerde bulundu. Yaptığı bu nakil ve
rivayetleri yazdı. Kendisi bu konuda şöyle der: «Muhammed b. el-Hasen´den
bizzat kendisinden işitmek suretiyle bîr deve yükü ilim öğrendim.» Şafiî, Muhammed
b. el-Hasen´i daima hürmet ve tazimle anardı. Onun hakkında şöyle der: «Ancak
Muhammed b, el-Hasen hariç, kendisine münakaşalı bir mesele sorulan herkesin
yüzünde bir nahoşluk görürdüm.»
Burada belirtmeliyiz ki, Şâfii, İmam
Muhammed´den yalnız re´y ve kıyas fıkhını tahsil etmemiş, aynı zamanda ondan
Iraklılarca meşhur olan ve fakat Hicazlılarca meşhur olmayan rivayetleri de öğrenmiştir.
Şafiî´nin İmam Muhammed´den yaptığı rivayetlere şunu misâl olarak
söyleyebiliriz: «Muhammed b. el-Hasen, Yakub b. İbrahim (Ebu Yusuf) ´den, o da
Abdullah b. Dinar´dan, o da Abdullah b. Ömer´den, Peygamber (S.A.)´in şöyle
buyurduğunu bana haber verdi; «Velâ´ (birinin azatlısı olma) soy bakımından
akrabalık gibidir. (Azatlı) ne satılır, ne de hîbe edilir.» Şafiî, Bağdat´ta
oturduğu sıralarda Iraklılarla fıkhî münakaşalar yapar ve kendisini İmam
Mâlik´in talebesi sayardı. Muayyen bir metot ortaya koymazdı. Fakat İmam
Muhammed hariç, yaşça ona denk olanlarla tartışırdı, İmam Muhammed´le
tartışmayı kendisine yakıştırmazdı. Çünkü, onu kendisinin hocası olarak
görüyordu. Fakat, nasıl Ebu Hanîfe talebeleriyle münakaşa ediyor idiyse,
Şafiî´nin hocası İmam Muhammed de onun kendisiyle münakaşa etmesini isterdi.
Fakat, Şafiî, hocasıyla tartışırken utanırdı. Çünkü ilk hocası İmam Mâlik,
talebelerine münakaşa kapısını açmaz ve onları cedelleşmeden menederdi.[12]
Beytü´l-Harâm´â
Gelîşî
Tarihçiler, İmam Şafiî´nin
Bağdat´ta İmam Muhammed´in yanında hoca ve talebelerle tartışarak, ne kadar
kaldığını bildirmemektedirler. Büyük bir ihtimale göre o, burada iki sene
kalmıştır. Bu müddet, ister Uzun ister kısa olsun, gerçek olan onun çok verimli
oluşudur. Zîra, İmam Mâlik´in talebesi Şafiî, hocasından başka üstadların da
görüş ve fıkıh metotlarım öğrenme imkânını bulmuştur. Bunun tabii bir neticesi
olarak, Şafiî´nin, bu değişik görüş ve metotlar arasında karşılaştırmalı bir
inceleme yapması zaruri idi. Keza, onun, bu karşılaştırmalı incelemelerinden
sonra bu her iki görüş ve metotlardan birine yakın veya her ikisinden de Uzak bazı
görüşler ortaya atması gerekirdi.
Bu karşılaştırma, elbette görüş
ve metotları süzgeçten geçirerek ve bunlardan hangisinin daha doğru ve gerçeğe
daha yakın olduğunu ortaya koyacak esaslı ölçülere dayanmak mecburiyetinde
idi. İmam Şafiî, böyle bir karşılaştırma yapmak üzere Beytü´l-Harâm´a çekilmiş;
kendisini, keskin bir basiret ve anlayışlı bir teemmül içerisinde bu işe vermiştir.
Şafiî, burada yaptığı karşılaştırmalarından şöyle iki netice elde etmiştir:
1- Şafiî,
kendisine has bir mezheble ortaya çıkmıştır. O, daha önce İmam Mâlik´in
talebesi olup onun görüşlerini yaymaya çakışıyordu. Şimdi ise İmam Mâlik´in
görüşlerini müstakil olarak ele alıp inceleyen ve yerine göre tenkit eden,
bazen ona muvafakat, bazen da muhalefet eden bir ilim adamı olarak
davranıyordu. O, bu konuda «Hilafu Mâlik» adında bir kitap yazmıştır. Keza,
Şafiî, İmam Muhammed ve onun hocası Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf´un görüşlerini
incelemiş, tenkid etmiş; bazen bunlara muhalefet, bazen da muvafakat etmiştir.
Bu konuda yazdığı kitaba da «Hilâfu´I-Irâkiyyîn» adını vermiştir, İşte böylece
İmam Şafii, fakîhlerden herhangi bir guruba bağlı kalmaktan kurtulmuş, Allah´ın
Kitabı ve Resûlullah´ın Sünnetinin gölgesinde hür ve müstakil olarak, ictihad
mertebesine yükselmiştir.
2- İstinbat
(hüküm çıkarma) prensiplerini tesbit etmiştir ki, daha sonra bu usûl-i fıkıh
adını almıştır.
Şafiî, içtihadlarında yalnız ortaya koyduğu bu prensiplere göre hareket ederdi.
Ondan önceki-âlimler de, içtihatlarında birtakım metotlara bağlanırlar ve bu metotları
kısaca işaret ederlerdi. Şafiî ise, bu metotları işaret etmekle yetinmemiş,
müctehidin ictihad ve istinbat sırasında hatâya düşmemesi ve içtihadının
verdiği imkân nisbetinde hakîkata ulaşması için bağlı kalması gereken prensip
ve kanunları tesbit ederek açıklamıştır.[13]
Bağdat´a
Tekrar Gelişi
İmam Şafiî, Mekke-i Mükerreme´de
inceleme ve araştırmalarıyla öğrencilerine daha önce alışık olmadıkları bir
ilmi öğretmeye devam etmiştir. O, fıkıh derslerinde Kur´an ve Sünnetin
gölgesinden dışarı çıkmazdı. Bu sırada bilhassa hac mevsiminde bütün Uzak İslam
ülkelerinden gelen ilim adamları ondan feyz alırlardı. Meselâ, Iraklılar ve
diğerleri gelip ondan faydalanırlardı. Mekke´de bu seferki ikameti dokuz yıl sürmüştür.
Şüphesiz Şafiî, ulaşmış olduğu
neticeleri ve özellikle fıkhı istinbat için koymuş olduğu metotlar bütün İslam
ülkelerine yayacaktı. O çağda İslam âleminde ilim nurunun yayıldığı yer İslam
Devleti´nin merkezi olan Bağdat şehri idi. Şafiî bu şehre, bu şehir de ona
ısınmıştı. Şafiî burayı, bura da kendisini tanımıştı. Bunun içindir ki Şafiî,
195 H. yılında tekrar Bağdat´a dönmüştür. Bu tarihte o, yaklaşık olarak 45
yaşında idi.
Bağdat´ta ona bütün âlimler önem
vermiş ve talebeler etrafını´ sarmıştır. Bağdat âlimleri, ondan ders almak
konusunda büyüklük taslamamıştır. Meselâ, daha önce Mekke´de Şafiî ile görüşen
Ahmed b. Hanbel ona talebe olmuş, onun akıl ve fikrine hayran kalmıştır. Aşağı yukarı
kendisinin yaşıtı olan İshak b, Rahûye de ondan tahsil görmüştür. Bunlar ve
benzerleri, İmam Şafiî´den ilim tahsil eden asıl talebelerden ayrıdırlar.
Herkes onun dersine koşuyor ve
verdiği cevaplara hayran kalıyordu. Çünkü O, Iraklıların alışık olmadıkları
bir metota dayanan yeni bir ilim getirmişti. Ayrıca o, kendisinden öncekilerde
bulunmayan bir kısım sıfatlara sahipti.
Şafiî´nin metotu, tafsilatıyla
açıkladığı istinbat metotu olan usûl-i fıkıh ilmi idi. O, bu sayede açık lâfızlara
dayanarak, kapalı olan mânaları ortaya koyuyordu. Bunun içindir ki İshak b.
Rahûye: «Şafiî´den önce biz, nâsih ve mensûhu bilmiyorduk.» demiştir. Sahip
olduğu sıfatlar ise, güzel ve açık konuşma, münazara ve münakaşa kudretidir.
Onun ifadesi gayet açık, güzel ve tesir bakımından çok güçlü idi. Bunun için
bir çağdaşı «O, âlimlerin hatibidir.» demiştir.
Şafiî, bu gelişinde Bağdat
kitapları (el-Kütübu´1-Bağdatiyye) adını verdiği eserlerini yazdırmış (imlâ
etmiş) tır. el-Umm veya el-Mebsût diye isimlendirilen eseri bunlar arasındadır.
Bu eser, birkaç kitaptan meydana gelmiş olup çoğu fürû´a dairdir. Bunu kendisinden
rivayet eden, talebesi ez-Zaferânî´dir. Keza, burada Şafiî, usûl-i fıkha ait
olan kitabını imlâ etmiştir. Bu eser er-Risâle adını almış olup bunu rivayet
eden de ez-Zaferânî´dir.
Böylece Şafiî´nin ilmi Irak´ın
sınırlarını aşmış ve bütün Doğu İslâm ülkelerinde yayılmıştır. Onun ilmini
yaymada talebelerinin tesiri çok olmuştur. Talebelerine tesir eden iki husus
vardı:
Birisi ondan istifade arzusu,
diğeri de Şafiî´nin eşsiz şahsiyetine karşı duydukları hayranlık idi.
Bu gelişinde Şafiî, iki seneden
fazla Çalmış, sonra tekrar Mekke´ye dönmüştür. Belki Şafiî, tekrar Mekke´ye
eşya ve işlerini toparlamak, Beytu´l-Harâm´ı ve Süfyayn b. Uyeyne gibi
hocalarını ziyaret etmek için gelmiştir. Dolayısiyle burada fazla kalmamış,
198 H. yılında yeniden Bagdad´a dönmüştür.[14]
Bağdat´tâ
Kısa Bîr Îkâmeti
Şafiî, Bagdad´a bu gelişinde kısa
bir süre ikâmet ettikten sonra Mısır´a gitmek üzere yola çıkmış ve oraya 199 H.
yılında varmıştır.
Şafiî, bu sefer Bağdat´ta niçin
kısa bir süre kalmıştır Halbuki umumî vaziyet onun bu şehirde Uzun müddet
kalmasını gerektiriyordu. Çünkü burası, âlimlerin merkezi ve İslâm Devleti´nin
başkenti idi. Öte yandan burada, Şafiî´nin birçok talebeleri vardı. Bu
şehirden İslâm âleminin dört bucağına ilim nuru yayılıyordu. Öyle ise, İmam
Şafiî burayı terk edip niçin Mısır´a gitmiştir Halbuki Mısır, bu sırada ilim
merkezi değildi. Gerçi yavaş yavaş bir ilim merkezi olmaya başlamıştı. İçimizi
rahatsız eden bu soru bizden cevap beklemektedir.
Bu sorunun cevabı bizce şudur:
198 H. yılında hilâfet, Harun er-Reşîd´in oğlu Abdullah el-Me´mun´a geçmiştir.
Arap.ve İranlılar arasında cereyan eden birçok savaş ve fitnelerden sonra
el-Emin öldürülmüş (198 HÜ ve el-Me´mun .(öl. 218 H.) halifelik makamına oturmuştur.
el-Me´mun devrinde hâkim bir durumda olan iki husus, Şafiî´nin Mısır´a
gitmesinde etkili olmuştur ki, bu kanaati Şafiî´nin hayat ve ilmî metotu teyit
etmektedir.
1- el-Me´mun devrinde duruma İranlılar
hâkim olmuşlardı. Çünkü el-Emin´le el-Me´mun arasındaki taht kavgası, gerçekte
Araplarla İranlılar arasında cereyan etmiştir. Neticede de el-Me´mun muzaffer
olmuş, dolayısıyla İranlılar, Araplara galip gelmişler ve nüfuz onların eline
geçmiştir. Bu durumda Kureyşli Şafiî, İranlıların nüfuz ve otoritesine boyun
eğmek istememiştir.
2- el-Me´mun, kelâmcı
filozoflardan idi. Mu´tezilîleri. yanma almış, kendisini onlardan saymış,
kâtip, hâcip ve nedimlerini onlardan seçmiş, ilimde ve âlimler arasında onları
üstün tutmuştur. Şafii ise, mutezilîlerden ve onların metotlarından nefret
ederdi. Mutezilîler gibi münakaşalara giren ve onların metoduyla akâid konularını
anlatan kimselerin cezalandırılmasını isterdi. Şafiî gibi bir şahsiyet, elbette
bunlarla beraber yaşayamaz ve onlara yüz veren Halîfe el-Me´mun´un yanında
kalamazdı. Öyle ki Halîfe el-Me´mun, daha sonra mu´tezilîlerin tahrikiyle fakîh
ve muhaddislere işkencelerde bulunmuştur. Bu işkencelerin başlıca sebebi,
Kur´an-ı Kerîm´in yaratılmış olup olmaması meselesi idi. Bu yüzden İmam Ahmed
b. Hanbel de, türlü işkencelere uğramıştır.
Şafiî mezhebine bağlı olanlardan bazısının
rivayetine göre, Halîfe el-Me´mun, İmam Şafiî´ye kadılık teklifinde bulunmuş,
o da bu konuda özür beyan etmiştir. Şüphesiz bu rivayet, İmam Mâlik´in talebesi
olan Şafiî´nin hem düşüncesi, hem mantığı, hem de yaşayışla bağdaşmaktadır.[15]
Şafiî
Mısır´da
Son gelişinde Bağdat´ta oturmak,
Şafiî için hoş olmuyordu. Onun, ilim bakımından buraya yakın bir değer taşıyan
başka bir memlekete gitmesi gerekiyordu. Gideceği bu memlekette O, Bağdat´taki
gibi İranlıların Araplara tahakkümü ile karşılaşmamalıydı. Şafiî aradığını
Mısır´da buldu. Çünkü İmam Mâlik´in talebeleri ve Leys b. Sa´d Mısır´da idiler.
Ayrıca Mısır, ilim bakımından Bağdad´a benzememekte ise de, ona yakındı. Buraya
Araplar hâkimdi. Buranın valisi Kureyş´e mensup olup Abbas oğullarından idi. Yakut
el-Hamevî «Mu´cemu´l-Üdebâ» sında bu konuda şöyle der:
«Şafiî´nin Mısır´a gelişinin
sebebi, bura valisinin Abbas b. Abdillah b. Abbas b. Musa b. Abdillah b. Abbas
oluşudur.»
Şafiî, Mısır yolculuğuna karar
verince şu mısraları söylemiştir:
«Durmadan Mısır´ı özlüyor ruhum
Ondan gayri çöl ve ova kalmadı.
Kurtuluş ve zenginliğe mi Vallahi
bilmiyorum,
Yoksa kabre mi götürülüyorum »
İmam-ı
Şafii’nin Vefatı
Kader, Şafii´nin bu arzusunu
yerine getirdi ve onu burada zenginliğe ulaştırdı. Çünkü Mısır´ın Arap valisi,
Peygamber´e akraba olanlara tahsis edilen ganimetlerden Şafiî için de bir hisse
ayırmış ve böylece Şafii, nesebinin şerefiyle mütenasip bir duruma gelmiştir.
Şafii, öte yandan ilmini, fıkhını ve görüşlerini burada yaymaya muvaffak
olmuştur.
Daha sonra ölümü tadarak
Mısır´daki kabrine defnedilmiştir.
Şafiî, Mısır´da 204 H. yılı Recep
ayının son gecesi öldüğü zaman 54 yaşında idi.
Halbuki İmam Ebu Hanîfe takriben
70 ve Şafiî´nin hocası İmam Mâlik 86 yaşına değinceye kadar hayatta kalmıştır.
İmam Şafiî´nin hayatı mücadele içinde geçmiş olup hasta iken yatağında
ölmüştür[16].
Zayıf bir rivayete göre Şâfii,
Mâliki mezhebine mensup Fityan isimli budala ve yobaz bir kimsenin adamları
tarafından dövülmüş ve bunun üzerine ölmüştür. Bu rivayeti Yakut el-Hamevi
«Mulcemu´l-Udebâ» sında anlatırken aynen şöyle der:
«Mısır´da Fityan denilen ve
Mâliki mezhebine bağlı olan hiddetli ve zâlim bir kimse sardı. Bu, çoğu zaman
Şafiî ile münakaşa eder, halk da bunların etrafına toplanırdı. Bir gün hür bir
insanın satılması meselesi üzerine tartışıyorlardı. Meselenin aslı şu idi:
Rehin olarak verilmiş olan bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi âzâd etse
ve borcunu verecek başka malı bulunmasa durum ne olacaktır Şafiî, bir kavline
göre bu âzâd edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü ispat için bir çok
delil serdetti. Bunun üzerine öfkelenen Fityan Şafiî´ye ağır şekilde küfretti.
Şafiî, ona hiç cevap vermedi ve meseleyi açıklamaya devam etti. Bir şahıs bu
durumu Mısır Valisine haber verdi, Vali de, Şafiî´yi çağırıp durumu sordu.
Şafiî olanları anlattı ve bazı kimseler de Fityan´ın aleyhinde şahitlik
ettiler. Bunun üzerine Vali, Şafiî gibi bir kişi daha Fityan aleyhinde
şahitlik etseydi Fityan´ın boynunu vurdururdum, dedi. Valinin emriyle Fityan
kırbaçla dövüldü ve bir deve üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırıldı.
Önünden giden bir tellâl: İşte Peygamber´in soyuna küfredenlerin cezası budur,
diye bağırdı. Daha sonra bayağı kimselerden meydana gelen bir topluluk, Fityan
lehine harekete geçip. Şafii´yi takibe başladılar. Şafiî, talebelerinden
ayrılıp yalnız kalınca üzerine saldırdılar ve dövdüler. Bundan sonra evine
gelen Şafiî ölünceye kadar iyileşemedi.»
Bu rivayete göre, Şafiî´nin ölüm
sebebi bu dövülme olayıdır. Biz, bu rivayeti yerinde bulmuyoruz. Çünkü Şâfiî’ye
küfreden kimseyi, nerede ise ölüm cezası ile cezalandıracak olan Mısır Valisi
onu dövenlere karşı susmaz, durumu Şafiî´den mutlaka sorup suçluları en ağır
şekilde cezalandırırdı. Bu dövme olayı, ister doğru olsun ister doğru olmasın,
gerçek olan şudur ki, Şafiî´nin ölümünün sebebi, basur hastalığına yakalanmış
olmasıdır. Şafiî bu yüzden şiddetli bir kanama geçirmiş ve neticede Rabbına
kavuşmuştur. Allah ondan razı olsun!
İmam Şafiî, kendisinden
sonrakiler için zengin bir miras ve fıkıh için hâlâ tükenme bilmeyen bir
hazine bırakmıştır. Bu sayede onun adı, her yerde hürmetle anılmaktadır.[17]
Şafiî´nin
İlmi
İmam Şafiî, insanların dikkatini
aklı, ilmi ve belagatı ile kendi üzerine çekmiştir. Bağdat´ta iken, buranın
fakîhleri ile yaptığı münazaralarda onların dikkatini üzerine çekmiştir. Bu
sırada O, İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´den ilim tahsil eden bir delikanlı
idi. Beytu´l-Harâm´ı hac maksadıyla ziyarete gelen ve Uz. Peygamber´in
hadîslerini hayatta bulunan tabiîlerden öğrenmek isteyen bilginlerin dikkatini
çeken yine Şafiî idi. O, ikinci olarak Bağ-dad´ı, ulaşmış olduğu ilmin
semereleriyle doldurmuştur. Şafiî, Beytu´1-Harâm´da iken İslâm hukukunun
esaslarım, usûl-i fıkıh kaidelerini tesbit ediyor ve âlimlerin re´ylerini
görülmemiş bir şekilde karşılaştırarak inceliyordu. O, daha sonra Mısır´a
gelmiş ve buradaki insanları, geniş ilmi ile kendisine çekmiştir. Gerçi Mısır’dakilerin
de kendilerine göre bir .üstünlükleri mevcuttu.
Şafiî´yi ilim tahsil ettiği
hocaları övmüş, kendisiyle münakaşa eden arkadaşları ona hoca muamelesinde
bulunmuş ve öğrencileri onun çok zengin ilim mirasını gelecek nesillere aktarmışlardır.
Hocası İmam Mâlik, Süfyan b.
Uyeyne ve Müslim b. Halid ez-Zencî, onun akli gücünü övmektedir. Abdurrahman b.
Mehdi, Şafii´nin «Usûl» hakkındaki «er-RisâIe»sini okuduktan sonra: «İşte bu,
gerçekten anlayışlı bir delikanlıdır.» demiştir. Şafiî´nin talebelerinden
Muhammed b. Abdülah b. el-Hakem de şöyle demektedir. «Şafiî olmasaydı beri, bir
kimseyi nasıl reddedeceğimi öğrenemezdim. Bildiklerimi hep onun sayesinde
öğrendim. Bana kıyası öğreten o rahmetlidir. O, sünnete bağlı, her türlü
fazilete, keskin ve açık bir dile, sağlam bir kafa ile üstün bir akla sahipti.»
Talebesi Ahmed b. Hanbel de şöyle
der: «Peygamber (S.A.)´den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Allahu Teâlâ,
bu ümmetin dî nini doğru olarak uygulamak için her yüz yılda bir şahıs
gönderir.» Birinci yüzyılın başında bu şahıs Ömer b. Abdilaziz olmuştur. İkin
ci yüzyılın başında da bu şahsın Şafiî olacağını umuyorum.»
İşte bu ilim adamlarının
şahadetleri, İmam Şafiî´nin ilim, fazilet ve üstün bir kavrayışa sahip
olduğunu açıkça göstermektedir. Gerçekten Şafiî, kendisini böyle yüksek bir
mevkie getiren ilim vasıtalarının hepsine sahipti. O, Kur´an ilmini, Kur´an´ın
mâna, gaye ve sırlarını hakkıyla öğrenmişti. Bir talebesi şöyle der: «Şafiî
tefsire başlayınca, Kur´an´ın inişine şahid olmuş gibi davranırdı. Şafiî, Hadîs
ilmini de hakkıyla elde etmişti. O, Mekke´de bulunan tabiîlerin hayatta
olanlarından birçok hadîs rivayet etmiş ve ilk hadîs kitabı olan el-Muvatta´ı
da bizzat İmam Mâlik´ten okumuştur. İmam Muhammed´den tahsil gördüğü sırada,
Iraklıların ilmine sahip olmuş ve bu ilmin de râvîleri arasına katılmıştır.
Bununla birlikte Şafiî, re´y´e
dayanan fıkhı da tehsil etmiş; fıkıh, kıyas ve nesh´in kaide ve prensiplerini
vaz´etmiştir.
O, Allah kendinden razı olsun her
çeşit ilmin öğrenilmesini ister ve şöyle derdi: «Kur´an ilmini öğrenenin
kıymeti yükselir. Hadîs ilmini öğrenip yazanın delil getirme gücü artar, fıkıh
öğrenen kimsenin şerefi yükselir, dil üzerinde çalışanın duyguları incelir, matematik
tahsil edenin görüşü artar ve nefsini koruyamayanın ilmi kendisine hiçbir fayda
vermez.»[18]
Îlme
Yönelişi Ve Çağı
Şafii, akranı arasında en yüksek seviyeye
ulaşmak için genç yaşta ilme yönelmiş ve ilmin her türlü imkânları içerisinde
yetişmiştir. Çünkü O, Mekke´de oturuyordu. Bu sırada, tabiîlerden hayatta olanlar
vardı. Beytü´l-Harâm´ın civarında oturmayı tercih eden Abdullah b. Abbas´ın
medresesi burada idi. Biraz büyüyüp delikanlılık çağına ulaşınca Peygamber
şehrinin İmamı olan Mâlik´in yanına gelmiş ve dokuz yıl ondan ayrılmamıştır.
Bu zaman, hem hocası için, hem de talebesi için en verimli yıllar olmuştur.
Şafiî, ömrünü ilimden başka bir yerde harcamamıştır. Ancak kısa bir zaman
vazife almış ise de, şevkle ve bütün şerefin ilme ait olduğunu kavrayarak,
tekrar ilme dönmüştür. Kur´an ve Sünnet ilmini ve fakîhlerin ihtilâflarını
incelemeye başlamış ve bunlar için hakikati bildirecek ölçüler koymuştur. Önce
dersine Beytu´l-Harâm´da başlamış, nihayet ilim dağarcığı dolunca Bağdat´a
gitmiştir. Bağdat´ta da dersi için başka bir kürsüye sahip olmuştur. Bağdat
kendisini sıkmaya ve bazı çevreler hoşuna gitmeyen bir takım ilmi görüşlere taassup
göstermeye başlayınca Şafiî, Mısır ülkesine gitmeye karar vermiştir. İşte
bundan sonradır ki İslâm âleminin çeşitli felâketlerle karşılaştığı anlarda
güzel Mısır´ımız, Doğu ve Batı âlimlerinin sığmağı haline gelmiştir. O çağlarda
âlimler, emniyet ve huzura kavuşmak için memleketlerinden ayrılmak zorunda
kalmışlar, aradıkları emniyet ve huzuru da ancak Mısır´da bulabilmişlerdir.
Şafii´nin bütün hayatı; dehâ
derecesinde bir akıl, sağlam bir kalem, belâgatli ve tasvir gücüne sahip bir
dil ile ilim uğrunda geçmiştir.
Şafii´nin içinde yaşadığı çağ,
ilimlerin geliştiği, tedvin ve telifin başladığı, her ilmin esaslarının konduğu
bir çağdır. Bu çağ da Arap dili tedvin ediliyor ve esasları konuyordu.
Ebu´l-Esved ed-Duelî´nin ardından gelenler, nahiv ilminin esaslarını koymaya
başlamışlardı. el-Aşma´î ve diğerleri, şiir rivayetlerini tespit ve
naklediyorlardı: Halil b. Ahmed, Arap şiirinin nağme ölçülerini ifade eden «Aruz»
ilmini koymuştu. Câhız, dikkatleri edebî tenkit usûllerine çevirmişti. İşte
bütün ilimler böyle gelişiyordu.
Âlimler, hadîslerin çeşitli
kaynaklarından toplanmasına yönelmişti. Hadîs´in rivayet bakımından doğru olup
olmadığını, râvîler (rical) ve metni itibariyle Peygamber (S,A.)´e nisbet
bakımından elverişli bulunup bulunmadığını tespit için esas ve ölçüler konmaya
başlanmıştı.
Fıkıh konusunda da çeşitli ekol
(medrese)´ler kurulmuştu. Mekke ekolü, Abdullah b. Abbas´ın görüşlerini; Medine
ekolü, Ömer b. el-Hatlâb, Zeyd b. Sabit, Osman b. Affan, Ali b. Ebî Tâlib ve
Peygamber (S.A.V.)´in ilmini kendilerinden sonrakilere olduğu gibi aktaran
diğer bilgin sahâbîlerin fıkhını naklediyordu. Fıkıh, tedvin edilmeye
başlanmıştı. Meselâ, İmam Mâlik, kendi fıkhını ve rivayet ettiği hadisleri,
talebeleri vasıtasıyla nakledilen sahâbîlerin fetvalarını içine alan
«el-Muvatta» adlı eserini tedvin etmişti. İmam Muhammed b. el-Hasen, Irak
fıkhım tedvin etmiş ve bu fıkhın fürû´unu inceden inceye yazmıştı. İşte Şafiî,
bütün bunlardan faydalanmıştır.
Burada söylenmesi gereken bir
husus daha vardır ki o da çeşitli İslam fırkalarıdır. Her fırka, kendi
görüşlerini savunup yaymaya başlamıştı. Mu´tezilîler kendi görüşleri uğrunda
mücâdele ediyorlar ve İslâmiyeti kendi açılarından savunuyorlardı. Şiîlerden
îma-miyye, Zeydiyye ve sair siyasî fırkalar da böyle idiler. Kısaca bu çağ,
mücadele ve münazara çağı idi.
Şâfii, bu fırkaların çoğundan memnun
değildi. O, ne Mu´tezililerin, ne Şiilerin ve ne de Hâricilerin yolundan
gitmiştir. Şüphesiz O, içinde yaşadığı çağın metot bakımından etkisinde
kalmıştır. Onun çağı mücadele ve münazara çağı idi. Bu itibarla Şafiî de, büyük
bir mücadele ve münazara gücüne sahipti. O, mücadele ve münakaşalarında bâtılı
nasıl yıkacağını ve hakikati nasıl ortaya çıkaracağını biliyordu.
Şafiî, hadisi savunmak için
Mu´tezilîlerle bilfiil mücadele etmiştir. Yâni, Basra´da bulunan bir gurup,
mütevâtir olmayan hadîsleri delil olarak kabul etmiyordu. Şafiî, bunlara karşı
mücadeleye girişmiş ve Resülüllah´ın Sünnetini savunmuştur. Bu konudaki mücadelelerini
«el-Umm» adlı kitabında anlatan Şafiî, gerçekten «Sünnetin koruyucusu» unvanına
hak kazanmıştır.
Şafiî´nin çağında Yunan, Fars ve
Hint dillerinden çeşitli ilimler Arapçaya tercüme edilmiştir.. Bu tercümelerle
o çağda birçok ilimler yayılmıştır. Şafiî´nin bu ilimlerden Uzak kaldığını
sanmıyoruz.. Belki O, bu ilimlerden cedel ve münazara ile ilgisi nisbetinde
faydalanmıştır. Ne olursa olsun, Şafiî´nin fıkhî görüşlerinde bu ilimlerin
herhangi bir etkisi yoktur. Çünkü, Şafiî´nin fıkhî görüşleri tamamen İslâmî
kaynaklardan gelmektedir. Hattâ.O, nass´lara bağlılıkta son haddine varmaktadır.
Çünkü O, nass´lara dayanmayan her içtihadı iptal etmektedir. Bu hususu,
ileride, inşaallah, kısaca açıklayacğız.[19]
Şafiî´nin
Şahsiyet Ve Karakteri
Allah, İmam Şafiî´ye çağdaşları
arasında ilim, ahlâk, din ve içtimaî mevki´ bakımından onu yücelten birçok
sıfatlar ihsan etmiştir.[20]
Şafiî, ilmî idrâk yönünden çok
kuvvetli idi. Öyle sağlam bir hafızaya sahipti ki, İmam Mâlik´in «el-Muvatta´»
ını okuyup hıfzetmişti. Onu, İmam Mâlik´in rivayet ettiği şekilde ezberden
okurdu. Hattâ Şafiî, el-Muvatta´ı İmam Mâlik´le karşılaşmadan önce hıfzetmişti.
Bu sağlam hafızasının yanında Şafii, hazır cevaplı bir şahsiyetti, ihtiyaç
duyduğu zaman bildiklerini rahatlıkla anlatırdı. O, fikri hiçbir tutukluk göstermezdi.
Olayların altında kalmaz, aksine incelediği meseleleri düşüncesiyle aydınlatırdı.
Onun önünde hakîkatlar kendiliğinden açığa çıkar ve bunların mantık´ı doğru
olarak belirirdi. O da, i bu mantık sayesinde gerçeklere nüfuz ederdi.
Şafiî derin bir düşünceye sahip
olup mes´elelerin dış yüzünü incelemekle yetinmez, aksine onların
derinliklerine inerdi. O, son derecede anlayışlı ölüp hakîkata tam olarak ulaşıncaya
kadar hiçbir noktada duraklamazdı. Hadisler ve bunlarla ilgili hükümleri tetkik
ederken, onları belli prensiplere bağlamaya çalışırdı. Onun araştırmaları külli
neticelere ulaşmak içindi. O cüz´iyyatla yetinmezdi. İşte böyle külli
neticelere yönelişinin sonunda, Şafiî, usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur:[21]
Şafiî, konuşurken güçlü ve açık
bir. ifadeye sahipti. O, dilinin fesahati, ifadesinin belagatı ve kalbinin
kuvvetli oluşu yanında, derin tesirli bir sese sahipti. O, ifadeleriyle bir
şeyi güzelce açıkladığı gibi, sesinin ihtizazı ile de maksadını anlatırdı.
Şafiî, İmam Mâlikle görüştüğünde İmam Mâlik, ondan, el-Muvatta´ı arkadaşlarına
okumasını istemiş ve ona; bir sahife oku, demiştir. Şafiî sahîfeyi bitirince,
İmam Mâlik, onu daha çok dinlemek istemiş ve sonuna kadar ona el-Muvatta´ı
okumuştur. İşte bu, onun sesindeki derin tesirin bir neticesidir.
Bir talebesinden şöyle rivayet
edilmiştir: «Ben, Şafiî´den başka yazıları konuşmasından daha üstün (fasîh)
olan birini görmedim. Bununla beraber Şafiî´nin dili, yazısından da üstün
(fasih) idi.» Şafiî´nin yazdıkları, ifade ve düşünceleri tasvir bakımından son
derecede güzel olursa, onun konuşması nasıl olur Elbette onun konuşması, ifade
bakımından daha kuvvetli, işaret bakımından daha mükemmel, ibare ve üslûp
bakımından daha üstündü. O, sağlam ifadede öyle bir dereceye ulaşmıştı ki,
İshak b. Rahûye, onun hakkında; «Şafiî, âlimlerin hatibidir.» demiştir.[22]
Şafii, hocası İmâm Mâlik gibi
keskin bir basiret ve kuvvetli bir firaset sahibi idi. Bu sıfat, münazara ile
uğraşan uyanık kişilerden ayrılmayan bir haslettir. Aynı zamanda bu sıfat,
büyük üstadların sıfatıdır. Çünkü Şafiî, talebelerine ders anlatırken onların
marifet bakımından kavrayabilecekleri kadar anlatırdı. O, bunu ancak firaseti
sayesinde bilir, dolayısıyla onların anlama ve açıklama bakımından tâkatlarına
göre ders takrir ederdi. Bu basiret ve firaseti sayesindedir ki, sayı
bakımından en çok talebe onun etrafında toplanmıştır. O, insanların ruhî
durumlarını iyi bildiği için dinleyicilerine ancak tâkatlari nisbetinde ders
verirdi. Bu konuda Yakut´un «Mü´-cemü´l-Üdebâ» sında anlattığına göre, Şafiî, bazı
dinleyicilerine Hu-zeyl kabilesinin şiirlerini okurdu. O, bu şiirlerden pek çok
ezberlemiş ve bunları yanında okuduğu bir talebesine şöyle demiştir: «Bunu,
hadîs ehlinden hiçbir kimseye belli etme; çünkü onlar, bunu hazmedemezler.»[23]
Şafiî hakikatlan araştıınada
büyük bir ihlâs ve ulaşmak istediği gerçeğe yönelmede de sağlam bir görüş
sahibi idi. îşrak felsefesine göre hakîkatlan aramada ihlâs, kalbi marifet
nuru ile doldurur ve ruhta öyle bir safiyet meydana gelir ki bu sayede
hâkîkatlar kendiliğniden açığa çıkar, akıl onları kavrar, düşünce dosdoğru
olur, ifadeler gerçek mânaları sadakatle tasvir eder, dolayısıyla görüş doğru
ve ifade sağlam olur.
Şafiî´nin hakikatları aramadaki
ihlâsı, hayatının bütün devrelerinde kendisinden ayrılmamıştır. Hattâ O,
nerede olursa olsun, hakikati bulmaya çalışmıştır. İhlâsı sayesinde Şafiî,
insanların alışık bulunduğu görüşlerle çatışsa dahi kendi görüşlerini cesaretle
açıklamıştır. Keza, hakîkatlar uğrundaki ihlâsı, hocalarına karşı duyduğu
bağlılıkla çatıştığında da Şafiî, hakikatları tercih etmiştir. Onun İmamı
Mâlik´e karşı beslediği bağlılık ve ihlâsı, kendisini, hocasına muhalefet
etmekten alıkoymamıştır. Gerçi Şafiî, hocasına karşı muhalefette biraz tereddüt
göstermiştir. Fakat, Endülüs halkının, İmam Mâlik´in külahı iîe yağmur duasına
çıktığını duyunca, İmam Mâlik´i tenkit maksadıyla yazmış olduğu kitabı halka
açıklamıştır. Böylece Şafiî, İmam Mâlik´in beşer olduğunu, bazen doğru
düşündüğünü, bazen de yanıldığını göstermiştir. Kendisini kurtaran ve himayesine
alan İmam Muhammed b. el-Hasen´e karşı beslediği ihlâsı da, onunla münazara ve
şiddetli bir şekilde mücâdele etmesine ve Medînelilerin de haklı olduğunu kabul
ettirmek için onun talebelerini yenilgiye uğratmasına mâni olmamıştır.
İşte İmam Şafiî, ilim hayatının
bütün devrelerinde böyle davranmıştır. Bu sebeple O, kendisiyle münazara
yapanları, hakikat uğrunda gösterdiği ihlâsla karşılar ve onları yenilgiye
uğratırdı. Çünkü O, hakîkattan başka bir şey düşünmezdi.
Şafiî, İslâm şeriatı esasının
Allah´ın Kitabı ve O´nun Elçisi´nin Sünneti olduğuna inanırdı. Kendisinin ilmi
ile Resûlüllah´m Sünnetini ihata ettiğine inanmazdı. Dolayısiyle, talebelerini
dâima hadîs araştırmaya teşvik ederdi. Kendi görüşüne muhalif olan sahîh bir
hadîs bulursa, onu bırakıp hadîs ile amel etmelerini söylerdi. Yakut´un
«Mu´cemu´l-Udebâ» sında Rabi´ b. Süleyman´dan şöyle rivayet edilmektedir: «Bir
şahsın bir me´s´ele sorması üzerine Şafiî´nin şöyle dediğini işittim: Peygamber
(S.A.V.) den şöyle şöyle... buyurduğu rivayet edilmektedir. O adam Şafiî´ye,
ey Abdullah´ın babası, buna göre mi fetva veriyorsun dedi. Bunun üzerine
Şafiî´nin tüyleri diken diken oldu, yüzü sarardı, durumu değişti ve şöyle
dedi: Eğer Peygamber´den bir hadîs rivayet ettiğim halde onunla amel etmezsem,
hangi yer beni taşır, hangi gök beni gölgelendirir Peygamber´in hadîsinin başım
gözüm üstünde yeri vardır.» Ayrıca Rabi´ b. Süleyman, Şafiî´nin; «Herkes,
Peygamber´in herhangi bir sünnetini bilmeyebilir. Ben, Peygamber´in sünnetine
muhalif olarak herhangi bir fikir ileri sürer veya bir esas ortaya korsanı,
uyulması gereken Peygamber´in sözüdür. İşte benim mezhebim budur.» dediğini ve
bu sözü sık sık tekrarladığını söylemiştir.
Allah´ın, insanlara örnek olan
seçkin kullarına ihsan ettiği başka bir ihlâs nev´i daha vardır. O da söyleyen
kim olursa olsun, hakikata boyun eğmek için mü´minin sahip olduğu ve
başkalarına vermeye çalıştığı düşünce içerisinde kendisinin eriyip gitmesi, yok
olmasıdır. Çünkü kaybolan inci, onu çıkaran dalgıçın önemsiz oluşu sebebiyle
ihmal edilemez. Dost olsun düşman olsun, hakkın yanında olduğu müddetçe ona
itaat etmek gerekir. Bu şekliyle ihlâs, çıkılması zor bir merdiven ve
ulaşılması güç bir ameldir. Çünkü dilleriyle saldıran ve deliller getirerek
mücâdele eden niceleri vardır ki, onların arasında bu türlü yüce ve hak âşıkı
olan pek azdır.
Şafiî İşte bu nâdir insanlardan
biridir. Bunun içindir ki Şafiî, mücâdele sırasında öfkelenmez ve hiddetle
başkalarına dil Uzatmazdı. Çünkü O, hakkı arıyor ve mevki sahibi olmak
istemiyordu. O, zühd ve takvası sayesinde ilim mevkiine yükselmiştir. Dahası
var: Şafiî, hakkı aramadaki ihlâsı ve hakikat içerisinde yok olma, eriyip gitme
(fena) mertebesine ulaşması neticesinde kendi ilminden insanların, ona nisbet
etmeksizin faydalanmalarını istemiştir. İbni Kesir´in Tarîh´inde Şafii´nin
şöyle dediği rivayet edilir: «İsterim ki insanlar, bu ilmi öğrensin ve bana
hiçbir şeyi nisbet etmesin. Ben, onun ecrini yeter ki Allah´dan göreyim de
onlar beni övmesinler.»
İhlâs, Şafiî´ye kalb zekâsı, ruh
kuvveti, bayağı şeylerden Uzaklaşma ve olgun insana yakışmayan şeylerden beri´
olma gibi sıfatlar kazandırmıştır. Yahya b. Maîn, Şafii´nin ahlâkı hakkında,
«Yalan mubah olsaydı Şafiî´nin mürüvveti kendisini yine de yalan söylemekten
alıkordu, demiştir.
İşte sâdık ve ihlâslı insanın
ulaşabileceği en yüksek mertebe budur. Böylesi, vazifesini, vicdan ve kalbinin
emrini yerine getirmek için yapar, sırf emir veya yasak edildiği için
değil.[24]
Şafiî çağında çeşitli fikirler ve
birbirine zıt mezhepler boğmuştu. Bu arada «îlm-i Kelâm»» adı verilen ve
temelleri Mu´tezilîler tarafından atılan ilim de doğmuştu. Mu´tezilîler,
Allah´ın Kelâm sıfatı ve Kur´ân´in yaratılmış olup olmadığı üzerinde konuşup
tartışıyorlardı. Keza, onlar, Allah´ın sıfatları mânâlardan ibaret ve zâtından
ayrı mıdır, yoksa Allahu Teâlâ ancak sıfatlarıyla bilindiğine göre, zâtı ile
sıfatları aynı mıdır Konusu üzerinde tartışıp duruyorlardı. Bir yandan
Mu´tezilîler, öte yandan da Cebriyeciler kader ve Allah´ın takdiri yanında
insan iradesinin sınırı üzerinde sert tartışmalara giriyorlardı. Bu arada Şiîler,
Hâriciler ve Abbâsilere dayanan çeşitli siyasî fırkalar da doğmuştu. Bu durum
karşısında Şafiî´nin düşünce sisteminde müsbet veya menfî, kabul veya red
bakımından bir vaziyet alması zarurî idi. Rivayete göre O, ilm-i kelâm ve bununla
ilgili mes´elelere karşı menfî bir vaziyet almış ve bu ilimle iştigali nehy etmiştir.
Kendisinden şöyle rivayet edilmektedir: «îlm-i kelâmla uğraşmaktan sakının;
çünkü, bir kimseye fıkhı bir mes´ele sorulsa ve o, bunda hatâ etse, olsa olsa
en çok gülünç bir duruma düşmüş olur. Meselâ, birine, bir kimseyi öldüren
şahsın diyeti nedir diye sorulduğu zaman onun, buna; bir tavuk yumurtasıdır,
diye cevap vermesi böyledir. Eğer birine kelâm hakkında bir mes´ele sorulsa ve
o, buna yanlış cevap verse, bit´at´a sapmakla suçlanır.»
Şafiî, kelâmla uğraşmayı
menettiği halde kendisi kelâm hakkında çok şey bilirdi. Şafiî gibi bir
şahsiyetin, bilmediği bir şeyi menettiği düşünülemez. Bir defasında O,
talebelerinin yanma girmiş ve onları kelâm konusunda münakaşa halinde
bulmuştu. Onlara: «Benim kelâm bilmediğimi mi sanıyorsunuz. Ben bu konuyla
uğraştım, hattâ bunda büyük bir mertebeye ulaştım. Ancak kelâmın sonu yoktur.
Öyle bir şey üzerinde münakaşa ediniz ki, yanılırsanız yanıldı desinler, küfre
düştü demesinler.»
Şafii´nin talebelerini kelâm
münakaşalarından men etmesi, onun kelâmcıları dâima tartışma konusu yaptıkları
mes´eleler hakkında bir görüş sahibi olmadığı mânâsına da gelmez. Şafiî´nin
kıyamet günü Allah´ı görmek, kader ve Allah´ın sıfatları gibi mes´eleler üzerindeki
görüşleri, kendisinin fıkıh metotuna uygundur. O, bu konularda da Kur´ân ve
Sünnetin hükümlerine sarılır,, mütekellimler (kelâmcılar)in ileri sürdüğü
delillere fazla dalmazdı. Ancak, bu delillerin nass´ları destekleyecek kadarım
alırdı. Meselâ, Kur´ân ve Hadîs nass´larının zahirlerine bakarak îmanın artıp
eksileceğine inanırdı.[25]
Kelâmcılarla siyasi fırkaların
ortaya attığı mes´elelerden biri de hilâfet mes´elesi ve hilâfetin şartlarıdır.
Bu mes´elenin, yakın veya Uzaktan fıkıhla bir alâkası vardır. Şafiî´nin bu
konuda üç türlü görüş sahibi olduğu rivayet edilmiştir:
1- Şafiî, hilâfet (İmamet) in
yerine getirilmesi gereken dînî bir emir olduğuna inanırdı. Dolayısiyle
gölgesinde, hem müslümânların iş yapacağı, hem de kâfirlerin faydalanacağı bir
halîfenin bulunması şarttır. Tâ ki Uz. Ali´nin deyişiyle, «İyi insanlar huzura
kavuşsun, kötü insanların da şerrinden korunulmuş olsun.»
2- Şafiî, hilâfetin Kureyş´e ait
olduğunu kabul ederdi. O, bu konuda Ömer b. Abdilaziz ve İbni Şihab
ez-Zühri´den Peygamber´e ulaşan bir senedle; «Kim Kureyş´e ihanet ederse Allah
da ona ihanet eder.» hadîsini rivayet ederdi.
Yine O, Hz. Peygamber´in Kureyş´e
hitaben şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Siz haktan ayrılmadıkça bu işe
daha lâyıksınız. Ancak, adaletten ayrılırsam hurma yaprağı gibi soyulursunuz.»
Bu nass´dan anlaşıldığına göre halîfenin adaletli olması şarttır. Zâlim bir
kimse halîfe (İmam) olarak kabul edilemez.
3- Şafiî, hilâfetin sahih olması
için bîat´ın önceden yapılmış olmasını şart koşmazdı. Şüphesiz bîat´ın önceden
yapılmış olması daha iyidir. Fakat, Şafiî´ye göre Kureyş´ten bir kimse zorla:
iktidarı ele geçirse, sonra adaletle hareket etse ve halk onun halifeliği üzerinde
fikir birliğine varsa bu kimse meşru bir halife sayılır.. Talebesi Hamele,
Şafii´nin-. «Kılıçla hilâfeti ele geçiren ve daha sonra . halkın kabulüne
mazhar olan Kureyş´li bir kimse halîfedir.» dediğini rivayet eder. Şafiî,
hilâfet için ortaya atılan kimsenin Kureyş´li olmasını, iktidarı ele almadan
önce veya sonra halkın onun etrafında birleşmiş olmasını şart koşardı. Daha
önce belirttiğimiz gibi adaleti de şart koşardı.
İmam Şafiî´ye göre insanların
hilâfete en lâyık olanı Hz. Ebu Bekir Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman
Zinnûreyn, daha sonra da hidâyet yolunun İmamı Ali b. Ebî Tâlib´dir. Allah
cümlesinden razı olsun!
Rivayete göre Şafiî, Hulefâ-i
Râşidin´i beş olarak kabul ederdi. Yâni, dört halîfeye beşinci olarak Ömer b.
Abdilaziz´i de eklerdi. Şafiî, Hulefâ-i Râşidin´in üstünlüğünü, halîfe oluşlarındaki
sıraya göre kabul ederdi.
Fakat, kendisi de Kureyşli olan
Şafii, üstünlük bakımından Ebu Bekir´den sonra geldiğini kabul ettiği Hz.
Âli´yi, özel olarak, severdi. Şafiî´nin Hz. Ali (R.A.)´ye hayranlığını gösteren
şöyle bir rivayet vardır: Hz Ali hakkında konuşan bir kişinin; «İnsanlar,
ancak, hiçbir kimseye kıymet vermediği için Hz. Ali´den nefret etmiştir.»
demesi üzerine Şafiî, şöyle söylemiştir: «Hz. Ali´nin dört meziyeti vardı. Bu
meziyetlerden birine sahip olmak bir insanın başkalarına kıymet vermemesini
haklı gösterir:
a) Hz. Ali zâhid idi. Zâhid,
dünyaya ve dünya ehline önem vermez.
b) Hz. Ali âlim idi. Âlim, hiç
kimseye kıymet vermez.
c) Hz. Ali yiğit idi. Yiğit de,
kimseye önem vermez.
d) Hz. Ali şerefli idi. Şerefli
insan da, kimseye kıymet vermez.»
Öte yandan Hz. Ali´yi, Peygamber
(S.A.), Kur´ân ilmi ile başkalarından ayırmıştır. Çünkü Hz. Peygamber, onu
çağırmş ve insanlar arasında hüküm vermesini emretmiştir. Onun verdiği
hükümler, Hz. Peygamber´e arz edilir, O da bunları imza ederdi.
İmam Şafii, Hz. Ali ile Muâviye
arasındaki ihtilâf konusunda Ali´yi haklı ve Muâviye´yi de haksız bulurdu.
Hattâ Muâviye´yi, bâgî. (âsî) sayardı. Keza, Hâricileri de bâğî sayardı. Bunun
içindir ki Şafiî, bâğîlerle ilgili hükümlerde Hz. Ali´nin Hârici´lere karşı yapmış
olduğu muameleyi esas olarak almıştır.
Bu hususta şöyle bir rivayet
vardır: Ahmed b. Hanbel´e, Yahya b. Maîn´in Şafiî´yi şiî saydığı söylenmiştir.
Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn´e bunu nasıl teşhis ettin, diye sorduğunda
Yahya, şu cevabı vermiştir: Şafiî´nin bâğîlerle savaşmak konusunda yazdığı
eseri inceledim. Gördüm ki, o başından sonuna kadar delillerini Hz. Ali´den
almaktadır. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel: Aşk olsun sana! Şafiî bâğîlerle
savaşmak konusunda delillerini kimden alacaktı Çünkü, bu ümmet içerisinde
bâgîlerle ilk olarak savaşma imtihanı ile karşılaşan Ali b. Ebi Tâlib´dir,
demiştir.[26]
Şafiî´nin
Fıkhı
Şafiî, Bağdat´tan Mekke´ye
döndükten sonra hocası İmam Mâlik ve Irak fıkhını temsil eden Muhammed b.
el-Hasen eş-Şeybâni´ye bağlı kalmamış ve kendine özgü fıkhî bir çığır açmıştır.
Daha önce işaret ettiğimiz gibi Şafii, fürû´ mes´elelerinin yanında külli
kaideleri tesbite yönelmiştir. Bunun içindir ki, İmam Ahmed b. Hanbel onun
hakkında şöyle demiştir. «Fıkıh kapısı, ehli üzerine kilitli idi. Nihayet onu
Allah Şafii ile açtı. İnsanlar, bu ilim nev´ini, fıkhî çalışmalarda açılan yeni
bir kapı olarak kabul ettiler. Bu ilmi, Şafii´den önce kimse ortaya
koymamıştır. Hattâ 195 H. yılında Şafii bunu ilân ettiği zaman âlimlerin
hayranlığını mucip olmuştur. Ebu Ali el-Kerabîsî[27] der ki:
«Biz ne Kitabı, ne Sünneti, ne de İcma´ı biliyorduk.
Nihayet Kitap, Sünnet ve İcma´ı Şafiî´den öğrendik.» Ebu Sevr el-Kelbî (öl. 240
H.) de şöyle demiştir: «Şafiî, memleketimize gelince yanına vardık. O, Allâhu
Teâlâ, bazen ânımı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hâssı (özel bir şeyi)
murad eder; bazen hassı zikreder, bununla da âmmı murad eder, diyordu. Halbuki
biz tamları bilmiyorduk. Şafiî´ye sorduk, şöyle cevap verdi: Bakınız Kur´ân´da
«...İnsanlar sizlere karşı bir ordu topladılar...»[28] buyurmaktadır.
Buradaki «İnsanlar» dan murat Ebu
Süfyan´dır ki, İşte bu hâss´dır.
Yine Kur´ân´da: «Ey Peygamber,
kadınları boşuyacağınız vakit...»[29] buyurmaktadır. Burada da hâss zikredilmiş
olduğu halde murat edilen âmm´dır, yâni insanlardır.
İşte görülüyor ki, Şafiî Bağdat´a
geldiği zaman çantası, Bağdatlıların bilmediği böyle bir ilimle dolu idi. Bu
ilmi, kuran, yani usûl-ü fıkh´ı açıklayan ve esaslarını tesbit eden Şafiî idi.
Gerçi O, bu ilmi tamamen yoktan var etmemişti.
Şafiî´nin fıkhını incelerken iki
hususu, burada kısaca, belirtmemiz gerekir:
1 Şafii´nin, fıkhını üzerine bina
etliği deliller veya fıkhının kaynakları,
2 Şafiî´nin usûl-i fıkıh ilmine
dair çalışmaları.[30]
Şafiî
Fıkhının Kaynakları[31]
1,
2- Kîtab Ve Sünnet:
İmam Şafiî, fıkhını, beş kaynaktan
beslemiştir. Kendisi bunları «el-Unun» adlı kitabında şöyle tesbit etmiştir:
«îlim çeşitli tabakalara ayrılır:
Birincisi, Kitab ve sabit olan
Sünnettir.
İkincisi, hakkında Kitab ve
Sünnette bir hüküm bulunamayan mes´eleler üzerindeki icmâ´dır.
Üçüncüsü Peygamber´in
sahâbîlerinden bir kısmının söylemiş olduğu sözdür. Burada diğer sahâbilerden
onlara muhalif olanlaın bulunduğunu bilmememiz şarttır.
Dördüncüsü, üzerinde Peygamber
(S.A.V)´in sahâbîlerinin ihtilâfa düşmüş oldukları sözdür.
Beşincisi Kıyastır. Bu da, Kitab
ve Sünnette mevcut olandan başka bir şeye dayanmaz. İlim, ancak bu eh üst
tabakadan elde edilir.»[32]
Buna göre Şafiî, istinbat
mertebelerinin başına nass´ları koymaktadır. Bunlar da, Kitab ve Sünnettir.
Şafiî, Kitab ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmekte ve
diğer kaynakları bunlara dayandırmaktadır. Sahâbîler, görüşlerinde ister
ittifak etsinler, ister ihtilâfa düşsünler, Kitab ve Sünnete aykırı hareket
edemezler. Hattâ onların görüşleri, ya bir nass sebebiyle Kitab ve Sünnete
dayanmakta veya bunlara hamledilmektedir. Keza, icmâ´-da Kitab ve Sünnete
dayanmakta ve bunların dışına çıkmamaktadır. O halde ilim, daima üst kaynaktan
alınmaktadır ki bu da Kitab ve Sünnettir.
İmam Şafii´den sonra gelen
fakîhlerin Kitabı önce, Sünneti de ikinci olarak zikrettiklerini görüyoruz.
Keza, Şafiî´den önce Ebu Hanîfe´nin de delil olarak önce Kitabı kabul ettiğini,
Kitabda bir nass bulamadığı zaman Sünnete başvurduğunu görüyoruz. Muaz b.
Ce-bel´den rivayet edilen hadis-i şerîfde de Kitab önce gelmektedir. Yani
Peygamber (S.A), Muaz b. Cebel´e: Ne ile hükmedeceksin diye sorduğunda Muaz.-
Allah´ın Kitabıyla hükmedeceğini, Kitapta bir nass bulamazsa Resûlüllah´ın
Sünnetiyle hükmedeceğini, her ikisinde de bir nass bulamazsa re´y´i ile
ictihad yapacağını söylemiştir;
Öyle ise Şafiî, Sünneti Kur´an
ile niçin birleştirmiştir Halbuki gerçekte bunun ikisi aynı mertebede değildir.
Sünnetin hüccet oluşu Kitap sayesindedir. Şüphesiz ki Şafiî, Sünneti her
yönden Kur´an mertebesinde görmüyordu. En azından Kur´an, tevatürle nakledilmekte
olup ibâdet maksadıyla okunan Allah´ın Kelâmıdır. Sünnetin çoğu tevatüre
dayanmadığı gibi, ibâdet kasdıyla da okunmaz, Allah kelâmı değildir.
Peygamber´in kelâmıdır.
Şafiî, fıkhı incelemiş ve
Kur´an´m külli kaideler ile birçok cüz´î mes´eleleri ihtiva ettiğini ve
Sünnetin de Kur´an´ın beyanını tamamladığını, kısa (mücmel) ifadelerini
genişlettiğini, bazı kimselerin kavrayamayacağı incelikleri açıkladığını görmüştür.
O halde Sünnet, Kitabın ihtiva ettiği bütün küllî mes´eleleri açıklamakta ve
onun mücmel hükümlerini genişletmektedir. Buna göre Sünnetin açıklayıcı bir
durumda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin mertebesinde olması
gerekir. Birçok sahâbîler de Hadîs´e (Sünnet´e) bu gözle bakıyorlardı.
Şafii´nin maksadını başka bir
yöne sapılmamak veya onun sözünü yanlış anlamamak için bazı kimselerce
kavranması güç olan şu üç mes´eleye işaret etmemiz gerekir:
1 - Şafiî, fer´î mes´elelerin
hükümlerini çıkarırken, Sünnetle elde edilen ilmi, Kur´an´la elde edilen ilim
mertebesine koymakla Kur´an´ın bu dinin aslı, esası ve Uz. Peygamber´in en
büyük mucizesi oluşunu inkâr etmemektedir. Çünkü aslolan Kur´an´dır, Sünnet
onun dalı mesabesindedir. Bu itibarla kuvvetini Kur´an´dan almaktadır. Ancak
Sünnet, hüküm çıkarırken derece bakımından Kur´an mertebesindedir. Çünkü
açıklamak hususunda ona yardımcı olmakta, insanlara dünya ve âhiret saâdetlerini
temin etmeleri için getirmiş olduğu hükümleri beyan etmek babında onu
desteklemektedir.
2 - Şafiî, fer´î mes´eleleri
açıklarken umumî olarak Sünnete dayanan ilmi, Kur´an´a dayanan ilim mertebesine
koymuştur. Tâ ki istinbat doğru ve sağlam olsun. Şafiî, rivayet tarzı ne olursa
olsun, Peygamber´e nisbet edilen her şeyi mütevâtir olan Kur´an mertebesinde
görmemektedir. Çünkü âhâd hadîsler, Kur´an âyetleri şöyle dursun, mütevâtir
hadîsler mertebesinde bile değildir. Bizzat Şafii yukarıda kendisinden biraz
önce naklettiğimiz ifadesinde, fer´i kümleri çıkarmada Sünneti Kur´an
mertebesinde zikrederken, «Sabit olan Sünnet» demek suretiyle bu noktaya
dikkati çekmiş ve : «Birincisi Kitab ve sabit olan Sünnettir.» demiştir.
3 - Şafiî, akâid esaslarını tesbit konusunda
Sünnetin Kur´an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir.
Şafii´den sonra gelen birçok
fakîhler onun bu görüşünü desteklemişlerdir. Şâtıbî, el-Muvafakat´ında şöyle der.
«Kur´an´dan istifade ederken sadece Kur´an´a dayanmak ve onun açıklaması
mahiyetinde olan Sünneti göz önüne almamak caiz olmaz. Çünkü Kur´an´ın ifade ve
hükümleri küllidir. Meselâ; namaz, zekât, hac, bruç vb. konularda Kur´an´ın
hükümleri böyledir. Bunların açıklanması zaruridir.»
Şafiî, Sünnetten sonra selef-i
sâlihîn Kur´an tefsirini nazarı dikkate alır. Çünkü onlar, Kur´an´ı
başkalarından daha iyi bilmektedirler. Selef-i sâlihîn tefsiri bulunmayan
konularda, Şafiî´ye göre Arapçayı iyi bilmek Kur´an´ı anlamaya yeter. Şafiî
delil getirme bakımından Kur´an ve Sünneti aynı derecede gördüğü halde,
Kur´an´ın Sünneti, Sünnetin de Kur´an´ı nesh etmediğini söyler. Lâkin bununla
birlikte Şafiî, eğer Kur´an Sünneti nesh etmişse böyle bir nesh olayını
açıklayan bir Sünnetin bulunmasını şart koşar. O, bu noktada çok şiddetli
davranır ve bunu şu iki esas üzerine bina eder:
1- İstikrâ´ (Endüksiyon) ile
sabit olmuştur ki, Kur´an´ın nesh ettiği her hüküm Sünnet ile belirtilmiştir.
Meselâ, kıblenin Beytu´l-Makdis´ten Kâbe´ye çevrilmesi böyledir. Peygamber
(S.A.V.), Küba´da namaz kılanlara elçi göndermiş ve böylece onların Kâbe´ye
dönmelerini temin etmiştir. Burada, Kur´an-ı Kerîm´in bildirdiği nesih olayını
Sünnet açıklamaktadır. Nesih olayı, amelî hükümlerin değişmesini gerektirir.
Amelî hükümlerin değişmesi de. Peygamber (S.A.V.)´in nesih olayını sadece
açıklamasıyla değil, fiilî olarak tatbik etmesiyle belli olur.
2 Sünnet, Kur´an´ı beyân
etmektedir. Nesih ise, herhangi bir hükme göre amel etmenin sona erdiğini bildirmektedir.
Sünnet, Kur´an´ı açıkladığına göre neshi ifade eden nassı açıklayan bîr Sünnetin
bulunması gerekir.
Şafiî, şüphesiz ki, Sünnet Kur´an
ile nesh edilemez, derken fukahânın ekserisine muhalefet etmiştir. Bunun
sebebi, Şafiî´nin Sünneti ihmal etmemek hususunda ve onun, Kur´an´ın bir
açıklaması olduğunda çok sıkı davranışıdır. Çünkü O, şöyle düşünüyordu: Nesh´i
açıklayan bir Sünnet olmaksızın, Sünnetin Kur´an´la nesh edilmesi caiz olursa,
Kur´an nass´larının zahirine muhalif görünen birçok sünnetlerin nesh edilmiş
olduğu iddia edilebilir. Şafiî, Allah ondan razı olsun bu kapıyı kapatmış ve
Sünnetin ancak Sünnetle nesh edileceğini söylemiştir. Şafii ys göre Sünnet,
Kur´an´a aykırı düşerse şüphesiz Kur´an tercih edilir. Kur´an´a muvafık olan
veya nesh´i beyan eden sünnetler vardır. Sünnetle Kur´an arasındaki muhalefet,
her ikisini birden almaya müsaade etmez. Bu durumda nesh´e delâlet eden bir
Sünnet bulunmazsa, Kur´an´a aykırı düşen Sünnet zayıf sayılır, Uz. Peygamber´e
nisbeti sabit görülmez.[33]
Şafiî´nin
Sünneti Müdâfaası:
İşaret ettiğimiz gibi Şafiî´nin
çağında çeşitli mezhebler vücut bulmuştu. Bazı zümreler, bu çağda Sünnete hücum
etmeye başlamıştı.
Şafii
«Cimâu´l-İlm» adlı kitabında bunları üç sınıfa ayırır:
1 Sünneti toptan inkâr eden ve
yalnız Kur´an´m hüccet olduğunu ileri sürenler,
2 Ancak, aynı mânâda Kur´an âyeti
bulunan Sünneti kabul edenler,
3 Mütevâtir olan Sünneti kabul
eden ve mütevâtir olmayan Sünneti tanımayan kimseler. Mütevâtir diye, umûmun
rivayet ettiği hadis veya habere denir. Mütevâtir olmayan diye de, özel şahısların
rivayet ettiği hadîs veya habere denir.
Birinci ve ikinci sınıfa dâhil
olanlar Sünneti tamamen yıkmakta ve onu kendi başına bir delil olarak tanımamaktadırlar.
Şafiî, birinci sınıfa dâhil olanların sözüne göre hareket etmenin, çok
tehlikeli bir şey olduğunu, çünkü bu durumda bizim namazı, zekâtı, haccı, Kur´an´da
kısaca zikredilen ve Sünnet tarafından açıklanan diğer farzları anlayamayacağımızı,
bunların ancak basit olarak lügat mânasına göre değerlendirebileceğimizi
söyler. Buna göre namaz veya zekât adı verilebilecek pek az bir şey farz
kılınmış olur. Meselâ, birisi günde iki rek´at namaz kılıp, Allah´ın Kitabında
olmayan bir şey bana farz kılınmamıştır, dese ne lâzım gelir Böyle bir anlayış,
namazları, zekâtları ve haccı ortadan kaldırmak demektir.
Şafiî, Allah ondan razı olsun
birinci sınıfa dâhil olanlar için söylenilenlerin, ikinci sınıfa dâhil olanlar
için de söylenebileceğini beyan etmiştir.
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar:
Âhâd haber (hadîs)´le istidlali inkâr etmektedirler. Şafiî bunların görüşünü de
köklü ve sağlam delillere dayanarak reddetmiştir. O, Peygamber (Ş.A.V.)´in İslâma
davet için tebliğleri tevatür derecesine ulaşmayacak miktarda elçiler
gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer tevatür zarurî olsaydı Peygamber (S.A.V.)
bunlarla iktifa etmezdi. Çünkü İslam´a davet için kendilerine elçi gönderilenler
bu elçileri tevatür ifade etmediği iddiasıyla reddedebilirlerdi. Şafiî, ayrıca
mal, can ve kanla ilgili dâvalarda iM kişinin şahitliği tevatür derecesine
ulaşmayan bir haber olduğu halde şeriat-bu habere göre karar vermektedir.
Üçüncü olarak, Şafiî, Peygamber
(S.A.V.)´in kendisinden hadis işitenlere bir kişi bile olsa duyduğu şeyi
nakletmeleri için izin verişini delil olarak beyan etmiştir. Çünkü Peygamber
(Aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: «Allah, benim sözümü işitip ezberleyen ve onu
başkalarına tebliğ eden kulunu nurlandırsın. Bazı fıkıh ehli vardır ki, aslında
fakîh değildir. Bazı fıkıh ehli de vardır ki, öğrendiği fıkhı kendisinden daha
iyi anlayacak olan birine nakleder.
Üç şey vardır ki, müslümanın kalbi bu
sayede paslanmaz. Bunlar: Allah´a amelde ihlâs, müslümanlara nasihat ve
müslümanların cemaatından ayrılmamaktır.»
Şafiî, görüşünü isbat için,
dördüncü olarak, sahâbîlerin, Peygamber (S.A.V.)´in hadîslerini münferit
olarak birbirinden naklettiklerini ve birçok kimse tarafından rivayeti şart
koşmadıklarını ileri sürer. İşte pu şekilde Şafiî, âhâd haberlerin kabul
edileceğine dair birçok deliller getirir.
Burada hemen belirtelim ki,
Şafiî´nin zikrettiği her üç sınıf da tarihin dalgaları içinde kaybolup gitmiş,
onlardan İslâm tarihinde anılmaya değer bir kimse kalmamıştır. Gerçek odur ki,
bu her üç sınıfa dâhil olan kimseler; hadîsi yıkmak ve onu kabul etmemek cihetine
gitmişlerdir. Aslında bunlar, İslâmı yıkmak, Kur´an´ı bozmak veya Kur´an´ın
mânaları ile oynamak isteyen, fakat buna imkân bulamayınca, hiç olmazsa,
Kur´an´ın bir açıklaması olan Sünneti ondan ayırmak ümidine kapılan
kimselerdir. Onlar, Kur´an-ı açıklayan Sünneti Kur´an´dan ayırmakla Kur´an´m
mânâlarını tahrif ve hükümleriyle oynamak imkânına kavuşmak ve bu suretle de kolayca
İslâm´ı temelden yıkmak istemişlerdir.
İçinde yaşadığımız ve İslâm´ı
yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da, geçmişteki sapık ve
İslâm´ı çürütmek isteyen kimselerin yolundan gidenler mevcuttur. Bunların bir
kısmı, tersine, sadece Sünnete itimad edilmesi gerektiğini ileri sürmektedirler.
Bu İslâm düşmanları ikiye ayrılmış olup her ikisinin tuttuğu yol da yanlıştır:
Bunlardan birincisi, açıkça
Sünnetin hüccet olmadığını, ancak tek başına Kur´an´ın hüccet olduğunu
söylemektedirler. Bunlardan bazıları ile, Pakistan´ın Lahor şehrinde akdedilen
Büyük İslâm Kongresinde karşılaştık[34]. Bu topluluk, kendisine «Kur´an
Cemaatı» adını vermektedir. Aslında bunlar, Kur´an´ın en büyük düşmanıdırlar.
Bunlar, bir kelime Arapça bilmedikleri halde, yanlış yamalak tefsirlere
dayanarak ve bu tefsirlerdeki sözleri, Peygamber (S.A.V)in Sünnetine hiçbir
ihtiyaç duymaksızın hüccet saymaktadırlar. Eğer onların metotu hâkim olursa,
Kur´an-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapların uğradığı felâkete uğrar. Çünkü o kitaplar,
tercüme sebebiyle ve aslı zayi olduğu için tahrif ve tağyire uğramıştır. Bu
topluluğa benzer bir zümre de Mısır´da mevcut idi. Bunlar, görüşlerini anlatan
birçok kitaplar telif etmişler ve başları da bir «Bakan» idi. Fakat Allah, bu
bakanı helak etmiş ve böylece cemaatı da dağılmıştır.
İkincisine gelince; onlar da,
râvîleri yermek (ta´n etmek) ve ayıklayacağız, diye sahih hadîsleri tekzip
etmek suretiyle Sünneti temelinden yıkmak istemektedirler. Bunların maksadı da,
birincilerin maksadının aynıdır. Her iki fırka da, İslâm için kendilerinden
iyilik beklenmeyen kimselerden yardım görmektedirler. İslâm düşmanları, onları
mallarıyla, ilanlarıyla ve karşılarına çıkanları ezmek suretiyle
desteklemektedirler. Bugün bir Şafiî´miz bulunsaydı, ne iyi olurdu. Fakat,
bunların sesi de kısılacaktır. Allah, diğerleri gibi, şüphesiz, onları da
İslâm tarihinin dalgaları içerisinde boğacak ve yok edecektir.[35]
3-
İcmâ´
Şafiî, icmâ´ın dîni bir hüccet
olduğunu kabul etmiş ve onu şöyle tanımlamıştır: îcmâ´, herhangi bir çağdaki İslam
âlimlerinin bir delile dayanarak şer´i ve amelî bir hüküm üzerinde fikir
birliğine vaınasıdır. Şafiî bu konuda şöyle der: «Ben ve ilim sahiplerinden bir
kimse bunun üzerinde icmâ´ vardır demiş isek, mutlaka karşılaşacağınız her
âlim onu söylemiş ve kendisinden öncekilerden aynı şeyi nakletmiştir. Meselâ,
öğle namazı farzının dört rek´at oluşu, şarap ve benzerinin haram edilişi
böyledir.»
Şafiî´nin kabul ettiği ilk icmâ,
sahâbîlerin icmâ´ıdır. Şafiî´nin ifadelerinde, sahâbîîerden başkalarının icmâ´ı
hüccet olmaz, diye bir sarahat yoktur. Burada şu üç noktayı belirtmemiz
gerekir:
1- Şafiî, delil olma bakımından
icma´ı, Kitab ve Sünnet´ten sonraya bırakır. Üzerinde icmâ´ edilen bir şey,
Kitab ve Sünnet´e aykırı ise delil olamaz. Gerçekten Kitab ve Sünnet´e aykırı
bir mes´ele üzerinde icmâ´ mümkün değildir. Böyle bir şey düşünülmeyeceği gibi
İslâm tarihinde bunun aksini teyid edecek veya bu hususta misâl olacak bir şey
vâki´ de olmamıştır.
Şafiî´den sonra fakîhlerden bazısı
icmâ´nın Kitab ve Sünnet´ten önce geldiği vehmine kapılmıştır. Bu nokta
üzerinde bir kısım Batılılar bazı fikirler ileri sürmüşlerse de, tamamen
yanılmışlardır. Bunlara göre, Kitab ve Sünnet´in nassına muhalif bile olsa, bir
şey üzerinde yapılan icma´ onu meşru kıldığından İslam şeriatı durmadan inkişaf
etmektedir. Onlar, önce böyle bir kuruntuya kapılıp sonra da müslümanların bu
yolla İslâm´ı niçin inkişaf ettirmediklerine hayret ederler (!).
a) Nass´Iar üzerindeki icmâ´: Bu
icmâ´, tevatür derecesinde olup İslâm´ın ana çerçevesini meydana getiren
mes´eleler üzerindeki icmâ´dır. Bu mes´eleler hakkında âlimler, dînin zaruri
olarak bilinen emirleridir, derler. Bunlar beş vakit namaz ve namazın rek´atleri,
hac ile ilgili ibâdetler, bütün çeşitleriyle zekât ve benzeri hususlardır.
Birçok nass ve mütevâtir hadîslere dayanılarak bunlar üzerinde icma´ hâsıl
olmuştur. Âlimlerin bu mes´eleler üzerindeki icmâ´i nass´lar, sâdık haberler
(hadîsler), bunların mânâ ve hükümlerinin anlaşılması ve yakinen bilinmesi
üzerinde yapılmış olan bir icmâ´dır. Şüphesiz bu türlü icmâ´iar bunlara muhalif
olduğu sanılan cüz´î nass´lardan önce gelir. Bu türlü icmâ´Iara aykırı düşen
bir nass´a iltifat edilmez. Çünkü böyle bir nass, mânalarında icmâ´ hâsıl olan
nass´lara aykırı düşmektedir.
b) Âlimler arasında münakaşa
konusu olan bazı hükümler üzerindeki icmâ´lar: Sahâbîlerin bir mes´elede Uz.
Ömer´in re´y´i üzerindeki icmâ´ı böyledir. Şöyle ki: Uz. Ömer, fethedilen
arazînin mücâhitler arasında ganimet olarak dağıtılmasını emretmiş, sahâbîler
de onun bu görüşü üzerinde icmâ´ etmişlerdir. Bu icmâ´ da nassa dayanmaktadır.
Fakat bunu tanımayanlar, beş vakit namazı ve namazın rek´atlerini inkâr
edenler gibi kâfir olmazlar. Şüphesiz bu türlü icmâ´lar, delil olma bakımından
Kitap ve Sünnet´ten sonra gelir.2 Şafiî Medînelilerin icmâ´mın kabul etmezdi.
îşte O, bu noktada hocası İmam Mâlik´e muhalefet etmiştir. Şafiî bu meseleyi
ilmî yönden şöyle açıklamıştır: Medîneliler ancak, öğle namazının dört rek´at,
akşam namazının üç rek´at ve sabah namazının iki ret´at oluşu gibi konular
üzerinde icmâ´ etmişlerdir. Diğer bütün İslâm memleketlerinde de bu gibi
konularda icmâ´ edilmiştir[36].
Fakat Şâfii, müslümanlar arasında
ihtilaf konusu olan meselelerde Medînelilerin ameline göre hareket edileceğini
söylemiştir. İşte Şafiî, bu konuda hocasına nazarî olarak muhalefet ettiği
halde, amelî bakımdan onunla birleşmektedir.3 Bir kimse, kendisiyle münazara
yaparken kendi görüşünü destekleyen bir icmâ´ bulunduğunu ileri sürerse, Şafiî
bu konuda ic-ma´ın mevcudiyetini inkâr ederdi. Hattâ bu yüzden Şafii´nin icmâ´ı
hiç tanımadığı iddia edilmiştir.
Hakîkaten bir kısım konularda
icmâ´ bulunduğu iddiası, müc-tehid İmamlar devrinde çok rastlanılan bir şeydir.
Öyle ki hakkında icmâ´ bulunmayan birçok meseleler üzerinde de icmâ´ olduğu
ileri sürülmüştür. Meselâ, Ebu Hanîfe´nin talebesi Ebu Yûsuf, İmam Ev-zâî´nin
görüşlerini reddederken kendisini destekleyen birçok icmâ´nın bulunduğunu ileri
sürmüştür. Fakat Ebu Yûsuf, Evzâî´yi reddederken çoğu zaman ağır bir dil
kullanmıştır.
Hulâsa; Şafiî, icmâ´ı hüccet
olarak kabul ederdi. Fakat, bir mesele üzerinde icmâ´ iddia edildiği zaman,
meseleyi incelemek için bu icmâ´ iddiasına karşı çıkardı.[37]
4-
Sâhâbîlerîn Sözleri
Şafii mezhebine bağlı olan usûl
yazarlarının bazısı, İmamlarının eski mezhebine göre sahâbîlerin sözlerini
delil olarak aldığını, yeni mezhebine göre ise bundan vazgeçtiğim iddia
etmiştir. Şafiî´nin eski mezhebi, Irak´ta yazmış olduğu ve Zaferâni´nin rivayet
ettiği kitaplarındaki görüşleridir. Yeni mezhebi ise, Mısır´da yazmış olduğu
ve Rabf b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin´in rivayet ettiği kitaplarındaki
görüşleridir.
Fakat biz, Rabî´ b. Süleyman´ın
rivayet ettiği «el-Risale» adlı eserinde Şafiî´nin, sahâbîlerin sözlerini delil
olarak aldığını görüyoruz. Bundan Şafiî´nin, yeni mezhebinde de sahâbîlerin
sözünü delil olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Eski mezhebinde sahâbînin sözünü
delil olarak kabul edişi üzerinde de ittifak vardır. Biz de, doğru olarak bu
görüşü kabul ediyoruz.
1 - Sahâbîlerin
üzerinde icmâ ettikleri meseleler:
Sahâbîlerin fethedilen arazînin
sahiplerine bırakılmasına dair yapmış oldukları icmâ´ böyledir. Bu türlü
icmâ´lar hüccet olup icmâ´ın şümulüne dahildir ve hiç kimse bu konuda bir şey
söyleyemez.
Şâfii, sahâbîlerin bu türlü
görüşlerini de delil olarak alır. «er-Risale» adlı eserinde Şafiî, birisiyle
şöyle bir münazarada bulunduğunu anlatır: «Münazara eden: Sahâbîlerden birisi
bir mesele üzerinde herhangi bir görüş beyan etse, buna muvafık veya muhalif
başka bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği bilinmese, sen bu konuda
Kitab, Sünnet veya icmâ´da bu sahâbî sözünün uyulması gereken bir hüccet
olduğunu gösteren bir delil bulabilir misin dedi. Ben de: Bu konuda Kitab ve
sabit olan Sünnet´te bir şey görmedik. Ancak ilim sahiplerinin, sahâbîîerden
birine ait bir sözü bazen kabul ettiklerini, bazen da terk ettiklerini
gördük... dedim. Bunun üzerine O: Sen bunlardan hangisini kabul ettin dedi. Ben
de: Kitab, Sünnet ve icmâ´ ile sabit olan bir hüküm bulamadığım zaman,
Sahâbîlerden birinin sözüne uymayı tercih ettim... dedim. Sahâbîlerden sadece
birine ait olan bir söze, başka birinin muhalefet etmediği ise pek azdır.»[38]
3 - Sahâbîlerin
ihtilâf ettiği mes´eleler:
Şâfii bu konuda Ebu Hanîfe gibi sahâbilerin
sözleri arasında istediklerini tercih eder ve bütün sahâbîlerin görüşlerine
aykırı bir şey söylemez. Onların sözleri arasında Kitab, Sünnet ve icmâ´a
yakın veya kuvvetli bir kıyas ile desteklenmiş olanları tercih eder. Size
burada Şafiî´nin, konu ile ilgili kendi görüşlerini sunuyorum :
«Kitab ve Sünnet´de bulunan şeyleri
işitenler için özür söz konusu değildir, mutlaka onlara uymak gerekir. Kitab
ve Sünnet´de bir şey yoksa sahâbîlerin veya onlardan birinin sözlerine başvururuz.
Eğer ihtilâf edilen meselede Kitab ve Sünnet´e daha yakın olan söze bir delâlet
bulamazsak Ebu Bekr, Önier ve Osman (R.A.)m sözüne uymamız daha iyi olur. Eğer
bir sözün Kitab ve Sünnet´e daha yakın olduğuna dair herhangi bir delâlet
bulunursa o söze uyarız.»[39]
Bu ifadeden anlaşılıyor ki,
sahâbîlerin ihtilâfa düştükleri bir meselede Şafiî, önce Kitab ve Sünnet´e daha
yakın olan görüşü tetkik etme cihetine gidiyor. Sahâbîlerin görüşlerinden
hiçbirisinin Kitab ve Sünnet´e delâlet bakımından daha yakın olduğunu tesbit
etmemesi pek azdır.
Bu sebeple Şâfii, ikinci cihete
yani taklide yönelmemektedir. O, böyle bir durumda İmamın (halîfenin)
benimsediği tarafı tercih etmektedir. Dolayısıyla bu gibi ihtilaflı bir konuda
önce Ebu Bekir, sonra Ömer, daha sonra da Osman (R.A.)´ın benimsediği görüşü
kabul etmektedir.
Şafiî bu tutumunu, şöyle izah eder:
«İmamın (halîfenin) sözü herkesçe bilineceği için halkın buna uyması gerekir.
Halkın uyması lâzım gelen kimsenin görüşü, bir veya birkaç kişiye fetva veren
kimsenin görüşünden elbette daha meşhurdur. Çünkü onlar, böyle bir kimsenin
fetvasını ya kabul eder, ya reddeder. Ekseri müftüler evlerinde veya
meclislerinde özel kişilere Fetva verirler. Halk bunların fetvalarına halîfenin
fetvaları kadar önem veınez. Gördük ki,
ilk halîfeler önce fetva vermek istedikleri bir konu üzerinde Kitab ve
Sünnet´de bir şey bulunup bulunmadığını sormakla işe başlıyorlar ve
görüşlerini açıklıyorlardı. Sonra onlara görüşlerine muhalif haberler
bildiriliyor, onlar da takva ve faziletleri sayesinde kendi görüşlerinden
vazgeçmekten çekinmiyorlar ve bu haberleri kabul ediyorlardı. O halde ilk
halifelerden intikâl eden bir şey bulunmazsa, Peygamber (S.A.)´in diğer
sahâbîleri de güvenilmeye lâyık kimseler olduklarından onların sözlerini
alırız. Sahâbilere uymak, onlardan sonrakilere uymaktan daha iyidir.»[40]
Bu ifade de gösteriyor ki Şafii,
sahâbîlerin sözlerini delil olarak almakta, onların ihtilâf ettikleri
konularda da birinin delilini diğerinin deliline tercih edecek bir şey
bulunmazsa, Hulefâ-i Râşidîn´i taklîd etmektedir.[41]
5-
Kıyas
Yukarıda anlatılan kaynaklar konusunda,
Şafiî, sadece nâkildir, müçtehid değildir. Ancak O, nass´ların mânâlarını
kavramak, sahâbîlerin görüşleri arasında yaptığı gibi, mevcut görüşlerin bazısını
diğer bazılarına tercih etmek için gayret göstermiştir.
Kıyas´a gelince; Şâfii, bu konuda
uyulması gereken bir görüşü ortaya koymak hususunda bir ictihadda bulunmuştur.
Bunun içindir ki Şafiî, kıyasın bir ictihad olduğunu söyler. Şafii´nin misâl
olarak ileri sürdüğü birçok meselelerden anlaşıldığına göre onun kıyas
anlayışı, diğer usûl âlimlerinin kıyas hakkında yapmış olduğu tarife uyar.
Buna göre Kıyas: Hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, hükme
esas teşkil eden. ortak bir illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir
mes´eleye bağlamaktır.
Şâfii, kıyasın, İslâm´ın bir
esası olduğunu ispat eder. Çünkü mesele hakkında bir nass bulunmazsa, Kitab ve
Sünnet´in delâlet ettiği hüküm ancak kıyasla bilinir. Şafiî, kıyası şu iki
mukaddime (öncül) üzerine dayandırır:
1- Şerîatin
bütün Hükümleri umûmî olup muayyen hâdise ve zamanla kayıtlı değildir. Durum böyle
olunca insanın karşılaştığı her hadisenin şer´î hükmünü açıklamak gerekir. Bu
ise ya sarih bir nass´la sabit olur, ya nass´a atıfla olur. Buda hakkında nass
bulunmayan bir meseleyi, hakkında nass bulunan bir meseleye kıyasla mümkündür.
Şafiî, bu konuda şöyle der:
«Müslümanın karşılaştığı her mesele için ya apaçık bir hüküm veya hakîkata
uygun şekilde bir delâlet mevcuttur. Eğer meseleyle ilgili doğrudan doğruya
bir hüküm varsa, müslümanın ona uyması gerekir. Eğer doğrudan doğruya bir hüküm
yoksa, ictihad yapmak suretiyle hakîkata uygun olan delâleti araması icab eder.
İctihad da, Kıyas demektir.»[42]
Bu sözün mânâsına göre şeriat
umumîdir. Açık bir nass bulunursa ona uyulur, bulunmazsa şerîatin umûmî
hükümlerinin işaretine göre müctehid, meselenin hükmünü tâyin etmek için
ictihad´a başvurur. Bu arada bazı naşs´ların delâleti onu, bu nass´lar üzerine
kıyas cihetine sevkeder.
2 - Şafiî, hükümlerle ilgili şeriat ilmini iki
kısma ayırır:
a) Hükümlere kesin olarak delâlet
eden (kat´î) nass´larla sabit olan kesin ilim.
b) Galip zan ile iktifa edilen
zannî ilim.İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma dâhildir. Şafiî, nass´lardan
kat´î bir ilim elde edilmezse müctehidin galip zanla elde edilen ilimle
yetineceğini söyler.
Şafiî´ye göre; kesinlik ifade
eden ilim, zahir, ve bâtına ait ilimdir. Yâni bir müslüman onu inkâr edemez ve
onun icabına uyarak amel etmek zorundadır. Galip zanla hâsıl olan ilim ise,
zahire ait olup bâtında onun icabına göre amel etmek ve ona boyun eğmek
gerekmediği gibi, bunu inkâr eden kâfir de olmaz. İmam Şafiî, şeriatın birçok
hükümlerinde zahire göre hareket edilmesi gerektiğini misallerle anlatır.
Meselâ, kadı şahitlerin şahadetiyle sanığı öldürür. Burada, şahitlerin
doğruluk ve adaletli davrandıklarına, görünüşte durumlarının iyi olduğuna,
yalancı olmadıklarına veya bir tarafı tutmadıklarına delâlet edecek emarelerin
bulunması şarttır[43].
Şahitlerin yanılmış veya yalancı
olmaları mümkündür. Fakat kadı, zahire göre amel eder, bâtını (işin içyüzünü)
Allah´a bırakır. Bunda toplumun maslahatı vardır. Çünkü şahitlerin yalancı olmaları
ihtimaliyle suçlular muhakeme edilmezse, nice mallar zayi ve kanlar heder olur.
Böylece halk anarşi içinde kalır ve Allah´ın: «Kısasda sizin için hayat
vardır...»[44] âyetindeki içtimaî yüksek mânâ gerçekleşemez.
O halde müctehidler, hükümleri
delillere dayanarak ortaya koymakla vazifeli oldukları gibi, imkânların
kendilerini ulaştırdığı neticeye göre amel etmekle de mükelleftirler. Onlar,
gözlerinden kaçan şeylerden ötürü günahkâr da olmazlar. Meselâ, bir kimse helâl
diye bir kadınla evlense, karı-koca olduktan sonra onunla süt kardeşi olduğu
anlaşılsa, bir kimse Allah´a karşı günah işlemiş olmaz. Çünkü, durumu
bilmiyordu, öğrenmek için yapmış olduğu araştırma da onu böyle bir bilgiye
ulaştırmamıştı. Nihayet bilinmeyen nokta ortaya çıkınca evlenme akdi
feshedilir. Bu durumda zahire göre bir hüküm, batma göre de ayrı bir hüküm
terettüp eder: Zahire göre nesep sabit olur. İddet ve mehir gerekir. Bâtına
göre de miras ve nafaka gerekmez,
Şafiî, kıyasın bir ictihad
olduğunu isbat etmiş; fakat bunu müctehid tarafından ortaya konan bir hüküm
saymamıştır. Aksine, Şafiî, bunu, müctehid´in ictihad´da bulunduğu meselenin
şer´î hükmünün bir açıklaması olarak kabul etmiştir. Bu hususta Şafiî şöyle
der: «Kitab ve Sünnet´in habe,ri, müctehidin isbat etmek için mânâsını
araştıracağı bir madde (ayn) dir.»[45].
Yani kıyas, müctehidin birtakım
nass´ların mânâsını iyice kavraması, ictihad yaptığı mesele ile kıyasa esas
teşkil eden mevcut nass´m delâlet ettiği mânâyı karşılaştırması bakımından Kitap
ve Sünnete dayanır.
Şafiî, re´y´e dayanan içtihadın
çeşitlerinden ancak kıyası kabul eder. Sarih nass´lardan i´cmâ´ ve sahâbîlerin
fetvalarından sonra sadece kıyasa başvurulacağını, söyler ve bu konuda da
şöyle der:,
«Peygamber, ictihad ile
emretmiştir. İctihad ise, bir şeyi talep etmektir. Bu da, ancak delâletler
vasıtasıyla olur. Delâletler de kıyastır. Görüyoruz ki, bir kimse başka birine
bir köle satmak istese, bilen kimseler; alıcıya, eğer piyasayı, köle ve
cariyenin o gün kaçtan satıldığını bilmiyorsa, bunun kıymetini takdir et,
demezler. Zira onun doğru bir kıymet takdir etmesi ve sözünün muteber olabilmesi
için bu köleyi diğeriyle mukayese yapması ve her ikisinin değerini bilmesi
gerekir. Aynı şey, piyasayı bilmiyorsa, ´mal sahibi için de böyledir. Kölenin
kaçtan satıldığını bilmeyen bir fakîh´e de bu köle veya cariyenin kıymetini,
yahut şu işçinin ücretini ´takdir et, denilemez. Çünkü o, emsal göstermeksizin
buna bir kıymet takdir ederse haksızlık etmiş olur.»[46].
Bu ifadeden çıkarılan neticeye
göre ictihad, ancak elde kendisine kıyas edilecek bir misâl bulunursa mümkün
olur. Meselâ, bir kimse bir malın kıymetini takdir etmek istese, onun, önce bu
malın mahiyet ve faydasını, sonra da çarşıdaki emsalinin değerini göz önüne
alması gerekir. îşte fakih de böyledir. O da çıkaracağı hükmü, üzerine bina
edecek mevcut bir aslı göz önüne almalıdır. Tâ ki yaptığı iş, temelsiz ve
gelişi güzel olmasın. Allah´ın emir ve nehiyleri yanında basit bir şey olan
eşyanın kıymeti ancak emsali gözönüne alınmak suretiyle takdir edildiğine göre;
müctehidin de, içtihadında en azından bir eşyanın kıymetini takdir ederken
bağlı olduğu şeylerle mukayyet olması lâzım gelir. İşte bu da, onun içtihadını
üzerine bina etmesi için mânâ yönünden benzeri bir nassın bulunmasıdır.
İctihad´da kıyasa başvuran ilk
imara, Şafiî değildir; İmam Mâlik de kıyası kabul etmiştir. Ebu Hanîfe ise
kıyas fakîhlerinin üstadı sayılır. İbrahim Nahaî´den beri Irak ekolünde
ictihad, kıyasa dayanmakta idi. Fakat Şafiî, zaman bakımından Irak ekolünden
sonra ise de ve kendisini, kıyasların illetlerini ortaya çıkaına bakımından Ebu
Hanîfe derecesinde saymasa da, onun bu esas üzerindeki üstün hizmeti bir
gerçektir. Çünkü kıyasın kaidelerini bir disipline bağlayan, fakîh veya
müctehidin kıyasa göre hüküm çıkarırken uyduğu takdirde yanılmamasını
sağlayacak olan şartlan ortaya koyan İmam Şafiî´dir. Kıyasın derece ve
kısımlarını açıklayan yine O´dur.
Buna göre, daha önce kıyası
kullananlar varsa da, kıyasın kanunlarını istinbat eden ve onu bir nizama
sokan Şafiî olmuştur. Yâni Şafiî, kıyas İmamlarının açıklamadan bahsettikleri
ilmin kâşifi sayılır.
Şafiî, kıyasın cereyan edip
etmeyeceği yerleri zikretmiş ve onu fer´î meselelere nisbetle illetlerin açıklığı
ve tesir kuvvetine göre derecelere ayırmıştır.
1 - Fer´i mes´elede illet daha
açık ve tesir bakımından daha kuvvetli olursa kıyas birinci dereceyi teşkil
eder. Meselâ: bir şeyin azı haram ise, çoğunun evleviyetle haram oluşu
böyledir.
2 - Fer´î mesele, illet
bakımından asıl meseleye müsavi olursa, kıyas ikinci dereceye dâhil olur.
Meselâ; yarı ceza alma bakımından köleyi cariyeye kıyas etmek böyledir.
3 - Fer´i mesele, hükmün illetine
nisbetle asıl meseleden daha az açık olursa, kıyas, üçüncü derecede bir kıyas
olur.
Fakihlerin ekserisi birinci ve
ikinci dereceye dâhil olanları kıyas saymazlar. Yani onlar, birinciyi
«Delâletu´n-Nass» denilen mef-hum-ı muvafakat´a dâhil etmişlerdir. Şafiî de
buna cevaz vermiş ve onun, kıyas babından çıkarılıp nass´lara dâhil edilmesine
itirazda bulunmamıştır. Yine fakıhların ekserisine göre, ikinci dereceye dâhil
olanlar da kıyas sayılmazlar. Belki bunlar, teklif ifade eden hükümlerde
erkekle kadın arasındaki müsavat kanununa tabidirler. İşte kıyası inkâr
edenler, bu çeşit istinbatı kabul ederler.
Şafiî kıyasın derecelerini
saymakla iktifa etmez. Ayrıca kıyas ile uğraşan fakihin uyması lâzım gelen ve
kitabın baş tarafında açıkladığımız ictihad şartlarını da tafsilatıyla
[47]anlatır.[48]
Şafiî´nin Îstihsân´ı Îbtali İmam
Mâlik: «İstihsan, ilmin onda dokuzudur.» demişti. İmam Şafii de; «Kim istihsan
yaparsa o, şeriata yeni bir ilâvede bulunur.» demiştir. O halde büyük bir
İmamın değer verdiği ve aynı İmamın büyük bir talebesinin tanımadığı istihsan
nedir Mâlikîler, İmam Mâlik´in dilindeki istihsânı, masâlih-i mürseleyi almakla
tefsir ederler. Masâlih-i mürsele de, şeriatin hükümlerine uygun düşen ve hakkında
müsbet veya menfi bir nass bulunmayan maslahatlardır. İsterse bu maslahatlar,
kıyas konusu olsun isterse olmasın. Eğer kıyas konusu olursa, bazı Mâlikîler
buna özel olarak «istihsan» adını verirler.
Kısaca, İmam Mâlik´in dilindeki
istihsânın tefsiri, nass bulunmayan yerde şeriatın hükümlerine uygun olan
maslahatı almaktır. Şafiî bu istihsânı kesin olarak reddetmiş ve "bu konuda
şu delilleri ileri sürmüştür:
1- İstihsânı kabul etmek, bazı
meselelerin hükmünü şeriat beyan etmemiştir, demek olur. Halbuki Allah
Kur´an´da: «İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır »[49] buyurmaktadır.
Buna göre apaçık bir nass veya ona hamledilen bir kıyas bulunmaksızın meselenin
hükümsüz bırakılması, insanın başıboş bırakılması demektir. Bu ise bâtıldır.
2 - İtaat yalnız Allah´a ve O´nun
Resulü´nedir. Hüküm de yalnız Allah´ın indirdiği iledir. Bu ise ya nass´ın
hükmü ile olur veya nass´a hamletmekle.
3 - Peygamber (S.A.), fıkhî
hükümleri istihsâna dayanarak açıklamamıştır. Hz. Peygamber, kendisine
bildirilmeyen meselelerde vahyin gelmesini beklerdi. Eğer bir kimsenin istihsân
ile hüküm veınesi caiz olsaydı, kendiliğinden konuşmayan Peygamber (S.A.)´-in
istihsân ile hükmetmesi gerekirdi.
4 - Peygamber (S.A.), sahâbîlerin
istihsanları ile verdikleri hükümleri hoş karşılamamıştır. Meselâ, sahâbilerin
bir ağaca sığınan kimseyi ağacı yakarak öldürmelerini kınadığı gibi, kılıç korkusu
ile, Allah için müslüman oldum, diyen başka bir şahsı öldürmelerini de
Peygamber (S.A.) hoş görmemiştir.
5- İstihsânın belli bir ölçüsü ve
kaidesi yoktur. Bu ise ihtilâfa ve başıboşluğa sebep olmaktadır. Böylece
herkes kendi arzusuna göre hüküm veınektedir.
Kıyas, böyle değildir. Çünkü
kıyasın başvuracak bir kaide ve esası vardır. O da, kıyasa esas teşkil eden
nass´dır.
6- Maslahat hükmünde olan istihsân makbul olursa,
şeriatı bilen de bilmeyen de onu kabul eder. Çünkü maslahatın bulunup
bulunmadığım her ikisi de anlayabilir. Hattâ sanat erbabı, maslahatın bulunup
bulunmadığını âlimlerden daha iyi bilirler.
Fakat bu noktaya şöyle bir cevap
verilebilir: Maslahata dayanarak hüküm vermeyi kabul edenler, maslahatın
şeriatça tanınmış olan maslahatlar cinsinden olmasını şart koşmuşlar ve
hakkında nass bulunmayan konularda maslahata göre hüküm vermişlerdir. İşte
bunların hepsini göz önüne alıp değerlendirecek olan kimsenin, ancak şeriatın
kaynaklarını ve tanımış olduğu maslahat çeşitlerini bilen bir ilim adamı
olması gerekir.
Hulâsa, İmam Şafiî, yukarıda
anlattığımız delilleri el-Umm ve er-Risale adlı eserlerinde ileri sürerek,
istihsânı reddetmiştir.[50]
Şafiî´nin
Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları
Şafiî´nin çağı gerçekten İslâm´ın ilim
çağıdır. Âlimler, bu çağda ilimleri tedvine ve ilimlerin esaslarını tesbite
yönelmişlerdir. Bu çağda Basra ve Küfe ekolleri, nahiv kaidelerini koymuş;
Halil b. Ahmed, aruz ilmini meydana getirmiş ve Câhız, edeb´î tenkit usûlünü
tesbite çalışmıştır.
Bu durumda şüphesiz fıkhın da
istinbat kaideleri tesbit edilmeli idi. İmam Şafiî, fer´î hükümleri ihtiva
eclen, tedvin edilmemiş olmakla beraber, fakîhlerin istinbat esnasında tutmuş
oldukları esasları gösteren fıkhî bir mirasa kavuşmuştur. O, çeşitli fıkıh
ekolleri ile karşılaşmıştır. Meselâ, içinde yetiştiği Mekke ekolü, daha sonra
gelmiş olduğu Medine ekolü ve kendisini sinesine çeken Irak ekolü burada
anılmayı değer. Şafiî, bütün bu ekollerin içinde yaşamış ve bunların hem
ittifak, hem de ihtilâf ettikleri meseleleri incelemiştir.
Bu ekollerin ihtilâf ettikleri
konular üzerinde bir hüküm verebilmek için bunların fıkıhta kullandıkları
ölçüleri, görüşlerinin sakat ve sağlam yönlerini veya bunların en azından
hakîkata yakın olanlarını bilmek gerekiyordu. İşte bu konuda sağlam metotu tâyin
eden ölçüler, usûl-ü fıkıh ilmini doğurmuştur.
Şafii´yi, bu yükü omuzlamaya
sevkeden ve kendisini buna ehil gösteren âmiller vardır-.
a) Şafiî, Arap dilini tam olarak
ve ihtisas derecesinde biliyordu. Hattâ çağdaşı olan Câhız, fakîhler arasında
Şafiî gibi Arap dilini bilen bir kimse bulunmadığını söylemiştir. Öyle ki
Şafiî, bu sayede Kur´ân´ı anlamak ve Kur´ân´daki lâfızların delâlet bakımından
derecelerini bilmek için gereken kaideleri koyabilmiştir.
b) Şafiî Sünneti biliyordu, yâni
Sünnetin rivayetlerini hıfzetmiş, sahihlerini kavramış; hem Irak, hem de
Hicaz´da bilinen bütün hadîsleri öğrenmişti. İşte bu sayede O, hadîslerin
çeşitlerini, hükümleri isbat bakımından kuvvet derecelerini açıklamış,
istidlal mümkün olan veya caiz olmayan hadîsleri tâyin edecek ölçüleri
keşfedebilmiştir.
c) Şafii, İmam Mâlik´in
el-Muvatta´sını ezberlemiş, bu eseri çeşitli yönlerden incelemiş ve diğer
bütün ekollerin fıkhını öğrenmişti. Bu arada sahâbîlerin görüşlerini, ittifak
veya ihtilâf ettikleri fıkıh meselelerini biliyor ve ihtilâf ettikleri
meseleler arasında ortaya koyduğu ölçülere dayanarak tercihlerde bulunuyordu.
d) Şafiî, küllilere yönelen.ve
cüz´îler içinde dolaşıp durmayan ilmî aklı sayesindedir ki, hüküm istinbatı
sırasında uyulması gereken mevcut görüşleri ölçüp tartarak, bunların sağlam ve
sakat olanlarını tanımak için kıstas teşkil eden umumî kaideleri ortaya koyma
bakımından çağındaki fakîhlerin en kudretlisi idi.
İşte Şafiî, kendisini ehliyetli
kılan bu âmiller ve kendisinden önceki ekollerin meydana getirdiği fıkhî
mirasın hazırladığı imkân sayesinde usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur.
Şafiî kurduğu bu ilmi veya tesbit
ettiği usûl-i fıkıh kaidelerini iki maksatla kullanmıştır:
1 - Bu kaideleri sağlam (sahih)
görüşleri tanımak için bir ölçü olarak kullanmıştır. O, İmam Mâlik´in,
Iraklıların ve İmam Evzâî´nin görüşlerini bu ölçülere göre değerlendirmiştir.
2 - Yeni hükümleri çıkarırken, bu
kaideleri uyulması lâzım gelen külli bir kanun olarak kabul etmiş ve kendisi
bundan ayrılmamıştır, İmam Şafiî, bu kaidelerle hem amelî, hem de nazarî bir
yol tutmuştur. Yani O, tasavvur ve faraziyelerin içinde boğulup kalmıyor,
birçok meseleleri bir disipline bağlıyor ve sımsıkı sarılmak gereken metodun bu
olduğunu söylüyordu.
İmam Şafiî´nin kıyası sadece
tarifle değil, aynı zamanda misallerle açıklamasını sağlayan şey, belki de,
kaideleri tesbit ve tatbik bakımından tutmuş olduğu bu yoldur.
Şafii´nin tek başına kendisini
istinbat kaidelerini tespite sevk eden bu amelî yönden çalışması, fıkhı, usûl
ve kaideler üzerine oturan bir ilim haline getirmiş ve onu yalnız fetva,
hüküm, vâki olan veya vâki olması farz edilen cüz´î meselelerin çözümünü içine
alan bir mecmua olmaktan çıkarmıştır.[51]
Şafiî´nin
Mezhebi İmam Şafiî´nin mezhebi iki devreye ayrılır:
Bunu Za´ferânî[52] rivayet etmiş
olup Şafiî´nin Bağdat´ta yazmış olduğu kitapları içine alır. Bu kitaplar da-,
er-Risâle usûl hakkındadır , el-Umm ve el-Mebsut´dur.[53]
Bunları Za´ferânî Şafiî´nin
imlâsı (yazdırması) ile tedvin etmiş ve Bağdat´ta talebelerine okutmuştur.
Za´ferânî bu kitapları, 260 Hicrî yılında ölünceye kadar - okutmaya devam
etmiştir Halbuki İmam Şafii, Mısır´da görüşlerinin bir kısmını değiştirmiştir.
Şafiî, Mısır´a gelince Irak´ta
yazmış olduğu kitaplarını yeniden gözden geçirmiş ve bazı kısımlarını değiştirmiştir.
Bu kitaplarından birisi er-Risâle, diğeri de el-Mebsut´dur. O, bundaki
görüşlerini yeni den incelemiş, bazı görüşlerinden vazgeçmiş ve bazılarında da
ısrar etmiştir. İfadesinde iki çeşit görüşe ihtimal veren kısımları kesin bir
şekle kavuşturmuştur. Halbuki Şafiî, daha önce bazı meselelerin iki türlü
halledilebileceğini söylerdi. Yeni mezhebine göre O, bu iki şekilden birini
tercih etmiş veya her ikisinden vazgeçmiş, yahut üçüncü bir çözüm şekli ortaya
atmış, veyahut daha önce bilmediği bir hadîse vâkıf olduğu için önceki
görüşünün her ikisinden de vaz geçmiş, ya da hatırına gelen yeni bir kıyasa
dayanarak birini ötekine tercih etmiştir.
Şafiî´nin sonraki görüşlerine
göre yazdığı yeni kitaplarını Rabi b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin[54] rivayet
etmiştir. Şafiî´nin kitaplarını Mısır´da nakleden bu zattır. İslâm âleminin
her tarafından Şafiî´nin kitaplarını okumak için onun yanına gelenler vardı.
Rabi b. Süleyman, 270 H. yılında ölmüştür.
Şafiî, Mısır´da yazdığı
kitaplarla Bağdat´ta yazdığı kitapları neshetmiştir. O, «Bağdat´ta yazdığım
kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum.» demiştir.
Demek ki Şafiî, eski fikirlerini
yeni fikirleriyle neshetmiştir. İsterseniz, Şafiî eski kitaplarını yeniden
düzelterek kaleme almış ve bunlar yeni kitaplarını teşkil etmiştir,
diyebilirsiniz ki, bu, daha doğru olur.
Şafiî´nin eski kitaplarında, yeni
kitaplarında olduğu gibi, bazen bir konu üzerinde çeşitli görüşler yer alır.
Bilhassa bunlar kıyas meselelerine aittir. O, kıyasa dayanan bir görüş (re´y) ü
bazen kesin olarak ifade eder, çoğu zaman bunu başka görüşlere tercih eder, bazen
da kıyas şekillerinden ikisi arasında tereddüde düştüğü için birini diğerine tercih
etmez; hattâ üç kıyas şekli arasında tereddüt ettiği de vâkidir. İlim ve dînî
hakikat uğrundaki ihlâsı, kendisini, böyle kıyasın üç şeklini birden,
aralarında herhangi bir tercih yapmaksızın, kitabına koymaya sevk etmiştir.
Çünkü bunlar arasında tercihe medar olacak bir mesned bulamamıştır. Bu
şekillerden her birini Şafiî´ye nisbet etmek doğru sayılır.
Bunlara şöyle bir misâl
verebiliriz: Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra
müşteri de bunların zekâtının verilmediğini anlasa, müşteri, malın tamamının
mı, yoksa zekât olarak verilmesi gereken miktarının mı satış akdini feshetme
hakkına sahiptir Zekât olarak verilmesi gereken miktar da, araziyi âletle
sulamadıysa öşür (l/10) dur. Âletle suladıysa öşrün yansı (1/20) dır. Veya
müşteri burada muhayyer midir Yoksa zekât çıkarıldıktan sonra kalan kısmı
paranın tamamı ile alır mı, yoksa satışı fesh mi eder Şafiî bütün bu görüşlerin
doğru olabileceğini zikreder.
Diğer bir misâl: Bir kimse,
soyundan olmadığı birinin nesebinden olduğunu iddia etse ve bu iddia ettiği
neseb esasına göre bir kadınla evlense, sonra da kendisinin hem iddia ettiği
nesebden, hem de kadının nesebinden aşağı bir soydan olduğu anlaşılsa durum ne
olacaktır Şafiî bu meselede iki türlü görüş ileri sürmüştür: Birincisine göre
kadının muhayyerlik hakkı vardır. İkincisine göre de nikâh bâtıldır.
Şafii mezhebinde görüşlerin çok
oluşu bu mezhebin inkişafını sağlamıştır. Çünkü tercih kapısı daima açık
bırakılmıştır. Şafiî, talebelerine furû´da ictihad kapısını açmış ve mezhebin
gelişmesini kolaylaştırmıştır.
Şafiî fakîhleri için, İmam
Şafii´nin eski ve yeni mezheblerini incelemek en büyük konuyu teşkil eder.
Âlimlerden bir kısmı, bazı meseleleri Şafiî´nin eski mezhebine göre ele almış
ve fetva vermiştir. Şafiî´lerin ekserisi, İmam Şafiî´nin eski görüşünü
destekleyen bir hadîs bulunursa ona uymayı ittifakla kabul etmişlerdir.
Şafiî´nin yeni görüşü sadece kıyasa dayanıyorsa, eski görüşü ile amel edilir.
Çünkü Şafiî, «Sahih bir hadîs bulunursa benim mezhebim odur.» derdi.
Herhangi bir hadîs desteklemediği
halde Şafiî´nin eski bir görüşünü tercih etmek mümkün müdür Âlimlerin bir
kısmına göre mezheb de müctehid olanlar, onun böyle bir görüşünü tercih edebilirler.
Çünkü, bu da İmama ait bir
görüştür. Sonradan bunun aksini ileri sürmesi, önceki görüşünden dönmüş olduğunu
göstermez. Fakat, bundan, kendisinin iki görüşe sahip olduğu anlaşılır. Âlimlerin
diğer bir kısmına göre ise, mezhepte müctehid olanlar, Şafiî´nin mezhebidir,
diye eski görüşünü tercih edemezler. Çünkü yeni görüşüne nisbetle eski görüşü
birbirine zıt ve bir arada mütalâa edilmesi imkânsız iki nass durumundadır. Ve
sonraki görüşüne göre amel edilir. Bu anlayış, Şafiî´nin eski görüşünden
vazgeçtiği yolundaki rivayetle bağdaşmaktadır.. Söylendiğine göre Şafii; «Ben,
Bağdat´ta yazdığım kitaplarıma göre amel edenlerden beriyim.» diyerek, eski
görüşleriyle amel edilmesini yasaklamıştır.
Bu ihtilâf meselesi ne olursa
olsun, gerçek odur ki, muayyen mes´elelerde Şafiî fakîhleri, İmam Şafiî´nin
eski görüşünü tercih etmişler, ona göre fetva vererek, yeni görüşünü terk etmişlerdir.
Bazılarının tesbitine göre bu meselelerin sayısı on dörttür. Bazılarına göre
ise yirmi ikidir. Gerçekte bunlar daha fazla olup bu mezhebin kitaplarında
dağınık bir şekilde mevcuttur.[55]
Şâfii Mezhebinde Tahric
Şafiî mezhebinde tahric, büyük
bir yer işgal eder. Tahricle halledilen meselelerin bir kısmı Şafiî´ye, bir
kısmı da mezhebe izafe edilir. Bir kısmı ise, tamamen mezhebin dışında
sayılır. Mezhebin dışında sayılan bu meseleleri tahric eden fakîhler,
Şafiî´nin nass ve kaidelerine aykırı olarak hareket etmişlerdir. Çünkü,
kendisinden nakledildiği sabit olan fetvalara aykırı düşen her hangi bir şeyi,
İmam Şafiî´ye nisbet etmek mâkul olamaz. Bir kısım tahricler vardır ki bunlar,
İmam Şafiî´ye atfen mezhebe izafe edilmiştir. Bir kısım tahricler de Şafiî´nin
usûlüne dayanmakta, fakat bunlar hakkında Şafiî´nin herhangi bir görüşü
nakledilmemektedir. Şüphesiz ki bu tahricler, mezhebin görüş şekillerinden
(vecihlerinden) birini teşkil eder; bunları İmam Şafiî söylememiş olsa da, onun
usûlüne dayanmaktadır.
a) Hakkında İmam Şafiî´den bir
şey nakledilmeyen ve onun usûlüne dayanmayan fürû´a dair tahricler: Tahriç
yapan (muharric), Şafiî mezhebine mensup olduğu halde, mezhebin fürû´u ile bunlar
arasında bir uygunluk yoksa, ekseriyete göre bunlar mezhepten sayılmaz. Eğer
bunlarla mezhebin fürû´u arasında bir uygunluk varsa mezhebden sayılır.
Bu, tahriç yapan fakîhin
mes´elede Şafiî´nin usûlüne bağlı kalmadığını açıkça söylemiş olmasına göre
böyledir. Eğer tahric yapan fakîh, bunu açıkça söylemezse durum değişir: Şafiî
fakîhlerinin ekserisine göre tahriç yapan kimse, Ebu Hâmid el-Gazzalî gibi
Şafiî usûlüne bağlı olmakla tanınan biri ise, bu tahricler mezhepten sayılır,
değilse sayılmaz.
b) Müctehid, İmam Şafiî´nin açık
bir ifade ile vazgeçtiğini bildirdiği bir görüşünü tercih etmişse bu, ittifakla
mezhepten sayılmaz.
c) Müctehid, bir mes´elede İmam
Şafiî´nin re´y´ine muhalif olan bir görüşü tercih etmiş ve bu mes´elede bir
hadîs´e dayanmışsa, Şafiî fakîhlerinin çoğuna göre bu, mezhebden sayılır.
Çünkü Şâfii: «Sahih bir hadîs
bulunursa benim mezhebim odur.» demiştir. Fakîhlerin diğer kısmı burada
tereddüt etmiştir; fakat çoğunluk birinci görüşü benimsemiştir.[56]
İmam Şafiî´nin Irak´ta, Mekke´de
ve Mısır´da talebeleri vardı. Şam´da, Yemen´de, daha sonra Nişâbur ve
Horasan´da yerleşmiş olan Şâfiîler bulunuyordu. Yâni, böyle birbirinden Uzak
ülkelerde birçok kimseler aynı mezhebe mensup bulunuyorlardı. Bunlar arasında
Şafiî mezhebine göre müntesip müçtehidler, Şafiî´den rivayet edilen fürû
mes´elelerine, Şafii´nin açıkladığı kıyas ve esaslara (usûle) göre tahric yapan
müçtehidler vardı.
Şüphesiz bunlar, tahriclerde
bulunurlarken değişik olan çevre ve meşreblerinin, karşılaştıkları hâdiselerin,
bu hâdiseleri halletmede kullandıkları metotların tesirlerinde kalmışlardır.
Şüphesiz ki bu da,, onların ayrı ayrı görüşe sahip olmalarına yol açmıştır.
Gerçi hepsi de, aynı kaynaktan ilham alıyor, aynı usûle bağlı kalıyorlardı.
Eğer biz Horasan, Nisâbur ve
Irak´taki Şafii fakîhlerinin görüşlerini araştırırsak ve onları bu araştırmanın
ışığı altında tahlil edecek olursak, onlarda değişik çevre ve temayüllerin
tesirini görürüz. Bu fakîhlerden bir kısmı, Şafiî´den nakledilen furû´a
şiddetle bağlanıyor, bir kısmı da bu konuda şiddet göstermiyordu.
İmam Muhyiddin en-Nevevi şöyle
der: «Bilmiş ol ki, Irak´lı arkadaşlarımızın Şafiî´nin nass´larını, mezhebinin
kaidelerini ve seleflerimizin çeşitli görüşlerini nakilleri, Horasanlıların
nakillerinden umumiyetle daha sağlam ve daha esaslıdır. Horasanlılar ise
tertip, fer´i mes´eleleri ortaya koyma ve Şafiî mezhebinin nass ve kaideleri
üzerinde tasarruf bakımından ekseriya daha iyidir.»
Şafiî mezhebine mensup tahric
yapan müçtehidler, Horasan ve Nisâbur´da Şiî - İmamî mezheb´le, Yemen´de de
Zeydî mezhebi ile temas etmişlerdir. Farklı mezhebler arasında kimi yönlerden
temasın bulunuşu, bir kısım mes´elelerde çatışma doğursa bile, bu mezheplerden
her birine mensup olanların birbirini anlamasını ve iyi bulduğu hususları
kabul etmesini mümkün kılar. Çünkü fikrî ve maddî temaslar, görüşler arasında
ister istemez mübadeleyi sağlar.
Şafii mezhebi, Arap ülkelerinden
Uzak bu yerlerde Hanefî mezhebi ile de yüz yüze gelmiştir. Her iki mezheb
arasında çok şiddetli bir çatışma başlamış ve bu son haddine varmıştır. Bu
maksatla camilerde ve bütün toplantı yerlerinde münazaralar yapılıyordu. Her
bilgin kendi mezhebini savunmak, mezheb ve görüşlerini destekleyen, diğer
mezheb ve onun görüşlerini zayıflatan delilleri serdetmeyi Allah´a ibâdet
sayıyordu. Hattâ yas törenleri bile mahalle mescitlerinde tertiplenen fıkıh
münazaraları ile ihya ediliyordu.
Bunun üzerine şu iki husus ortaya
çıkmıştır:
1 Mezheb taassubu şiddetlenmiş ve
bazı yazarlar bu hususta çok ileri gitmişlerdir. Hattâ bazıları, İmam
Şafii´nin; «İnsanlar, fıkıhta Ebu Hanife´nin îyâlidir» diye övdüğü ve herkesçe
münâkaşasız bir şekilde, Irak fakîhlerinin üstadı olduğu kabul edilen îmanı Ebu
Hanife´ye dil uzatacak kadar ileri gitmiştir. Bunun, hem Şafii hem de Hanefî
âlimleri üzerinde çok kötü ve üzücü tesirleri olmuştur. Öyle ki, bir kısım
Şafiî âlimleri, İmam Ebu Hanîfe´nin menkıbelerini yazmaya teşebbüs etmek
suretiyle o büyük İmam´a karşı yapılan yergi (ta´an) damgasını Şâfiîlerden
silmeye çalışmıştır.
2 Doğu İslâm memleketlerinde,
bilhassa Hanefîler, Şâfiîler, Zahiriler ve Şiîler (İmamîler - Ca´ferîler)
arasında çok şiddetli mezheb münakaşalarına girilmiş ve bunlar, zaman zaman
büyük fitnelerin doğmasına sebep olmuştur. Hattâ bu yüzden birçok insanların
kanlan bile boşa akıp [57]gitmiştir.[58]
Şafiî
Mezhebinin Yayılışı
Şafiî mezhebi, özellikle Mısır´da
yayılmıştır. Çünkü İmam Şafiî, hayatının son kısmını burada geçirmiştir. Bu
mezhep, Irak´ta da yayılmıştır. Zira Şafiî, fikirlerini neşretmeye önce orada
başlamıştır. Irak yoluyla Horasan ve Maveran´ün-Nehr´de de yayılma imkânı
bulmuş ve bu ülkelerde fetva ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile paylaşmıştır.
Bununla beraber, bu ülkelerde
Hanefî mezhebi hâkim durumda idi. Çünkü o, Abbasî Devletinin resmî mezhebi idi.
Şafiî mezhebi, halk üzerinde Hanefî mezhebi ile hâkimiyet mücadelesi yapmış, Mısır
ve Suriye´ye Fatura Devleti hakim olduktan sonra bile Mısır´da halk üzerindeki
otoritesini korumuştur.
Mısır´da iktidar Eyyûbîlerin
eline geçince, Şafiî mezhebi daha da kuvvetlenmiş, hem halk, hem de devlet
üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur. Şafiî mezhebinin bu durumu Kölemenler
devrinde Sultan Zahir Baybars´a kadar devam etmiştir. Bu sultan, kadıların
\dört mezhebe göre tâyin edilmesi fikrini ortaya atmıştır. Bunun üzerine her
mezhebin kendi görüşlerine göre hükmeden ve mezheb mensuplarının dâvalarına
bakan ayrı bir kadı tâyin edilmiştir. Fakat adı geçen sultan da, Şafiî
mezhebine diğer mezheplerden üstün bir yer tanımıştır. Şöyle ki: Taşra
şehirlerine kadı (nâib) tâyin etme hakkı ile yetim ve vakıf mallarını kontrol
hakkı yalnız Şafiî mezhebine ait idi. Şafiî mezhebinden sonra Mâliki mezhebi,
bundan sonra da Hanbelî mezhebi geliyordu. Fakat Subh el-A´şâ´da
zikredildiğine göre İbni Batûta, Melik Nâsır´dan beri Mısır´da mezheplerin
derecelendirildiğini ve Hanefî mezhebinin Mâliki mezhebinden önce geldiğini
söyler.
Osmanlılar, Mısır´ı zapt edince,
Hanefî mezhebini birinci dereceye almışlardır. Mehmet Ali Paşa Mısır´a hâkim
olunca, Hanefî mezhebinden başka diğer mezheplerle resmiyette amel edilmesini
ilga etmiştir. Fakat Şafiî ve Mâliki mezhepleri halk üzerindeki mevkiini korumuştur.
Şamlılar, kazâî konularda, 302 H.
yılında ölen Ebu Zur´a ed-Dimaşki eş-Şâfiî[59] Şam Kadılığına tâyin edilinceye
kadar, Evzâi mezhebine bağlı idiler. Lâkin Şafiî mezhebinin bundan önce de
halk arasında yüksek bir mevkii vardı.
Bir kısım Iraklılar katında Şafiî
mezhebinin büyük bir itibarı olduğu halde, bu mezhep, halk üzerinde tamamen bir
kuvvet gösteremediği gibi, kaza (yargı) bakımından da Hanefî mezhebini yenememiştir.
Nihayet Halîfe el-Kadir Billâh Bağdat´a Şafiî bir kadı tâyin etmiş; fakat halk,
buna karşı ayaklanmıştır. Meydana gelen fitneler karşısında Halife, halkın
çoğunluğunu memnun etmek zorunda kalmış ve Şafiî kadıyı vazifesinden ayırmıştır.
Şafiî mezhebi, İran´a da girmiştir.
İbn u´-Subkî «Tabakâtu-Şâfiîyye» sinde; «İran´da Şafiî mezhebi ile Davud-i
Zâhirî´nin mezhebinden başka bir mezhep yoktu» demiştir. Zannederim ki, bu
ifadede bir mübalâğa vardır.
Şafiî mezhebi, Hicrî üçüncü asrın
sonunda Merv ve Horasan´a gelmiştir. Bu mezhebi buralara getiren âlimler, hem
mezhebin kitaplarını münevverler arasında, hem de Şafiî fıkhını halk arasında
yaymaya çalışıyorlardı. Bu Şafiî âlimleri, sadece bunlarla yetinmemişler,
hâkim ve sultanları da ikna etmek için uğraşmışlar, onların vâli veya hâkim
oldukları memleketlerde bu mezhebi uygulamalarını istemişlerdir.
Şafiî mezhebinin Endülüs ve
Mağrib ülkelerinde bir yer işgal etmediği söylenebilir.
Bugün Şafii mezhebinin, mâzîde girmiş
olduğu ülkelerde devam ettiği düşünülebilir. Şafiî mezhebi, günümüzde (Yemen
taraflarında) Zeydî mezhebi ile halk üzerinde hâkimiyet mücadelesi yapmakta,
İran´da da Şiî mezhebi ile yan yana bulunmaktadır.[60] Allah, İmam Şafiî´ye
rahmet etsin ve ondan razı olsun![61]
[1] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/307.
[2] Hadîsin senedini teşkil eden
râvîler az ise, yani hadis sened bakımından Peygamber (S.A.)´e yakın ise buna
«Alî Hadîs» denir. Hadîs, râvîler silsilesi fazlalaşmak suretiyle Peygamber
(S.A,)´e yalan değilse buna da «Nazil Hadîs» denir. Çeviren.
[3] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/309.
[4] Şi´b: Mekke´de Ebû Talibin
oturduğu semtin adıdır. Çeviren.
[5] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/310-311.
[6] Biraz önce «Şafii´nin doğumu
ve Nesebi» başlıklı yerde Şafiî´nin Gaz-ze´de doğduğu söylenmiştir. Esasen
Şafiî´nin doğum yeri ile ilgili bizzat Şâfiîye dayanan üç rivayet vardır:
1 Gazze. Ekseri tarihçiler bunu
kabul etmişlerdir.
2 Askalân. Burası Gazze´ye üç
fersah uzaklıkta bir kasabadır. 3 Yemen. Bazısı da, bu üç rivayeti birleştirmek:
amacıyla Şafiî´nin Yemen´de doğup Askalân ve Gazze´de büyüdüğünü´ söylemiştir.
(Bak: M. E. Zehra el-İmam eş-Şâfiî, Mısır 1948, s. 14.)Çeviren
[7] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/311-313.
[8] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/313-315.
[9] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/315.
[10] Bir kısım şiilerle mezhep
taassubunda boğulup kalanlar İmam Şafii’nin ataları arasında yer alan Şafii
b.Saib in Kureyşlilerden Ebu Leheb in azatlı kölesi olduğunu ve böylece İmam
Şafii’nin soy bakımından Kureyş´e mensup olmadığını iddia etmişlerdir. Çeviren.
[11] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/316-317.
[12] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/318-319.
[13] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/319-320.
[14] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/320-321.
[15] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/321-322.
[16] İmam Şafii Fustat
(Kahire)´da vefat etmiş olup el-Mukattam dağının eteğindeki Beni Abdilhakem
türbesine defnedilmiştir. Türbesi üzerindeki bugünkü muhteşem kubbe, Eyyûbî
sultanlarından el-Melik el-Kâmil tarafından 608 H. yılında yaptırılmıştır.
Burası önemli bir ziyaret yeridir. Salâhuddîn Eyyûbî tarafından Şafii´nin
türbesi yanma büyük ve geniş bir medrese yaptırılmıştır. Burada bugün, bir de
Ulucâmi vardır. Çeviren.
[17] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/322-324.
[18] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/324-325.
[19] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/326-327.
[20] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.
[21] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.
[22] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328-329.
[23] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329.
[24] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329-331.
[25] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/332-333.
[26] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/333-334.
[27] Asıl adı, Ebu Ali el-Hüseyin
b. Ali´dir (öl. 256 H.) Çeviren.
[28] Ali İmrân Sûresi, 173.
[29] Talâk Sûresi, 1.
[30] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/335-336.
[31] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336.
[32] el-Umm, c. VII, s. 246.
[33] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336-339.
[34] Bu kongre, 29 Aralık 1957
-13 Ocak 1958 tarihleri arasında yapılmıştır. Çeviren
[35] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/339-341.
[36] Şâfiî’ye göre bir memleketin
icmâ´ı, icmâ´ olamaz. Bir asırdaki bütün müslüman memleketlerinde mevcut olan
bilginlerin icmâ´ı, ancak bir icmâ´ olur. Medînelilerin icmâ´ ettiği ileri
sürülen meselelerin aksini söyleyenler, bizzat Medîneliler arasında mevcuttur.
Metinde de zikredildiği gibi Medînelilerin icmâ´ ettiği konular, sadece onlara
ait değildir. Diğer İslâm ülkelerinde de aynı şeyler üzerinde icmâ´ edîlmiştir.
(Bak. M. Ebu Zehra, el-İmam eş-Şâfîî, Kahire 1948, s. 259.)Çeviren.
[37] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/341-343.[38] er-Rîsale, s.
597, el-Halebî baskısı ve merhum Ahmet Şakır neşri, Kahire 1940.
[39] el-Ümm, c. VII. s. 246.[40] Aynı eser, c.
VII, s. 246.[41] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,
Hisar Yayınevi: 2/343-345.[42] er-Risale, s. 477.
[43] Başka bir misâl: Bir kimse
görünüşte müslüman olsa, içinden de gayrimüslim olsa, biz zahirine bakarak,
ona müslüman muamelesi yapmak mecburiyetindeyiz. Çeviren.
[44] Bakara, 179.
[45] er-Risâle, s. 504.
[46] Aynı eser, s. 506.
[47] Bak. s. 103-110.
[48] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/345-349.
[49] Kiyâme Sûresi, 36.
[50] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/349-350.
[51] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/350-352.
[52] Asıl adı, Ebu Ali el-Hasen
es-Sabbah ez-Za´ferânîdir. Çeviren.
[53] el-Mebsut veya el-Hucce adlı
eserini Mısır´da yeniden kaleme almış ve el-Umm adım vermiştir. Bu eserinde O,
fıkıh meselelerini enine boyuna ele almış ve ihtilaflı meselelere dair hem
kendi görüşlerim hem de diğer fakîhlerin görüşlerini aynen anlatmıştır.
er-Risale, el-Umm´ün mukaddimesi mahiyetini arz eder. er-Risale, Ahmed
Muhammed Şakir tarafından tahkik edilerek, Kahire´de 1940 senesinde
neşredilmiştir. el-Ümm de 7 cilt halinde Mısır´da 1321´de basılmıştır.
Şafiî´nin hadîs´e dair el-Müsned adlı eseri de Mısırda 132Tde basılmıştır. İmam
Şafii´nin Mekke´de iken eser telif ettiğini bilmiyoruz.
Fakat Bağdad´a gelince kitap
telifine başlamış ve burada Önce «er-Risale» sini neşretmiştir. Daha sonra
fıkıh ve füru´a dair görüşlerini büyük bir eser halinde toplamış ve ona
«el-Hucce» adını vermiştir. İbni Nedim´e göre Za´ferânî´nin rivayet ettiği bu
eser «el-Mebsut» adını almıştır. Şafiî Mısır´da yeniden gözden geçirerek ilâve
ve çıkmalarda bulunduktan sonra bu eserine «el-Umm» adını vermiştir.
Menâkıbi Şafiî´de Beyhakî şöyle
der: Şafiî´nin Bağdat´ta yazdığı el-Hucce´yi Zaferânî rivayet etmiştir. Hüseyin
b. Ali el-Kerabîsî ile Ebu Abdirrahman b. Yahya eş-Şâfiî tarafından rivayet
edilen kitapları da vardır. Ben, Ebu Abdirrahman´ın rivayet ettiği «es-Sîyer»
kitabının bir nüshasını gördüm. Bunda başkalarında olmayan ziyadelikler vardır.
Ebul-Velid Musa b. Ebil-Cânıd´un da ondan rivayet ettiği bir muhtasarı vardır.
Bunda da bazı ziyadelikler mevcuttur.
İmam Şafiî´nin Mısır´da yazdığı
eserleri şunlardır:
1 el-Umm,
2 Kitabu´s-Sünen,
3 el-Emâlî el-Kübrâ,
4 el-tmlâ´ es-Sagîr.Buvaytî (ÖL
231 H.) ile Müzeni (öl. 264 H.), Şafiî´den işittiklerini «el-Muhtasar» adh
birer kitap halinde toplamışlardır. (Bak. M. Ebû Zehra, el-İmam eş-Şâfiî,
Kahire 1948, s. 154. 155). Çeviren.
[54] Bu zat, Mısır fâtihi Arar b.
el-As tarafından inşâ edilen Firstat´daki Ulu-câmî´de müezzin idi. Çeviren.
55] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/353-356.
[56] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/356-357.
[57] Elimizdeki metinde (2)
rakamı yazıldığı halde bu ikinci husus zikredilmemiştir. Biz bu kısmı, yazarın el-İmam eş-Şâfiî (Kahire
1948) »dil eserinin 374-377. sayfalarından Özetleyerek tamamladık. Çeviren.
[58] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/357-358.
[59] Asıl adı, Muhammed b.
Osman´dır. Çeviren.
[60] Anadolu´muzun doğu
kesimlerinde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filipin, Seylân ve Malaya
müslümanları arasında Şafiî mezhebine mensup olanlar hayli kabarıktır. Endonezya
adalarında ise hâkim olan mezhep, sadece Şafiî mezhebidir. Çeviren.
[61] İslam da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/358-360.
Değerli İslam Alimlerimizin İmam Şafii Hakkındaki Görüşleri
İmam-ı Ahmed bin Hanbel:
"Hadis okunan
yerde, Malik, gökteki yıldız gibidir. İlmi ezberlemekte, anlamakta ve
korumakta, hiç kimse, Malik gibi olamadı. Allah ilminde bana Malik kadar kimse
emin değildir."
Ebü"l-Kasım bin Selam:
“Hayatımda nice
alim ve faziletli kimselerle görüştüm. Şafii hazretleri gibi alim bir kimse
görmedim.”
İmam Şafii"nin Hikmetli Sözleri
* “Dünyada zahit
(dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getiren kimse) ol,
dünya malına bağlanma! Ahireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü
Teala"yı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun.”
* “İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah
bulmuş değildir. Ama ilmi; tevazu için, alimlere ve insanlara hizmet için
isteyen, elbette felah bulur, kurtulur.”* “Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbadeti ve itaati çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyalıklarına özenmeye değmez.”